21 Ocak 2015 Çarşamba

KİTAP ÇEKİLİŞİ


Kaplanla Yan Yana, Avustralya asıllı yazar İnez Baranay'ın dilimize çevrilen ilk romanı. Roman, Somarset Maugham'ın 1944 yılında yayımlanan Şeytan'ın Kurbanları'nı temel alarak yazılmıştır. Baranay, romanını yazarken birebir Maugham'ın romanının çatısını kullanmış ve karakterlerine de onun karakterlerinin ismini vermiş. Her bir bölümün başlığı, Maugham'ın o bölümde kullandığı bir cümleden alınmıştır ve Baranay'ın metnindeki bazı ifadeler Maugham'ınkiyle örtüşmektedir. 
Şeytan'ın Kurbanları'ndaki olaylar 1919'da başlar ve genel olarak Avrupa'da yaşayan Amerikalılar arasında geçerken Kaplanla Yan Yana 1979'da başlar ve ana karakterleri Avustralyalıdır. 
Roman hakkında Radikal Kültür Sanat'ta yayımlanmış haberin içeriğine ulaşmak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın. 
İnez Baranay imzalı Kaplanla Yan Yana romanına sahip olmak için yapmanız gerekenler çok basit.
Çekiliş şartları:
31 Ocak'a kadar bu yazının sonuna yorum bölümüne ad-soyadı ve e-posta adresi bilgilerinizi girin.
Kitabın teslimi kargo yoluyla yapılacağı için lütfen yalnızca yurt içinde ikamet edenler başvursun.
Çekiliş Everest Yayınları sponsorluğunda gerçekleşmektedir.

19 Ocak 2015 Pazartesi

BAKIŞ AÇISI

Uzun zamandır televizyonun uzaktan kumandası Deniz'in kontrolü ve hâkimiyeti altında.
Geçtiğimiz haftalarda televizyonda başlamakta olan bir film benim de ilgimi çekince evdeki anne-kız koalisyonu bozuldu. Laptopa Deniz için bir çizgi film kondu. Ben kâh kanepede kâh yemek masasında Deniz'in yanında heyecanla filmi izledim. Uzun zamandır aksiyon filmi, yok yok herhangi bir film izlemediğim için mutluydum. Ne güzelmiş kumandayı eline alıp izleyeceğin bir şey seçmek.
 
 
A.B.D. başkanı İspanya seyahatindedir. Başkana suikast istihbaratı alınmıştır. Gizli servis ajanları Dennis Quaid (Thomas Barnes) ve Matthew Fox (Kent Taylor) başkanı korumak ve suikastı engellemek için İspanya'dadır. Başkan kalabalık bir meydanda konuşma yapmak üzere sahneye çıkar. Bir bomba patlar. Olayları meydandan canlı yayın yapan bir kadın muhabirin gözünden izleriz. Patlama gerçekleşir, film hızla geri sarar. Patlama ânından otuz dakika öncesine gideriz. Her yeni anlatıcıya geçildiğinde bu geri dönüş tekrarlanır. Her defasında patlamadan otuz dakika öncesine gider yeni bir bakış açısından olan biteni izleriz. Beş farklı bakış açısıyla hikâye ilerler, zamanla olayın nasıl gerçekleştiğine dair daha çok bilgi sahibi oluruz. Filmin kurgusu hoşuma gitti. Farklı bakış açılarıyla bilinmeyenlerin ilmek ilmek işlenmesi, ilerlemesi iyi fikirdi. Ancak sonuncu bakış açısına gelince büyü bozuldu. Klasik kovalamaca sahneleri, dar sokaklara giren arabalar, merdivenlerden aşağı son sürat inişler, otomobillerin tekerleğine ateş etmeler, bir Hollywood filminde rastlayabileceğiniz her türlü klişe işte. Tüm bunlara dayanabilirdim filmin finali bu denli özensiz olmasaydı. Sonunda iyiler kazansın, sözümüz yok ama film boyunca gözünü kırpmadan takır tukur herkesi vuran, öldüren insanların filmin sonunda yola çıkan bir küçük kıza çarpmamak için bir ağaca toslaması, gizli servis ajanının gelip rehini kurtarmasıyla ben de duvara tosladım. Çocuğa çarpmamak için direksiyonu kıran kişinin bir çocuğu olsa, gözünü kırpmadan insan öldürürken bir yandan ailesiyle telefonda konuşsa, akşamki doğum günü için alacağı hediyeyi düşünse ya da birlikte bisiklete binme, paten kayma sözünü hatırlasa, maçını, tiyatro oyununu izlemek üzere okula yetişme gayretinde olsa bir nebze inandırıcı olurdu ama bunca kötü çizilmiş bir karakterin sırf bir çocuğa çarpmamak için çok uluslu bir şebekenin, bunca uğraşılmış oyununu bozması ve bir ağaca çarparak duran araçtan iyi ajanın rehini kurtarması kelimenin tam anlamıyla fiyaskoydu.
Kötü biten bir filmden de öyküye dair bir ders çıkarabilir insan. Siz siz olun kahramanınızın sorununu çözmesi için doğaüstü güçlere güvenmeyin. Alan W. Ecker'in nasihatini yazı masanızın duvarına asın!
Kural 19: Kahramanınızın sorunlarını çözmesi için depremlere, yıldırımlara, tren ya da otomobil kazalarına, doğal felaketlere ya da tanrıya güvenmeyin. Eğer kahramanınız kendi sorunlarını kendi çözememişse öykünüz havada kalmış demektir.
Diğer 23 kuralı öğrenmek ya da hatırlamak isteyenler bu tarafa lütfen.
 
 

16 Ocak 2015 Cuma

YETER DEĞİL!(*)


“Otelde kalmak da ne demek! Hayatta bırakmam.”
İçimi bir sıkıntı kapladı. Nasıl reddedeceğim? Varlığımı çoktan unutmuşa benziyor. Müstakbel kocasına ilkokul hâllerimizi anlatıyor. Ne kadar da çok şey hatırlıyor. Geçmişimle aramda kalın bir sis perdesi var. Sadece utandığım anları hatırlıyorum. Birinci sınıfta tuvalete gitmek için izin almaya çekinince çişimi altıma yapmam mesela. O piknik diyor, bir köye gitmiştik diyor, ben bacaklarımın arasından yayılan sıcak ıslaklığı, sidik kokusunu, dersin uzadıkça uzamasını, zil çalar çalmaz koşarak uzaklaşmamı hatırlıyorum. Jimnastik yarışmasında aldığım madalyadan bahsediyor şimdi de. Buzlu bir cam var aramızda sanki. Anladığım ya da katıldığım yok. Ara ara bana yöneltilen soruları cevaplıyorum, duyduysam...
“Ha yok, yapmıyorum artık. Sadece yürüyüş yapıyorum. O da fırsat bulursam.”
Spor deyince aklıma tek gelen okuldaki ilk günüm. Beden eğitimi dersi varmış o gün. Eşofmanla girilirmiş derse. Bilmiyorum ki, yeni okulumda ilk günüm. Ders programından da haberim yok. Tüm sınıfın önünde öğretmen neden üzerimi değiştirmediğimi soruyor. Başım önde cevaplıyorum. “Babam almadı öğretmenim.” Yanaklarım yersiz kızarıyor. “Okulda ilk günüm bilmiyordum, bir dahaki derse giyerim öğretmenim.” diyemiyorum. Hâlâ anlatıyor Neşe. Ne kadar da neşeli. Hep güzel şeyleri hatırlıyor. Sümüklü bir kızdı ilkokuldayken. Dersleri de çok kötüydü. Şişe camı gibi gözlükleri vardı. Ne zaman ona dörtgöz deseler sümükleri aka aka ağlardı. Kollarına silerdi. Onunla oynamak istemezdim. Elimi tutacak olsa oyunda yer değiştirirdim. Yerinde olsam, değil ilkokul arkadaşlarımı düğünüme çağırmak Facebook'ta arkadaş listeme bile eklemezdim. Gözlüklerden kurtulmuş, çizdirmiş olmalı. Maviymiş gözleri, hiç fark etmemişim. O kötü anılarını silmiş besbelli, sadece iyileri hatırlıyor. Ya ben? Yok işte, olmuyor, zihnim bütün güzel anıları öğütüyor, geçmiş benim için sayısız kötü hatıradan ibaret. O yüzden sevmiyorum geriye dönmeyi. Neden geldim sanki? Açık havadayız ama nefessiz kaldım. Derin derin soluyorum iyot kokulu havayı. Rahatlatmıyor. Oysa Ankara'ya taşındığımdan beri yeniden denizi görmek, martıların sesini duymak, iyot kokusunu içime çekmek, vapur düdüklerinin sesini dinlemek, mutlu olmama yeterdi. Geçmişin kalın duvarına tosladım yine, aşamıyorum. Hafta sonu iğrenç geçecek hissedebiliyorum. Ne demeye erken geldim. Kısa bir tatil olurmuş bana. Sanki Kuzey Ege'nin soğuk denizine girebiliyorum artık. Alıştım uçağa atlayıp Antalya'nın hamam gibi suyuna girmeye. İçim huzursuz.
Neşe'ye bakıyorum. Üzerinde derin v yakalı bir bluz var. Narçiçeği renginde, yürüdükçe yürek hoplatan cinsten. Tam Ömer'in sevdiği gibi. Gözlerinin etrafına kalın siyah çerçeveler çizmiş. Nasıl da işveli kahkahalar atıyor. Erkeğinin görmek istediği kadınlardan biri olmuş. Ne kadar mutlu. Kıskanıyorum onu.
“Ayşe, bizi duymuyor musun?”
Neden sonra benden bir cevap beklediklerinin farkına varıyorum. Otelde kalma mevzusu olmalı. Ömer, hiç değişmemiş. Her zamanki gibi iş bitirici. Otel rezervasyonumu iptal etmiş. Gözlerinde beni tanıdığını ele veren en ufak işaret yok. Belki de gerçekten hatırlamıyordur.
“Yol yordu beni. Duş alıp yatacağım hemen. Otelde daha rahat ederim. Hem sizin düğün hazırlıklarınız vardır.”
Yok, beceremiyorum. Kelimeler ağzımdan çıktığı anda anlamını kaybediyor. Ömer kursa mesela aynı cümleyi, konu kapanır. Bay Konukapatıcı, Sözüstünesözsöyletmeyici. Kızıyorum kendime. Hay şu sosyal medyaya uyum sağlamayan benim... Kesin koymuştur, oraya nişan fotoğraflarını. Hiç bakmam ki başkalarının vıcık vıcık mutluluklarına, görmemişim. Yoksa gelir miydim? Neşe kendisine seslenen bir kadının yanına koşuyor. Arabanın başında kalakalıyoruz. Sanki “Gidelim.” demişim gibi kendimi arka koltukta buluyorum. Kemerini bağlarken teşekkür ediyor.
“Neşe'nin kafasını karıştırmaya gerek yok biliyorsun, o bir kazaydı.”
Hatırlamış demek.
Neşe yanımıza geliyor. Kentin tamamını tanıyor sanki. Az evvel yanından uzaklaşan kadını ve kızını anlatmaya başlıyor bir çırpıda. İnsanlarla ilgili bu kadar çok şeyi nasıl aklında tutuyor. Bana kimin evi olduğunu duymadığım bir evin perdelerini anlatıyor. Dinlemek istemiyorum. Gözlerimi
kapatıyorum. Uyuduğumu düşünürse susar belki. Gene ben böyle arka koltukta uyukluyordum. Aynı araba mı bu? Yok canım çoktan satmıştır. Yolda duruyoruz. Akşam yemeği için alışveriş yapacağız.
“Sardalya...”
Gerisini dinlemiyorum bile. Olur diyorum başımla. Değil mi ki sustum, bu saatten sonra ne çıkarsa bahtıma onu yaşayacağım. Balığın yanında rakı yerine şarap içeceğim, çoban salata yerine roka salatası, asma yaprağında sardalya yerine boklu kebap yiyeceğim. Onlar şarap seçerken oyuncak reyonuna gidiyorum. Kuzenimin kızı beş yaşına basmış. Hiç görmedim. Yarın uğrayacağıma söz verdim. Çocuklara oyuncak ve kıyafet seçme konusunda çok kötüyüm. Yardıma ihtiyacım var. Gözüme küçük bir kız kestiriyorum. En fazla üç olmalı.
“Bana yardım eder misin? Beş yaşında bir arkadaşım var. Ona ne alacağımı bilmiyorum. Sence beş yaşındaki kızlar neyle oynamayı sever?”
“Ben bilmem. Ben dokuz yaşındayım. Küçük değilim.” derken parmaklarını üç yapmış uzatıyor. İnanıyorum ona. Gözlerimden birkaç damla gözyaşı yuvarlanıyor ilkin. Kendimi tutamıyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Bana bakıyor. Bir süre sonra elinde mor bir fille dönüyor.
“Al!”
“Sever mi sence bu mor fili?”
Bence sever. Onun adı Morcuk.”
Annesi yanımıza yaklaşıyor. Kızının nasıl olup da bir yetişkini ağlatabildiğini kavramaya çalışıyor. Tedirgin, ürkek... Ne diyeceğini bilemeyen iki insan, birbirimizin yüzüne bakıyoruz. Yüzü insana güven veriyor. Şimdi beni evine davet etse, otursak karşılıklı, demli bir çay içsek, başlasam anlatmaya. “Ben,” desem “Korkunç bir şey yaptım. Yapmamam gereken bir şey.” Susuyorum. Açılmam gereken o değil.
“Sizi rahatsız etmedi umarım.”
“Yok bilakis küçük bir kız için hediye almama yardım etti.”
Ufaklık kime ait olduğunu bilmediğim bir market arabasının içine oyuncak taşıyor boyuna. Bebekler, legolar, yapbozlar, peluş hayvanlar... Annesi daha fazla kalmak istemiyor yanımda. Rahatsız ediyorum onu, belli. Elini tutuyor. Uzaklaşıyorlar. Konuşmalarını duyabiliyorum hâlâ.
“Yeter kızım. Oyuncak getirme daha fazla. Hadi gidiyoruz.”
Uzaklaşan adımlarını, sesini dinliyorum küçük arkadaşımın.
“Yeter değil anne! Beş yaşındaki kızlar çok oyuncak sever. Bir tane yetmez.”
Ağlayacak sanıyorum. Ağlamıyor. Annesi kim bilir ne ile kandırdı onu. Ardından bakıyorum. Beni çoktan unutmuşa benziyor. Annesine heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor. Neşe beni gördü. Uzaktan el sallıyor. Market arabası ağzına kadar dolu. Yanıma yaklaşıyor.
“İki şişe şarap aldık. Yeter mi?”
“Yeter değil Neşe!”
Derin bir nefes alıyorum. Bir yerden başlamalı.

*Bu öykü 8/1/2015 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlandı.
Morcuk çizimi: Burcu Firdevs Demirağ
http://parsomen13.blogspot.com.tr/2015/01/yeter-degil.html

12 Ocak 2015 Pazartesi

BİR METAFOR OLARAK SALGIN HASTALIK

Ön açıklama: Bu yazı fikri, Hakkı İnanç'ın Ateş Etme Silahsızım kitabında yer alan Son Söz öyküsünün ardından gelişmiştir. Yazılan yazılmıştır ve Henry Miller'ın dediği gibi: "Yazar kendi yazdıklarının yorumu konusunda herhangi bir okurdan daha çok söz sahibi değildir."
Bu yazıda okuyacaklarınız -başlık daha fazlasını vaat etse de- bir okur olarak, Son Söz, Veba ve Körlük'ün bende bıraktığı izlerden fazlası değildir.
Hakkı İnanç, son zamanlarda beni en çok etkileyen öykücü oldu. Bazı öykülerini dönüp dönüp okuyorum, hakkında konuşmak istiyorum. Son Söz öyküsü bir kasabada geçmektedir. Tüm dünyayla aynı anda, eş zamanlı olarak bir anda kelimeler zehirlemeye başlar, öldürür insanları. Öykünün anlatıcısı ve ana kahramanı erkek kısa süre önce kendisine eş olarak bir Ahraz kadının layık görülmesi üzerine ailesine küstür. Bu suskunluk onları ölümden korur. Ahraz Zehra'nın kapıya dayanması ve onları uyarmasıyla devam eder öykü. Okumam bitince bu durumu bir salgın hastalık olarak değerlendirdim ve öyküyü, sanki bir şeyi bir şeye benzetme, sınıflandırma zorunluluğu varmış gibi, geçmiş okumalarımdan Veba ve Körlük'ün yanına yerleştirdim. Bu kendiliğinden gelişen sınıflandırma, beni yanlış yönlendirdi. Uzun süre bir anda gelen, tüm dünyayı etkisi altına alan bir virüs gibi düşündüm Son Söz'ü. Aradan uzun yıllar geçse de biz bu salgının gidişine tanık olmuyorduk. Oysa salgın doğası gereği, hızla yayılır, giderek daha çok can alır, tepe noktasına ulaşır, yavaşlar ve (bir sonraki salgına kadar) geriler. Tamam öykü, roman gibi tüm olanlara açıklama getirmek, bir sonuca bağlama zorunluluğunda değil ama salgına uymayan, anlamlandıramadığım bir şey vardı bu yüzden de öyküyü her iki romana nasıl bağlayacağımı bulamıyordum. Sonunda yazarına başvurdum.
“Son Söz”de bir salgın söz konusu değil. Yayılma yok, aniden herkese olan bir şey bu. İnme gibi. Olay, dünyanın her yerinde eşzamanlı gerçekleşiyor. Biz kasabadaki kadınla başlıyoruz yalnızca. Çünkü öykü kasabada geçiyor. O sırada kasabada bir başkası, evinde ölmüş olabilir. Zehra onu görmüyor tabii. Aynı anda tüm insanlığın var oluşu değişiyor bir bakıma. Evren, tanrı ya da her neyse, öyle istediği için. Çok da dağıtmak istemiyorum. Şu bölüm yardımcı olacaktır: “Belki de ne bir lanet, ne de bir hastalıktı başımızdaki.  Lafazanlıkla geçen ömürleri terbiye etmek, sözcükleri kutsamak adına evrenin sunduğu bir armağan… Öyleyse hem yaşamı, hem ölümü onurlandıracak sözcük neydi?"
İnme benzetmesiyle taşlar yerli yerine oturdu. Ve Son Söz'ü salgın hastalık kategorisinden çıkardım. Geriye Nobel Edebiyat ödüllü iki yazarın Jose Saramago'nun Körlük ve Albert Camus'nün Veba romanı kaldı.
                                                      
 

Saramago'nun Körlük romanında aniden başlayan ve aniden geçen körlük salgını ile Camus’nün Veba romanında aniden başlayan ve aniden geçen veba salgını arasında bir fark yoktur. Her iki salgın da faşizm belasını simgeler. Saramago verdiği bir röportajda, romanına konu olan körlük fikrinin nasıl ortaya çıktığını okuyucularına şöyle anlatır:
"Bir lokantada oturuyordum, ne yiyeceğime karar vermiştim ve bekliyordum. Bir anda kafamda bir soru oluştu: Ya hepimiz kör olsaydık, dedim. Hemen kendi kendime cevabı da buldum, zaten körüz dedim. O roman öyle doğdu."
Roman, araba kullanmakta olan bir adamın yeşil ışığı beklerken, ansızın kör olmasıyla başlar. Körlüğü başvurduğu doktor başta olmak üzere kısa sürede, bir salgın gibi tüm kente yayılır. Körler eski bir akıl hastanesinde karantinaya alınır. Körlük salgınından etkilenmeyen tek kişi, doktorun karısıdır. Saramago’nun körlüğü, karanlık bir körlük değildir; beyaz, ışıklı bir körlüktür. Körler dünyaya kendilerini beyaz bir örtü gibi saran bilinçsizlik perdesinin ardından bakarlar.
Saramago, insanların bir akıl hastalığına kapıldığını düşünmektedir:
“Bence insanlık bir akıl hastalığına tutulmuş durumda ve bu hastalık onları söylenen bütün saçmalıklara inandırıyor. Akıl, hikmet gibi unsurların süzgecinden geçirmeden ne söylenirse, ne savunulursa insanlar bunlara inanıyor, kabul ediveriyor.”
Ben yazarın bu sebeple, karantinaya alınan körleri, eski bir akıl hastanesinde tuttuğunu, böyle yazmayı yeğlediğini düşünüyorum. Topluca yaşanan akıl hastalığının biraz daha altını çizmek için. Beyaz felaket, faşizm, bir salgın gibi yayıldığında artık herkes kurbandır. Kimliklerin bir önemi yoktur. Yaşananlar evrenseldir. O yüzden roman kişilerinin hiçbirinin adı yoktur. Birinci kör, doktor, doktorun karısı, şehla çocuk, siyah gözlüklü genç kız gibi bir özellikleri ile betimlenirler. Kahramanlar da bunun farkındadır. Ve karantinaya alındıklarında, yeni gelenler kendilerini isimleri ile değil meslekleri ile tanıtırlar: bir polis memuru, bir sekreter, oda temizlikçisi gibi. Roman kahramanlarından doktorun karısı bu durumu şöyle aktarır bize:
“dünyadan o kadar uzağız ki zaman gelecek artık kim olduğumuzu unutacağız, birbirimizin adını bile söylemek aklımıza gelmeyecek, zaten bu neye yarar ki, adlarımızın bize ne yararı olur ki, köpekler birbirini bizim yaptığımız gibi tanımazlar ya da tanısalar bile, kendilerine verilmiş olan adla değil, onun kokusunu öteki köpeklerinkinden ayırt ederek tanırlar, kendilerini de kendi kokularıyla tanıtırlar, biz burada başka tür köpekler gibiyiz, birbirimizi havlamalarımızdan, sözlerimizden tanıyoruz, geriye kalan, yüz çizgileri, göz rengi, ten rengi, saç rengi hesaba katılmıyor, sanki bunların hiçbiri yok, ben henüz görüyorum ama ne zamana kadar.”
Genelde birbiriyle çok zor bir araya gelebilecek iradeler, savaş, doğal afet gibi durumlarda bir araya gelebilir, beslenme, barınma gibi ihtiyaçlarını birlikte karşılayabilirler. İnsanlığa inancımızı arttıran, umudu ayakta tutan değerli anlardır bu anlar. Okur olarak beyaz körlük gibi olağanüstü bir hâlde bunu başarabileceklerine inanmak isteriz ancak doktorun karısı önderliğindeki yedi kişilik küçük grup hariç bunu tam anlamıyla başaran olmaz. Körler, vicdansız körlerin isteklerine karşı koymazlar. Şiddetin, dehşetin en ağır örneklerine tanık oluruz. Hırsızlık, tecavüz, karaborsa, ahlaksızlık karşısında donakalır, insanlığımızdan utanırız. Roman, bize faşizmin bu kadar yayılmasının sebebinin tek tek bireylerin korkusu yüzünden olduğunu gösterir. Korkunun her zaman en iyi yol gösterici olduğu söyleyemeyiz. Veba ise tam tersi bir durumu ele anlatır, örgütlenmeyi, direnişi.
Roman övgüye değer eylemlere gereğinden fazla önem atfedilmeksizin toplu bir tehdit karşısında yapılması gerekene dair kararlılığı sergiler. Vebayla mücadele etmek gerekir çünkü yapılacak tek şey budur. Taşıdığı risklere karşı bunu yapmamak akla dahi getirilemez. Salgınla savaşmak herkesin görevidir. Bireyler, koşulların gerektirdiği eylemleri gönüllü olarak ve kararlılıkla yerine getirirler. Veba, salgına karşı mücadele veren kolektif ruha dair bir romandır ve yayımlandığı günden itibaren Camus'nün adı Nobel Edebiyat Ödülü için ima edilmeye başlamıştır. 
Direnişe bağlılığı konu eden romanı daha iyi anlamak için yazıldığı dönemi hatırlamak da fayda var.
Paris işgal altındadır. Albert Camus, Le Soir repuclicain gazetesinde birlikte çalıştığı, kendisinden gazeteciliği öğrendiği Pascal Pia'dan bir teklif alır, Combat hareketince desteklenen siyasi-kültürel bir derginin editörlüğü. Pia, Mart ayında kendisine daha önemli bir görev verilip ayrılması gerekince genel yayın yönetmenliğini Albert Camus'ye teklif eder. O esnada Camus, Gallimard Yayınevi'nde çalışmakta ve Veba'yı yazmaktadır. Combat örgütü ona sahte evraklar düzenler. Yoldaşlar arasında Beauchard adını kullanmaktadır. Bu, grup üyelerinin birbirlerinin gerçek isimlerini bilmemesini sağlayan bir güvenlik kuralıdır. Birlikte yeni sayıları yazar, redaksiyonu ve tasarımı yapar, levhaların matbaalara ulaşmasını sağlarlar. Tehlikeli bir çalışmadır. Kısa bir süre sonra hareketin lideri Claude Bourdet tutuklanır ve Buchenwald'a gönderilir. Camus ile birlikte çalışan Jaqueline Bernard Almanlarca Ravensbrück'teki bir toplama kampına gönderilir. Her ikisi de hayatta kalmayı başarır ancak Combat'ın Lyon'daki yayımcısı Andre Bollier başaramaz. Almanlar tarafından tutuklanmak üzereyken intihar eder. Bir keresinde Fransız ve Alman polislerince aranmayı bekleyen Camus, Combat'ın kapağının tasarımını Maria Casares'e verir. Kendisinin de aranacağından korkan Maria, tasarımı yutar.
Combat gizli yayımlanırken Mart 1944 sayısında imzasız bir makaleyle Fransız halkını direnişe bağlılığa davet eden Camus'nün bu bağlılığı konu edinen bir roman yazması şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan Sartre'ın yazarları adanmış edebiyata çağrısı karşısında yazarın özgürlüğünü savunmasıdır. Bu savunma iki yazarın arasını açan dört beş eylemden birisi olarak bilinir.
"Kendini bir davaya adamış insanları, bağlılık edebiyatına tercih ederim. Kişinin hayatındaki cesaret ve eserlerindeki yetenek bu o kadar da kötü değil. Dahası yazar istediğinde kendini adayabilir. Onun önemi itici gücünde yatmaktadır. Ama şayet bu bir yasaya, işleyişe ya da teröre dönüşecekse, bunun önemi nerededir? ... Öyle görünüyor ki bugün baharla ilgili bir şiir yazmak, kapitalizme hizmet etmek anlamına gelecektir. Onları çalışmalarında daha az, gündelik hayatlarındaysa daha fazla bağlı görmeyi tercih ederdim."

Yazıdaki görsel www.mysims3blog.blogspot.com adresinden alınmıştır.












8 Ocak 2015 Perşembe

UZAK

Gidenler ve dönmeyenler...
Yukarıdaki üç kelimeyi okuyun. Sonra Shaun Tan'ın Uzak isimli grafik romanının sayfalarının, resimlerinin arasında kaybolun. Bu yazıyı okumayı burada bitirebilirsiniz.



Devam etmek isteyenler için uyarı: Anlattıkça, eksilecek Uzak'taki duygu yoğunluğu. Hakkı İnanç'ın Son Söz hikâyesindeki kelimelerini ödünç alarak ifade edecek olursam "lafazanlıkla geçen ömürleri terbiye etmek, sözcükleri kutsamak adına evrenin sunduğu" sözsüz bir armağan Uzak bize. 
"Aslında bence hepsi deliydi. Bütün o Özbekler, Afganlar, Türkmenler, Malililer, Kırgızlar, Endonezyalılar, Burmalılar, Pakistanlılar, İranlılar, Malezyalılar, Suriyeliler, Ermeniler, Azeriler, Kürtler, Kazaklar, Türkler, hepsi... Çünkü ancak bir deli bütün bunlara katlanabilirdi. Bütün bunlar, dediğim, bir anlamda, biz oluyorduk: 
Aruz, babam, kaçakları Yunanistan'a geçiren teknelerin kaptanları Harmin ve Dardor kardeşler, suç seviyesindeki gelgite göre artan ya da azalan silahlı adamlar ve daha adını bilmediğim on binlerce kilometrelik bir yola dizilmiş ve dünyanın insanını elden ele dünyaya taşıyan bütün ruh hastaları..."
Hakan Günday'ın Daha romanı bu delilik hâlini anlatıyordu. İnsan neden evinden çıkar, yollara düşer, kaçak yollardan başka bir ülkeye gitmeye çalışır? Mülteci olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal dahi etmeden onları bir sorun olarak gören, damgalayanlar bir an dursa, hayal etse, empati kursa, dünya daha yaşanası bir yer olurdu. Edebiyatın bir işlevi de anlattığı hikâyelerle insanların hayli nesneleştiği meselelere, insani, vicdani bir bakış açısından bakılmasını sağlamaktır. Edebiyat, kısa sürede başka, uzak hayatlar inşa eder bizim için. Bir okuma boyunca dahil oluruz bu hayatlara, daha da güzeli onları anlar, yakınlaşır, acılarını etimizde hissederiz.
Shaun Tan göçmen bir babanın çocuğu. Çocukluğu "Nerelisin?" sorusuna cevap vermekle geçmiş. "Buralıyım," demesi yetmemiş. Bir soru daha gelmiş daima ardından. "Ailen nereden geliyor?" Avustralya gibi insanların göçmenler hakkında ön yargılı olduğu bir yerde geçen çocukluğu, meseleye içeriden bakmasını sağlıyor. Uzak ile empati yaratmak isteyen yazar, "Kitabımın insanların fikirlerini değiştirmesini beklemiyorum ama en azından düşünmek için duraksamalarını sağlarsa kendimi başarmış hissedeceğim." diyor.
Uzak, sözsüz yüzlerce kareden oluşan bir göç hikâyesi, çok uzak zamanlardan sesleniyor bize. Kitabın kahramanı genç adam, karısını ve küçük kızını yoksul kentinde bırakıyor. Kentin üzerine gri gölgesi düşen devasa dikenli kuyruklar, yoksulluğu, çaresizliği, memleketi geride bırakıp bilinmeyene doğru yol alma zorunluluğunu aktarıyor okura. Daha iyi bir yaşam bulma umuduyla okyanus aşılıyor. Titanik'i andıran bir gemiyle yapılan seyahatin ardından karaya çıkanları sağlık kontrolü bekliyor. İnsanlığın kolektif hafızasına yerleşen tanıdık Ellis adası çizimleri babanın New York'a vardığını düşündürttü bana ancak kısa sürede yanıldığımı anladım. Gerçeküstü bir dünya inşa ediyor Shaun Tan, futuristik evler, tuhaf aletler, fantastik hayvanlar, ilginç yemekler... Bu gerçeküstü çizgiler, eskiye özlemi, alışamama, zorlanma, şaşkınlık gibi duyguları tek kelimeye dahi ihtiyaç duymadan çok güçlü aktarıyor bize. Barınacak yer, yeni dostlar bulunuyor, zaman akıyor, yeni tatlara, iklime alışılıyor, mevsimler dönüyor, özlem hiç azalmıyor. Ve kavuşma ânı! Aile yeniden bir arada. Son karede ise evin küçük kızı yeni gelen bir göçmene yardımcı oluyor. Umut hiç bitmiyor.
Uzak, dünyanın bütün gidip de dönemeyenlerinin hikâyesini anlatıyor. Bu arşivlik albümü gözden kaçırmayın derim.
Shaun Tan, İyi Kitap'a verdiği söyleşide Uzak üzerine yaptığı hazırlıkları, nasıl çalıştığını anlatıyor. Okumak için linki tıklayın.
http://www.iyikitap.net/post.php?id=1239
Uzak'ın animasyon filmini izlemek için linki tıklayın.
http://vimeo.com/74292820

Uzak
Resimleyen Shaun Tan
Desen Yayınları/Çocuk Dizisi
 

7 Ocak 2015 Çarşamba

2014'te Okuduğum Kitaplar

Blog için böyle bir liste yapacağımı ön görseydim okuduğum kitapları ve tarihlerini not ederdim. Peşi sıra bloglarda böyle listelere rastlayana kadar kendi okurluğumu kayıt altına almak istediğimden haberdar değildim. Yeni yılın ilk sözlerinden biri bu olsun o hâlde, okuduğum kitapların adını ve tarihini not almak.
Bu listeyi İdefix'in geçmiş siparişlerine, blogtaki kitap tanıtım yazılarına bakarak hazırladım. Halk kütüphanesinden ödünç aldığım kitaplardan dört beş tanesini hatırlayabildim sadece.
2014 grafik romanla tanıştığım ve daha çok çocuk edebiyatı okuduğum bir yıl oldu. Deniz'le okuduğumuz okul öncesi resimli kitapları listeye almadım.
Anı:
1)Altın Ülke:Çocukluk Kolektif  Yapı Kredi Yayınları
2)Anne Kafamda Bit Var Tarık Akan Can Yayınları
3)Turgut Uyar'ın Çocuklarıyız Kolektif İletişim Yayınları
Çocuk Edebiyatı:
1)Bir Öykü Yazalım mı? Cemil Kavukçu Can Çocuk Yayınları
2)Dedem Bir Kiraz Ağacı Angela Nanetti Yapı Kredi Yayınları
3)Hikâye Ormanı Angela Nanetti Yapı Kredi Yayınları
4)Görünmez Arkadaşım Lucia Tumiati Yapı Kredi Yayınları
5)Karlar Altındaki Ülke Lucia Tumiati Yapı Kredi Yayınları
6)Tatlı Bir İhtiyarın Karmakarışık Dosyaları E. L. Konigsburg Epsilon Yayınları
7)La Fonten Orman Mahkemesinde Yalvaç Ural Marsık Yayıncılık
8)Kraliçeyi Kurtarmak Vladimir Tumanov Günışığı Kitaplığı
9)Memo'nun Hayatı ve Eserleri 1-Böyle de Ödev mi Olur? Fatih Erdoğan Mavi Bulut Yayıncılık
10)Pırtlayan Balık Michael Rosen Mavi Bulut Yayıncılık
11)Garklayan Gamze Michael Rosen Mavi Bulut Yayıncılık
12)Konuşan Köpek Michael Rosen Mavi Bulut Yayıncılık
13)Babam ve Ben Patrick Modiano Tudem Yayınları
14)Odd ve Ayaz Devleri Neil Gaiman İthaki Yayınları
15)Pal Sokağı Çocukları Frenc Molnar Altın Kitaplar
16)Pippi Uzunçorap Astrid Lindgren Doğan ve Egmont Yyıncılık
17)Balkan Masalları Kolektif Dipnot Çocuk Kitapları Dizisi
18)Çin Masalları  Kolektif Dipnot Çocuk Kitapları Dizisi
19)Latin Amerika Masalları  Kolektif Dipnot Çocuk Kitapları Dizisi

Deneme:
1)Örümcek Kapanı Cemil Kavukçu Can Yayınları
2)189 Sayfa Murathan Mungan Metis Yayıncılık
3)Yaratıcı Yazarlık Stephen May Optimist Yayınları

Grafik Roman:
1)Dumankara- Hayat Bir Yangındır Levent Cantek İletişim Yayınları
2)Emanet Şehir  Levent Cantek İletişim Yayınları
3)İkinci Kuşak Babama Söylemediklerim Michel Kichka Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş.
4)Filistin Joe Sacco İthaki Yayınları
5)Güvenli Bölge Gorazde Doğu Bosna'da Savaş 1992-1995 Joe Sacco İthaki Yayınları
6)Maus Hayatta Kalanın Öyküsü Art Spiegelman İthaki Yayınları
7)Kayıp Şey Shaun Tan İthaki Yayınları
8)Uzak Shaun Tan Desen Yayınları

Öykü:
1)Bir Dersim Hikâyesi Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle Metis Yayıncılık
2)Yüklük Ahmet Büke Can Yayınları
3)Çiğdem Külahı Ahmet Büke Can Yayınları
4)Kara Kedinin Gölgesi Yekta Kopan Can Yayınları
5)Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri Yekta Kopan Can Yayınları
6)Yedi Güzel Yıl Etgar Keret Siren Yayınları
7)Nimrod Çıldırışları  Etgar Keret Siren Yayınları
8)İçeri Girmez miydiniz? Neslihan Önderoğlu Alakarga Yayınları
9)Olduğu Kadar Güzeldik Mahir Ünsal Eriş İletişim Yayıncılık
10)Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz Melisa Kesmez Sel Yayıncılık
11)Limon Yağmuru Emrah Öztürk Yapı Kredi Yayınları
12)Belki Bir Gün Uçarız Aylin Balboa İletişim Yayınları
13)İki Şiirin Arasında Yekta Kopan Can Yayınları
14)Ateş Etme Silahsızım Hakkı İnanç Kırmızı Kedi Yayınları
15)Bozuk  Hakkı İnanç Kırmızı Kedi Yayınları
16)Tepedeki Kadın Berna Durmaz Can Yayınları
17)Aynadaki Zaman Cemil Kavukçu Can Yayınları
18)Junkie Fix Alt Kitap 2014 Öykü Yarışması Seçkisi e-kitap
19)Benim de Bir Hayalim Var Ankara Diş Hekimleri Odası Öykü Seçkisi Bence Kitap Yayınları

Roman:
1)Gölgeler ve Hayaller Şehrinde Murat Gülsoy Can Yayınları
2)Baba, Oğul ve Kutsal Roman Murat Gülsoy Can Yayınları
3)Kürk Mantolu Madonna Sabahattin Ali Yapı Kredi Yayınları
4)Saatleri Ayarlama Enstitüsü Ahmet Hamdi Tanpınar Dergah Yayınları
5)Suzan Defter Ayfer Tunç Can Yayınları
6)Demek En Güzel Günlerini Bensiz Yaşadın Can Gürses Doğan Kitap
7)Saklı Bahçeler Haritası Nermin Yıldırım Doğan Kitap
8)Kutsal Aile Fatih Altınöz April Yayıncılık
9)Utanç John Maxwell Coetzee Can Yayınları
10)Deli Duman Emrah Serbes İletişim Yayınları
11)Bilinmeyen Adanın Öyküsü Jose Saramago Kırmızı Kedi Yayınları
12)Ağıtın Sonu Menekşe Toprak İletişim Yayınları

Yemek Kültürü Dizisi:
1)Mutfak Büyücülerimden Masallar Birten Engin Naliş Cinius Yayınları
2)Selçuklu Mutfağı Ömür Akkor Alfa Yayıncılık

3 Ocak 2015 Cumartesi

ANNEYE MEKTUP


Deniz Gürbüz sana bir hediye yaptı. Bunu aç ve hemen oku. Bunu hemen oku ve istediğin gibi yolla. Sen de bana yolla. Ben de sana yollıycam. Sonra benim yolladığım resme bak. Sana bir hediye yollıycam ama bu hediye çok değişik olacak. Sadece yazı ve resim olmayacak. Çok değişik bir hediye olacak. Sen çok beğeniceksin. Sonra sana her gün mektup yollıycam. Beş altın yıldız vericem sana her gün. Kutlamaya gelirsen, kutlamada sana bir altın yıldız, iki altın yıldız, üç altın yıldız, dört altın yıldız, beş altın yıldız vericem. Sana hediyeni usulca saklıycam. Kimseye de vermiycem. Sana özel hediyemi vericem. Çok seveceksin. Okuycaksın, okuycaksın bitmiycek. Sana çok hediye yapıcam. Görüşücez. Seni çok özliycem. Seni çok seviyorum. Bunu hemen oku. İstediğimi yap. Sen onu özenle sakla. Sana gerçek mektup yaptım.
DENİZ GÜRBÜZ
02/01/2015
ÇANAKKALE

1 Ocak 2015 Perşembe

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (7)

ŞAİR DEĞİL, ŞİİR OLMAK İSTİYORUM


İrodikos ve Krates’in aziz hatıralarına

Bizim zamanımızda Cin Ali vardı. 1991 yılıydı, birinci sınıftaydım, kıl payıyla yırtmıştım siyah önlükten. Dünya ilk defa bir savaşı naklen izliyordu. Tahtaya Kahrolsun Saddam diye yazdığımı hatırlıyorum. Çocukluk işte.

Okumayı öğrendiğim yaz, naklen savaşın yazında yani, deli gibi okumuştum. Ne bulursam. Ne zaman yazmak istedim ya da kafamda bir yazar/şair olma düşüncesi ne zaman belirdi, tam hatırlamıyorum ama sanırım üçüncü sınıftaydım ilk eserim(!) yayımlandığında.

Türk Standartları Enstitüsü’nün çıkardığı bir çocuk dergisi vardı: Öncü Çocuk Dergisi. Oraya bir şiirimi göndermiştim, yayımlandığında da çok sevinmiştim. “Öncü çocuk dergisi/gelir bize kendisi” diye başlıyordu. Dergi posta yoluyla geliyordu galiba

Ama daha o zaman bile istediğim, umduğum coşku ve heyecanı göremediğimi hatırlıyorum. Galiba yazar/şair olmak isteğim o günlerde doruktaydı, sonra giderek azaldı. Hâlâ yazıyor olmamın sebebi şair/yazar olmak değil, yazmanın kendisinden duyduğum haz. “Geldin yine birdenbire geldin yine/İçimdeki yazı hayvanı geldin yine” diyor ya Dağlarca. Bir Şamanın transı gibi. İşte o ansızın gelen ve müthiş bir haz veren şey için yazıyorum: yazmanın kendisi için.

Bu ilk şiirden sonra epey bir ara verdim yazmaya. Kendi kendime yazıyordum ama sadece okul dergisinde yayımlanan şeyler. O dönemlerde Fakir Baykurt, Necati Cumalı, Can Yücel, Aziz Nesin gibi yazarlar/şairler vardı hayatımda. Necati Cumalı’nın avukatlık da yaptığını öğrendiğim için, sırf bu yüzden, uzun bir süre avukat olmak istemiştim.

Daha sonra Parşömen adlı bloğu kurdum ve yazmak, eşlik etmeye başladı okumaya. Daha sonra da dergilerde yazılar, şiirler, öyküler derken kitaplar geldi. 

Belki de bütün bunlar hiç olmadı. Ya da böyle olmadı, bu şekilde. Belki de ben birazdan Öncü Çocuk Dergisine şiir göndereceğim. Her şey yeniden başlayacak!

Onur Çalı