31 Aralık 2019 Salı

Yeni yıla doğru..

İllüstrasyon: Dee Nickerson

Okuduğu kitabı yerine bırakır kadın. Yarım bıraktığı ağaç süsleme işine geri döner ve düşünür. Düşünceleri sim sim dökülür süslemelerin üzerine. Elindeki küre daha da ışıldarken düşünceleri bile netleşir, anlaşılır olur. (Yeni yıl ruhu)
"Şu Sisifos" diye düşünür kadın  "Zeus'un gazabına uğrayan nice faniden biri." Mitosun geri kalanını hatırlar: 
Günün birinde Irmak tanrısı Asopos'un kızı kaybolur. Asopos ne kadar ararsa arasın kızını bulamaz. Sisifos neler olduğunu biliyordur. Krallığına bir ırmak karşılığında kızı Zeus'un kaçırdığını söyler. Zeus çok sinirlenir. Ölüm tanrısı Thanatos'u yollar ama Sisifos ölümü alt eder, zincire vurur. Zeus bu kez savaş tanrısı Ares'i yollar. Ares hem Thanatos'u kurtarır hem de Sisifos'u yeraltına Hades'e götürür. Sisifos Hades'i atlatıp yeraltından kaçar ve tanrılardan saklanarak yaşamanın bir yolunu bulur. Ta ki yaşlanana kadar. İşte o zaman Zeus cezayı keser. Sisifos'u dimdik bir dağın eteğine bırakır, önüne de bir kaya koyar. Kayayı iterek dağın zirvesine çıkarmasını buyurur. Sisifos kayayı zirveye iter, kaya ağırlığıyla aşağıya iner. Sisifos sonsuza kadar o kayayı zirveye asla çıkaramayacağını bile bile itmeye devam eder.

"Amma da hikâye," der kendi kendine.
Bu hikâyenin Camus'yü etkilediğini bilir. Ona göre Sisifos bir kahramandır. Her defasında kayanın aşağı düşmesini izler. Başına gelecekleri çok iyi bildiği halde aşağı iner ve tekrar itmeye koyulur. Camus'ye göre Sisifos mutludur. Onun eylemi boyun eğme değil, bir başkaldırıdır. Tanrıların oyuncağı olmayı kabul etmez. Ona dayatılan yazgıyı değiştiremez belki ama bu eylemi bir ceza gibi yaşamak yerine mücadeleye çevirir ve farkına vararak kendini bu alın yazısından özgürleştirir. Camus, "Gerçekten önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır o da intihar," der ama "İnsan, anlamsızlığına ve tüm baskılarına karşın yaşamı yenmek zorundadır," diyerek tarafını umuttan ve mücadeleden yana koymayı da ihmal etmez. Hepimiz kendi hayatlarımızın (hikâyelerimizin) kahramanıysak Tanrılar alnımıza ne yazarsa yazsın, bu yaşamı değerli ve biricik kılmak bizim elimizde. Aksi takdirde eylem olarak intiharı seçmediğimiz halde bu hayatın kaybedeni olur, alimallah yürüyen bir cesede döneriz.

Yeni yıla sayılı saatler kala yeni yıldan muradını arar kadın.
"Ağırlığı altında ezilmeden, kayaya ya da onu önümüze dikene sövmeden, söylenmeden, mücadeleye, umut etmeye devam ettiğimiz, dikkatimizi sonuca değil, sürecin kendisine verdiğimiz, güzel anılar biriktirdiğimiz bir yıl olsun. Dostlukla, sevgiyle, dayanışmayla dolu bir yeni yıl olsun," der ve denize doğru yürür.




29 Aralık 2019 Pazar

ÜŞÜDÜM


İllüstrasyon Dee Nickerson

Rüyamda seni gördüm. Kıştı. İnceden kar atıştırıyordu. Bir meydandaydım. Çanakkale'ydi bence. Sanki bir çelenk koyma töreni varmış da, ben geç kalmışım gibi. Gitmek istediğimden değil ama zorunlu hissettiğimden oradaymışım gibi. Meslekle ilgiliymiş gibi. Sanki birileri otobüs dolusu insan yollamış uzaktan. Buralı kimse yokmuş gibi. Bir sürü yabancı yüz. Hepsi de benden büyük. Kalabalığın içinde dolanıyor, tanıdık bir yüz arıyordum. Fi tarihinden kalma bir arkadaşı gördüm sonra. Neden burada olduğunu anlamasam da, etrafımdaki yabancı kalabalığa anlam veremesem de, hafiften kafam karışsa da nihayet tanıdık birine rastlamanın rahatlığı geldi üzerime. Gülümsedim. Ona doğru yürüdüm. Tam konuşmaya başlayacakken seni gördüm. Yalnızdın. Beni fark etmedin. Yanımdan geçip gidecekken koluna dokundum ve durdurdum seni. Öylece baktın yüzüme. Hiçbir şey yapmadın. Uzandım. Yanağından öptüm. Çok soğuktun. Üşüdüm. Gözlerimi açtım. Odanın içi serindi. Pencere açık kalmış. Kalktım kapattım. 

25 Aralık 2019 Çarşamba

Nasıl Yazar Oldular? (41)

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 





Fotoğraf: İlker Gürer


“Gogol’un Paltosu’ndan Kurtulamadım”


En başta soruyu ağırlıklı olarak “Yazma arzusu nasıl ortaya çıkmaya başladı, neden yazmak istedim? biçimiyle yanıtlamaya çalışacağımı belirtmeliyim. Bu şekilde düşündüğümde kimisi bulanık kimisi ise berrak biçimlerde ardı ardına gözlerimin önünden geçen fotoğraflarla, kısa sahnelerle baş başa kalıyorum. 
Daha çocukken Urfa’nın yüksek duvarlı evlerin sıralandığı dar sokaklardan oluşan eski mahallelerini karış karış gezerek keşfine başladığım yolculuğum her defasında dedemin geniş avlulu evinde son bulurdu. Kimi zaman bu yolculuk sokaklarda değil birbirine yapışık evlerin damlarında sürerdi. Dedemin evi bir nevi sığınağımdı benim. Yüzü, boynu, dudakları, elleri dövmeli ninemin avludaki kuyunun kalın sicimlerine asılışı, dama uzanan merdivenlerde sıralı koca saksılardaki çiçekleri sulayışı ve ardından gazyağı ile yemek ocağını yakışı akşamı haber ederdi. Televizyonsuz evin uzun geceleri dedemin dizinin dibinde ondan dinlediğim masallarla geçerdi. Urfa Kalesi’ni koruyan çift başlı yılan, Şubat Cadısı, Ulu Cami’nin avlusundaki kuyuda saklanan “İsa’nın Mendili” masallarını hâlâ hatırlarım. Şimdi düşündüğümde çocukken dinlediğim masalların ne kadar da gerçek üstü, büyülü formlarda olduğunu daha iyi görebiliyorum.
O dar sokaklar, sokakların birleştiği yerde bulunan harabe kiliseler, hanlar, hamamlar, buhurdan, tütün kolonyası ve baharat kokulu çarşılar belleğimin en eski mekânları oldular. Gezintilerim boyunca kulağıma gelen hoyratlar, gazeller ise dilin, anlatının ilk formları gibi yerleşmişti zihnime. Bütün bunlar tercih dışı, kendimi içinde bulduğum çocukluğumun evreniydi. Daha ileriki dönemlerde başlayacak olan öykü yazma arzum kaynağını bütün bunlardan aldı olsa gerek.    
Yazılı edebiyata ilgimin artması ise ortaokul dönemlerime gidiyor. Şehirde kırtasiye ürünü kitapların satıldığı yerler ve cadde üstündeki birkaç kitap sergisi dışında pek kitapçı yoktu. Bir tek Sin Kitabevi vardı o da 90’lı yılların politik atmosferinde kapatılıp duruyordu. Başkasının önerisi olmadan aldığım ilk kitap Gogol’ün “Bir Delinin Hatıra Defteri” idi. Hatırladığım kadarıyla Varlık Yayınları baskısıydı. Onu da jelatinlenmiş şekilde bir yer sergisinden almıştım. Kitaptaki “Palto ve Burun” öykülerini kaç defa okuduğu hatırlamıyorum bile. Palto’nun kahramanı Akaki Akakiyeviç uzun bir süre bir hayalet gibi etrafımda dolanıp durdu. Pek tabi ardından edebiyat klasikleriyle geçen yıllar oldu. Fakat “Palto” bir arayışın, arzunun, anlamın imgesi olarak belleğimde sürekli takılı kaldı.

  


Siyah önlüklü, beyaz yakalı, hazır ol komutlarıyla geçen ilkokul dönemlerinin hemen ardından gelen doksanlı yılları daha renkli ve en çiy haliyle hayata nüfus eden popüler kültürün gölgesinde yaşayan bir kuşağın ferdiydim ben de. Bir taraftan da şiirli kartpostalların, şiirsel afişlerin duvarlara asıldığı dönemlerdi. Dünyaya evrensel değerlerden bakıp, uydurma yüceliklerin dışında kalmayı tercih ediyor ve eşitliği savunuyorsanız eğilimleriniz de emekten yana oluyor. Bu anlamda bizden önceki kuşağın devrimci anıları, şairlerin, yazarların tüm zorluklara, maruz kaldıkları kötülüklere karşı duruşları ve bunları eserlerinde ustalıkla işleyişleri okur olarak beni de çok etkiledi. Nazım Hikmet, Sait Faik, Orhan Veli, Ahmet Arif, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve daha nicesi.
Olan biteni sorgulamanın yanında o hiçbir zaman gelmeyecek olan sevgiliye atfedilip okunan şiir dolu yalnız gecelerin romantizmi de apayrı bir süreç olarak eğilimlerimizi belirliyordu. Cemal Süreyya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Özdemir Asaf bu durumun müsebbibi olmuşlardı. Hem toplumsal hem de duygusal süreçlerin içindeyken ben de kuşağımın yazmaya yeltendiği ve tutunduğu ilk tür olan şiirle kendimi ifade etmenin yollarını arıyordum. Çok sayıda acemice denemelerim olmuştu. Varoluşsal dünyamızı kendi içsel bakışlarıyla sarsan hatta kimi zaman benlik sorgulamalarına yol açıp içinde yaşadığımız topluma karşı birey olmanın o derin yalnızlığını bize fısıldayan Ferit Edgü, Tezer Özlü, Onat Kutlar, Yusuf Atılgan, Nilgün Marmara ve dil ustalığı söz konusu olduğunda belleğimdeki yeri apayrı olan Bilge Karasu ile geçen lise sonrası dönemler daha çok öykü, roman kısaca düzyazıya olan ilgimin pekişmesini sağladı.
O kuşkulu bakış, sorgulama isteği, kutuplu dünyaların(aile-toplum-inanç-kapitalizm-sosyalizm) arasına sıkışmış yaşamı anlama ve bilgi hevesiyle üniversitede felsefe okumayı tercih ettim. Edebiyata olan ilgi nasıl olsa daha geriden geliyor ve kendiliğinden devam ediyordu. Felsefenin olanaklarıyla edebiyat bir araya gelince daha başka bir görme biçimi çıkıyor insanın karşısına. Dil ve düşünce süreçleriyle ortaya çıkan metinler insanı daha çok içine çekip sarsıyor. Bu anlamda üniversite yıllarım daha çok düşünsel yönü ağırlıklı olan metinleri okuma ve bu minvalde metinler, öyküler yazma denemeleriyle geçti. Bir nevi edebiyatın kutsal metinleriyle geçen ritüel gibi süreçlerdi. Rilke, E.A.Poe, Borges, Kafka, A. Camus, J. Joyce, Nietzsche, Foucault, Deleuze… Özel ilgi alanı olarak öykü türü daha bir baskın olmaya başladı. Zamanımın çoğu bu baskın yönelimle hem dünya edebiyatında hem de kendi edebiyatımızda yer alan öykücüleri tekrar gözden geçirmek, metinlerini anlamak için geçiyordu.   
Fiili anlamda süreklilik ihtiva eden yazma etkinliğim ise iki binli yılların sonunda Atlas Dergisi’yle yolumun kesişmesine dayanıyor. Atlas için yolculuklara çıkmaya başladım. Özellikle yurtiçi yolculuklarım kentlerimizi, toplumsal farklılıklarımızı/çeşitlilikleri, kültürlerimizi daha iyi anlamaya, yaptığım röportajlarla Anadolu insanını daha çok tanımama olanak sağladı. Yolcuklarla beraber sosyokültürel, arkeoloji, doğa ve kent içerikli çok sayıda yazım yayınlandı. Öykülerimin akışını, biçemini de ağırlıklı olarak bu tanıklarım oluşturmaya başladı. “Yıldızlı Gece” ve Büyük Umutlar Müzikholü” isimli kitaplarımdaki öykülerin çoğu bu tanıklıklardan oluşuyor.    




Bir metni zengin kılan unsurların karakter, mekân, olay ve pek tabi düşünsel arka plan zenginliği olduğu kanaatindeyim. Bunlar da yalnızca masa başında ortaya çıkan şeyler değil ki bence metnin kendisi anlatılanı yazarının yaşayıp yaşamadığını belli eder bir şekilde. Yazma eğilimim de bu ilişki biçimiyle ortaya çıktı diyebilirim. Gördüklerimi, sadece görünen biçimleriyle değil, gördüklerim karşısında düşündüklerimi de ifade edebilme arayışı yazmaya götürdü beni.
Kendimi ifade edebilmenin yegâne aracı olarak ortaya çıkan yazma giderek eylemim haline geliyor. Yazmayınca eylemsiz, durağan, yerinde sayan bir yaşam formuna hapsoluyor gibi hissediyorum. Düşünsel süreçleri, kişisel dönüşümleri bir tarafa bırakarak söylersem, Gogol’un Paltosu’ndan hâlâ kurtulamadım, nereye gidersem gideyim, kaldığım herhangi bir odanın duvarındaki çivide asılı duruyor, hayalet gibi beni takip ediyor…     
M. Sait Taşkıran

*Bu yazı ilk kez 20/12/2019 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır. 



* Bu yazı ilk kez 20 Aralık 2019 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır. 

19 Aralık 2019 Perşembe

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 20

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Çocuklar her zaman kendilerinden verirler, canlılıklarını, kahkahalarını ve sevgilerini. Onların sunduğu hediyeleri almak için kendinize bir davet sunun, onları takdir edin ve onlardan öğrenin.

Haftanın Mindful Alıştırması 
Birlikte büyüyün ve aile bağlarınızın gelişmesini izleyin.

Ben ne düşünüyorum?
Çocuklarla yaşamanın en güzel yanı aramazken bulduğumuz hediyeler. Hayat onlar için devasa bir oyun alanı... Gün içinde pek çok kez bizi de oyuna davet ediyorlar aslında. Arada bir yavaşlamak ve davetlerini kabul etmek bizim hayatımızı daha çok zenginleştiriyor. Ne de olsa oyun alanlarını yitirmiş olan biziz.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum? 
Son haftalarda mesleğe bağlı boyun, omuz, sırt ağrılarından kurtulmak ve kasılan kaslarımı gevşetmek için basit yoga alıştırmalarından faydalanıyorum. Çoğu zaman Deniz uyuduktan sonra yaptığım alıştırmalara eşlik ettiği bir gün tam bir eğlenceye dönünce bunu bir aile aktivitesine çevirdik. Uyku öncesi üçümüzün bir araya geldiği, güldüğü, Deniz'in babasına bir şeyler öğretme, yanlışlarını düzeltme fırsatı bulduğu bir alana döndü. Yeni oyuna daveti, bir süredir kapalı balkonda duran büyük bir posta kutusunu andıran Çiçek Sepeti kutusu. Ön yüzü şeffaf kutuyu, kapısının önüne posta kutusu olarak bıraktı ve kapısının kapalı olduğu zamanlarda kullanabileceğimizi duyurdu. Beklenen mektubu yazmaya koyulmalı.

Deniz'in geri bildirimi ne? 
Herkesin bizim hakkımızda birtakım değerlendirmeleri, fikirleri var, eh bizim de var. Deniz'in de var mı diye merak ettim, sordum. Kendisini komik bulduğunu, etrafındaki insanları neşelendirmekten hoşlandığını öğrendim. Gündelik yaşamın içinde, normal işlerimizi ve iletişimimizi sürdürürken bizi oyuna davet ettiğinde kabul eder ve neşelenirsek bundan mutluluk ve gurur duyduğunu görebiliyorum.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
Öykü dosyamı yayınevine teslim ettim. Kendimi nadasa bırakacağım, bir süre kurmaca yazmaktan uzak duracağım, daha çok sokağa, insana, oyuna karışacağım bir dönem beni bekliyor. Kızımın cömert tekliflerini daha çok kabul edebileceğim için heyecanlıyım.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum? 
Öğrenme, merak etme, değişme, gelişme güdülerimi diri tuttuğum için, hevesimi kaybetmediğim için kendimi takdir ediyorum.


Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 18
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 19














17 Aralık 2019 Salı

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 19

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları:
Başkalarının iyiliğine katkıda bulunmak, sizin olduğu kadar çocuğunuzun da temel ihtiyaçlarından birisidir.
Çocukların doğasında verme isteği yatar, onların sunduğu hediyeleri fark etmek ve almak ebeveynler için de esinleyicidir.

Haftanın mindful alıştırması
Bu hafta çocuğunuzun başkalarının iyiliğine katkı sunmak amacıyla sundukları hediyeleri fark edin ve takdir edin.

Ben ne düşünüyorum? 
Büyüme çağında izlediğim Amerikan dizilerinde yerli yersiz kullanılan, benim günlük yaşam pratiğimin hiçbir yerine oturmayan, uymayan "Seni seviyorum", "Seninle gurur duyuyorum" cümlelerini oldukça tuhaf bulurdum. Şimdi üzerine düşündüğümde çocuğun onaylanma, takdir edilme ve kutlama ihtiyaçlarını giderdiğini düşündüğüm bu ifadeler, çocuğun kendi öz kaynaklarının farkına varmasını, başarısıyla gurur duymasını sağlıyor ve onaylandığını, sevildiğini, gözetildiğini duyuruyor.
Bunu duymadan büyümek sıkıntıya, telafi etmesi zor bir yaşam imtihanına bile dönebiliyor. O yüzden inandırıcılığı kaybetmeden, doğal bir şekilde gündelik dile sokmak ve kullanmak gerek.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum?
Deniz sevilen bir çocuk. Bunun farkında olduğuna inanıyorum. Bununla beraber hayatımıza kattıkları konusunda cömert olmak, bu fırsata oyunsu bir arayışla yaklaşmak, ona övgü topları fırlatmak, bunu yaparken sıradan olanla yetinmemek, yaratıcı olmak eğlenceli olacak diye düşünmüştüm. Umduğum kadar çok dile getirme fırsatı bulamasam da hediyelerinin farkına daha çok vardım.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Takdir edilmekten, onaylanmaktan hoşlanmayan var mı! Deniz de hoşlanıyor. Bununla beraber yerli yersiz övgü ve aşırıya kaçan iltifatlar inandırıcılığı sarsıyor. O zaman çocuğum olduğu için her şeyi beğendiğimi düşünüyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Bu haftanın ipucu ve mindful alıştırması hakkında düşünmek, Deniz'in bana ve diğerlerine sunduğu hediyeleri, katkıları fark etmek ve onu takdir etmek bana iyi geldi. Kimseleri beklemeyip kendime de ara ara övgü topları fırlatabilirim.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Düşünmek ve yazmak kendi içimde, kendime dair yeni şeyler öğrenmemi sağlıyor her defasında. Bir defa bilincin ışığına çıktığında kimi davranış kalıplarının, döngülerini kırılmasına dahi yardımcı oluyor. Kendimi tanıma yolculuğunu devam ettirme konusunda istekli olduğum, çabaladığım için kendimi takdir ediyorum.

Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 18




13 Aralık 2019 Cuma

HAYAL KADAR KIRILGAN HAYAT KADAR GERÇEK*



    2016 yılında kaybettiğimiz İrlandalı yazar William Trevor İngiliz dilinde yazan en iyi öykü yazarları arasında gösteriliyor. Çok sayıda öykü ve romana imza atan Trevor'un dilimize çevrilen tek yapıtı Yağmurdan Sonra adlı öykü kitabı. Püren Özgören'in çevirdiği Yüz Kitap tarafından yayımlanan kitapta on iki öykü yer alıyor. Öyküler genellikle İrlanda'nın kırsalında geçiyor. Öykü kahramanları çoğunlukla yalnız insanlar. Varlıklarını sürdürmek için yalan söylüyorlar, gerçeği gizliyorlar, aldatıyorlar, aldatılıyorlar, tökezliyorlar. Öyküler küçük bir anla başlıyor, genişliyor, geçmişle şimdi arasında kerelerce gidip geliyor ve serpiliyor. Zaman, Trevor'un elinde kurmacanın en önemli kozu hâline geliyor. Verdiği bir söyleşide zamanı havaya benzeten yazar, zamanın her zaman orada olduğunu, insanları değiştirdiğini, karakterleri şekillendirdiğini söylüyor. Hafızanın da tıpkı zaman gibi karakteri şekillendirdiğini vurgulayarak “Hatırlama biçiminiz sizi siz yapar,” diyor. 

      Kitapta yer alan ilk öykü olan “Piyano Akortçusunun Karıları” yukarıda saydığımız karakteristikleri taşıyan, benim de kitapta en beğendiklerim arasında yer alan başarılı bir öykü. Öykü şöyle başlıyor: 
      “Violet piyano akortçusuyla adam gençken evlendi. Belle ise onunla yaşlı bir adamken evlendi. 
      Öyküde bundan daha fazlası vardı, çünkü piyano akortçusu Violet'i ilk eşi olarak seçerken Belle'i bir yana atmıştı, ikinci evlilik duyurulduğunda herkesin ilk aklına gelen şey bu oldu. “Eh, Belle'e adamın enkazı nasip oldu,” dedi mahalledeki çiftçilerden biri; hınçla, kinle konuşmuyor, yalnızca bir olguyu kendi bakış açısından dile getiriyordu. Diğerleri de onun gibi düşünüyordu, ama onlara kalsa meseleyi başka şekilde ifade ederlerdi.”

      İlk evliliğin üzerinden kırk yıla yakın zaman geçmiştir. Violet'i kaybeden, isminin Owen Francis Dromgould olduğunu öğrendiğimiz piyano akortçusu artık genç değildir. Saçlarına aklar düşmüştür. Dizindeki mafsal iltihabı daha da azmıştır. Üstelik de kördür. Nikah aynı kilisede kıyılmaktadır. Yazar, tören sırasında yaşananlara dair küçük ayrıntıların her birini geçmişe dönme ve her iki nikahı ve eşi kıyaslama fırsatı olarak kullanır. Bu sayede Violet ve ilk evlilikle ilgili pek çok şey öğreniriz. Örneğin piyano akortçusunun Violet ile evlenmeden önce birtakım etkinliklerde keman çalarak ve zamanla edindiği bir beceriyle iskemle ya da koltukların hasır oturaklarını onararak geçimini sağladığını, piyano akort etmeyi yeni öğrendiğini ve yalnızca hayır işi olarak gördüğünü. Bu beceriyi profesyonel zemine taşıyan Violet olmuştur. Eşini arabayla uzak köylere, kasabalara taşımış, yol masrafını da hesaba katarak hizmet için bedel tayin etmiş, bir sonraki akort tarihini günlüğe işleyerek takip etmiş, yıllarca bu düzeni devam ettirmiştir. Dahası geçen yıllar içinde adam, dünyayı, gittikleri evleri, geçtikleri yolları, evin içini, bahçeyi, dışarıda uzanan manzarayı Violet'in kelimeleri ile görmeye başlamıştır. Birlikte geçirilen uzun yıllar neticesinde çevresi ve içinde yaşadığı gerçeklik Violet'in kelimeleri ile biçimlenmiş, aydınlanmıştır. 

      Belle ise ilk gelinden beş yaş küçük ve çok daha güzeldir. Yıllar içinde fiziken çöken, kamburlaşan, pek de şık giyinmeyen Violet'in aksine hâlâ genç kız gibidir. Yıllarca aile işinde ağabeyleri ile çalışmış, onlarla yaşamaya devam etmiştir. Onlarla yaşadığı evin arka bahçesinde baktığı tavuklar dışında kendisine ait hiçbir şeyi olamamıştır. Şimdi evlenip Violet'in ailesinden kalan evde, Violet'in kurduğu düzen içinde yaşamak durumundadır. Tavuklardan gına geldiği için onları yanında getirmediğine pişmandır. Dokunduğu, kullandığı her şeyde Violet'in izi vardır. Kanlı canlı olan, yaşayan kendisi de olsa, Violet varlığını yalnızca eşyada değil aynı zamanda adamın tüm alışkanlıklarında ve gerçeklik algısında sürdürdüğü için Belle için için kızmakta, ev içinde küçük değişiklikler yapmakta, yalnızca kendine ait olanın sınırlarını genişletmeye çalışmaktadır. Belle'in Violet'in kör adamın gözü olduğunu algılaması öykünün dönüm noktasıdır. Bu andan itibaren Belle adamın piyano akort etmeye gittikleri her ev, tanıdıkları her yüz için çelişkili kelimeler kullanacak, eşinin algısını ve güvenini yerle bir edecektir. Piyano akortçusu ilk evliliğinde yalnızca fiziksel olarak kördür, şimdi psikolojik olarak da körleşmektedir. Trevor adamın bu kırılgan hâlini çok güzel aktarır. 

      “Owen Dromgould parmaklarını ağaç gövdelerinde gezdirmişti. Yaprakların dış çizgilerindeki farklılıklardan, ağacın cinsini söyleyebiliyordu; dikenlerinden katırtırnağı ile böğürtlen çalısını ayırabiliyordu. Kuşları cıvıltılarından, köpekleri havlamalarından, kedileri de bacaklarına temaslarından tanıyordu. Mezartaşlarındaki harfleri, orgdaki, kemanındaki jödorgları biliyordu. Kırmızıyı görebiliyordu; çobanpüskülündeki ve dağ muşmulasındaki yemişleri de. Lavantanın ve kekiğin kokusunu alabiliyordu. 
Bütün bunlar elinden alınamazdı. Mutfak dolaplarındaki topuzların rengi bir gecede atsa, solsa önemli değildi. Mutfaktaki porselen abajurda, daha önce duymadığı bir çatlak olsa, önemli değildi. Önemli olan, hayal kadar kırılgan bir şeye verilen zarardı.” 

      Adamın hayatı tümüyle çelişkiler yumağı olup çıktığında bile yeni eşine serzenişte bulunmak yerine durumu kabullenir. Hakkını talep ettiği için ona kızmaz. Ne de olsa haklar zarar vermeden, kırıp dökülmeden kazanılmayacaktır. Böylece dile getirilmeyenin ağırlığı, etkisi okurun içinde büyümeye devam edecektir. Trevor’ın yazarlıktan muradı da daha ötesi değildir.


   

                                                                                                              
Yağmurdan Sonra
Yazar William Trevor
Çevirmen Püren Özgören
Yüz Kitap
Öykü

* Bu yazı 9 Aralık 2019 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır. 

      

                      

4 Aralık 2019 Çarşamba

NASIL YAZIYORLAR? (21)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte yirmi birincisi: Behçet Çelik



Öyküler hakkında tek tek bir şey söylemem zor, hangisini nasıl saiklerle yazmaya başladığımı hatırlamıyorum, o yüzden romanlardan söz edeceğim. Dünyanın Uğultusu'nu yazarken çok basit bir fikir vardı kafamda. Üniversite sınavında hukuk değil işletme yazsaydım (ki çok popülerdi o zamanlar), peşinden bir şirkette çalışmaya başlayıp böyle bir kariyer edinseydim (ve edebiyata bulaşmamış olsaydım) nasıl biri olurdum? Böyle biri olmak nasıldır sorusuyla kalkıştım diyebilirim o romana. Yine de adamı işi gücü varken değil de işsizken, öyle ortada kalakalmışken düşündüm. Bu kişisel krizin adamın dünyasına girmek için daha uygun bir imkân sunacağı da belli belirsiz vardı kafamda. Yazmaya başlarken sürdüreceğimi de sanmıyordum, el yordamı, sıkılınca bırakırım diyerek başlamıştım, olaylar yazdıkça ilerledi. Bir yıl kadar sürdü yazılışı, hangi bölümünü nerede, nasıl tasarladığımı bile hatırladığım bir süreçtir. Heves bahsinde de şunu söyleyebilirim. O yıllarda okuyup çok sevdiğim iki roman, Bir Kadının Penceresinden ve Bir Solgun Adam gibi bir roman yazmak istiyordum. Çarpıcı olmayan bir hayat sessizce çarpıldığında, neler olup bittiği...
Soluk Bir An'ı ise gençliğinde çarpılırcasına hiç âşık olmadığını söyleyen bir tanıdığımın orta yaşın eşiğinde âşık olmasından esinlenerek yazdım. Böyle bir adam nasıl yaşar aşkı sorusunun peşinden gitmeye çalıştım. Aşkta gecikmiş, başka şeyleri çok geride bırakmış, kendine kapalı bir dünya kurmuş, kendisinden beklenenleri iyi kötü yerine getiren bu adam için aşk da bir kriz haliydi. Bir de yazmaya başlamadan önce zamanların karıştığı bir anlatım kurma fikri vardı kafamda. Şimdiki zamanın geniş zaman gibi kullanılması, geçmiş zamanla şimdiki zamanın belirsizce yer değiştirmesi. Bunu denemek isteğiyle romanın kurgusunun kafamda belirmesi aşağı yukarı aynı zamanlara rastladı. Buna paralel olarak üçüncü tekil kişinin neredeyse birinci tekil gibi anlatmasını istiyordum. Tam olarak bilmiyordum, belki sadece seziyordum, üçüncü kişiyle birinci kişinin bu denli yakın olmasının bir imkân sunabileceğini. Sonuçta, ortaya çıkan romanda -var idiyse- böyle bir imkândan ne ölçüde yararlandığımı da kestiremiyorum. Başta planladığım şekilde yürümedi, kurgu olarak da, anlatım olarak da, ama yürüdü, romanın akışı yazdıkça ortaya çıktı.
Kaynak:
Kurbağalara İnanıyorum
Edebiyat Üzerine Yazışmalar
Barış Bıçakçı . Behçet Çelik . Ayhan Geçgin
İletişim Yayınları


















3 Aralık 2019 Salı

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 18

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
İhtiyaçları karşılamak bir süreçtir. İlk adımı da ihtiyaçları belirlemektir. Bu ihtiyaçları karşılayacak gibi görünen stratejileri belirlemek, bu doğrultuda harekete geçmek daha sonraki adımlardır ve sizin sürece inanmanızı ve etkin kullanmanızı sağlar.

Haftanın mindful alıştırması:
İhtiyaçlarınızı gideremeyeceğinizi düşündüğünüzde, hangi adımın sizin için zor olduğuna dikkat edin ve becerilerinizi geliştirmek için bu konuya odaklanın.

Ben ne düşünüyorum?
Bana göre ebeveynliğin en zorlayıcı yanı farkında olmadan "fix it" modunda gezmemiz. Bebekliğinden itibaren tüm ihtiyaçlarını giderdiğimiz, bizim yardımımız olmadan hayatta kalamayacak çocuğun büyüdüğünü görmek, yavaş yavaş kendi ihtiyaçlarını gidermesi için alan bırakmak, düşünmesine, hissetmesine, çözüm bulmasına izin vermek, geride durmamız ve müdahil olmamız gereken yerleri doğru tespit etmek kolay değil. Tek ve herkes için geçerli bir reçete olmadığına göre en doğru şey çocuğu gözlemlemek ve sınırlarını sağlıklı bir şekilde büyütmesine olanak vermek. Hayat hızla akarken, çoğu zaman otomatiğe bağlı yaşarken bazı değişimler gözden kaçıyor, verilmeyen alan da çatışma olarak kapıya dayanıyor.
İpucunda değinilenler içinde beni en çok çarpan yer, ihtiyaçları belirlemeye öncelik vermek, stratejiye ve çözüme ulaşmaya çalışmadan burada yeterince durmak önerisi oldu. Bu aşamada sessizce şu sorulara cevap arayabilirim.
Bu durumu çözmesi gereken kişi ben miyim? Benim çözmeme ihtiyacı var mı? Onun yanında mıyım, dinliyor muyum? Yoksa akıl mı veriyorum? Nerede duracağım? Yol göstermek ve ne yapacağını söylemek arasındaki farkın farkında mıyım?

Deniz'le nasıl paylaşıyorum?
Bu konuda her zaman aynı şekilde, tutarlı davrandığımı söyleyemem. Kendi merkezimde kalıyorsam, sonuçlar şahane. Gözlemlemeyi, duygularını tahmin etmeyi, nereden kök saldığını sorularla tespit etmeyi başarabiliyorum. Bu aşamadan sonra eskiden akıl da verirdim. Şimdi göstermeyi ve bulduklarıyla ne yapacağına karar vermesini bekliyorum. Gerekiyorsa fikrimi, önerimi söylüyorum. Bir yetişkin bile yıllarını "Ben ne kadar da şanssızım. Her şey beni bulur zaten!" diyerek geçirebiliyorsa bir çocuk niye beş on dakika daha fazla o duygunun ve düşüncenin içinde kalmasın. Burada kalmasına itiraz etmeyince, onu içine düştüğü çökkün ruh hâlinden çıkmaya teşvik etmeyince, odak dağılmayınca, dile getirmediği başkaca sebepler de çıkıyor. Bu sayede  durumunun gerçekten farkına varıyor, duygularını baskılamasına gerek kalmadan bu hâlin içinden sıyrılıp geçiyor.
Yorgun, daha sabırsız olduğum zamanlarda, ben de sarmalın içine çekildiysem, salınıyorsam, sese tahammülümün azaldığı bir andaysam hızla çözüme varmak istiyorum. Akıl veriyorum. Stratejiler sunuyor, birini seçmesini, dahası ikna olmasını, sakinleşmesini umuyorum. Bu telaşın içinde benimle ilgili bir de endişe var aslında. Ne kadar da küçük şeylere takılıyor. Eyvah! Ya hayatı boyunca bardağın boş tarafını görenlerden olursa? Ya geleceğini, umudunu tek bir isteğe, tek bir sonuca bağlar da mutsuz olursa? Bir gün bunu fark edip pişman olursa?
Deneyim anneden çocuğa bir çırpıda aktarılacak bir şey değil. Sağlıklı bir takip mesafesinden yaşamasına, öğrenmesine olanak sağlamaya devam etmek gerekiyor. Bu da kendime hatırlatmam olsun.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Empatiden uzak çözüme yakın anne sürümü konuşuyorsa Deniz daha çok kızıyor, sesini yükseltiyor. Adeta öfkesinde haklı olduğunu, bunun çok önemli olduğunu bana ispata uğraşıyor. Ve beni buna ikna etmeye çalışırken kendi iç dünyasına bakması da mümkün olmuyor. Ya da süre uzuyor.
"Kızgın olduğunu ve şu durumdan kaynaklandığını düşünüyorum neler oldu?" diye sorarak yaklaştığımda yavaş yavaş çözülüyor. Durumun düşündüğü kadar vahim olmadığını fark ediyor. Çözümü daha kolay buluyor ve sakinleşiyor. Tecrübeler, Deniz'in bir akıl hocası ya da antrenör istemediğini, destekleyici bir annenin eşliğinde kavramak ve çözüme varmak istediğini gösteriyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Birkaç gündür bu yazıyla ilgili düşünüyordum. Nereden başlayacağımı, hangi fikre tutunarak ilerleyeceğimi ve yazı bittiğinde nerede olacağımı merak ediyordum. Hâlâ aynı fikre tutunacak mıyım? Yoksa yazının beni taşıdığı yerde çok daha taze, güvenilir bir bilgiye mi ulaşacağım? Yazarak düşünmek sık yaptığım bir şey. Tutunmam ve bırakmam gereken alışkanlıkları daha iyi görmemi sağlayan sıkı bir dost. Onunla sohbeti sürdürmeye kararlıyım.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Bu günlükleri tutmasaydım, aşırı korumacı bir ebeveyn olur, çocuğun büyümesi, gelişmesi için gerekli alanı farkında olmadan daraltma eğiliminde olurdum. Dahası onu aşırı korurken kendi istek ve ihtiyaçlarımı öteler, görmezden gelir ve giderek daha mutsuz ve renksiz birine dönerdim. Tüm bunları fark edecek araçlara sahip olduğum için memnunum.

Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.



29 Kasım 2019 Cuma

Kiminle başladı?

Uzun zamandır okumak istediğim bir kitap "Seninle Başlamadı". 
Kitap, Freud'un ve Jung'un bilinçaltında kalan hiçbir şey yok olmaz, kader ve talih olarak yüzeye çıkar teorisinden yola çıkarak hem şahsi hem de aile travmalarımızın çözülmediğini, yani bilinç üstüne çıkmadığı müddetçe tekrarladığını iddia ediyor. Dayanağı Freud'un "Yineleme takıntısı" olarak tanımladığı kavram. Yineleme takıntısına göre bilinçaltından kaynaklanan o şey kusursuzca görevini yapıyor çünkü bilinçaltı çözülmemiş şeyleri hatasız yapmak üzere tekrar etmeye programlı. Üstelik bu takıntı yalnızca kendi şahsi travmalarımızdan el almıyor, hiç tanımadığımız atalarımızın travmalarından dahi aktarım mümkün. Aile dizilimi de benzer bir prensibe dayanıyor. 

Aile travmasının sonraki kuşaklara aktarılması kısmı biraz karışık. Kabul etmek etmemek size kalmış. Ben iddiayı (mealen) paylaşayım: 
Travma esnasında zihin, beden donup kalıyor, kişi yaşadığı deneyimi kelimelere dökemiyor, başlangıç, gelişme, sonuç şeklinde dökümünü yapamıyor. Kendine izah edemediği yerleşik korkuları ve geçmiş travmaları çağrıştıran örüntülerle karşılaştığı zaman kendini korumaya alıyor, eski, bildik tepkilerini veriyor çünkü hepimizin en temel ihtiyacı hayatta kalmak. Eh yaşadığına göre bir önceki sefer işe yaramıştı. O zaman aynı örüntüyle her karşılaştığında benzer bir tepki verebilir. Böylece kendisini olayların, kişilerin, mekânın değiştiği ama davranış kalıplarının ve sonuçların değişmediği bir pozisyonda buluyor. Buraya farkındalık getirmediği sürece de döngü yineliyor. 

Travmanın aktarımı konusunda biraz daha bilimsel açıklama için Hollandalı psikiyatrist Bessel van dor Kolk'a başvuralım. Travma sonrası stresle ilgili ulaştığı bilgiler ilgi çekici zira. Kolk'un araştırmaları travma sırasında beynin mevcut ânı deneyimlemekten sorumlu bölümü olan mediyal korteksin konuşma merkezinin kapandığını gösteriyor. Bunun sonucunda kişinin yaşadığı travma deneyimini dile dökme becerisi azalıyor, kelimeler yetersiz kalıyor ancak travma, etkisi ve sonuçları bir yere kaybolmuyor. Özellikle terk edilme, intihar, bir çocuğun ya da ebeveynin erken ya da ani, trajik ölümü gibi şok dalgası yaratan travmalar sonraki nesillere aktarılıyor. Travmatik bir olay neticesinde hücrelerimizde gelişen kimyasal değişiklikler aktarıldığı için kişi atalarının geçmişte yaşadığı travmalardan kaynaklı sıkıntıları da hissediyor. Hatta hissetmekle kalmıyor bu travmalara karşı daha güçlü ve dayanıklı olması da sağlanmış oluyor. Bu kısmı evrimi ve hayatta kalmayı destekliyor.  Peki ama ya bu aktarımlar yineleyen davranış kalıpları ve otomatik reflekslerle bağlantı kurmamızı engelliyorsa? Kitabın ilerleyen bölümleri örnek vakalar ve birtakım alıştırmalar ile okura bu döngüyü aşmanın yollarını da gösteriyor. Meraklısına... 



Seninle Başlamadı 
Yazar Mark Wollyn 
Çevirmen Mine Madenoğlu 
Yayınevi Sola Unitas 




27 Kasım 2019 Çarşamba

Harry Potter kadar güzel gençlik kadar uzak


Harry Potter kadar güzel
Ara tatil Harry Potter filmleriyle geçti. Her film, bir dolu yeni soru bıraktı kucağımıza. Bildiklerimiz doğrultusunda, gelecek olanı tahmin etmeye çalıştığımız, gördüklerimizin, duyduklarımızın içimizden taştığı, yalnızca Harry Potter'dan bahsetmek istediğimiz, kızımın resimli, yazılı, soru işaretli pusulalar çiziktirdiği unutulmayacak bir deneyim. Çok sevdiğiniz bir filmi, kitabı keşfetmenin, yavaş yavaş içinde yürümenin heyecanı ve bitmesinin hüznü işte, bilirsiniz. Bu heyecan ve hüzün aynı anda gözlerinden ve içinden taşarken ince çocuk dudaklardan tel tel dökülen bir de soru: "Şimdi Harry Potter kadar güzel bir şeyi nasıl bulacağız anne?"
Bazı şeylerin güzelliği onların biricikliğinde saklı değil midir?
                                                                          *

Gençlik kadar uzak 



Henüz kayıt olmazdan önce, ablam fakülteme ilk kez yerini öğrenmek için gittiğinde kampüsteki iki binadan birinin bodrum katından bu şarkının yükseldiğini duymuş. Kim bilir kimin gitarından çıkan bu şarkıyla gelecek günlerime dair iyimser ve umutlu resimler çizmiş. Her dinlediğimde ablamın ilk izleniminden gelen iyimserlik ve umutla eski günlere ışınlanmam, oturmaktan hoşlandığım merdivenleri, ağaç gölgelerini, Fulya'ya inen yokuşu, Kadıköy-Beşiktaş vapur hattını, kimi kitap okuduğum, kimi uyukladığım, kimi neşeli, kimi hüzünlü sohbetleri hatırlamam bundan. Dile kolay yirmi beş yıl geçmiş üzerinden. O günlerde zamanın bu kadar hızlı geçeceğini, her birimizi farklı kentlere, yaşamlara iteceğini tahmin etmek zor değildi elbette ama düşünmek (başımızda esen kavak yellerinden mütevellit) yakışık almazdı. Düşünseydim, düşünebilseydim çok daha itinayla yaşardım oysa, hakkını daha çok vererek, daha az korkarak, gelecekle ilgili kaygıları bir yana bırakarak. Yalnızca gençliğin verdiği tatlı telaşların içinde kaybolmayı, büyümeyi tercih ederdim ama geri dönmek ve bir şeyleri değiştirmek mümkün değil. Son yıllarda dilime pelesenk ettiğim üzere her evet, bir başka seçime hayır demektir, her hayır ise bir başka patikaya açılan evet. Yürüdüğüm patikaların bir kısmı beni hiç de karşılaşmak istemediğim yerlere çıkardı. Geri dönüp temize çekmek istediğim anlar oldu, hem de pek çok kez. Buna rağmen daha derinde yatan gerçeğin ayırdına varmadan geçti yıllar. Şimdi biraz olsun anladığımı düşünüyorum. Belki yine yanılıyorum, belki yine ıskalıyorum. Bugünden geçmişe ya da geleceğe bakmak hep yanlıdır ne de olsa. İnsan en çok şimdinin içine sarılmalı, öyle ince teğelle değil, sımsıkı bir dikişle, hem de çift dikişle... Bilirim ama geçmiş güzel günlerde kalır aklım. Takılmış plak gibi orada yaşamam ve yaş almam. Daha çok güvenli bir barınak gibi görürüm. Fırsat buldukça, hayat beni yordukça gider gider orayı kazırım. Görünenin altına iner, kendimi bilme yolunu oradan açarım. Yaradılış işte.  Geçmişi bunca sevmeme rağmen elimde bir teselli verecek fotoğraf da pek yoktur. Çelişki mi? Pek sayılmaz. Gözle kalp arasına giren her şeyden, gerçeğin sureti bile olsa hoşlanmıyorum. Geçen yıllara, bunca kayıt kolaylığına rağmen az fotoğraf çekmemin, görünmek ve göstermekten haz etmiyor olmamın sebebi bu işte. Anılara ve belleğe güvenmeyi tercih ediyorum. Hâl böyleyken fotoğraf albümleri yerine günün içinden çıkagelen şarkılar, eşyalar, olaylar fırlatıyor beni, zembereğinden boşalan yay misali uzaklara taşıyor. Aşırıyor yolları, yılları. Flu anıların içine bırakıyor. Mesela bir bahar gününe, öyle belirli, özel bir âna da değil üstelik, arkadaşlarla çevrili, olağan buluşma alanlarının henüz yitirilmediği, kalabalık günlerden birine, belki de en sıradan olanın içine...


NASIL YAZIYORLAR? (20)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte yirmincisi: Margaret Atwood



Kanadalı yazar Margaret Atwood yazmakta fazla zorlanmıyor. Fikirler kendisini bulduğunda peçetelerin, restoran menülerinin üstüne, gazetelerin kenarına notlar alıyor ve hikâyenin nasıl gelişeceğine ilişkin kaba bir başlangıç yaptıktan sonra geriye dönüyor. Atwood bu süreç boyunca bilgisayar ve el yazısı arasında mekik dokuyor, ortaya bir anlatı çıkar gibi olunca da aldığı çıktıları yeri dizerek sıralarıyla oynuyor. "Sol elinizi masaya koyun, sağ elinizi havada tutun. Yeteri kadar bu şekilde beklerseniz, bir konu bulursunuz," diyen Atwood, bu yöntemi kullanıp kullanmadığı sorulduğunda "Hayır, hiç zorunlu kalmadım," yanıtını veriyor.

Kaynak: "Nasıl Yazıyorlar?" Notos Öykü Sayı 19 Deniz Korkut'un yazısı Alexandra Alter'ın Wall Street Journal için yaptığı araştırmadan derlenmiştir.

Margaret Atwood masterclass adlı websitesi üzerinden verdiği yaratıcı yazarlık derslerinin tanıtım videosunda daha fazlasına da değiniyor.



23 Kasım 2019 Cumartesi

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:17

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Çatışma genellikle kaçınılması gereken bir şey gibi görülür; ebeveynler çatışma geliştiğinde kendilerinde ya da çocuklarda bir sorun olduğunu düşünme eğilimindedir.
Çatışma size çözüme ihtiyaç duyulan bir sorunu göstermektedir. Çatışma kendinizin ve diğer insanın ihtiyaçlarıyla derin bağlantı kurmanız için bir fırsattır.
Onu hoş karşılayın.

Ben ne düşünüyorum?
Çatışma genellikle hoşlanmadığım, kaçındığım bir şey. Sırf bu yüzden beni rahatsız eden konular hakkında konuşmayı geçiştiriyorum. Muhatabın karşısına "Neden?" sorusuyla çıkmak yerine dumanlı bulutları topluyorum başıma ya da bakış açımı değiştirmeye, kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Yaşım ilerledikçe biraz daha kolay sorar oldum nedenleri. Yine de içime içime konuşmak eski bir huy bende. Zihnim, çatışmayı çözüme giden yol olarak görmeye alışkın değil. Daha ziyade kavgaya eşitlediği için  eski alışkanlıklar kolayca devreye giriyor ve konuşmaktan imtina ediyorum ya da parlıyorum.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum?
Değil mi ki yetişkinim. İktidar benim ellerimde susmak yerine çatışmanın içine çekilebilirim. Yerleşik davranış kalıplarıyla otomatik refleksle tepki verebilirim. Deniz'le en kolay çatışmaya çekildiğim alana bir de örnek vereyim. Bir yerden dönüyoruz, güzel şeyler yapmışız ancak planladığımız bir şeye zaman yetmemiş, bir şekilde yapamamışız. Bu durumlarda surat asmasından ya da tatili, günü (her ne ise) yapamadıkları üzerinden değerlendirmesinden hoşlanmıyorum. İçimden bir nasihatçi fırlıyor. Akıl vermeye başlıyorum. Bardağın dolu tarafını görmek yerine boş tarafına odaklandığı için söyleniyorum. Çünkü bu bakış açısının hayatının geneline hâkim olmasından endişe duyuyorum.
Her zaman bu kadar otoriter yaklaşmıyor, gücü üzerine kullanmak yerine duygularını ifade etmesi için alan sağlıyorum. Bu benim için zor olan yol. Otomatik refleks vermek yerine düşünmem, kelimelerimi özenle seçmem gerekiyor. Sonucun daha tatminkar olduğunu söylememe gerek yok.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Yazarken yaşadıklarımla arama giren mesafe olanı biteni çok daha net görmemi sağlıyor. İşte bulduklarım: Surat asarken veya "Berbat geçti," derken Deniz çatışma çıkarmaya uğraşmıyor aslında. Yaşadığı hayal kırıklığını, üzüntüyü dile getirmeye çalışıyor. Duygusunu, düşüncesini ifade etmeye çalışırken ona verdiğim tepki muhtemelen kafasını karıştırıyor, güvenini sarsıyor. Sözlerim ve tavırlarım nasıl düşünmesi ya da davranması gerektiğine dair bir tahakküme dönüştüğü için kızıyor ya da küsüyor  muhtemelen ona kızdığımı, onaylamadığımı da düşünüyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Alışkanlıkların gücüyle ilgili sevdiğim bir söz: "Alışkanlıklar, bırakılmazlarsa ihtiyaç hâline gelirler." Yeni fark ettiklerim ışığında hareket edebilmeyi, otomatik refleks vermek yerine kendime düşünme zamanı tanıyabilmeyi arzuluyorum.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Yılların alışkanlıklarını, düşünme kalıplarını değiştirmeye, korkuların beni yönetmesine izin vermemeye, bilinçaltına ittiklerimi su üstüne çıkarıp dönüştürmeye çalıştığım için, kendimi tanıma, anlama ve değişim yönünde bitmeyen çabalarım için  kendimi takdir ediyorum.

Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.




6 Kasım 2019 Çarşamba

NASIL YAZIYORLAR? (19)*

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte on dokuzuncusu: Aysun Kara
* Bu yazı Kurmacabiyografiler için yazılmıştır.



Yaşamını sürdürebilmek için çalışmak zorunda olan pek çok yazar gibi ben de sıkışık zamanlarda yazıyorum. Yazmaktan öte öykülerimi iki arada bir derede çatıyorum. Her sabah uyandığımda o sıralar üzerinde çalıştığım neyse o gelir aklıma.  
Sanırım benim zihnim yıllardır ikiye bölünmüş durumda. Bölmeler arasından sızıntılar da oluyor tabii. Gün boyu işimi yaparken okuyup yazacaklarım zihnimde şekillenir. Bir yüzü kullanılmış A4 kâğıtları ikiye bölüp not almak üzere hastanedeki masamda tutarım. Bu küçük kâğıt parçalarına yazma işi kendi kendimin gözünü korkutmamak için yaptığım bir iştir. Gün boyunca uzun soluklu yazacak zamanım olmayacağını bilirim çünkü. Ben masamda bu kâğıtlara ufak tefek bir şeyler çiziktirirken hastam karşı masada az önce öğrettiğim egzersizleri yapıyor olabilir. Göz ucuyla onu izlerim, o elindeki hamurla parmak kaslarını kuvvetlendirirken benim zihnim bir gün önceden aklıma düşen öykü ucunu kovalar.  Kimi zaman da hastalarımdan birisinin randevusuna gelmeyeceği ya da geç geleceği tutar. İtiraf etmeliyim ki bu yarım saatlik zaman beni pek sevindirir. Hele o sırada üzerinde uğraştığım bir metin varsa değmeyin keyfime.
Yıllardır öğle aralarını oldukça verimli kullandığımı söyleyebilirim. On beş yirmi dakika içinde alelacele bir şeyler atıştırdıktan sonra neredeyse kırk beş dakikalık “özgür” bir zamanım olur. Bu zamanımı çoğunlukla bölük pörçük notlarımı birleştirerek ve üzerinde çalıştığım her neyse onunla uğraşarak değerlendiririm. Örneğin şu anda bu yazıyı da öğle arasında yazıyorum.
Akşam saatleri tabii okumak ve yazmak için yekpare zaman. Son yıllarda zorunluluktan yaptığım işleri (ev işleri, yemek gibi)  asgariye indirdim. Oğlum artık bir yetişkin, bana pek fazla ihtiyacı yok. Bütün bu sebeplerden çalışmaktan arta kalan zamanımın efendisiyim diyebilirim. Ertesi gün gidilecek iş mecburiyeti yüzünden geç saatlere kadar çalışmam mümkün olmuyor. Hafta sonlarımı planlarken de tabii edebiyat her zaman başrolde. Ev düzenim de edebiyat odaklı yaşantıma uygun haliyle. Evde yer tutan en önemli eşya kitaplar, defterler. Çeşitli boyuttaki defterlerim aslında epey düzensiz bir biçimde ya da yalnız kendi bildiğim bir düzen içinde sınıflanmıştır. Çalışma masam ve odam olmasına rağmen çoğu zaman salondaki koltukta kâğıt yığınının içinde çalışırım. Nerede yazarsam yazayım, kimi zaman uyku saatim de dahil olmak üzere günün her saatini okumak ve yazmak düşüncesiyle geçiriyorum.   



1 Kasım 2019 Cuma

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:16

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Kıymetli zamanınızı neyin yürümediğini göstererek harcamak çocukla ilişkide yaygın bir durumdur ve çoğunlukla hem sizde hem onda hayal kırıklığı, kaygı ve cesaret kaybına yol açar.
Bu hafta neyin yürüdüğünü, iyi gittiğini fark etmeye başlayın. Her gün başarılarınızın birkaçını kutlama alışkanlığı kazanın. Çocuğunuz eninde sonunda eğlenceye katılmak isteyecektir.

Ben ne düşünüyorum?
Bu yalnızca çocukla sürdürdüğümüz ilişkiye dair bir mesele değil bence. Çoğu zaman, çoğumuz hayatında yanlış ve eksik gidenlerin sesini daha gür duyuyor diye tahmin ediyorum. Takdir etmek ve şükran duymak, bunu gündelik hayatın her ânına eklemlemek hayat kalitemizi nasıl da artırır halbuki.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum?
Sabah biraz geç çıktık evden. Otoparka girdiğimde çıkışım tamamen engellenmese de sabah sabah epey manevra yapmam gerekeceğini gördüm. Ya da rampayı geri çıkarak sokağa dik ve hızlı bir çıkış yapmalıydım. Kısacık bir tereddüt ânından sonra "Yürüyelim," dedim Deniz'e. O dünden razıymış. Hemen hızlandı. Yokuş aşağı saldık kendimizi. Elimi bu sezon ilk kez giydiğim montumun cebine soktuğumda teşekkür nesnesi olarak kullandığım tespih tanesini andıran minik kozalağa değdi parmak uçlarım. "Bak ne buldum?" dedim neşeyle. Ve adet olduğu üzere üç teşekkürümü sıraladım.
Dün akşam işten geldiğimde hazır bulduğum yemekler için baboşa
Yatağına girip sokulduğum ve sarıldığım için Deniz'e
Hikâyelerimi değerlendirip düşüncelerini benimle paylaşan arkadaşıma

Bu teşekkürleri formata çevirmeye çalışayım:
Toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda kızıma doğru rol model sunan bir babası olduğu için şanslıyım.
Kızımla aynı çatı altında sağlıklı, huzurlu yaşayabildiğim, onun ihtiyaçlarını karşılayabildiğim için şanslıyım.
Hayallerimi, isteklerimi gerçekleştirirken beni destekleyen arkadaşlarım olduğu için şanslıyım.

Deniz'in geri bildirimi ne?
İpucunda öngörüldüğü üzere Deniz oyunun çağrısını aldı -evveliyatı dolayısıyla aşinalığı vardı_ ve eğlenceye katıldı. İşte onun teşekkürleri:
Arabayı oraya park ettiği için kırmızı arabaya (oyun ve eğlence ihtiyacı)
Benimle 13 kez bilye oynadığı için baboşa (oyun ve eğlence ihtiyacı)
Ayaklarımı sıcak tuttuğu için botlarıma (mevsim koşullarına uygun giyinme, korunma ihtiyacı)

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
İhtiyaçlarımız karşılandığı sürece kendimizi çok daha mutlu, huzurlu ve güvenli hissediyoruz. Dünyada en temel ihtiyaçları karşılanmayan, savaş, açlık, işsizlik nedeniyle göç eden yüz binlerce çocuk olduğunu düşününce sahip olduklarımız için şükretmemiz, minnet duymamız gereği ortada. Bu alışkanlığı, çocuğa yersiz kapris yaptığını düşündüğümüz zamanlarda "Asla tatmin olmuyorsun!" diye çıkışarak, "Dünyada ne kadar aç çocuk var biliyor musun?" diye dırdırlanarak vermemiz mümkün değil. Sahip olduklarına teşekkür etmeyi, kıymet vermeyi bizim davranışlarımızdan öğrenecek. O yüzden gündelik ıstırabın içine hapsolmayı bırakıp Polyannacılık oynamayı, bardağın dolu tarafını görebilmeyi öğrenmek lazım. Buna sahip değilsek de spor yapar gibi, bir dil öğrenir gibi üzerine çalışabilir ve geliştirebiliriz.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Merak etme, üzerine düşünme, yeni fikirler geliştirme ve uygulamaya devam etme hâllerimden memnunum.

Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.


Nasıl Yazar Oldular? (40)

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 


15 Haziran 2001 tarihinde roman yazmaya karar verdim, fakat romanın nasıl yazılacağını bilmiyordum. Deneye yanıla, sile yırta; zamanla öğrendim yazmayı. Hala da öğrenmeye devam ediyorum… O günlerde 27 yaşındaydım. Hayatımı köklüce değiştirmekle kalmayan, yeni bir kimlik de edinmeme neden olan ruhsal ve fiziksel bir yıkım yaşamıştım. Kendimi yeniden inşa ediyordum; ya olacaktım ya ölecektim. “Yazarak olmaya” sığındım; çabaladım, boğulmamak için çırpınmak gibi adeta. Gayret değildi benimki; yüzmeyi öğrenmek isteyenlere özgü, gergin ama öz olarak kontrollü ve gönüllü bir hareket içermiyordu yani… Ayrıca, “iyi yazmanın” gerek şart olduğunu ama yeter şart olmadığını; inatçılık ve tutkuyla birleşmeyen yazma uğraşının heves sınırlarının ötesine geçemeyeceğini gördüm… Kuşkusuz yazmanın ön koşulu okumak; bizden öncekileri iyi bilmek. Sonra, kendi cümlemizi, sesimizi bulmaya çalışmak… Bildiğim bunlar, ama şunu da biliyorum ki hiçbir yazarın,  aslında nasıl yazar olduğunu tam olarak bilmesi mümkün değildir.   
Emrah Polat 

* Bu yazı ilk kez 13/10/2019 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır. 

28 Ekim 2019 Pazartesi

Kendi halimde bir derdim var



Mutlu olmak ve kalmak varılacak bir hedef, sabit korunabilecek bir değer değil benim için. Öyle hayatını mutluluğu arayarak geçirmiş biri de değilim. Geçmişe dönüp bakmak, özlem duymak, sık sık melankolinin sınırlarında gezinmek yaradılışımda var. Yakıcı bir pişmanlık değil bu, çokça kendini tanıma isteği. Geldiğim yollara bugünkü bilincin ışığında bakmak, yol ayrımlarında hangi dürtülerin beni seçimlere ittiğini keşfetmeyi, buralardan edindiğim deneyimleri tel tel ayırmayı, işime yarayanları heybeye atmayı ve yola devam etmeyi kolaylaştırıyor sanırım. Bu yüzden iki başım var gibi hareket ediyorum, biri her daim geçmişe dönük, fayda sağlamaya çalışıyor, biriyse ileriyi, yolun kalanını kolluyor. Kolay değil böyle yürümek. Yıllar içinde alıştığımı sanıyorum. Tanımanın verdiği konfor alanından olsa gerek bu alışkanlığımla didişmiyorum. Değiştirmeye çalışmıyorum. Kimi zaman yoruyor, yalan değil ama dedim ya, tanımanın getirdiği konfor kolay terk edilir şey değil. Bir sürü avantajı olduğunu bile söyleyebilirim.
Geçmişle gelecek arasında kurduğum köprü çoğu zaman bir öğretmen bana, örneğin. "A-ha" anları yaşattığını, kimi küçük değişimlerin tetikleyicisi olduğunu da söylemek mümkün. Ve fakat özellikle bir şeylerin yolunda gitmediğini hissettiğim anlarda, geçmişten çullanan kimi ayrıntılar geleceğe gölge düşürmekle kalmıyor, zihnimde sürekli çoğalttığım, geviş getirdiğim düşüncelere dönüşerek kafamın büyümesine yol açıyor ve beni hayli yoruyor. Geçen yıllar bana hile yapmayı öğretti. Kafamı çevirmeyi, görmezden gelmeyi başarabiliyorum ama ben unutsam, bedenim unutmuyor. Ne zaman böyle bir deneyimin içinden çıksam boynum geriliyor, ağırlaşan başımın altında adeta eziliyor. Hop zonklayıcı bir baş ağrısı geliyor, sağ şakağımın üzerine yerleşiyor, oradan yol alıp birinci büyük azı dişime iniyor. Diş hekimi olmasam bu zihinsel atakların birinde muhtemelen tıbbi atık kutusunu boylardı. Ama ben diş hekimiyim. Kendini de dinleyen, bedenine kulak vermeyi deneyimleyen bir diş hekimi... O yüzden dişim hâlâ benimle. 
Bu atakların psikosomatik olduğunun farkındayım. Hatta gelişinin adım seslerini dahi işitebiliyorum. Tam olarak hangi anda, hangi konuşma üzerine gelip bedenime yerleştiğini bile görebiliyorum. Nazik bir ev sahibi gibi toplanıp gitmesini bekliyorum. Belki beklerken kendime bu derdin içinden nasıl yürümeyi, geçmeyi seçeceğimi de sorabilirim.