31 Temmuz 2017 Pazartesi

GÖZLEMLEYİN

Başa çıkabilirim yaptıklarımı
ya da yapmadıklarımı söylemenle.
Yorumlarınla da baş edebilirim,
yeter ki karıştırma ikisini birbirine.

İşleri bulandırmak istiyorsan
yapman gereken belli:
Benim yaptığım şey ile
karıştır kendi tepkini

Bitmemiş işleri gördüğünde
hayal kırıklığına uğradığını söyle,
ama beni harekete geçiremezsin
bana "sorumsuz" demekle.

Tekliflerine "hayır" dediğimde
bana incindiğini söyle,
ama bana "duygusuz" demen
şansını artırmayacak gelecekte.

Evet başa çıkabilirim yaptıklarımı
ya da yapmadıklarımı söylemenle.
Yorumlarınla da baş edebilirim,
yeter ki karıştırma ikisini birbirine.

Marshall Rosenberg
Çeviren Lalegül Hümaşah Ergun

30 Temmuz 2017 Pazar

Korku en iyi yol gösterici değildir

                                
Duvbo'nun Gizli Dünyası daha çok anarşist yapıtlarıyla bilinen Kaos Yayınları'nın yayımladığı ikinci çocuk kitabı. İlk kitap Gizemli Diyar Terijian gibi CrimethInc Eski İşçiler Kolektifi tarafından yazılan Duvbo’nun Gizli Dünyası’nı İngilizce aslından Hira Doğrul çevirdi.
Daha özgür, daha neşeli bir dünya yaratmak için birbirinden bağımsız grupların, otonomların oluşturduğu bir anarşist kolektif olan CrimethInc Eski İşçiler Kolektifi, gezici sirkler gerçekleştirmek, sokakları geri alma hareketi düzenlemek, ağaçlara sarılarak ya da üstlerine tırmanarak koruma altına almak, GDO’lu tarımsal üretimleri engellemek gibi radikal eylemlerin yanı sıra pek çok dergi, fanzin, makale, bildiri, broşür ve kitap yayımlıyor. Kolektifin ürettiği basılı materyallerin tek bir yazarı yok. Kolektif üyeleri, düşüncelerin, aynı halk şarkıları gibi herkese ait olduğuna inanıyor, yazarlık mitini reddediyor ve fikirleri daha etkin iletmek için yazarın biyografisi aradan çıkarmayı, tek bir kişinin gerçeğini ya da kurgu dünyasını iletmek yerine kolektif bir çalışmayı okura sunmayı tercih ediyor. 

Duvbo'nun Gizli Dünyası'na konu olan olaylar, Duvbo adlı alabildiğine sıradan, sıkıcı ve küçük bir kasabada geçiyor. Kasabanın nüfusu yalnızca 557 kişi. Bunların 119'u çocuk. Titus da onlardan biri. Sıkıcı hayatının posta kutusundan çıkacak bir paket ya da mektupla bir anda değişeceğini umut ediyor. Günlerini posta kutusunu kontrol ederek ve bir yığın fatura ve el ilanı arasından yaşamına ışık katacak pakete ulaşma hayali kurarak geçiriyor. Bir gece herkes uyuduktan sonra evden gizlice dışarı çıkıyor, her gece bir adım, bir adım daha uzaklaşıyor ve nihâyet evinin yer aldığı sokaktan uzaklaşıp bir meydana varıyor. Ateş başında müzik aletleri çalan, dans eden, hikâyeler anlatan bir gruba rastlıyor ve aralarına katılıyor. Yüzleri boyalı, maskeli grup üyeleri, ruhlarını ve bedenlerini müziğe, içinde bulundukları ânın özgürlüğüne bırakıyor. Her gece daha da kalabalıklaşan grup bir müddet sonra kasabanın ileri gelenlerini rahatsız ediyor. Sonrası korkutma, sindirme, zapturapt altına alma çabası, insanların çoğunluktan ve güçlüden yana durarak bireysel mutluluklarını ve özgürlüklerini feda etmesi, kasabaya mutsuzluğun, çaresizliğin sinmesi... Tam her şey bitecekken, "gece dansları"nın yasaklanması için kapıların kilitlenmesi buyrulmuşken kendi olma cesaretini gösterebilen küçük bir grup kendisini son kez müziğin coşkusuna bırakır. Cesaret dalga dalga yayılır. Sabah olup gün doğduğunda 557 kişilik kasabanın 555 kişisi meydandadır. 

Duvbo'nun Gizli Dünyası cesaret veren bir çocuk romanı. Sessizce, sarsmadan, büyük laflar etmeden kulağımıza korkunun en iyi yol gösterici olmadığını, hiç de az sayıda olmadığımızı, birey olma cesaretini gösterdiğimizde her şeyi değiştirebileceğimizi, bir mucizeyi başlatabileceğimizi söylüyor.
Eğer hepimiz kendimiz olma cesaretini gösterirsek, saklanmadan açık yüreklilikle kendi hikâyelerimizi yaşama kararlılığını gösterebilirsek, işte o zaman her şey değişecek. Zannettiğimiz kadar az değiliz.






Duvbo'nun Gizli Dünyası
Kaos Yayınları 
Yazar Ex Workers' Collective 
Çeviren Hira Doğrul 
Resimleyen Öznur Aksoy 

Not: Kitabın künyesinde yaş grubuna dair bir bilgi yok. 

29 Temmuz 2017 Cumartesi

BBOM VELİSİ OLMAK YA DA OLMAMAK

Birkaç ay sonra ilkokul birinci sınıfa başlayacak bir kızım var. Deniz pek çok akranı gibi dünyayı tanımaya, anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor. İstekli, meraklı ve öğrenmeye aç. İlgisini çeken konular hakkında objektif gözlemler yapıyor ve sorular üretiyor. Onun yaratıcılığının örselenmemesi, merak duygusunun diri kalması, muhakeme etmesi, sebep sonuç ilişkisi kurarak kendi yanıtlarına ulaşması bizim için kıymetli ve öncelikli. O yüzden kadim "Hangi okul?" sorusu gündeme geldiğinde,  Çanakkale BBOM (Başka Bir Okul Mümkün) Eğitim Kooperatifini de seçeneklerimiz arasına aldık.
Başka Bir Okul Mümkün Derneği 2010 yılından beri faaliyet gösteriyor. Derneğin dört ana ekseni var: alternatif eğitim, demokratik katılım, ekolojik duruş, özgün finansman. Bu eksenler etrafında bir araya gelen ebeveynler ve eğitim gönüllüleri, çocuk haklarını hayata geçiren, çocukların kendilerini gerçekleştirmelerini sağlayan, katılımcı demokrasiyle yönetilen, ekolojik dengeye saygılı ve ticari kaygı gütmeyen Erken Çocukluk Öğrenme Merkezi  ve İlköğretim Okulu kurmak üzere uğraş veriyor. Erken Çocukluk Öğrenme Merkezi 36-48 ay arası çocuklara uygun. 48 ay üzeri çocuklar ise ilköğretim okuluna bağlı ana sınıflarında kendilerine yer bulabiliyor. Modeli klasik öğrenim kurumlarından ayıran en önemli fark, demokrasiyi okuldaki günlük hayatın içine yerleştirmek. Çocuklar okulun isminin konmasından, yürütülecek atölyelerin seçimine kadar pek çok konuda söz sahibi. Okullar resmi yazışmalarda başka isimlerle anılsa da çocukların kendi koydukları isimlerle tanınıyor, Mutlu Keçi, Meraklı Kedi, Koşan Kaplumbağa gibi. Tek istisnası İzmir'deki Renkli Orman.*
Çocuğunun bahçe içinde koşturmasına, kedilerle, köpeklerle bir arada oynamasına, okul bostanından sebze koparmasına, ilgi duyduğu atölyede üretim yapmasına, görerek, dokunarak öğrenmesine hangi veli itiraz edebilir? Olsa olsa özgün finansman kısmından kaygı duyabilir, alternatif eğitimi verecek öğretmenlerin yetkinliğini sorgulayabilir. Bunlar da derneğin belirlediği yol haritası takip edildiğinde, demokratik katılım ilkesinden sapmayan bir toplulukla yola çıkıldığında itişe kakışa, tartışa konuşa ortak akılla çözülebilecek konular. Okulun üzerine inşa edileceği değerler bütününe ulaşmak için yapılacak kooperatif toplantıları, okul binası, iç tefrişat, öğretmen seçimi, dernekle iç iletişim... Zaman, emek, mesai istiyor. Tercihiniz bu kadar emek yoğun bir ebeveynlik yürütmekten yana olmayabilir. Şanslıysanız yaşadığınız kentte BBOM değerleriyle açılmış bir okul olabilir. Bu işi gönüllü üstlenmiş, şahane yürüten veliler de olabilir. Siz derneğin sayfalarını bir inceleyin ve kendiniz karar verin. Bu da benim amme hizmetim olsun.

Not: Beni BBOM'a yaklaştıran en büyük etken, BBOM Derneği ve Şiddetsiz İletişim Derneği işbirliği. Deniz'in demokrasi kültürünü küçük yaşlardan itibaren edinmesi, bir sorun yaşadığında geçmişten beslenen hikâyeleri âna taşımadan, objektif gözlem yapması, istek ve ihtiyaçlarını dile getirmesi ve karşı taraftan bir ricada bulunarak çözüme ulaşma becerisini içselleştirmesi. Şİ eğitiminden sonra ona karşı dilimi değiştirdiğim için mi, yoksa çocuklar hayata daha önyargısız ve masum baktıkları için mi bilmiyorum Deniz'in bunu hali hazırda beceriyor olmasını gözlemlemek mutluluk verici.

*Çocuklar okula ruhsat alma aşamasından önce isim verdiği için, okul resmi olarak da çocukların koyduğu isimle  tanınıyor.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

ORADA BİR YERDE


Engin Türkgeldi ilk matbu kitabı Orada Bir Yerde ile güçlü bir çıkış yaptı. Kitap hakkında çok yazıldı, çizildi. Bu hızlı çıkış, kitap tanıtımı ve söyleşi sağanağı, okurun kitapla buluşmasını kolaylaştırıyor kolaylaştırmasına ama bazen de tersi bir etki yaratabiliyor.  Çok konuşulandan, bu kadar kolay usta payesi verilenden uzaklaşma eğilimi gösterebiliyor kişi. Endişeye, ön yargıya mahâl yok. Orada Bir Yerde bu ilgiyi sonuna kadar hak ediyor. Dahası bu ilginin âna hapsedilmeyeceğini, uzun yıllara, yeni okur kitlelerine de yayılacağını muştuluyor. Zira metinlerini modern hayatın tüm araç ve gereçlerinden arındıran, geçmişte ya da distopik bir gelecekte kurgulayan, böylece güncelin derdini üstlenmeden insanın içindeki karanlığa odaklanan, hikâyelerini şimdiki zamana hapsetmeyip geniş zamana yayan bir anlatıcı karşımızdaki.
Altkitap'tan yayımlanan ilk e-kitabının ardından 14 yıl bekleyebilmek, bu arada edebiyatla ilişiğini yitirmeden, okumaya, yazmaya, kolektif ürünler vermeye devam etmek, Altzine'nin yayın kurulunda yer alarak günümüz öykücülüğüne tanıklık etmek, okumak, elemek, yayına hazırlamak, kişinin kendi metinlerine karşı mesafe almasını sağlayan, iyiyi kötüyü, kalıcıyı uçucuyu sezmesini sağlayan hazine niteliğinde bir deneyim. Bu ilk elden tanıklık neticesinde olsa gerek, Engin Türkgeldi içimizi kavuran güncel sorunların yakıcılığından, öfkesinden kendini soyutlayarak çok daha geniş bir perspektiften bakıyor, savaşlara, göçlere, salgın hastalıklara, insanın içindeki karanlığa... Zehir zıkkım hikâyelerini anlatırken cümlelelerini süslemiyor. Dili alabildiğine sade ve yalın. Acıya, melodrama yaslanmadan adını, yaşını, nerede yaşadığını bilmediğimiz kahramanları, detaylarda kaybolmadan aktarıyor. Öyküler doğrudan birbirine bağlı değil ancak aynı distopik dünyaya bakıyor. Okuma deneyimi, uzak, başı dumanlı bir adaya bakmak gibi. Yer yer kara bulutlar dağılıyor ama tüm açıklığıyla da gözler önüne serilmiyor.

Orada Bir Yerde
Engin Türkgeldi
Can Yayınları 
Öykü

25 Temmuz 2017 Salı

ŞUŞU, CAN VE DÖRTTEKER(*)

Türkiye'de engelli olmak hiç kolay iş değil. Kaldırımların engelli bireylere uygun olarak inşa edilmesi, sokaklara rampa, engelliler için hissedilebilir zemin yerleştirilmesi, engelli parkları yapımı, şehir için ulaşım araçlarına erişim kolaylığı sağlanması gibi uygulamalar hâlâ çok yetersiz. Tüm bunlar engelli bireylerin işgücüne dahil olmamasına, evlere hapsolmasına sebep oluyor. Engelliler gündelik hayatın içinde yardımsız var olamadıkları için çocuklar onları yardım edilmesi gereken bireyler olarak görebiliyor, empati yerine sempati geliştirebiliyor. Özensiz yayınlar da bu algıyı güçlendiriyor. 
Okuduğu kitapları eşi Banu'yla birlikte "Bir Dolap Kitap" adlı internet sitesinde ve Açık Radyo'da sundukları programda paylaşan Yıldıray Karakiya, bu algıyı kıran, meseleye doğru yerden bakan bir çocuk kitabı yazmış. Redhouse Kidz'ten yayımlanan, Başak Günaçan'ın resimlediği Şuşu, Can ve Dörtteker bir devam kitabı. Serinin ilk kitabı Şuşu ve Üçtekeri'nden tanıdığımız Şuşu, üçtekerine binmiş yine evde fırtına koparırken dayısı onu kaptığı gibi parka götürür. Şuşu ağaçların arasından fişek gibi geçerken önünde dört tekerli bir araç belirir. 

"Bu bir dörtteker!" diye bağırdı Şuşu. 
Nereye kayboldu bu dörtteker?
İşte! Sağa döndü! Yapraklara dikkat!

Can önde, Şuşu arkada parkın altını üstüne getirirler. Eylemlerinin sonucunda onları parka getiren yetişkinlerden aynı tepkiyi alır, etrafın toplanması için eşit iş gücü göstermeleri beklenir. Neticede karmaşa biter, dağınıklık toplanır. Ebeveyniyle birlikte kitabı okuyan çocuk, engelli bir çocuğun da tıpkı kendisi gibi yaramazlık yaptığına, oyun oynamayı sevdiğine tanıklık eder, üstelik herhangi bir vurguya gerek kalmadan. 


Yazan Yıldıray Karakiya 
Resimleyen Başak Günaçan 
Redhouse Kidz 
Okul öncesi

*Bu yazı 15/07/2017 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar bölümünde yayımlanmıştır. 

11 Temmuz 2017 Salı

NASIL YAZIYORLAR? (7)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte yedincisi: Etgar Keret



Bir rutinim olduğunu iddia edemem. Sadece anlatmak istediğim bir öykü olduğu zamanlarda yazıyorum ben. Teknik sayılmaz belki ama; bir öykü yazmışsam ve yan karakterlerden birinin çift boyutlu kaldığını düşünüyorsam oturup bu defa onu başrole yerleştirdiğim bir şeyler yazarım. Böylece hakkında okurdan daha fazla bilgi sahibi olur ve gereken düzeltmeleri yapabilirim. Bu karakter desteği sağlayan öykülerin birkaçını sonradan ilginç bulup yayımlattığım da olmuştur.
 
Kaynak: Notos Öykü sayı 27
Etgar Keret ile söyleşi Erol Aydın "Öyküler hediye gibidir, öylece gelirler..."

5 Temmuz 2017 Çarşamba

MÜKEMMEL BİR GÜLÜŞ

...
Her şey hazır olunca kâhya başparmaklarını çene kemiğimin köşesine, işaret parmaklarını da çenemin ucuna koydu ve ağzımı tüm direncime rağmen açtı. Hemen arkasından gözlüklünün avurtları çökmüş suratı tepemde belirdi ve bulutları kapattı. Kerpetene benzeyen demir bir alet gördüm havada. Sonra ağzımda bir soğukluk hissettim. Alet sağ çenemdeki dişlerden birini kavradı, hangisi olduğunu çıkaramadım. Gözlüklünün elinin neredeyse yarısı ağzımın içindeydi, nefes alamıyordum. Midem bulandı. Sonra gözlüklünün bütün gücüyle kerpetene asıldığını hissettim. Çenemde demir halatlar vardı sanki, tek tek, yavaş yavaş koptuklarını duyuyordum. Üzerimdeki adamın ağırlığından nefesim bağırmaya yetmiyordu. Cansız bir inleme sürünerek ancak çıktı ağzımdan. Pas tadı geliyordu belli belirsiz. Gözlüklü, dişime asılmaya devam ediyordu. En sonunda bir çatırtı duydum, çene kemiğim parçalanmıştı sanki. İçimde bir boşluk hissettim. Kerpetenin ağzımdan çıktığını gördüm, ucunda azı dişim vardı. Kan içindeydi, etrafı pembe etle kaplıydı ve kökü bir pençeyi andırıyordu. Kâhya çekilen dişi izlemeye dalınca, çenemdeki elleri biraz gevşemişti. "Bırakma!" diye kahyayı azarladı gözlüklü adam. Fakat hıncını kâhyadan değil benden çıkarmayı tercih etti. Dilimi tutup ağzımdan dışarı çekti kuvvetlice, kopacak sandım. Sonra bıraktı. Tam gözümü kapatıp derin bir soluk almak üzereydim ki kerpeten yeniden ağzıma daldı. Gözüm karardı. Zaman yine dalgalandı. Kerpetenin soğukluğu ile kanımın sıcaklığı birbirine karıştı. Bir ön dişimi ve bir azı dişimi daha söküp aldı. Çekim bitince kâhya başımdan, azmanlar üzerimden kalktı. Gözlüklü hiçbir şey olmamış gibi çantasını sakince toparladı, dişlerimi koyduğu kavanozu eline alıp şöyle bir salladı. Cama çarpan dişlerimin çıkardığı şıngırtıyı işittim. Sonra dördü birden sakin adımlarla uzaklaştılar. Büyü bozulmuştu. Diğer köleler etrafıma toplandı. Tek kollu adam üzerindeki keten kıyafetten üç küçük parça yırttı. Her bir parçayı fındık büyüklüğünde bir yumak haline getirip dişlerimden geriye kalan boşluğa bastırdı. Ağzım kanla doluydu. Yutmaya çalıştım. Kan boğazıma kaçtı, öksürdüm. Hayatımda duymadığım bir acı duyuyordum fakat kanla beraber tuhaf bir mutluluk da sızıyordu dişetlerimden. Bitmişti. 
 ...

Engin Türkgeldi'nin Can Yayınları'ndan çıkan Orada Bir Yerde adlı kitabında yer alan Mükemmel Bir Gülüş öyküsünden bir kısa bölüm

1 Temmuz 2017 Cumartesi

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (37)



                      YAZILAN YAŞAM GÜZELLEŞİYORDU
İlkokuldaydım, sanıyorum üçüncü sınıfta, bir arkadaşımın ağabeyinin ders kitapları arasında kapağı olmayan bir kitap elime geçti.  Ders kitaplarına göre küçük boy, kapaksız, yırtık, saman kâğıdı kavrulmuş bir kitap. İlk 40-50 sayfası yok kitabın. Değişik geldi herhalde bana o kitap, okumaya başladım. Küçük bir kız çocuğu var, dağda dedesiyle birlikte yaşıyor kulübede, ot yatağı var, kulübesinin penceresinden baktığı zaman yıldızlar görünüyor. Evlerinin hemen yukarısında uğuldayan köknarlar var; bir köpekleri, keçileri var, sabahları sıcak çörek yiyorlar, keçi sütünden yaptıkları peynirleri yiyorlar falan…
Kızın adı Heidi’ydi. Ama kitabın adını, kapağı olmadığı için bilmiyordum. O kız çocuğunun dağdaki yaşantısı, Peter’le, köpeğiyle, dedesiyle olan ilişkisi bana çok ilginç ve güzel gelmişti. Yattığım zaman o köknarları, uçurumları, karlı dağları düşünüyordum. Başka kitaplar bulursam, keşfettiğim bu masal dünya daha da genişleyecek, sürekli yenilenecekti. Bir gün dedemlerin çatı arasında, ailemizin tek okumuş insanı, lise mezunu dayımın farelerden arta kalmış defterlerini, kitaplarını buldum. Bir tane de roman vardı aralarında. Oğuz Özdeş’in “Liseli Bir Kız Sevdim” adlı romanı. Onun da ilk forması yok; kitap 17. sayfadan başlıyor. Dönüp dönüp okuyorum kitabı, çünkü başka kitabım yok. Sonra ortaokul birinci sınıfta Türkçe hocamız, birinci dönem sonuna kadar herkesin bir roman okuyup özetini çıkarmasını istedi. Ve adres gösterdi: Halk Kütüphanesi. Birinci dönem sonuna kadar yirmi kitap okudum ve özetini çıkardım. Herkes iki üç dosya kâğıdıyla getirmişti ödevini, ben bir defterle çıkmıştım Türkçe hocamın karşısına. Hocam, “Aferin Ekrem” dedi. Yanlış da olsa adımı bilen tek hocaydı. (Zaten öğrenim hayatım boyunca hocalarım adımı bilmediler. Üstelik sınıf defterinden veya yazılı kâğıtlarından adımı okurken ya adımı ya da soyadımı yanlış söylerler, “Boran” derlerdi. Daha sonraki yıllarda dergilerde öykülerim yayımlanmaya başladığında da soyadımı yanlış yazdılar. Bazen de beş harfli adımın “h”si atlandı ve adım dört harfe düşürüldü.) Böylece en sevdiğim ders Türkçe oldu ve ikinci dönem sonuna kadar yirmi beş kitap daha okuyarak kendi rekorumu kırdım. Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi, Oğuz Özdeş … Sonra Jules Verne, Kerime Nadir, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay. Derken “İnce Memed”iyle başlayarak Yaşar Kemal… Onun ardından Orhan Kemal geldi: “Üç Kâğıtçı“, “Bereketli Topraklar Üzerinde”... Ertesi yıl, orta ikiye geçtiğimde, yine aynı öğretmenim birer öykü yazmamızı istedi. Ve ben bir roman yazmaya başladım. Okuduğum kitapların etkisinde bir macera romanıydı yazdığım. Kahramanları da ben yaştaki çocuklardı elbette. O yıllarda ardı ardına köy romanları basılıyordu. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Kemal Bilbaşar ve hemşehrimiz olan, hemen her gün yolda, çarşıda karşılaştığım ama bir türlü tanışmaya cesaret edemediğim Abbas Sayar’ın romanlarını büyük bir heyecanla okuyordum. Bu romanlar tanıdık geldiği için olsa gerek bu kez bir köy romanı yazmaya başladım. Bu arada dünya klasikleriyle de tanışmıştım. “Sefiller”le başladım, “Goriot Baba” ve Emile Zola’nın “Meyhane”, “Nana”, “Toprak” ve daha pek çok romanıyla devam ettim. Masal ve hikâyelerdeki zifiri karanlık ormanda karşımıza çıkan kulübeye benziyordu okumak. Masal kahramanları aç, çaresiz bir şekilde ormanda ilerlerken ileride, karanlığın içinde bir ışık görürler. Bir kulübenin ışığıdır bu. İşte edebiyat benim için buydu, hayat oradaydı, kurtuluş orada. Her türlü çağrışıma açık, hayal gücüne, bilinmeyene çağıran sıcak bir ışık… İçinde kimin, kimlerin, nelerin olduğunu bilmediğiniz, neyle karşılaşacağınızı kestiremeyeceğiniz bir kulübe… İçini siz doldurun, gerisi size kalmış. Yazınca, yazdıkça güzelleşeceğini düşünüyordum yaşamın. Yazılan yaşam güzelleşiyordu, güzellik kazanıyordu.

Ömer Seyfettin’i biliyordum ama Sait Faik’le yeni buluşmuştum. Reşat Nuri, Halide Edip, Yakup Kadri gibi yazarları okuyordum tabii, ama daha çok Kerime Nadir, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi, Oğuz Özdeş gibi yazarların tüm romanlarını okumuştum. Köy romanlarının gündemde olduğu dönemdi; bir gün şehrin tek kitapçısının vitrininde Fakir Baykurt’un “Köygöçüren” romanını gördüm. Param yetmediği için alamadığım o kitap o vitrinde benim için durmaktadır hâlâ. Sonra kütüphaneden köy romanlarını arama dönemim başladı. Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, Talip Apaydın, Kemal Tahir, Yaşar Kemal... Benim romanım da köyü anlatıyordu. Yaşar Kemal’den bazı betimlemeleri aşırdığımı anımsıyorum.

Aynı dönem resme de çok yoğun ilgim vardı. O ilgiden olsa gerek bir yandan yazıp bir yandan çizerken çizgi-romana yöneldim. Hazırladığım çizgi romanı bir hocama gösterdim, o da bir araştıralım bakalım diye benden aldı, bir daha da haber çıkmadı o çizgi romandan, kayboldu gitti.
Yaz aylarında inşaatlarda çalışarak kitap ve resim malzemesi alıyor, desenlerimi ve öykülerimi dergilere gönderiyordum. Bir süre sonra dergilerin genç kalemler için hazırlanan köşelerinde öykülerim hakkında kısa değerlendirmeler çıkmaya başladı. Lisedeyken de desenlerim yayımlandı. Bunları paylaşabileceğim kimse yoktu çevremde. Sevincimi kendi içimde yaşıyordum. 

On yedi yaşımda üniversite için Ankara’ya geldim ve o yıl ilk öyküm bir dergide yayımlandı. 12 Eylül darbesi olmuş, benim için zor yıllar başlamıştı. Yazıya ve resme daha çok sığınmıştım. Çizdiğim desenler dergilerde peş peşe yayımlanıyordu. Zaman zaman dergi kapakları yaptığım da oluyordu.  Ama kendimi daha çok yazar gibi hissediyordum. Yine de zihnimdeki bulanıklık dağılmış sayılmazdı. Öykünün ne olduğunu ve ne yaptığımı tam olarak bilmiyordum. El yordamıyla ilerlemeye çalışıyordum. Çizdiğim resimler, yazdığım öyküler yayımlanıyordu ama bunları konuşacağım kimse yoktu çevremde. Yazdıklarımı anlamlandırmakta zorlanıyordum; ormanın neresindeydim, hatta bir ormanda mıydım, bundan emin değildim. Artık Ankara’daydım; çeşitli dergilere, kurum ve derneklere yakındım; ne var ki, edebiyat çevrelerine girmeye çekiniyordum. Okumasam hiçbir şey kaybetmeyeceğim bir dolu kitabı boşuna okumuş olduğumu üniversite yıllarında anladım. Öykülerim birikmeye başlamıştı, kitap çıkarmak istiyordum fakat ilk adımı bir türlü atamıyordum. Kendimi köşeye sıkışmış hissediyordum. Derken dosyam tamamlandı. O sıralar Millî Eğitim Bakanlığı Yayımlar Dairesi’nde çalışmaya başlamıştım. Bakanlığın yeni başlattığı “Öğretmen Yazarlar Dizisi” vardı. Kitabımı bastıracağım bir yayınevi aramaktansa çalıştığım kuruma dosyamı vermek kolayıma geldi ve dosyamı gönderdim. Çekingenliğim ve yanlış anlaşılma korkum yüzünden kimseye sormadım dosyamın akıbetini. Gönderdikten dört yıl sonra ilk öykü kitabım “Sonrası Ayrılık” 1991’de yayımlandı. Devlet kurumlarında basılan kitapların başına gelen benim kitabımın da başına geldi ve 20 bin basılıp satılmasına rağmen “Sonrası Ayrılık”tan kimsenin haberi olmadı. 1994’te çıkan ve Türkiye Yazarlar Birliği Hikâye Ödülü’nü alan “Kurutulmuş Gül Mevsimi” de üç baskı yapmasına rağmen sessizlikle karşılandı. On yıl kadar ders kitaplarıyla uğraştıktan sonra “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı” Doğan Kitap’tan çıktı, 2005 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldı. Bakanlık yayınları arasında çıkan ilk iki kitabımdan seçmeler yaparak “Unuttuğum Bütün Akşamlar”ı çıkardım aynı yıl içinde. Ardından “Bozkırın Uzak Bahçeleri”, “Yarım”, “Evlerimiz Poyraza Bakar” ve “Bulut Bulut Üstüne” geldi. Bu arada yayınevi değiştirerek İletişim Yayınları’na geçtim ve orada da “Emanet Gölgeler Defteri”, “Zira” adlı kitaplarımla önceki kitaplarımın yeni baskıları çıktı ve çıkmaya devam ediyor.


           Bir söyleşide anlatmıştım: “Romanlar da yazdım ama öykü her zaman bir tutku oldu benim için. Dünyaya yazının içinden, daha doğrusu hayat sadece yazıdan ibaretmiş gibi bakıyorum; böyle anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorum gördüğüm, duyduğum, hissettiğim, hatta hayal ettiğim her şeyi. Yazmak, tek çaresi yazmak olan bir derttir diyorum kendime ve her günüm ya okuyarak ya da yazmaya çalışarak yazının içinde geçiyor. 2013’te çıkan Emanet Gölgeler Defteri adlı romanıma başladığımda aklımda bazı öyküler vardı. Romanı yazarken bu öyküler zihnimi kurcalamaya, kendilerini yazdırmak için beni sıkıştırmaya başladılar. En çok öne çıkanı yazıp sonra romana döneyim diye didinip durdum. Baş edemeyince romanı bir kenara bıraktım ve öyküye yoğunlaştım. 2011’de yayınlanan Bulut Bulut Üstüne adlı öykü kitabım böyle ortaya çıktı. Emanet Gölgeler Defteri romanımdan sonra yeniden öykü düşünmeye başladım. Bir kitabım çıktıktan sonra bir süre hiçbir şey yazamıyorum. Kitabın etkisinden sıyrılmam, kendimi onun dışında hissetmem biraz zaman alıyor. Aslında öyküler zihnin gerisinde kendi kendine yazılıp duruyor. Elinde defter kalem olmadan sokağa çıkmayan biriyim. Defter tutar, sürekli notlar alırım. Bunların bir kısmı bir öyküde ya da bir romanın herhangi bir köşesinde kendine yer bulur, bir kısmı sırasını bekler. Birçoğu belki de hiçbir zaman o şansı yakalayamayacaktır. Hemen yazacağımı sandığım bir öyküyü yıllar yıllar sonra yazdığım olur. Yazamadıklarım çoğunlukta tabii. Bazen de çok hızlı gelişir her şey. Ama acele etmem. Sonra yazar dostlarıma gönderir, onların görüşlerini alırım. Defalarca gözden geçiririm öykülerimi. Sesli okurum ki, ses değerleri açısından kulağı tırmalayan bir yönü var mı diye. Kelimelerin kâğıt üzerinde nasıl durduğu, nasıl göründüğü kadar, müzikalitesinin nasıl olduğuna kadar her şeyi çok önemserim. Aynı zamanda iyi bir hikâye anlatmaktır amacım. Her yazının kendi kuralını kendisinin belirlediğine inanır, ona göre hareket ederim. Yaza yaza kendimi ve başkalarını anlamaya, hayatı anlamaya ve eğer böyle bir şey mümkünse anlamlandırmaya çaba harcıyorum. Zira’yı yazarken de öyle oldu. Romanım yayınlanmıştı, etkisinden sıyrılmıştım ve öykü yazmayı çok özlemiştim. İki yıldan fazla bir süre Zira’yı oluşturan öyküleri yazmaya çalıştım. Her kitabımda olduğu gibi bunda da kendimi yenilemek, dilimi genişletmek, ormandaki o kulübenin ışığını daha sıcak ve parlak hale getirmek için çabalayıp durdum. Ormana girip de o ışığı gördüğüm andan beri her gün yeni bir şeyler öğrendiğimi düşünerek yürüyüşümü sürdürüyorum.”

Gazete, dergi ve internet sitelerinde öykü, deneme, kitap yazıları yazıyorum. Birkaç yıldır da öykü atölyesi çalışmalarım devam ediyor.
Şimdi önümde yeni bir öykü dosyası ve yine bir roman var. Hangisi öne geçecek bilmiyorum.
 ETHEM BARAN