23 Ekim 2023 Pazartesi

Mektupmuş gibi

Ön açıklama: Bu aralar en sevdiğim, kendimi yazarken en rahat, içten hissettiğim yer, mektup satırları. O yüzden ekim ayının bu son iletisini bir mektup gibi yazmak istedim. 

Sevgili arkadaşım,

Ekimin son haftasındayız işte. Cumhuriyet'in kuruluşunun 100. yılının eli kulağında. Cumhuriyet'in doğduğu yere gidiyorum, Ankara'ya. 29 Ekim'e kadar kalamayacağım ama buradan daha canlıdır belki. Hoş benim bir renk, doku gördüğüm yok. Evden işe, işten eve. Bugün telefonla randevu aldığı için önceden muayene etme fırsatı bulamadığım, hastanın beyanına göre zaman ayrılan hastamla işim çarçabuk bitti. Sonraki hasta da erkenden çıkagelmez mi! Oturttum koltuğa. Eh onun işi de bitti. Kaldı mı 1,5 saat. Ankara öncesi almam gereken şeyler vardı. (Bu işler hep son dakika zaten. Yapacak bir şey yok) Atladım arabaya. Çarşıya express bir tur yaptım. Hızlıca alacağımı aldım. Döndüm. Son üç hastaya baktım. Birinin kızı yancı çıktı. Onu da muayene ettim. Tereyağından kıl çeker gibi bitti gün. İşler güçle ala! 

Yarın sabah uçaktan indiğimiz gibi doğru toplantıya. İki gün toplantı. Ardından Uluslararası Dişhekimliği Kongresi. (Diş hekimliğinin ayrı yazıldığını biliyorum elbette ama her nedense bizim birlik bir kez bunu birleşik kabul etmiş. Ne Leyla Erbil'iz ne de Saramago oysa. Ah ben bu kuralı bilmez iken bir kez uzunca süren bir toplantı tutanağında her birleşik yazılan diş hekimini ayırdıydım. Binbir zahmet. Üstelik nafile çaba) Cumaya kadar oralardayım anlayacağın. Planlarım var ama zaman ayırabilecek miyim hiç emin değilim. Perşembe akşamı kuzenlerle akşam yemeği var. O kesin. Leylak Dalı'nın bloğunda bahsettiği sergiyi gezmek istiyorum. Nasip! Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından Goethe Enstitüsü'nde düzenlenen serginin başlığı: "Almanca Konuşan Bilim İnsanlarının Ankara Günlükleri".  (bağlantıda ise sergi açılışında yapılan panelin videosu var. Henüz izlemedim ama görünce paylaşmak istedim) Nazilerden kaç an bilim insanlarının Türkiye üniversitelerine, bilimsel çalışmalara katkısı ortada. Diş hekimliği camiasına katkı sunan Alfred Kantorowicz vardır örneğin. Sosyalist ve Yahudi olduğu için Bonn Üniversitesi'nden atılıp önce cezaevinde, sonra toplama kampında tutulan Kantorowicz devrin en ünlü diş hekimlerindendir. Ünü Almanya sınırlarını aşan Kantorowicz, hem tıp hem de diş hekimidir ve Ord. Prof.dür. Onu toplama kampından kurtaran Atatürk'ün girişimleri olmuştur. Ata'nın ısrarlı takibi sonucunda ünlü profesör toplama kampından çıkmış, ailesi, asistanları ve kütüphanesiyle birlikte İstanbul'a gelerek İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'nin başına geçmiş, eğitimi üç yıldan dört yıla çıkarmış, yeni kürsüler kurmuş, Türkiye'de bilimsel diş hekimliğinin öncülerinden olmuş. Pek çok yayına imza atmış, kitaplar yazmış, fakülteye yeni akademisyenler kazandırmıştır. Türkiye'nin ilk kadın ortodontisti Ayşe Mayda örneğin. Uludağ'ın kayak merkezi olmasında  Kantorowicz'in katkısı varmış örneğin. Ayşe Mayda da hocasının yolundan gitmiş olmalı ki ülkemizde ilk kayak pantolonu giyen kadın olmuş. İlk araba şoförlüğü de cabası. Bugün bizim çabasızca elde ettiğimiz şeylerin arkasında hep öncü kadınlar var. Çağının önünde giden, kanatlanmış kadınlar. Yazacak, okuyacak çok şey var bu konularda öyle değil mi? İpin ucunu verdim. Gerisi sende arkadaşım. Merakın seni nerelere taşıyacak bilemem. 

Merak dedim de aklıma geldi. Yanıma alacağım kitabın doğuşu da hep meraktan. Ben demiyorum. Editör diyor, yayınevi diyor. İnanmazsan  arka kapak yazısını oku. 

“Yazar biyografileri çok ilgimi çeker. Yaşadıkları hayat kadar başka bir şey daha merakımı celbeder: Acaba yaşamının ne kadarını yazmıştır yazar kitabının başına? Ne kadarının yazılmasına müsaade etmiştir?... Bu, birazdan okuyacağımız metin için bize muazzam bir ipucu verir… O koskocaman sözcükler yığınına körlemesine dalmadan önce yazarın kendisinin yazdığı ya da yayımlanmasına izin verdiği haliyle biyografisi, en azından, bir mumluk ışık tutuşturur elimize.”

Böyle diyor Onur Çalı, kitabının bir yerinde. Ve tam da bu merakının peşinden giderek edebiyatın usta isimlerini, yapıtlarını, yaşamlarını büyüteç altına alıyor. Okuru, John Steinbeck’ten Bulgakov’a, Sevim Burak’tan Salâh Birsel’e, pek çok ustanın yer aldığı edebiyatın zengin topraklarında, uçsuz bucaksız coğrafyasında gezdirirken ele aldığı yazarların ve kitapların yüzeyinin altına iniyor, kâh bizzat yazarın kendisini, kâh sıradan bir olay diye okuyup geçtiğimiz ayrıntıları ya da kitabın omurgasını oluşturan konuyu bambaşka bir açıdan inceleyip o yazara ya da romana farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor, yeniden tanıtıyor. Yazmanın, yazarlığın ne olduğu hakkında hem ele aldığı yazarların yazdıklarından yola çıkarak hem de bunları damıtıp kendi fikirlerini ekleyerek bizi –eğer yapmıyorsak– bundan böyle elimizdeki kitapları yazarı tanıyarak okumaya, yorumlamaya davet ediyor.

Onur Çalı'nın yeni deneme kitabı "Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler"le seyahat edeceğim. Yazıların bir kısmını Parşömen Edebiyat'tan hatırlıyorum ama bir kitap bütünlüğünde okura sunulmasının tadı hem yazar için hem okur için ayrı. Bakarsın fırsat olur, kitabımı da imzalatırım. 

Merakla başlıyor çoğu şey. Bilim merakla başlıyor, sanat merakla, üretmek merakla. Merak uçarı kaçarı bir heves olur da aynı anda onlarca, yüzlerce meseleye konar ise işin sonu gelmiyor bence. Yüzlerce fikirden birine odaklanabilmek lazım, en azından bir sıraya sokabilmek, okumak, öğrenmek, özümsemek, üretmek... Bloğumun içinde yüzlerce, abartmıyorum, 527 tane taslak var. Çoğunda çamışım sayfayı dizmişim kelimeleri ardı sıra, bir başlayayım, gerisi gelir demişim, sıradanın içinden özelleşememiş, kalmış, gidememiş daha fazla. Arada kalan tek tükte ise internette gördüğüm, merak ettiğim kimi hususlar var. Unutmayayım diye yazdığım kelimeler öbeği. Bu güz ve kış onları yeniden okuma ve peşine düşme zamanı yaratırım belki. En azından girişlere bakar, taslaklarda dahi saklanmasına gerek kalmayacakları silerim. Çünkü temizlik her yer için geçerli. 

Senin bir çırpıda okuduğun bu satırlar için ne kadar zamandır çalışma masamda oturuyorum, hesap etmedim. Ancak belimin, sırtımın ağrıdığını hissedebiliyorum. Gerinmek, esnemek, dinlenmek istiyor bedenim. Belki de yüzmek. Suyun içinde olmanın dayanılmaz hafifliği. Bavulun içine mayomu da attım. Mesele yüzmekse, her zaman hazırlıklı olmak gerek. Öyle değil mi? Söylesene senin yaz demeden, kış demeden valizine attığın en absürt şey ne? Benimki muhtemelen mayo. Hamam olur, kapalı havuz olur, göl olur, plaj olur, bir fırsat olur ve yüzerim, yüzmek isterim. Yorgunluğum gitsin diye, stresim vücudumdan aksın diye. Uzun uzun spor niyetine değil, dal çık rahatla. Ruhun hafiflesin hesabı. 

Geldik yine ruhu hafifleten eylemlere. İlki yazmak. Beni okuyorsan iyi bilirsin. İkincisi, üçüncüsü nedir öyle pat diye sıralayamam ama su olmak, suyla olmak var ondan eminim. Ben kızımı bile böyle büyüttüm. Baktım canı sıkkın, ne yapacağını bilemez halde. Soydum koydum küvetin içine. (Doğduğu evde küvet vardı) Leğene su, eline sünger verdim. İsminin anlamını boşa çıkarmadı. Sevdi o da suyla oynamayı, sudan gelen rahatlamayı. Sırtımın ağrısı dayanılmaz. Satırlarıma son vermek zorundayım. Önce bir bardak su içeceğim. Sonra sıcak duşun altına gireceğim. Sonra tırnaklarımı da törpülerim belki. Kimi kısa kimi uzun zira. 

Yeniden buluşana dek her şey gönlünce olsun arkadaşım. 

Huzurlu Yaşam İpuçları: 15

www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür. 

                                                                               *

Hayat kısa ama nezaket için daima yeterince zaman vardır.

Ralph Waldo Emerson

15. Gün: Talepler ve Talepler

Birinden bir şey yapmasını istediğinde, tek seçeneği boyun eğmek ya da isyan etmektir; ya istediğini yaparlar ya da yapmazlar.

Bazen bir istek, talep gibi görünebilir. "Tatlım, lütfen bugün çimleri biçer misin?" Kulağa bir istek gibi geliyor ama partneriniz "Hayır, bugün olmaz, yenildim ve rahatlamak istiyorum" derse ne olduğuna dikkat edin. Kızmazsanız veya yargılanmazsanız, bu bir ricadır. "Bir insanın ne kadar dinlenmeye ihtiyacı olabilir? O çok tembel!" diye düşünüyorsanız, muhtemelen bir talepte bulundunuz.

Bir şeyi rica olarak istemenin püf noktası, herkesin ihtiyaçlarına eşit değer vermektir. Kocanızın dinlenme ihtiyacına gerçekten değer veriyor musunuz? Yoksa sizin için kendi düzen ihtiyacınız daha mı önemli? Herkesin ihtiyaçlarına eşit değer verdiğinizde, herkesi tatmin eden çözümlere ulaşmaya daha istekli olursunuz.

Kocanız çimleri biçmek yerine dinlenmek istediğini söyledikten sonra işte böyle görünebilir. 

"Demek bugün gerçekten dinlenmek istiyorsun. Bunu anlıyorum, özellikle de geçirdiğin haftadan sonra." 

"Evet teşekkürler." 

"Dinlenmeni istiyorum tatlım. Ayrıca yarın ailem buraya gelene kadar bahçenin biçilmemiş olması beni endişelendiriyor. Evimizin onlar için güzel görünmesini gerçekten çok isterim. Hem senin dinlenmeni sağlayacak hem de yarın sabah onlar buraya gelmeden çimlerin biçilmesiyle ilgili bir önerin var mı?”

Bu örnekte kadın, kocasının dinlenmeye ihtiyacı olduğunu kabul etti ve ailesi gelene kadar çimlerin biçilmesi yönünde kendi isteğini ileri sürdü. Çözümü değil, ihtiyacını öne sürüyor. Çimleri biçmesi için bir komşu tutmaya karar verebilirler ya da eşi yarın sabah çimleri biçebilir veya anne babasının ziyaretine hazırlanmak için başka işler almayı kabul ederse kadın kendisi biçebilir. Kadın o gün çimleri biçme konusunda kararlı olsaydı, diğer seçenekleri kabul etmesi onun için zor olabilirdi.

Böyle bir talep, imkanları sınırlar ve insanlar arasında mesafe yaratır. Herkesin ihtiyaçlarına gerçekten değer veren bir istekte bulunmak ise  olasılıkları açar ve bağlantı kurulmasına yardımcı olur.

Bugün birinin isteğini talep olarak duyduğunuzda nasıl hissettiğinizin farkında olun. Boyun eğmek veya isyan etmekten başka bir cevap düşünebilir misin?


22 Ekim 2023 Pazar

BURADA, BU AN

Çanakkale'de bir pazar günü. Aylardan ekim. Saat neredeyse dört. Hava aydınlık, gökyüzü pırıl pırıl. Çalışma masamda oturuyorum. Başımı sağa çeviriyorum. Desenli tülün ardından bahçedeki çimenler, büyüyüp sözüm ona bir çit gibi bahçe sınırını belli edecek şimşirler görünüyor. Sani, pencerenin önünde uyukluyor. Sağ gözünün sulandığını fark ediyorum. Uzanıp parmağımla siliyorum usulca. Gözlerini kırpıştırıyor. Yataktan aşağı atlıyor. Ayak ucumdaki mama kabına girişiyor. Parmaklarım klavyenin üzerinde gezindikçe çıkan tuş tıpırtılarına kuru mama çıtırtıları ekleniyor. Yeterince yediğini düşündüğünde yeniden yatağın üzerine zıplıyor. Çevikliğini hayranlıkla izliyorum. Hareketleri kusursuz. Kıçını devirip uyumak yerine pencereden dışarısını izliyor. Yer sofrasından henüz kalktığının farkında değil sanki. Ağzını burnunu temizlemiyor. Pasaklı oğlan. Bahçede hareket yok. Rüzgârda salınan bitkiler, yerlere konup havalanan kuşlar, güneşlenen, gerinen, hoplayan zıplayan kediler, yaygaracı köpekler yok. Sessizlik ve eylemsizlik karşısında sıkılıyor besbelli. Sırtı mavi mindere dayanıyor. Kaşla göz arasında virgül gibi kıvrılıyor . Çenesi yatağa gömülü. Ritmik hareketlerle karnı yükseliyor, iniyor, yükseliyor, iniyor. Onu izlemek uykumu getiriyor. Toplamadığım yatağın içine girmek, yorganı tepeme çekmek ve uyumak istiyorum. Akşam aile yemeği var oysa. Balık pişecek, salata malzemeleri yıkanacak, iri iri doğranıp koca bir kâsenin içinde toplanacak, limon ve zeytinyağıyla buluşacak. Annemin yaptığı aşure kaşıklanacak. Tembellik etme faslı yine kediye kaldı iyi mi! 

                                                                                     *

Hamiş: Tam olarak burada bu ânı resmettim sana. Neredeyim, kiminleyim, ne yapıyorum, hangi zamandan sesleniyorum, ne görüyorum, ne duyuyorum, günün hangi saat diliminden sesleniyorum, kalanında neler yapacağım, planım ne, aslında ne yapmak istiyorum hepsinin fotoğrafını çektim senin için ve paylaştım. Kelimelerle bir fotoğrafını çekmek isteseydin bu iletiyi okuduğun ânın, neler yazardın? Yukarıdaki şablonu taklit etmek ve yazmak serbest. Süre sınırsız. Denemek ve paylaşmak istersen yorumunu okur okumaz burada olacağım. İyi akşamlar, iyi pazarlar (Senin okuduğun an her nasıl hitap etmem gerekirse onu diliyorum)


Günün izi: 11

18 Ekim 

Bilgisayarı açtım. Boş sayfayla bakışıyorum. Okuma listesine gidiyorum. Takip ettiğim bloglarda yayımlanan yazıları okuyorum, kimine hızlıca göz gezdiriyorum. Bazılarına yorum yazmak istiyorum. Düşündürtüyor zira. Vazgeçiyorum. İçimde boşluk mu desem, ağırlık mı, ne yapacağını bilemeyen bir hal. Eh bunu yazayım en iyisi. Kalemi bir yerden sivriltmek gerek. 

Bu gece geliri kız çocuklarının eğitimine bağışlanacak bir konsere gidecektik arkadaşımla. Son dakikada giyinirken milli yas nedeniyle iptal edildiğini öğrendik. Siyahlarımızı çıkartıp (davetiyede dress code yazıyordu pek benlik olmayan olaylar ya neyse) kotumuzu geçirdik, buluşalım da kahve içelim, dedik. Kahve planını duyan kızım ben de geleyim, orada yaparım ödevimi dedi. Üniversiteli gençlerin yan yana ödev yaptığı köşeye geçti. Kulaklıklarını taktı. Kahvesini yudumlarken ödevlerini yapmaya koyuldu. Bazen dışarıda olmanın kendisi bir ödül ve motive edici galiba. Ben de temmuzun ilk haftasına kadar uzayan finallerim için ders çalışma mekânı olarak Koşuyolu Öğretmen Evi'nin bahçesini, Fethipaşa Korusu'nu kullanırdım kimileyin. Evde pineklemekten daha keyifli gelirdi. Sıcakla mücadele etmek de kolaylaşırdı. Mezun olalı neredeyse yirmi üç yıl oluyor. Dile kolay. Okula ilk girdiğim yıllarda bu meslek yirmi yıldan fazla yapılmaz demiştim. Yanılmışım. Bal gibi de yapılıyormuş. Yeter ki hevesi kaçmasın insanın. 

19 Ekim 

Ateşten Gömlek'in ardından Handan'ı dinlemeye başladım. Mektuplardan oluşan bir roman. Roman Refik Cemal'in arkadaşı Server'e Neriman ile evleneceği haberini vermesiyle başlıyor. Refik Cemal'den Server'e, Server'den Refik Cemal'e, Refik Cemal'den Neriman'a, Neriman'dan Refik Cemal'e... Roman boyunca, roman kişileri birbirine mektup yollayıp duruyor. Mektup demek ben kişisi demek. Ben anlatıcı demek kahramanın düşüncelerini, hislerini aracısız görmek demek. Neticede bir romanı yalnızca olay örgüsü için okumuyoruz. Oluş halinden çok insanların ne deneyimlediğini, bu deneyimden nasıl etkilendiğini, ne çıkardığını, nasıl dönüştüğünü görmek için okuyoruz. Ben anlatıcıyı da tam bu sebeple seviyoruz. Tanıklığı, deneyimi  araya kimseyi sokmadan gösterdiği için, bunu mümkün kıldığı için. 

20 Ekim 

Bir aralar her yıl başı öncesi kendime bir Metis ajanda alıyordum. Hem tasarımını, içeriğini sevdiğim için hem de günlük notlarımı yazayım, bir şeyleri unutmayayım hem de bir yıl dökümü gibi, kişisel almanak gibi saklarım diye düşünüyordum. Bu yıl almadım. Akıllı telefonlar, google takvim pek çok seçenek var zaten. Günlük hayatla ilgili mevzularda hafızama güveniyorum. Bu geceki zoom toplantısını neredeyse unutuyordum. İşten çıktım. Pizza aldım. Ablama gittim. Saat dokuza yakın içgüdüsel bir şekilde kalktım. Ben eve gideyim, dedim. Toplantının t'si bile yok aklımda. Bizim sokağa döndüm ve dank etti. Hızla eve girdim, çalışma odasına daldım ve telefondan bağlandım. Tam zamanında! Günümüz insanının en büyük sorunu belki de bu. Çok fazla uyarana maruz kalıyoruz. Onları sindirecek zamanı bulamadan yenileri boca ediliyor üstümüze. Arınmak ve bir kısmını salmak, yeni güne, yeni haftaya başlamak için kimi meşgaleler bulmak, kimi ritüeller yaratmak şart. Yazmak, benim için bunun yollarından biri. Bir irini akıtmak gibi, içimin şişmesini engellemek ister gibi yazıyorum. Sular kesildikten sonra musluğu açarsın, pis bir su akar hani, kahverengi, puslu... Mecbur açık tutarsın, tortusu gitsin, berraklığına kavuşsun diye. İşte içimdeki suların kiri, pası gitsin, yeniden berraklaşsın diye yazıyorum. Dikkatimi dağıtan pek çok şey varken, dikkatimi yalnızca yazdığım metin üzerinde toplayabilmekten hoşlandığım için yazıyorum. Silkelenmek için yazıyorum. Günlerim, aylarım nasıl geçmiş anlamak için yazıyorum. Yalnızca bloğa yazmak yetmiyor galiba. Yeni yılda yeniden Metis ajandası almalıyım belki de. 

Yazmak güzel ama daha çok zihinle ilgili. Oysa bir de beden var. Beni taşıyan, ruhumu, zihnimi kaplayan, kapsayan. Onu unutuyorum. Haftada bir ormanın kalbine gitmem şart değil. Bir parça ağaçlık alan bulsam, yürüsem, derinlerine gitmesem bile başımı göğe çevirdiğimde onların taç utangaçlığına şahit olsam, taçlarının arasından süzülen gün ışığına baksam. Ne güzel olur. 

21 Ekim

Hava iki gündür mis. Pastırma yazı dediklerinden. Öğle saatlerinde yaz bitmemiş gibi hissettiriyor. Hele koştururken, bonenin, maskenin, eldivenlerin, gözlüklerin altında terlerken "Şimdi deniz kenarında olsam yüzerdim," dedirtiyor. Mübalağa tabi. Ekimde Çanakkale'de denize girmişliğim yok. Üşürüm muhtemelen. Yazın bile öyle cumburlop giremiyorum suya. Yine de güneşi görmek güzel. Hala tişörtle gezebilmek güzel. Bugün güneşli havanın tadını çıkardım. Güne erken başladım. Hep erken uyanıyorum gerçi. Bu kez sokağa da erken çıktım. Kasım ayında düzenleyeceğimiz sempozyumun gerçekleşeceği otelde randevumuz vardı. 9'da orada olacaktık. Deniz kenarında simit çay yapar öyle giderim, dedim. Çedarlı simit ve duble çayla kahvaltımı ettim. Otelde son ayrıntıları konuştuk. Muayenehaneye gittim. Yoğun bir iş gününün ardından 1,5 saat gecikmeyle kendimi sokağa attım. Medikalciye gidip tıbbi atık kovası aldım. Bankamatiğe para yatırmak üzereyken tanıdığım bir çifte rastladım. Aynalı çarşının oralarda yeni açılan bir burgerciye gidiyorlarmış. Beraber gittik. Övdükleri kadar varmış. İsmi 1890. Adını Aynalı çarşının yapım yılından alıyor. Yemeğin ardından bir arkadaşıma kahve içmeye gittim. Kurabiye almak için Meydani'ye girdim. Kasadayken sevdiğim bir başka arkadaşıma rastladım. Bana şu satırları yazdıran arkadaşıma. Bu aralar bir akşam yemeğe bize gelmesi için konuşmuştuk. Rastlaşmak iyi oldu. 

22 Ekim 

Pazar sabahı. Güne Sani'nin afacanlığıyla başladım. Mama istemek ve dışarı çıkma arzusunu gerçekleştirmek için bildiği iki yol var. Bana diş geçirmek ya da bir şeyleri yere itmek suretiyle ses çıkarmak. Alıştım artık. Kalktım, mama verdim, su verdim, pencereyi açtım. Alacakaranlıkta yatağa girdim. Bir podcast açtım. Sesler beni sardı sarmaladı yeniden uykuya daldım. Önümde uzunca bir yapılacaklar listesi var bugün. Evden çıkma zamanım da geldi. Bu yazıyı salıp gideceğim. Yukarıda sormayı unuttum. Yazarsanız sevinirim. Sizin arınma yollarınız ne? Günün, haftanın yorgunluğunu atmak için, yeni güne, yeni haftaya hazırlanmak için siz neler yapıyorsunuz? 


17 Ekim 2023 Salı

Ertelememek üzerine

Arkadaşlarını erteleme

Bizde adettir. Yeni eve taşınınca eş dost eve gelir. Ev, bahanesi olur buluşmanın. Ev sahibi yemekleri hazırlar, eş dost hediyesini takdir eder. Mis gibi zaman geçer birlikte. Pandemi, birkaç yıl bu ev buluşmalarını da aksattı. Yaz ayları, dışarıda olma isteği daha baskın derken bir de baktım eve nadiren misafir davet ediyorum. Silkindim. Kendime geldim. Al sana yeni yaş kararı: ayda iki kez yemeğe misafir çağır. Doğum günümün üzerinden yaklaşık bir ay geçti. İki kez misafir ağırlama imkânı buldum. 

İlki dans gecesiydi. Masanın üstünü atıştırmalıklarla, içeceklerle, mekânı gençlik şarkılarımızla donattık. Kliplerdeki dansları taklit ettik. Kahkahalarla evi çınlattık. Evdeki ergenleri şaşırttık. 

İkincisi hamsili pilav ikramıydı. Neredeyse 15 yıl önce ilk hamsili pilavını bende yiyen arkadaşımla ne zaman karşılaşsak laf bir yerde dönüp hamsili pilava dayanıyor, çokça niyetine girdiğim halde bir türlü bir araya gelme işini organize edemiyordum. Pazar akşamı şeytanın bacağını kırdık. Onlar açısından sıkışık bir gün olmasına rağmen üstelik. Bu da ispatı. 



Haftanın altı günü çalışıp yemekli misafir ağırlamak kolay iş değil belki ama gözümde büyümesine izin vermeyeceğim. Nihayetinde gelenler protokol değil, arkadaşım. Önemli olan sofraya ne koyduğum değil, bir arada olmamız, gülüp eğlenmemiz. Baskı olmayınca keyif de artıyor. Evde şahane bir de yardımcım (kızım elbette) var üstelik. Kendiliğinden tatlı işini üstleniyor. Temizliğe el atıyor. Bahaneyle ev derlenip toplanıyor,  temizlik de aradan çıkıyor. En iyi yanı da sevdiklerimle bir araya gelmeyi ertelememiş oluyorum.         

                                                                       

Ev işlerini erteleme 

Erteleme başlığı benim için gerçekten büyük bir mesele. Ayakkabılıkta geçen yazdan tamir edilmeyi bekleyen bir sandalet var örneğin. Kızımın artık kullanmadığı bir oyun köşesi var. Nasıl tarif etmeli bilmem. Tekerlekli küçük bir mobilya. Önünde kara tahta var. Tebeşirle yazı yazıyorsun. Üst kısmında ise bir perde var. O sayede kukla tiyatrosu da oluyor. İç kısımda üç far var. Biz oraya el kuklalarını, müzik aletlerini ve oyuncak çay takımlarını koymuştuk. Çünkü en çok kafecilik ve oynardık kızım küçükken. Epeydir odasında kalabalık yaratıyordu. Ben de içindekileri bir kutuya boşalttım ve oyun köşesini muayenehaneye götürdüm. Kızımın ayırdıklarımın hiçbirinde gözü yok ama bir poşete doldurduğum gibi vermek de istemedim. Ayırmak, bakmak, muayenehaneye götüreceklerime karar vermek, kalanı içinse uygun bir adres bulmak... İşte ertelediklerim listesinden bir madde daha. Kendime zulmetmemek için her gün bir iş yapmaya çalışıyorum bir süredir. Bu bazen ayıklanmayı bekleyen bir kutu oluyor, bazen temizlenecek yerleşecek bir çekmece. Sabah uyandığımda kendime soruyorum: Bugün işe gitmeden önce evdeki dağınıklığı giderecek, yapılacaklar listesinden neyi seçmek ve yapmak istersin? Bu sabah mutfaktaki kuru bakliyat çekmecesini boşalttım, sildim, yerleştirdim örneğin. Her gün beş, on dakikalık bir iş, yalnızca bir iş yapmak zor değil ne de olsa. Yarın anneme iade edeceğim koltuk örtülerini, arabam servisteyken eve getirdiğim kamp sandalyelerini arabaya taşıyacağım mesela. Benim erteleme ile mücadelem böyle. Parçala, böl, küçük bir adım at, her gün küçük bir adım at, durma! 

Yayımlanma hayallerini erteleme 

Geçen gün öykü dosyamı açtım. Eskisini korumakla beraber yeniden biçimlendirdim. Öncelikle ismini değiştirdim. Kimi öyküleri attım. Bir önceki dosyaya adını verdiği için ilk sıraya yerleşen dosyanın en uzun öyküsünü ortalara aldım. Kimi yerleri değiştirdim, diyalogları kısalttım. Daha kısa, kıvrak saydığım, atmosferini daha güçlü bulduğum öyküleri öne aldım. Yeniden yerleştirdim ve dosyayı kaydettim. Sıradaki iş, daha önceden yolladığım ve dosyayı reddeden yayınevlerini not almak ve henüz yollamadıklarıma göndermek. Vira bismillah! 

Hareket etmeyi erteleme 

Bu benim için başa çıkması en zor mesele. Araba servisteyken mecburen yürüyordum. Üstelik yogaya da gidiyordum. Ama işte günler kısaldı, arabasızken gitmek gelmek beni yordu, Deniz'in ev ödevleri çoğaldı. Derken yogaya da ara verdim. Eve mat ve yoga matı sipariş verdim. Aynı her gün bir iş mantığıyla yaklaşabilirsem daha başarılı olurum belki. Her gün matı açıp hareket etmek olmalı belki de hedefim. Bazen yalnızca on dakika, bazen yirmi beş dakika. Önemli olan her gün bir miktar hareket etmek. 

Erken yatmayı erteleme 

Kızım büyüdü. Çoğu sabah kendiliğinden uyanıyor, hazırlanıyor, bana pek de ihtiyacı yok. Yine de o okula giderken ayakta olmak istiyorum. Yataktan kolay ve dinç çıkmanın yolu uykuyu iyi almaktan geçiyor. Hava erken kararınca geceler uzuyor. Zaman algısı da değişiyor. Tuhaf şey. Yaz kış aynı saatte eve geldiğim halde akşam yemeğini yedikten sonra bakıyorum ooo saat daha 19.30 falan. Ne istersem yaparım. İstersem kitap okurum, istersem bloğuma yazarım, istersem ortalığa el atarım. Uzun kış geceleri diyorum, hobilerime bile zaman ayırırım. Alırım binlik yapboz örneğin, hiç üşenmem seve seve yaprım, çerçeveletirim sonra. Tablo gibi asarım. Güzel bir film izlerim battaniyenin altına girip. Kek pişiririm bazı geceler. Daha uzun, keyifli banyo yaparım. Evde spa keyfi. Siber aylaklık edip öldürmezsem zamanı, uyuyana kadar önümde uzanan 3,5 saat yeter de artar dinlenmeye, üretmeye, eğlenmeye... Uykumu alır kalkarım ertesi gün. Bakarsın güne hareketle bile başlarım, uyumayı ertelemeyince. 

Hadi bana eyvallah. Yemeğin ardından yedik, içtik. Kızım tatlı yapmış, ayıptır söylemesi. Kirli bardak, tabakları kaldırıp doğru yatağa. Zira esnemekten ağzım yırtılacak. Bu bir eşik, aşınca kaçıyor zalim. Tecrübeyle sabit. 



                                                                        



                                                        

Zamanın Söndüremediği Roman: Ateşten Gömlek

 


Halide Edip Adıvar'ın en bilinen yapıtı, Ateşten Gömlek İstanbul'da çıkan günlük siyasi bir gazete olan İkdam'da 6 Haziran-11 Ağustos 1922 tarihleri arasında tefrika edildi. 1923 yılında ise Teşebbüs Matbaası'nda kitap bütünlüğünde basıldı. İlk basım eski alfabe ile gerçekleşti. Harf inkılabının ardından yeni alfabe ile yeniden doğdu. O günden bugüne sayısız kez, farklı yayınevleri tarafından yayımlandı. TRT ekranlarında mini dizi olarak gösterildi. Cumhuriyet tarihi boyunca farklı kuşaklar tarafından okunmaya, incelenmeye devam etti. Onu eşsiz kılan, milli mücadele hakkında yazılan ilk roman olmasıydı. 



Bu hiç de şaşırtıcı değildi çünkü Halide Edip, Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’dan ayrılarak Ankara’ya gitti. Mustafa Kemal’in yanında yer aldı. Amerikan Koleji mezunu, iyi derecede İngilizce ve Fransızca bilen Halide Edip, Ankara günlerinde gelen yabancı gazeteci ve siyasetçilerle görüşmelerde çevirmenlik yaptı, ulusal ve dış basına haberler geçti, Anadolu Ajansı’nın kurulmasında ön ayak oldu.



1921 yılının mayıs sonlarından itibaren cepheye geçti. Kızılay Hastaneleri’nde çalışarak, gurur duyduğu onbaşı ünvanını kazandı. Askerler arasında Halide Onbaşı olarak bilinen Halide Edip, gençlik yıllarından itibaren edebiyat ve siyasetle yakından ilgiliydi. Günlük gazetelerde siyasi yazılar kaleme alıyordu. İzmir’in işgalinden sonra Sultanahmet Mitingi’nde yaptığı konuşmayla iyi bir hatip olduğunu da kanıtladı. Dönemin aydınlarının konuşmacı olduğu bu mitingler, işgallere karşı halk direnişini savunuyor, milli bilinci uyandırıyor ve örgütlenmeyi sağlıyordu. Söz konusu mitingte Halide Edip karşısındaki 200 bin kişilik kalabalığa şöyle yemin ettirmişti:



“Türkiye’nin istiklal ve hayat hakkını alacağı güne kadar hiçbir korku, hiçbir meşakkat önünden kaçmayacağız. Yedi yüz senelik tarihin ağlayan minareleri altında yemin ediniz.”

Bu coşkulu miting, yüreklerde alevlenen milli direniş ruhu, romanda da yer alıyor, roman kahramanlarının milli mücadeleye katılmak için Anadolu’ya geçmelerine vesile oluyordu. Roman, her türlü yokluk karşısında, ölüme meydan okuyanların, gözünü kırpmadan ateşten gömleği sırtına geçirenlerin anlatısıydı. Dönemin ruhunu çok iyi yansıtan ateşten gömlek metaforu Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun buluşuydu. İkili arasında geçen bir sohbette Yakup Kadri, “Ateşten Gömlek” adında bir roman yazacağını söylemişti. İsmi çok beğenen ve kendisi de kullanmak isteyen Halide Edip, kitabın başına “Yakup Kadri Bey’e Açık Mektup” başlığıyla bir sunuş yazısı kaleme aldı ve durumu okurlara izah etti ve Yakup Kadri’den ismi ondan önce kullandığı için özür diledi. Yazı, Halide Edip’in şu sözleriyle bitiyordu:

“Benim “Ateşten Gömlek” eğer zaman söndürüp bir tarafa atmazsa Türk romanları arasında iki tane “Ateşten Gömlek” olacak. Belki elli sene sonra bir kütüphane rafında yan yana oturacak olan bu iki kitap Hans Andersen’in masallarındaki gibi belki dile gelir, birbirlerine geçmiş günleri söylerler. Kimbilir o uzak atide Türk gençliğinin sırtındaki “Ateşten Gömlek” ne kadar bizimkilerden başka olacaktır.”

Yakup Kadri bu isimle bir roman yazmadı. Ancak Halide Edip’in Ateşten Gömlek’i aradan geçen yüz bir yıla rağmen hâlâ ilk günkü tazeliğinde. Pek çok bakımdan da öncü bir roman üstelik. Romanın anlatıcısı Peyami, cephede aldığı yaralar nedeniyle bacaklarını yitirmiş, başına saplanan kurşunun çıkarılmasını beklemektedir. Doktorlar onu ameliyata alana kadar başından geçenleri Ateşten Gömlek adını verdiği günlüğüne yazmaktadır. Peyami’nin hatıraları arasında Ayşe’nin yeri büyüktür. Ayşe, yıllar önce aile büyükleri tarafından Peyami’ye eş adayı olarak görülmüş, birbirlerini tanıyabilmeleri amacıyla da İzmir’den İstanbul’a davet edilmiştir. Peyami bu olasılık üzerine soluğu Almanya’da almış ve evlilik gerçekleşmemiştir. Ayşe, bir başkasıyla evlenerek İzmir’e dönmüştür. İzmir’in işgali sırasında eşi ve çocuğu öldürülen genç kadın İstanbul’a kaçmış, Peyami ve annesinin yanında misafir olarak kalmaya başlamıştır. Ayşe’nin işgal sırasında tanık olduğu acılar, söz konusu mitingte dinledikleri, Peyamilerin evinde kalan Cemil ve dava arkadaşı İhsan ile sohbetleri neticesinde milli bilinci canlanmaya başlamış ve Milli Mücadele saflarında yerini almıştır. Romanın diğer erkek kahramanları, özellikle de Peyami üzerinde etkisi büyük olan Ayşe ev işleri yapan, çocuk büyüten bir kadın prototipinden hayli uzaktır. Romanı öncü kılan da kadın temsilindeki bu değişikliktir. Kadın, hapsedildiği ev içlerinden kamusal alana çıkmış, milli idealleri, fikirleri benimsemiş, bu uğurda yola çıkarak hem fiziksel hem de zihinsel dönüşümünü gerçekleştirmiş, modern kadın figürünü de kanlı canlı ortaya sermiştir. Çünkü devrim yalnızca topla tüfekle değil, sanat, özellikle de edebiyat yoluyla da inşa edilmektedir. Mücadele henüz sürerken yazılan “Ateşten Gömlek” tam da bu sebeple okura sadece bir belgesel gibi içeride yaşananları aktarmakla yetinmez; yeni milli kimliği de ortaya koyar. Zira devrim, tüm olumsuzluklara karşın, yüreği vatan ve millet sevgisiyle dolu olanların, halka liderlik edenlerin, topluma yön veren kişilerin, öz değerlerine yabancılaşmadan yüzünü moderne çevirenlerin, üzerine düşen vazifeyi yerine getirmekten imtina etmeyenlerin, vatana hizmet aşkıyla yanıp tutuşanların, ateşten gömleği sırtına geçirmekte beis görmeyenlerin cesareti, kararlılığı, çalışkanlığı, dirayeti, inadı sayesinde gerçekleşmek üzeredir ve kazanımlarının nesilden nesile aktarılması arzulanmaktadır.

                                                                                                                 

12 Ekim 2023 Perşembe

Üç Kitap

Bu Hikaye Senden Uzun Osman /AYLİN BALBOA


Ateş Sönene Kadar'ı pek beğenmemiştim. Tam olarak nesini beğenmediğimi de hatırlamıyorum üstelik. Bu Hikaye Senden Uzun'da, Aylin Balboa'nın ilk öykü kitabının tadını aldım. Bir kadının ayrıldığı sevgilisine yazdığı mektuplardan oluşan bir kitap bu. İçinde her türlü insanlık halini barındırıyor. Bir kaybın ardından duygudan duyguya savruluşlar, gelgitler... Kahramanımız kimi zaman ayrıldığı adamın başından aşağı çöpünü boşaltır gibi konuşuyor. Oh bir rahatlıyor. Sonra köpek gibi pişman oluyor. İki uçta salınıp gidiyor. Dil uçarı, ele avuca sığmıyor. İroni ve mizah Aylin Balboa'nın kullandığı güçlü araçlar zaten. 

Ateşten Gömlek / Halide Edip ADIVAR



TDB Dergi'nin ekim sayısı için hakkında yazdığım bir roman. Dergi yayımlanınca yazıyı da paylaşırım zaten. Şimdilik kısaca değineyim. Milli mücadelenin içinde, Kurtuluş Savaşı hakkında yazılan ilk roman. Döneminin öncü, dünyaca tanınan kadın yazarını okumakta niye bu kadar gecikmişim, hayret! Sıradaki Halide Edip romanı Handan olabilir. 
                                                                                   *
Kim Bu İnsanlar / İlker KARAKAŞ



İlker Karakaş'tan okuduğum ilk kitap. Haziran 2023'te yayımlanan öykü kitabı, yazarın altıncı kitabı oysa. Dün Storytel'de Notos Kitap'tan ne var ne yok diye bakınırken seçtim. Bir çırpıda okudum. Yalın bir dili var öykülerin. Sembolik anlatımları, metaforları, benzetmeleri, betimlemeleri tercih etmemiş. İlk kitaptan itibaren kurduğu bir öykü evreni varmış yazarın. Aynı erkek kahramanın başından geçen enstanteneler gibi düşünebilirsiniz. Öyküler kimi zaman açıkça Bodrum'da yaşayan evli bir avukatın başından geçiyor. Çocuk büyümüş, evden uzaklaşmış. Adam eski bir alkolik. Gençliğinde yaşadığı büyük bir ruhsal buhran, evden çıkmasını, eğitimini aksatmış, alkole sığınmış çözüm için, çözüm olmayacağını bile bile. Resme ve yazıya sığınmış bir de. Kimi zaman da bu kahramana benzeyen ama ismi verilmemiş, dolayısıyla kim olduğunu tam da bilemediğim ama aynılık hissi uyandıran öykü kişilerine bakıyoruz. Otobiyografik ögeler taşıyan öyküler meslek hayatından biriktirdikleriyle demlenmiş kuşkusuz. Sorunlu akrabalık, karı koca ilişkileri, yalnızlık, kişinin içinde yaşadığı toplumla tam olarak entegre olamaması... Öyküleri bir çırpıda okudum ama açıkçası benim yazarım diyemem. Ne beğendim ne beğenmedim anlayacağınız. Yazarın da okur tarafından çok okunmak, beğenilmek gibi bir iddiası yok kendi beyanına göre. Otuz yıldır yazmayı kendine uğraş edinmiş, dili arındırmak için emek vermiş, o benim üzerimden akıp gittiği için ne sevdim ne sevmedim dediğim öyküler için saatlerce emek vermiş, otosansürü yenmiş. Anlatılan senin hikayen mi denmesini göze almış. Geriye dönüp bakınca bunlarla dopdolu 30 yıl... Bu emeğe, kararlılığa şapka çıkartılmaz da ne yapılır!



3 Ekim 2023 Salı

Sergili pazar, önemsiz şeyler ve dişil dil

Hoşgeldin ekim

Ekimin ilk pazarı. Güneş göz kamaştırıyor. Evde yapacak iş çok ama eve kapanılacak gün değil. Haydi diyorum kızıma. Kentimizde turist olmaya davet ediyorum. Çok da ilgisini çekmeyen sergi için ardıma düşüyor. Ona cazip gelen feribotla karşıya geçmek, orada dolaşmak. Vaadim express tur, ardından yemek... İşte yaşananlar. Diğer bir deyişle ekimin ilk gününün dökümü:

Eceabat'ta Asmadan Bağcılık Tarihi Müzesi'nde sergilenen Asma Dalında Troya Minyatür sergisiyle başladı mini turumuz. Minyatür sanatçısı Göksel Sevim'in daha önce Troya Müzesi Geçici Sergi alanında sergilenen eserlerini görme imkânı bulamamıştık. Yeni yuvasında gezdik. Gezdik dediysem hayli ekspress bir turdu. İçlerinde güzel parçalar vardı. Troya'nın katmanlarını bilmeyen yok. Troya 1'den başlayarak her bir katmanın minyatür yorumlamasında en ilgi çekici parçalar, şehrin yakılıp yıkılmasına yol açan Helen ve Paris'in aşklarının yorumlandığı sahnelerdi elbette. Homeros'un, genç âşıkların, Helen'in Sparta'dan kaçırılışının, Troya atı hilesinin sahnelendiği minyatürleri daha bir sevdim. Çünkü Troya'yı Troya yapan onların hikâyeleri. Troya ören yeri öyle Efes gibi ahım şahım bir şehir değil. Kentin açığa çıkan kısmı göz alıcı olmaktan uzak. Açıkça söyleyelim içinden hikâyeleri çıkartsak hayal kırıklığına uğratması bile pekala mümkün. 









Asmadan Bağcılık'ın mağazasını gezdik. Çok yakınında bulunan Suvla'ya da göz attık. Bahçenin şahaneliğine karşın fiyatları görünce "Ee bu fiyata boğazda balık yeriz daha iyi" diye düşünüp sahile yöneldik. Saat üç sularıydı. Bizim dışımızda iki masada daha müşteri vardı. Akşam yemeğine hazırlanan restoranda masa başına iki garson düşüyordu haliyle. İki çift göz tarafından izlenince masada eni konu atik olmak gerekiyor. Kızımla bir balığı paylaşalım, dedik. Balığı ikiye ayırdım. Servis tabaklarımıza koydum. Hop tabak gitti. Şişenin dibinde kalan birayı bardağıma dökerken garson yine kuş gibi havalandı, masaya kondu. Şişeyi kavradım. "Kalsın," dedim. "Kendi hızımızda, müdahale olmaksızın yemeğimizi bitirmek istiyorum," gibi bir şeyler geveledim. Biraz bakıştık. Kirli masamızla bizi baş başa bıraktı, gitti. Bir daha da yanımıza uğramadı. Yerini kıvırcık oğlana bıraktı. Masamız da masaydı hani. 


Denize bu kadar yakın olunca gözler ister istemez sahili tarıyor. Serde lodosçuluk var ne de olsa. Güzel taşlar, deniz kabukları, suyun pürüzsüz hâle getirdiği dallar, cam ve fayans kırıkları... Bir bir attık çantaya. Kuyrukta bekleyen tur otobüslerinin yanından geçtik. Feribota bindik. Gelişimizin aksine dışarıda gölgede yer bulabildik. Bir müddet sonra gençler doluştu güverteye. Gemi kurallarını sıraladı mekanik bir ses. Mikrofondan yayılan talimatlara gülüştük kızımla, kendini uçak sanan arabalıydı en nihâyetinde. Az sonra yerinden kalkacak, arkasında köpükten bir duvak bırakarak karşı kıyıya varacaktı. Yolun kalanını Antep'ten gelen kızlarla sohbet ederek geçirdik. Tur otobüsleri Şahinbey Belediyesi'ne aitti. Her cumartesi pazar belediyece taşınan günübirlik yolcular, Şehitliği geziyor, Aynalı Çarşı'ya yürüyor, ucuz hediyelik eşya alıyor ve kendilerini Çanakkale'yi görmüş sayıyorlardı. Bir işiniz var mı diye sordu genç kız, esmer ve daha konuşkan olanı. Diş hekimi olduğumu öğrenince üniversite seçimleri hakkında tavsiye istedi. Meslek birliği üyesi olma sorumluluğuyla kimi düşüncelerimi dile getirdim. Bilirsiniz işte, laf olsun diye bir bölüm seçme, ilk yıl gireceğim diye sevmeyeceğin bir bölüme yerleşme, o işi ömür boyu yapacağını aklında tut, o mesleğin erbaplarıyla, meslek odalarıyla görüş, yalnızca bölüm seçme, fakülte seç, öğretim üyesi kadrosuna bak, yeterince öğretim üyesi var mı, her ana bilim dalında en az iki doçent var mı, vs. vs. Sağ olsun, dinledi. O yaşlarda insan pek akıl almak istemiyor malûm. Sazı elime alınca susmak bilmeyen ihtiyarlardan da değilim neticede. Monolog yerine diyaloğa çevirmeyi bildik o kısa seferi. Ben de onlara merak ettiklerimi sordum. Esenlikler diledik birbirimize. Onlar Aynalı Çarşı'ya gitti. Biz otobüs durağına. Günün sonunda Dünya Kahve Günü'nü kahve içmeden tamamladığımı fark ettim. İyi mi? 

Önemsiz Şeylerin Önemi 



Netflix'te son izlediğim dizi Lidia Poet'in Hukuk Mücadelesi. Mini bir dizi. Yalnızca 6 bölüm. Bir dönem dizisi. 19. yüzyıl sonunda İtalya'nın Torino kentinde geçen dizi, İtalya'nın ilk kadın avukatının hikâyesinden esinlenerek çekilmiş. Lidia Poet erkek meslektaşlarıyla aynı eğitim sürecinden geçtiği, aynı baroya kayıt olduğu halde, onlardan daha düşük ücretlerle çalışmaya, kendisini avukat olarak kabul ettirmeye, ailesinin himayesi altına girmeden kendi başına var olmaya çalışmaktadır. Lidia, cinayetle suçlanan müvekkilini hapisten kurtarmaya çalışırken duruşmalara giremeyeceği gerçeği ile sarsılır. Yargıç, bir kadının avukatlık yapamayacağına hükmetmiş ve baro kaydının silinmesini talep etmiştir. Müvekkilinin masumiyetine inanan Lidia, çareyi görüşmediği, avukatlık yapan ağabeyinden yardım istemekte bulur. Ağabeyi mahkeme salonuna girecek ancak araştırma, bilgi toplama kısmını Lidia üstlenecektir. Dizi böylece sürüp gider. Cinayet davalarının çözümü, Lidia'nın baroya geri dönebilmek için yürüttüğü hukuk mücadelesi hep el ele. Güzel kadınlar, yakışıklı erkekler, merak uyandıran olaylar, bir dönemin tanığı olmak izleyicinin dikkatini toplamaya yetiyor. En sevdiğim yan ise Lidia'yı, cinayetleri soruştururken hep sahada görmek oldu. Sahadan kastım, adli tıp, otopsi masası, olay yeri... Akil adamlar suçu birine yıkarken Lidia her daim buraları titizlikle inceledi küçük şeylerin peşini sürdü. Tıpkı Susan Glaspel'in Önemsiz Şeyler oyunundaki (oyunu okumak için buraya) kadın kahramanlar gibi. Ve tıpkı oradaki kahramanlar gibi cinayetleri bu önemsiz görünen ayrıntıların ardına düşerek çözdü. Çünkü önemsiz görünen şeylerin büyük önemi olabilir ve kamusal alandan uzaklaştırılan, dişil alana hapsedilen kadınların gizli, dişil dilinin izini ancak kadınlar sürebilir. Güzin Yamaner'in oyunu bu bağlamda değerlendiren, zihin açıcı makalesini buradan okuyabilirsiniz. 

Bu oyunu ve makaleyi keşfim kadınlar sayesinde. Geçtiğimiz iki kış, üç arkadaş haftada bir skype üzerinden buluşarak, her hafta birimizin seçtiği öyküyü birlikte okuduk, irdeledik. Ve üzerine konuştuklarımızın, incelediğimiz tekniğin, bizdeki çağrışımlarının bizi yazı masasına çağırmasını umduk. Sonraki hafta yazdıklarımız üzerine konuştuk, birbirimizin ilk eleştirmenleri olduk. Bu tür okuma yazma grupları üretkenliği arttırıyor. Tecrübeyle sabit. Ucunu bıraktığında ise hiç yapılmamış gibi oluyor. Kurmaca yazmak adlı peri çıkınını topluyor, postu alın teri dökenlerin masasına seriyor. "Önemsiz Şeyler" oyununa işte bu grupta rastladım. Güzin Hoca'nın seminerine katılan arkadaşım, tüm çalışkanlığıyla orada dinlediklerini, öğrendiklerini bize aktardı. Ben de yeri gelmişken sizinle paylaşayım, siz de yeri gelir ilgisini çekecek başka bir kadına pas atarsınız belki.