23 Kasım 2014 Pazar

GAYE DİNÇEL İLE SÖYLEŞİ


2013'ün Eylül ayıydı. Hayatıma kalıcı olarak yazıyı yerleştirmek istiyordum. Ne okurluğumdan ne de yazarlığımdan emindim elbette. Kendimi geliştirmek, daha iyi bir okur, daha iyi bir yazan olmak, edebiyat solumak istiyordum. İstanbul'da yaşamaya devam ediyor olsaydım işim kolaydı. Gider, sevdiğim bir yazarın Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'ne kaydolurdum. Oysa şimdi Çanakkale'deydim ve yazdıklarımı paylaşabileceğim, eksiklerimi, yazıda aksayan, kusurlu yanlarımı bana gösterebilecek bir çevrem yoktu. Google'da online yaratıcı yazarlık atölyesi diye bir aratma bile yaptım. Pek de güven vermeyen bir eğitim buldum. Araştırmaya devam ederken yazıçizi adında bir blogla karşılaştım. Gaye Dinçel'le bu şekilde tanıştık. Birbirimizin ne sesini duyduk ne de yüzünü gördük. Metinler gitti geldi aramızda. Benim Word ile yazmayı bilmediğim ortaya çıktı. (") işaretinin yerini öğrendim, imla kılavuzunu baş ucumdan eksik etmeden yazmayı, metni fazlalıklarından arındırmayı... Altzine'de yayımlanan Praglı Thonet ve Kafka, Anne Frank'la Göğe Bakmak metinlerimin ilk okuru, eleştirmeni, düzeltmeni oldu. Metinlerim silgisinden sık sık nasibini aldı. Yazı benim için hâlâ çok kaygan bir zemin. Orada kendimi çok da mutlu hissetmiyorum. Okuduğum onca mükemmel metinden sonra sık sık cesaretim kırılıyor, bir tıkla öykü göndermek mümkün dergilere ancak elim gönder tuşuna gitmiyor. Korkuyorum. İyi bir okur olmak daha kıymetli diyorum kendi kendime ama yine de yazıdan uzak duramıyorum. Bugün biraz daha iyi yazabiliyorsam, bir nebze de olsa yazdıklarımı doğru değerlendirebiliyorsam, iç eleştiri gücü edinebildiysem bunda Gaye Dinçel'in katkısı vardır. Ben onunla tanıştığıma çok memnun oldum. Siz de tanıyın istedim. Buyurun, okumak, yazmak, editörlük hakkındaki söyleşimize.


50 kelimeyle otobiyografinizi alabilir miyim?

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. Bir süre avukatlık yaptım, sevdiğim işe dönme arzusuyla editörlüğe başladım. Öğrenciyken dergilerde çalışmıştım. Yayınevlerinde editörlük yaptıktan sonra bağımsız çalışmaya karar verdim. yazı çizi adlı bloğumu açtım, üç yıldır çeşitli blog ve sitelerde yazıyorum. Kitap ve blog editörlüğü yapıyorum. yazı çizi atölyeleri düzenliyor, yazışarak danışmanlık veriyorum.

Asıl mesleğiniz avukatlığı bırakıp editörlüğe geçişiniz nasıl oldu?

Lisedeyken gazeteci olmak istiyordum. Avukatlık ikinci seçenekti. Sınav sisteminin cilvesi… Fakültedeyken dergilerde çalıştım, yazdım, düzelttim, düzenledim. İşi öğrenip sevdim. Avukatlık döneminde eğitim hazırlıklarında yer aldım, yazıp çizdim. Avukatlık çok yıpratıcı bir meslek. Bir gün yettiğini fark ettim, sevdiğim işi yapmaya karar verdim. Epeyce iş aradım, yayıncılar, gazeteciler beni avukat olarak gördüğünden zor oldu. Sonunda bir yerden başladım.

Sizce editör kimdir? İyi bir editörün taşıması gereken üç özellik nedir?

Editör, metni kitaba dönüştüren insandır. Metni yapboz gibi görüp doğru parçaları doğru yerlere koymalı. Metni fazlalıklardan arındırmalı, duru su gibi akıp gitmesini sağlamalı. Yazara metni zenginleştirecek önerilerde bulunmalı, ama yazarın yerine yazmamalı.

Size gelen metinlerde değişiklik ya da düzeltme önerdiğinizde yazar/yazar adaylarının tepkisi ne oluyor? Bir dosya yazar/yazar adayı ve editör arasında kaç kere gider gelir? Başınızdan geçen ilginç bir anı var mı?

Yazarla karşılıklı saygı ilişkisi kurulursa süreç keyifle işler. Yazar/yazar adayı genellikle önerilerimi gerekli görüyor, dikkate alıyor. Tamamına uymak zorunda değil, sonuçta yazan o. Metnin olgunlaşmasına bağlı olarak bir kerede bitebileceği gibi üç dört kez de gelip gidebilir. İlginç bir anım yok galiba.

Hangi kitabı yayına hazırlamak isterdiniz?

Editörlüğe yeni başladığım dönem, en sevdiğim yazarların editörü olmayı hayal ederdim. Zamanla bunun hiç iyi bir fikir olmadığını anladım. En güzeli okur olarak hazıra konmak. Sadece bir istisna oldu. Çok sevdiğim Ursula K. Le Guin’in yayımlanmamış bir çocuk kitabını bulduk, Balık Çorbası. Editörlüğünü ben yapmadım, ama yayın yönetmeni olarak katkıda bulundum. Kitabı elime aldığımda o eski hayalimin gerçekleştiğini hissettim.

Yazmaya yeni başlayanlara hangi kitapları ellerinin altında bulundurmalarını tavsiye edersiniz?

Yazarlıkla ilgili çok kitap var, seçmek zor. Öğrencilerime önerdiğim bir liste var. Kitapları inceleyip kendilerine uygun bulduklarını seçiyorlar:

  • Türkçe Sorunları Kılavuzu / Necmiye Alpay / Metis Yayınları
  • Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri / Danell Jones / Timaş Yayınları
  • Yazma Arzusu”: Roland Barthes/ Haz. Mehmet Rifat / Sel Yayıncılık
  • Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık / Murat Gülsoy / Can Yayınları
  • Yazma Sanatı / Stephen King / Altın Kitaplar
  • Yazarın Odası / Haz. Philip Gourevitch / Timaş Yayınları
  • Yaratıcı Yazarlık / Stephen May / Optimist Kitap
  • Bebek Patikleri: Kısa Öykü / Aydın Şimşek / Kanguru Yayınları
  • Yaratıcı Yazmanın Hazzı / Gülayşe Koçak / Alfa Yayınları

Ayrıca bol bol öykü ve şiir okumalarını öneriyorum. Roman ve felsefe de olmazsa olmaz. Kısa öykücülerden Etgar Keret’i en az beş kere tavsiye ediyorum.

Basılı ve dijital çeşitli mecralarda kitap tanıtım yazıları yazıyor, yazı çizi'de ağırlıklı olarak yazma önerilerinizi paylaşıyorsunuz. Kurmaca bir metin üzerinde çalışıyor musunuz?

Evet, çocuklara yönelik öyküler yazıyorum. En sevdiklerim çocuk kitapları. Yazmak da çok eğlenceli.

Metinlerinizin editörlüğünü kim yapsın isterdiniz?

Yıllardır tanıdığım editör arkadaşlarım var. Öykülerimi gözden geçiriyorlar, sağ olsunlar.

Son olarak okur Gaye Dinçel'i tanıyabilir miyiz? En çok kimleri okumayı sever? Kütüphanesinin kıymetli yazarları kimdir? Kimleri dönüp dönüp okur?

Çocuk kitapları yaşama sebebim. Okuma terapisi için ideal. Farklı bakış açılarını hatırlamak için de. “Çıtır Çıtır Felsefe” serisi her yaş için harika. Bu alanda sayamayacağım kadar çok iyi yazar var. Özellikle Günışığı Kitaplığı’nın kitaplarını beğeniyorum.

Fantastik ve bilimkurguda Ursula K. Le Guin benim yazarım. Yerdeniz serisini herkes okusa keşke, özellikle gençler. Bizden Barış Müstecaplıoğlu’nu da severek okudum.

Polisiye kitaplar say say bitmez, kitaplığımın çoğunu kaplıyorlar. Bizden Esra Türkekul, Esmehan Aykol, Algan Sezgintüredi, Celil Oker; dünyadan Lawrence Block, Sue Grafton, Edgar Allan Poe ilk sıralarda.

Diğer roman ve öyküler için uzun bir liste yapmak lazım. Kıymetli yazarım Edgar Keret.

Şiir ve felsefe kitapları hep başucumda, dönüp dönüp okurum. Şiirde eskilere daha fazla bağlıyım. Doğu felsefesine de…

Yeniden okuduğum romanlar, öyküler de var. Kürk Mantolu Madonna’yı 20 yaşındayken çok severek okumuştum. 40 yaşında yeniden elime aldım. Eskimiş sayfalar bu kez bambaşka sözler fısıldadı bana. Yine çok güzeldi ama aynı kitap değildi.

21 Kasım 2014 Cuma

MARİO LEVİ'DEN YAZAR ADAYLARINA TAVSİYELER


İlham diye bir şey yoktur, boşuna beklemeyin. İlham ve yetenek yalandır. Yazı çalışılır. Eğer yazı masasına oturduğunuzda yazamıyorsanız bilin ki malzemeniz yoktur. Yazmayı bırakın ve okuyun. 
Yazmayı planladığınız veya üzerinde çalıştığınız hikâyenizi yakın çevrenize anlatmayın, ayrıntılara girmeyin. Yazma enerjinizi çevrenize değil, yazıya boşaltın. Yazı her zaman sözlü anlatımdan daha iyidir. 
İki defteriniz olsun. İlki Kim Kimdircilik Oyunu için. Otobüste, vapurda, kafede gördüğünüz biriyle ilgili karakter ön çalışması yapın. Haftada bir karakter yazsanız yılda 52 karakter eder, bakarsınız biri bir hikâyeye dönmüş. İkinci defterinizin adı ise Havada Uçuşan Sözler. Bu deftere etkilendiğiniz film repliklerini, şarkı sözlerini, içinizde kıpırtı uyandıran o cümleyi yazın. O cümle o anda size ne çağrıştırıyorsa serbest çağrışımla, hızınızı kesmeden, edebi kaygı taşımadan yazabileceğiniz kadar yazın. 
Andre Malraux, "Ne yazarsanız yazın otobiyografiktir." der ancak edebiyat sadece iç dökmek değildir. Bir metni oluştururken, yaşanmış olanı yeniden kurgularken bazı sorulara cevap vermeliyiz: "Ben bu metni neden yazıyorum? Amacım ne? Ben kendi dilimin estetiğini nasıl oluşturabilirim?" Dil, üslup, kurgu çoğu kez yazarak gelişir. Yazarak kendi sesimizi buluruz. 
Edebiyatın bir amacı da hatırlamak, hatırlatmak ve sahip çıkmaktır. Şehrazat olun! Unutmayın Şehrazat hayatta kalmak için anlatmıştı. 
Hikâye ve romanda dil, üslup, kurgu, insanları sarsacak cümleler bulmak önemlidir ancak en önemlisi anlatılan hikâyedir, onun içeriği, inandırıcılığı. Okuru inandırın. 
Duygularla edinilmiş bilgi, duygusal birikim yazıda önemlidir. Yaşadıklarınızı yazmaktan korkmayın. Gerçeklik yeniden kurgulanabilir, dönem, şehir, meslek değiştirilebilir. Sizi izleyen gözlerden kurtulun ve yazın. 
Hedef önemlidir. Bölük pörçük yazmayın. Belli bir çerçeve dahilinde yazınızı ilerletin. 
Yazarken plan yapmayın. Yola çıkarken aklınızda, zihninizde yazacağınız bir hikâye olsun. Kafanızda tasarlayın. Kahramanınızı iyi tanıyın. Ancak plan yapmayın. Plan yapmazsanız önünüze sürprizler çıkar. Yazmak da hayat gibidir. Bir anda bir şey olur ve yazının seyri değişir. Yazarken sürpriz olarak gördüklerimiz aslında içimizdedir. Beyin müthiş bir hard disktir. Her şeyi kaydeder ve hiçbir şey kaybolmaz. 
İyi bir roman kahramanı bizi şaşırtmalı. Büyük sürprizler şart değil ancak ummadığımız şeyler yapmalı. 
Romanda zaman-mekân ilişkisi önemlidir. Özellikle mekân, hikâyenin kendisini belirler. Ayrıntılardan, çağrışımlardan kaçınmamak gerekir. 
İşlevsel değilse betimlemeyle vakit kaybetmeyin. Kadın kahramanınızın bakımlı ellerinin, uzun, ojeli tırnaklarının hikâyede bir yeri var mı? Yoksa hiç duraksamadan atın. 
Didaktik tehlikeye dikkat edin. Mesaj kaygısına son verin. Okur, ders almaktan hoşlanmaz. Bilgi vermek istiyorsanız, bu bilgiyi edebi metne yedirin. 
Anlatıcınız kim, bilin. Siz misiniz, gözlemlediğiniz biri mi? Somut kimlik yüklenildiğinde hayal gücü sınırsızdır, sizi alır götürür. 
"Oldukça, kendi, çok, olmak" gibi kelimelere dikkat edin. "İnanamıyorum sana, üzgünüm canım," gibi dublaj Türkçesinden kaçının. Yazdığınız metni mutlaka yüksek sesle okuyun. Kulağı tırmalayan kelime tekrarlarından kurtulun.
Yazdıktan sonra yazıyı mutlaka bekletin. Tekrar gözden geçirin. Eğer bir cümleyi neden yazdım diye düşünüyorsanız, o cümleyi atın.

Bu öneriler, Mario Levi'nin Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'ne devam ettiğim günlerde tuttuğum defterden derlenmiştir. 

15 Kasım 2014 Cumartesi

Kurmacabiyografiler 1 yaşında

Kurmacabiyografiler sessiz sedasız 1 yaşına girdi.
İyi bir blog okuyucusu ve takipçisi olmadığım gibi günün birinde bir blog yazma düşüncem de yoktu. Geçen yıla kadar bloglardan uzak durmamın sebebi (iyi örneklerine rastladığım halde) kötü bir Türkçe ve bol fotoğraflarla bezeli "gezdim, gördüm, yedim, içtim" temalı bloglardı. Şu an düzenli olarak iki blog yazıyorum ve sürdüreceğe benziyorum. Nasıl blogger olduğumun hikâyesine geçmeden önce belki yazmaya nasıl başladım, neden yazıyorum, onlardan bahsetmeliyim.
İstanbul'da yaşadığım dönemde iki kur Mario Levi'nin Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'ne devam ettim. Bu atölyeyle ilgili deneyimimi okumak için şu yazıyı okuyabilirsiniz:
http://kurmacabiyografiler.blogspot.com.tr/2014/06/yaratici-yazarlik-atolyeleri.html
Sonra Hakkari'ye gittim. Orada 8 hafta olarak planladığım ancak 5 hafta sürdürebildiğim bir edebiyat atölyesinin yöneticiliğini yaptım. Ati Gençlik Derneği bünyesinde yürütmeye çalıştığım atölyede okuduk, hikâye çözümlemesi yaptık, yazdık. En önemlisi ben giriştiğim bu kendimce büyük işin altından kalkabilmek için yazı yaratımı ile ilgili pek çok kitap okudum, hazırlık yaptım. Saatler daha hızlı aktı, orada olduğumu unuttum, haftada üç saat edebiyat konuştuk. Sevgili Muhammed Ümit Çiftçi, eşim Çağlar ile birlikte atölye olarak kullandığımız odayı temizledik, süpürdük. Hakkari'nin kışını bilenler nasıl bir çamur, kar karışımından bahsettiğimi hayal edebilir. Fotokopiyle hikâyeleri çoğalttık, elektrikli ısıtıcıyla önceden odayı ısıttık, çay demledik ve bekledik. İlk hafta beklediğimden keyifli geçti, sevindim. Orada bulunduğum süre içinde en keyifli saatlerimi o atölyede geçirdim ve ben bunu öncelikle kendim için yaptım. Sonra anlamsız bir tartışmanın ortasında buldum kendimi, kırıldım. Bu deneyimden çok önemli bir şey öğrendim. Katılımın azlığı ya da düzenli olmaması insanı küstürmemeli, yolundan alıkoymamalı. Takipçim olmamasına rağmen aylık 8 yazı hedefinden her ne olursa olsun vazgeçmememi bu sağlamıştır belki de, bilemiyorum.
Çanakkale'ye döndükten sonra Diş Hekimleri Odası'nın çıkardığı Dergida'ya gezi yazısı yazmaya başladım. Sadece iki yazı yollayabildim. Ardından oda seçimleri oldu. Yönetim değişti ve yeni yönetim basılı dergiye devam etmeme kararı aldı. Bu arada anne oldum. Okuma işi sekteye uğradı. Deniz iki yaşına geldi. Geceleri kesintisiz kendi odasında uyumaya başladı. Ve ben peşi sıra birbirinden güzel kitaplar okumaya başladım. 2013'ün yazında kısa süre yürüyen bir kitap okuma kulübü kurduk. Güzel başladı, güzel kitaplar okuduk, tartıştık, hatta okuduğumuz kitaplar hakkında yazacağımız bir blog dahi açtık: www.tavanarasi.org Oraya okuduğumuz kitaplar, o kitaplardan uyarlanan filmler, kitaplarda geçen ünlü ressamlara ait yapıtlar vs hakkında yazmaya başlayınca yazmanın bana ne kadar iyi geldiğini, özlediğimi fark ettim. O motivasyonla Ayvalık'a gittim. Ayvalık Belediyesi'nin düzenlediği Ayvalık Kültür Günleri  kapsamında Mario Levi'nin iki günlük seminerine gittim. Ve orada Mim Sanat'ta başladığım emektar defterimin son sayfası da doldu. Belki ilerleyen günlerde o defterden okumak yazmak konulu bir derleme yapabilirim. Döndüğümde yeni bir defter aldım kendime. Ve düzenli olarak yazmaya başladım. Yazmak iyiydi, hoştu ama yazdıklarımı kim okuyacaktı, nereye gönderecektim? Yekta Kopan'ın rehberliğinde gittiğim bir turda cevabını buldum. Yekta bey, bloglardaki özgür ortamdan, herkesin bir bloğu olması gerektiğinden bahsedince ben de bir blog açtım. Böylece hikâyelerimi paylaşabilecektim. Sonra hikâyelerimi var olmayan okurlarımdan saklamaya başladım. Hatta ilk blog yazımı (Yüzme Dersi isimli bir öyküydü) bile silip yerine bir yenisini yazdım. Okuduğum kitaplar, gittiğim söyleşiler ve izlediğim filmlerden bahsetmeye başladım. Gün geldi, Birgün Kitap, altzine, Yitik Ülke, Galapera Fanzin ve Okuryatar'da yayımlanan yazılarımı ekledim. Yayımlananlar etiketi altında dijital ve basılı çeşitli mecralarda yayımlanmış yazılarıma toplu halde ulaşabilirsiniz. Nasıl yazar/şair oldum bölümünü ekledim, çeşitli söyleşiler yaptım. Ve ben bir blogger olmayı çok sevdim. Nice yaşlara kurmacabiyografiler...
 
 
 
 

14 Kasım 2014 Cuma

KREMALI PATATES (*)



Son kadehi içmesem iyiydi. Ne zaman içkiyi fazla kaçırsam uyuyamıyorum. Seviştikten sonra nasıl da kolay uykuya dalıyor. Kıskanıyorum onu. Yorgun ve alkollüyken hep horluyor. Genellikle sesi kesilsin diye yana çevirmeye çalışırım. Çoğu zaman uyanır ve uykusunu böldüğüm için bana kızar. Bugün ellemiyorum. Nasılsa uyuyamayacağım. Paris beni daha mı şefkatli yaptı?

Oda kitap okumak için hâlâ fazla karanlık. Yola çıkmadan önce Paris Bir Şenliktir'i aradım. Bulamadım. Böyle şeyleri hep son dakikaya bırakıyorum. Uyandırsam,

Aklıma şahane bir fikir geldi. Havaalanı çıkış kapılarında şehre ait kitapların ve filmlerin satıldığı stantlar kurulabilir. Gezi kitapları, orada geçen romanlar ve filmler.” desem?

Uyandırdığım için kızmaz. Dinler. Ben olsam kızarım. Uykumun bölünmesine ve daha bir çok şeye. Aklıma yatmazsa projesiyle dalga geçerim. Bunu fark etmek beni utandırıyor. Yüzünü inceliyorum, hatlarını. Deniz bana benziyor. Babasıyla tek benzerliği aynı muzip bakışları. Dün telefonda konuşurken büyüdüğünü hissettim. Bebek değil artık. Çikolata istiyor. Bir de yeşil araba.

Yataktan çıkıyorum. Otelde terlik olmamasına canım sıkılıyor. Pis halılara çıplak ayakla basma fikri hoşuma gitmiyor. Dün çıkardığım çorapları giyiyorum. Sonra duş alırım nasılsa. Kalın perdeyi açıyorum. Hâlâ uyuyan şehri izlemeye başlıyorum. Tek tük geçen bisikletliler, metroya yürüyen az sayıda insan, marketten ambalaj ve kolileri çıkaran bir çalışan.

Sabah avına çıkmış şahin gibiyim. Havada hikâye kokusu var. Pencereyi açıyorum. Kasımda Paris nasıl kokar bilmeliyim. İleride yazacağım olası bir hikâyenin kahramanı karşıdaki dairelerden birinde oturuyor olabilir. Karşı pencerede küçük bir kasa içinde patates var. Zihnimde bir resim beliriyor. Bir kadın... Dün yediğim nefis kremalı patatesi pişirmek için elini dışarı uzatıp irisinden iki adet patates seçiyor. Patatesleri dilimliyor. Kalıbı yağladıktan sonra kırmızı şarabından büyükçe bir yudum alıyor. Şarabın burukluğu hoşuna gidiyor. Kahverengi saçlarını arkasında toplamış. Yemeğin içine düşecek davetsiz bir saç teli bütün geceyi mahvedebilir. Sevgilinin saçı öpüp koklansa da kendini bilmez bir tel yemeğin içine düşerse ondan iğrenmemek ya da yok saymak imkânsız. Birazdan ileride birlikte yaşayacağı adam kapıyı çalacak. Henüz öpüşmeden ileri gidememişler. Kadın bu gece sevişeceklerini biliyor. Kadın bildikleri, adamsa bilmedikleri yüzünden gergin. Rahatlamak için ikisi de şarabı neredeyse ilk seferde bitirecek. Ellerini kadının beline dolayacak. Bedenini kendine doğru çekecek. Hafif aralanmış dudakların arasına dilini sokacak. Uzun uzun öpüşüp sonra sevişecekler. Fırında patates yanacak. Et fazla kızardığı için kuruyacak. İkisinin de umurunda olmayacak. Fransız pencerenin altındaki çıkmada şimdilik tek bisiklet var. Adam yanına taşındığında ikiye çıkacak. Her pazar bisikletle dolaşacaklar.

Sokağın, karşıdaki evlerin fotoğrafını çekiyorum. Bu ânı unutmak istemiyorum. Fransız pencerelerden sarkan örtüleri, küçücük balkonları saran çiçekleri ve ağaç fidelerini, yarı aralık panjuru, apartmanın üzerindeki taş işlemeleri, sokağı, o günün puslu havasını, bulutları, Albert Camus'nün 100. doğum günü için orada bulunduğumuzu, hiçbir şeyi unutmak istemiyorum.

Kocam uyanıyor. Duşa giriyor. “Kahvaltıya gidelim.” diyor.

Kruvasan güzel. Kötü bir çayla ağzımın tadını bozmaya niyetim yok. Café au lait içiyorum. Bu bana Mersault'yu hatırlatıyor, bir de Musa'yı...

Dışarı çıkıyoruz. Hiç müze gezmeyeceğiz. Söz verdim. Sadece yiyip içip kenti teneffüs edeceğiz. Öpüşmek için Pont Neuf'e gidiyoruz.

Bir elinle fotoğraf makinesini tut. Öpüşürken çek.”

Birine de verebiliriz fotoğraf makinesini.”

Bu daha eğlenceli.”

Öpüşme ânımızı kare kare çekiyor. Başlarımız birbirine doğru eğiliyor. Yaklaşıyoruz. Bingo!

Çektiklerimize bakarken gülüyoruz. İkimizin de gözleri açık. Öpüşürken gözlerini kapatmayan birine güven olmaz diye düşünüyorum. Söylemiyorum.

Camus'nün şehre düşmüş izlerini takip ediyoruz. Combat gazetesini çıkardığı bina, Veba'yı yazdığı otel, Gallimard Yayınevi... Öğle yemeği için mola verdiğimizde gruptan ayrılıyoruz. Patates kızartması ve steak yiyoruz. Hardalı çok beğeniyorum. Markasını not ediyorum.

Oturduğumuz kafe çok ünlüymüş. Ernest Hemingway burada yazarmış diyelim mi?”

İnanırlar mı? Sokakta Enis Batur ya da Nedim Gürsel'i gördüğümüzü de söyleyebiliriz.”

Ortak bir hikâye uyduramıyoruz. Vazgeçiyoruz küçük yalanımızdan.

Saint Germain Kilisesi'nde buluşacaktık. Saat kaç oldu? Gecikmeyelim.”

Gidiyoruz. Gruptan kimse yok.

Baksana kilisenin bahçesinde öpüşüyorlar. Bizde cami bahçesinde bir çift öpüşse neler olur sence?” diyorum.

Gençlerinin birbirini sevmesinden korkmayan bir kenti adımlayacağız birkaç gün daha. Sonra döneceğiz. Deniz'in Türkiye'de büyümesini, yaşamasını istemiyor. Hak veriyorum.

Le Deux Magot'da tadilat varmış. La Capuole'e gideceğiz. Hazırlanıyoruz. Bavuldan topuklu ayakkabılarımı çıkarıyorum. Elbise giyiyorum. Hamilelikte aldığım kiloları veremedim hâlâ. Aynadaki görüntüm hoşuma gitmiyor.

Metroyla gideceğiz.” diyor rehberimiz.

Toplu taşıma araçlarını severim. Sorun etmiyorum. Vavien'e gideceğiz. Yeşil hat Vavien'den geçmiyor. Aktarma yapacağız. Kapı kapanıyor. Gruptakilerin bir kısmı bulunduğumuz trene binemiyor. Son durakta onları bekliyoruz. Yol uzuyor.

Restorana vardığımızda yorgun ve gerginiz. Yemek, şarap, sohbet güzel. Kısa sürede keyfimiz yerine geliyor. Dönüşte tekrar metroyu kullanacağız. Bu sefer hazırlıklıyız. Haritadan en kestirme güzergâhı buluyoruz. Saat 12'ye geliyor. Son sefere yetişiyoruz. Hafta içi olmasına rağmen kalabalık. Sadece sarhoş olanların güldüğü espriler uçuşuyor havada. Yanıma sarhoş bir adam oturuyor. Yayıldıkça yayılıyor. Rahatsız oluyorum. Bir sonraki durakta ineceğiz. Ayağa kalkıp montumu giyiyorum. Bir şeyler söylüyor. Anlamıyorum. Uzaklaşırken arkamdan hâlâ söylendiğini işitebiliyorum.

Ne dedi? Anladın mı?”

Bir daha metroya binerken montunu dışarıda bırak madam, dedi.”

Anlaşılan giyinirken montum bir yerine çarpmış. Metrodan çıkıyoruz. Otelimiz Moulin Rouge'a yakın. Kucak dansı yapılan gece kulüplerinin önünden geçiyoruz.

Come, come, family here.” diyor kapı görevlileri.

Aklıma “Aile salonumuz yukarıda, buyurun, kebap var, döner var.” diye müşteri çağıran garsonlar geliyor. Önümde Aile Çay Bahçesi'nin yazarı yürüyor. Kocamın elini daha bir sıkı tutuyorum. Yağmur tatlı tatlı ıslatıyor bizi. İyi ki gelmişiz diye düşünüyorum.

Hayal edebiliyor musun? Paris, Albert Camus, Yekta Kopan...”

Çok pahalı. O paraya Küba'ya gideriz. Kahve yapacaktın hani.”

Türk kahvesi mi?”

Evet anlamında başını sallıyor. Arkamdan sesleniyor.

Baksana, kucak dansı izlemeye gider miydik gerçekten?”
 
* Bu öykü Galapera Fanzin Ekim sayısında yayımlandı.





11 Kasım 2014 Salı

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (5)

YAZARLIK, YAZARLAR İÇİN MESLEK DEĞİLDİR HAYATIN TA KENDİSİDİR




Şu küçük postanenin köşesinde duran beş yaşındaki kızı gördünüz mü? Hani bir şeyler yazan annesine sabırsızca bakıyor… Göremediyseniz, sebebi muhtemelen aramızdaki zaman farkıdır. Zira anneyle kız, şu an 1983 yılının küçük bir postanesindeler. Orada olmalarının sebebi, tatil yaptıkları sahil kasabasından aldıkları kartpostalı, dedeyle anneanneye yollamak… Kız henüz okuma yazma bilmiyor, ama bunun, kendisini engellemesine izin vermeye hiç niyeti yok. Kartı kendisi yazmak istiyor. Bulunan çözüm, annenin bir kağıda güzel dilekleri önceden yazması ve kızın da o kağıda baka baka, adına harf denen şekilleri itinayla kartpostalın arkasına çizmesi… Zor görünmüyor. S, Z, R harflerinin ters olması ve satırların yukarıdan başlayıp aşağıda bitmesi dışında her şey yolunda... Yazmayı yeni öğrenenlerin bazı harfleri ters yapması, karikatürlerde sıkça konu edilen bir klişedir. Küçük kızın o ters harflere bakıp gülümseyeceği yıllara henüz çok var. Harflerin hepsini aynı hizaya denk getirebilmek ise, epey hüner istiyor.

Evde canı sıkılan küçük kızın en sevdiği şey, önüne bir ansiklopedi açıp, oradaki koyu renk başlıkları defterine geçirmek. Fakat bir süre sonra, bu oyunların kendisine yetmediğini fark ediyor. Okuma yazmayı öğrenmek, ihtiyaç hâline gelmiş durumda. Okula başlamasına daha bir buçuk sene var. Yardımına, bir televizyon programı yetişiyor. Programdaki öğretmen, okuma yazması olmayan yetişkinlere eğitim veriyor. Bu yetişkinler gerçekten okuma yazma bilmiyor mu yoksa programın formatı gereği rol yapan tiyatrocular mı, küçük kız çok da umursamıyor. Her gün defteriyle kalemini kapıp, ekrandaki öğretmenin dersine koşuyor. Zorlandığı cümleleri annesiyle babasına yazdırıp, sonra tekrar ediyor. Bu dersleri izlemesinin işe yarayıp yaramadığından emin değil. Belki de sadece basit bir televizyon programının önünde vakit kaybediyor. Ama öyle olmadığı, bir süre sonra anlaşılıyor. Küçük kız, gazete okumaya başlıyor. Ve nihayet, en büyük iki tutkusuna balıklama dalabilmenin önünde hiçbir engel kalmıyor: Okumak ve yazmak.

Tuğba Gürbüz  yazar olmaya dair aklımdaki ilk hatıraları sorduğunda, okuma yazmayı bilmiyorken bile yazmaya çalıştığım ve artık bir ihtiyaç hâline geldiği için, okuma yazmayı kendi kendime öğrendiğim günleri düşündüm. Bir çocuğa zorla yazı yazdıramaz; zorla kitap okutamazsınız. Ben çocukken, deliler gibi günlük tutardım. Ve okumaya öyle açtım ki, bitirdiğim kitapları bile tekrar tekrar okumaktan sıkılmazdım. Diğer çocukların salıncakta sallanıp kaydıraktan kaydığı parkın uzak köşesindeki duvara oturarak, heyecanla defterine bir şeyler yazan çocuk bendim. O yıllarda, ne yazdığımın çok da önemi yoktu. Akşam yemeğinde ne yediğimi yazmak bile bana keyif veriyordu.

Hani ‘öyle olunmaz, öyle doğulur’ klişesi vardır. Bu, konu yazarlık olduğunda tamamen doğru bir söz. Bir yazara, “yazar olmaya nasıl karar verdiniz?” diye soramazsınız. Yazarlık, karar verilen bir meslek değildir. Hatta yazarlar için, meslek de değildir; hayatın ta kendisidir. Bir yazara “bundan sonra hiçbir kitabınız basılmayacak” deseniz bile, onun yazmaktan vazgeçmediğini görürsünüz. Çünkü kalemi bıraksa dahi, hayalindeki yüzlerce minik insan, beyninin kıvrımlarına basa basa dolaşmayı, hikâyelerini mırıl mırıl ona anlatmayı sürdürecektir. Yazarın yazmamasını, ucuna tıpa tıkılmış bir hortumla resmedebiliriz. Su her daim açıktır. Hikâyelerin, hortumu doldurup patlatma noktasına getirmesi de uzun sürmeyecektir. Yazmak, en amiyane tabirle, yazarın ruhunun boşaltım sistemidir. Yani bir ihtiyaçtır.

Doğan Hızlan bir gün bana şöyle demişti:
“Yaşamak istediğin her şeyi yazabiliyorsan, onları ayrıca yaşamaya niye ihtiyaç duyasın ki?”

Kulağa sıra dışı ve garip geldiğinin farkındayım, ama yazar için yazmak gerçekten böyle bir şey ve gelecekte yazarlık yapacak bir insanı, daha çocukluğundan anlamanız mümkün. ‘Gelecekte yazar olacak bir insanı’ demedim, dikkat ettiyseniz. Çünkü bir yazar, zaten yazar olarak doğmuştur. Sadece kitaplarının yayımlanması, insanların kendisinden haberdar olması için şansa ihtiyacı vardır.

Sevgili Tuğba Gürbüz, yazımın sonuna, imza günlerimde başıma gelen komik bir şeyi eklememi istemişti. Düşündüm, düşündüm, bulamadım. Ben de mizahi bir dille kaleme aldığım, “Çocukları Kitap Okumaktan Soğutan On Cümle”yi sizlerle paylaşmak istedim. Tam da şurada:


Hem çocukların hem yetişkinlerin heyecanla okuduğu; yaş sınırlaması olmayan kitaplarıma göz atmak isterseniz, onlar da burada:


Sevgilerimle!

Hanzade Servi


8 Kasım 2014 Cumartesi

BABAM VE BEN (*)

Nobel Edebiyat Ödülü'nü bu yıl Fransız yazar Patrick Modiano kazandı. Biri çocuk kitabı olmak üzere Türkçe'ye çevrilmiş altı eseri bulunan Modiano, ülkemizde çok satan ve tanınan bir yazar değil. Ödül vesilesiyle uzun yıllardır depolarda bekleyen kitaplar, yeniden basılacak ve okurla buluşacak gibi görünüyor.

İsveç Akademisi, Modiano'yu çağdaş novella ustası olarak tanımladı. Özgün bir dile ve kurguya sahip Modiano'nun bellek sanatıyla yazıya dökülmesi en zor olan insan yazgılarını yansıttığı ve işgal altındaki yaşamları ortaya çıkardığı için komite tarafından ödüllendirildiğini belirtti. Modiano'nun edebiyatını, bellek, zaman, unutma, hatırlama, hafızayı yitirme, geçmiş ve şimdi arasındaki sıçramalar üzerine inşa ettiği biliniyor. Eserlerinde sık sık çağdaş şehir insanının yakın geçmişlerini buruk bir hüzünle hatırlayışını işliyor. Bu yılın Haziran ayında Tudem Yayınları'ndan yayımlanan Babam ve Ben isimli çocuk kitabının da aynı edebiyat anlayışının takipçisi olduğunu söyleyebilirim.

Kitabın anlatıcısı ve kahramanı Catherine, sıradan bir New York'ludur. Hayatının ilginç ya da tuhaf bir yanı yoktur. Bir kış günü New York'ta 59. Caddedeki evinin penceresinden, yönetmekte olduğu dans okulunu izlemektedir. Küçük bir kız, gözlüklerini kendisinin onun yaşlarındayken Madam Dismailova'nın yaptığı gibi sandalyenin üzerine bırakınca bellek harekete geçer. Hatıralar bir bir saklandıkları yerden çıkar. Modiano, 1960'lı yılların Paris'ini adeta yeniden inşa eder. Kafeler, restoranlar, sokak ve cadde isimleri, metro istasyonları, tren garları gibi ayrıntılar bakımından zengin anlatı, Pıtırcık serisinin çizeri Jean-Jacques Sempé'nin insanın içini ısıtan çizgileriyle birleşince hiç zorlanmadan kendimizi Paris'te hissederiz. Bu dünyada bizi neler mi bekliyor? Catherine ve Georges Certitude (Gerçeklik), ülkesi Amerika'ya dönmüş, kızına düzenli mektup yazan dansçı bir anne, bitmek bilmeyen ahlak ve dil bilgisi dersleri veren Bay Gerçeklik'in iş ortağı Raymond Casterade nam-ı diğer Kanca ve diğerleri... Catherine babasıyla birlikte dükkânlarının üst katında yaşar. Yürüyerek okula gider. Haftanın iki günü okul kantininde yemek yer. Diğer günlerse babasıyla Le Picardie'de. Bay Gerçeklik iş randevularını Saint-Vincent de Paul Kilisesi'nin önündeki küçük parkta verir. Kanca bu durumdan hiç hoşlanmaz ve durmadan söylenir. Ama bunun bir çaresi vardır! Onu görmek ya da duymak istemedikleri zaman baba kız gözlüklerini çıkartırlar. İnsanlar ve nesneler keskinliğini kaybeder, her şey netliğini yitirir, sesler bile giderek daha boğucu bir hâl alır. Modiano, bu dünyayı öyle güzel, sıcak ve ustalıkla kuruyor ki zaman dursun, baba kız sonsuza kadar orada, öylece kalsın istiyor insan. Ancak zaman kendi hızında akmaya, bizi geleceğe taşımaya devam ediyor. Anlatı bitip yeniden New York'a döneceğimizi hissederken Catherine'in sözleriyle avunuyorum. “Hep aynı kalacağımızı düşünsek de geçmişimiz sanki sonsuzluğa uzanıyor. Catherine Gerçeklik adındaki küçük bir kız, Paris'in 10. bölgesindeki sokaklarda babasıyla dolaşmaya her zaman devam ediyor, biliyorum.”

Çocuk okurlar İngilizce ve Fransızca yer isimleriyle dolu metni okurken zorlanır mı bilmiyorum (kitabın arkasında yabancı sözcüklerin özgün okunuşları var.) ama bir kaç saatliğine de olsa gündemden uzaklaşıp bu dünyaya konuk olmak, baba kızın sonsuza kadar orada mutlu yaşayacağına inanmak bana iyi geliyor.

Babam ve Ben
Yazan: Patrick Modiano
Çizen: Jean-Jacques Sempé
Çeviren: Sibel Çekmen
Tudem Yayıncılık
İstanbul 2014
96 s
(*)Bu yazı 7/11/2014 tarihinde okumadan yatmayanların kitap tanıtım yazılarına yer veren çok yazarlı okuryatar isimli edebiyat sitesinde yayımlandı. Siteye ulaşmak için tıklayın.
http://www.okuryatar.com/babam-ve-ben-tugba-gurbuz/
 

6 Kasım 2014 Perşembe

GÜLÜMSETEN İMZA GÜNÜ ANILARI

Bu aralar başka başka işlerle dolu zihnim kimi keyifli, heyecanlı, kimi sıkıntılı... Hâl böyle olunca bloğu düşünemez oldum ama sözüm var, kötü kişi olmayacağım kendimle, yazacağım.
Ne yazacağımla ilgili en ufak fikrim yokken Ahmet Büke sosyal medyada gülümseten imza günü anılarını paylaştı. 33. İstanbul Kitap Fuar'ına sayılı saatler kala yazarlardan gülümseten imza günü anıları derlemesi fikri de böylece gelişti. Katkılarınızı her zaman bekliyorum. Duyduğunuz, okuduğunuz, başınızdan geçen gülümseten, ilginç imza günü anılarınızı yorum olarak yazın lütfen. 
Ahmet Büke
"En güzel imza günü anısı Diyarbakır'da idi. 'Abi, ben buranın delisiyim, kimsenin gitmediği yazarlarla lak lak ediyorum,' demişti. Öykü hayatta."
"Tabi ikinci sıra da şuna gidebilir: Bir kere de İstanbul'da, imza masasının beş metre ilerisinde bir sıra oluşmuştu. Herkes tavana falan bakıyordu. Meğer bizden sonra Can Dündar'ın imza günü için sıra tutuyorlarmış." 
Yekta Kopan 
"Bir kitap fuarında bana doğru geldiğini görünce gülümsediğim bir okur, 'Hüzünlü şeyler yazıp sonra da böyle gülmeye hakkınız yok!' demişti. Kitabımı imzalatmadan gitti güldüğüm için."
http://webtv.radikal.com.tr/kitap/2055/yekta-kopan-dan-ilginc-bir-fuar-anisi.aspx
"İzmir'deki bir kitap fuarında ise, hemen yanımdaki Tarık Akan'ın imza kuyruğunun uzun olduğunu gören bir okur, "Onun kuyruğu çok uzun, bekleyecek hâlim yok, sonuçta bir imza, sen de imzalasan olur," demişti."
http://filucusu.blogspot.com.tr/2010/11/imza-gunu.html
Müjdat Gezen
"Bir gün küçük bir çocuk geldi. Benim imza günüm var. Aziz abi (Aziz Nesin) yoktu o gün. Çocuk Aziz Nesin'in kitabını imzalamamı istedi. Evladım bu Aziz Nesin'in kitabı dedim. 'Olsun ikiniz de komiksiniz." dedi."
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24859156.asp



4 Kasım 2014 Salı

Camus-Sartre Çekişmesi-3

Ronald Aronson'un yazdığı Camus Sartre bir dostluk ve bitmeyen çekişmenin hikâyesi'nden okuma notlarımı paylaşmaya devam ediyorum.
Savaş Sonrası Vaatler
Milyonlarca insan evsiz, tutuklu ya da toplama kamplarındaydı. Açlık, kısıtlı imkânlar... Ancak bunlar özgür insanların aşabileceği engellerdi. Sokaklar nefret edilen Almanlardan ve aşağılık görülen Vichy milislerinden temizlenmiş, işgalin korkutucu gerilimi bitmiş, değişim başlamıştı. Bu günlerde Camus, direnişten çıkan Combat gazetesinin, Sartre ise yeni solcu bir dergi olan Les Temps modernes'in editörlüğünü yapıyordu. Gide ve Malraux gibi yazarların yerini almışlardı. İkisi de felsefe, eleştiri, romanlar, oyunlar, öyküler ve denemeler yazıyorlardı. Gazetecilik de çalışmalarının bir parçası hâline gelmişti.
İki yayın birbirinden olabildiğince farklıydı. Camus'nün yetenekleri ve ilgi alanı Les Temps modernes'in yönetiminin gerektirdiği teorik karmaşayı, incelikleri ve özgünlüğü içermiyordu. Sartre'ın daha soyut ve teorik tutkusuysa, ona bir gazete yönetecek yetileri kazandırmazdı.
Combat, bağımsız, kitlelerin zevkini doyurmaya çalışmaktan kaçınan, ticari olmaktan uzak bir yayın organıydı, özgür Fransa'nın temel iletişim aracı hâline gelmişti. Direnişten pek çok yetenekli kadın ve erkeğe iş ve yazma imkânı sunuyordu. Beauvoir, Portekiz ziyaretinde Combat için raporlar yazmıştı. O günleri şöyle aktarmaktadır: “Camus'den ne zaman yardım talep etseniz, bunu öylesine bir hevesle yerine getirirdi ki, bir başkasını talep etmekten asla çekinmezdiniz. Bunu hiçbir zaman kibirle yapmazdı. Genç arkadaşlarımızdan bir kısmı Combat için çalışmak istiyordu. Onların hepsini işe aldı. Sabah gazeteyi açmak posta kutumuzu açmak gibiydi.”
Gazete dağıtıma çıktığı anda tükeniyordu. Camus, gazete için sayısız makale yazıyordu. Sisyphos Söylencesi, Yabancı, Cezayir'de kaleme aldığı erken dönem deneme kitabı Düğün yeniden basılmıştı. 1945'in Eylül ayında Caligula'nın prömiyeri yapılmıştı. Aynı zamanda Veba romanı üzerinde çalışmaya başlamıştı. Camus, Combat henüz gizli yayımlanırken Mart 1944 sayısında basılan imzasız makalesiyle herkesi Direniş'e bağlılığa davet etmişti. Veba romanı da bu bağlılığı konu ediniyordu.
Roman, övgüye değer eylemlere gereğinden fazla önem atfedilmeksizin toplu bir tehdit karşısında yapılması gerekene dair kararlığı sergiler. Romanda, vebayla mücadele etmek gerekir. Çünkü yapılacak tek şey budur. Taşıdığı risklere karşı bunu yapmamak akla dahi getirilemez. Salgınla savaşmak herkesin görevidir. Bireyler, koşulların gerektirdiği eylemleri gönüllü olarak ve kararlılıkla yerine getirirler. Veba, salgına karşı mücadele veren kolektif ruha dair bir romandır ve yayımlandığı günden itibaren Camus'nün adı Nobel Edebiyat Ödülü için ima edilmeye başlamıştır. 
 

Bu günlerde Sartre ise Les Temps modernes'i yönetmektedir. Les Temps modernes, yalnızca edebiyat ve felsefe değil, dönemin her bir sorununu irdeleyen tüm diğer alanları içeren disiplinler arası bir dergiydi. Sartre, Beauvoir, Merleau-Ponty gibi yazarlarla kısa sürede Fransa'da hâkim kültürel dergiye döndü. Camus de dergiye davet edilmişti ancak o iş yoğunluğu nedeniyle reddetmişti. Onun yerini meslektaşı Albert Ollivier almıştı.
Özgürlükten kısa bir süre sonra Sartre, Çıkış Yok'u, işgal üzerine metinlerini, tiyatro ve varoluşçuluğu savunan makalelerini yayımladı, söyleşiler yaptı. Kasım ayının sonlarına doğru başlıca gazeteler Amerikan hükümetince, ABD'ye muhabir göndermeye davet edildi. Beauvoir o günleri şöyle anlatır: "Sartre'ı hiçbir zaman, Camus'nün kendisine Combat'ı temsil etmesini teklif ettiği günkü kadar neşeli görmedim." Sartre, 1945'in ilk bir kaç ayında ABD'de çalışmış ve Combat ile Le Figaro gazeteleri için Tennesse Vadisi Otoriteleri, Hollywood, Amerikan işçileri, Amerikan ruhu ve vatandaşları konulu otuz iki makale yazmıştır. 1945 sonbaharında Akıl Çağı ve Tecil yayımlanmış, Sartre meşhur konuşması "Varoluşçuluk bir Hümanizmdir"i sunmuştur. Varoluşçuluk bir anda herkesin ağzında dolaşır olmuştu. Camus de, Sartre ve Beauvoir ile birlikte varoluşçuluk tartışmalarının içinde yer alıyordu. Sartre ve Camus vakitlerinin bir çoğunu Saint-Germain-des-Pres'de yer alan bistrolar, mahzenler ve kafelerde diğer tanıdıklarıyla geçiriyorlardı.
Sartre, ABD'de Combat için muhabirlik yaparken bir konuşmasında arkadaşı Albert Camus'nün önemini anlatmıştı. Bu anlatı 1945 yılının Temmuz ayında Vogue dergisinde İngilizce olarak yayımlanmıştı. Sartre, savaş, yenilgi, işgal, direniş ve özgürlük deneyimlerinin ardından bir önceki kuşağa ait yazının "yavaşlamış, bitap düşmüş ve önemini kaybetmiş" olduğunu söyleyerek başladığı konuşmasında direniş ve savaşın bir sonucu olarak yeni bir edebiyatın doğduğunu ve onun en iyi temsilcisinin Albert Camus olduğunu beyan etmişti. Yabancı ve Sisyphos Söylemi savaştan önce tasarlanmış ve büyük ölçüde yazılmış, daha sonra savaş yılları yazınları olarak yeniden düzenlenmişti. Sartre, Camus'nün anlamsızlık temasını savaşın vahşeti ile bağdaştırıyor, Camus'nün karamsarlığının sağlıklı ve yapıcı olduğunu iddia ediyordu. "İnsanın kendini bulduğu an, tüm ümidini yitirdiği andır, çünkü o zaman ancak kendine güvenebileceğini bilir. Ölümün daimi mevcudiyeti, devam eden işkence, Camus gibi yazarların insanın güç ve sınırlarını sınamasını sağlamıştır. "İşkenceye çekildiğimde konuşacak mıyım ?'' sorusunun her an akılda olduğu uç bir durumda yaşayan Camus ve diğer Direniş yazarları insanı yalnızca psikolojik ya da sosyal bir varlık olarak değil, aynı zamanda da "bir bütün, metafizik bir varlık" olarak ele aldılar ve acının en yoğun olduğu anda bile insanlığa bir yer olduğunu öğrendiler."
Sartre, bir taslağını henüz okuduğu ve tamamlanması ve yayımlanması bir iki yıl daha alacak Veba'yı Amerikalı okurlara tanıtıyordu. 25 yıl sonra Sartre, biyografisinde kullanılmak üzere kendisiyle yapılan bir söyleşide, Camus'nün Alman işgalini vebaya benzetmesini, salgının nedensizce gelip nedensizce gitmesini aptalca bulduğunu söylemiştir. İlerleyen yıllarda Camus ile dostluklarını, Camus'nün onun esin kaynaklarından biri olduğunu inkar etmiştir. Dostluklarının devam ettiği yıllarda görüş açılarının benzerliğinden bahsettiği hâlde daha sonra çok az ortak noktaları olduğu yargısına vararak kendisiyle çelişmiştir. Sartre'ın beyanları Beauvoir'ın döneme ait hatıralarıyla da çelişmektedir.
Sartre bu dönemlerde "sanat için sanat" nosyonunu bir sorumsuzluk biçimi olarak reddediyordu; bireyleri, özellikle de yazarları tarihi dünyaları içine yerleştiriyor ve ardından da adanmış bir edebiyat çağrısında bulunuyordu:
Yazarın kaçmak için hiçbir yolu olmadığından, ondan çağına sıkı sıkı tutunmasını istiyoruz; onun tek şansı budur: Çağ kendini onun için yaratmıştır ve o da bunun için yaratılmıştır. Balzac'ın 1848 Devrim'ine kayıtsızlığı, Flaubert'in komünü yanlış anlaması esef duyulacak şeylerdir. Kişi onlar adına üzüntü duyar. Bu noktada onların sonsuza dek kaçırdıkları bir şey vardır. Biz çağımıza dair hiçbir şeyi kaçırmak istemiyoruz. Belki daha güzel bir çağ olabilir ama bizimki budur. Bu savaşın, belki de bu devrimin ortasında yaşayacak yalnızca bir hayatımız var.
Her kelimenin sonuçları vardır. Her sessiz kalışın da. Ben Flaubert ve Goncourt'u Komünün ardından gelen baskıdan sorumlu tutuyorum, çünkü onlar Komünü savunmak için tek bir satır bile kaleme almadılar. Bunun onların sorumluluğu olmadığı söylenebilir. Peki ya Calas duruşması Voltaire'in sorumluluğu muydu? Ya Dreyfus'un mahkum edilişi, Zola'nın sorumluluğu muydu? Kongo hükümeti Gide'inki miydi? Bu yazarların her biri, hayatlarının özel bir ânında, bir yazar olarak sorumluluklarını yerine getirmiştir. İşgal de bize, bizim sorumluluklarımızı öğretmiştir. Çağımızda varoluşumuzla eylemde bulunuyorsak, bu eylemin üzerinde düşünülmüş bir eylem olması gerekmektedir.
Sartre'ın çağrısı anında icabet edilen bir gayeye dönüşmüştü. Bu eylem çağrısı Sartre'ın tarihle olan randevusunu artık kaçırmayacağını gösteriyordu. Camus ise yazarın özgürlüğünü savunuyordu.
"Kendini bir davaya adamış insanları, bağlılık edebiyatına tercih ederim. Kişinin hayatındaki cesaret ve eserlerindeki yetenek bu o kadar da kötü değil. Dahası yazar istediğinde kendini adayabilir. Onun önemi itici gücünde yatmaktadır. Ama şayet bu bir yasaya, bir işleyişe ya da teröre dönüşecekse, bunun önemi nerededir? ... Öyle görünüyor ki bugün baharla ilgili bir şiir yazmak, kapitalizme hizmet etmek anlamına gelecektir. ...Onları çalışmalarında daha az, gündelik hayatlarındaysa biraz daha fazla bağlı görmeyi tercih ederdim."
Sartre politikleştikçe Camus'nün kişisel gelişimi de paralel bir çizgide ilerliyor ama kimi zaman Sartre'ın izlediği yola zıt bir yön alıyordu. Bu gelişimi anlayabilmek için Camus ve Sartre'ın hem Sovyetler Birliği hem de Fransız Komünist Partisi'nce ihmal edilen temel soruna dair yaklaşımlarına dönmeliyiz. İki adamın Komünizm'e yaklaşımları siyasi gelişimlerinin bir parçası idi: Sartre ve Camus'nün savaşın akabindeki tüm siyasi-entelektüel çabaları Komünist olmayan solu güçlendirmeye dairdi. "Siyasi realizmi" reddetmeleri kısmen Komünist bakış açısını reddetmeleri anlamına gelmekteydi. Her ikisi için de PCF büyük önem taşımaktaydı. Komünizm Camus'nün düşmanı, Sartre'ın gözdesi olacaktı.
*Yazıdaki görsel www.prezi.com adresinden alınmıştır.