Başa çıkabilirim yaptıklarımı
ya da yapmadıklarımı söylemenle.
Yorumlarınla da baş edebilirim,
yeter ki karıştırma ikisini birbirine.
İşleri bulandırmak istiyorsan
yapman gereken belli:
Benim yaptığım şey ile
karıştır kendi tepkini
Bitmemiş işleri gördüğünde
hayal kırıklığına uğradığını söyle,
ama beni harekete geçiremezsin
bana "sorumsuz" demekle.
Tekliflerine "hayır" dediğimde
bana incindiğini söyle,
ama bana "duygusuz" demen
şansını artırmayacak gelecekte.
Evet başa çıkabilirim yaptıklarımı
ya da yapmadıklarımı söylemenle.
Yorumlarınla da baş edebilirim,
yeter ki karıştırma ikisini birbirine.
Marshall Rosenberg
Çeviren Lalegül Hümaşah Ergun
31 Temmuz 2017 Pazartesi
30 Temmuz 2017 Pazar
Korku en iyi yol gösterici değildir
Duvbo'nun Gizli Dünyası daha çok anarşist
yapıtlarıyla bilinen Kaos Yayınları'nın yayımladığı ikinci çocuk kitabı. İlk
kitap Gizemli Diyar Terijian gibi CrimethInc Eski İşçiler
Kolektifi tarafından yazılan Duvbo’nun Gizli Dünyası’nı İngilizce
aslından Hira Doğrul çevirdi.
Daha özgür, daha
neşeli bir dünya yaratmak için birbirinden bağımsız grupların, otonomların
oluşturduğu bir anarşist kolektif olan CrimethInc Eski İşçiler Kolektifi,
gezici sirkler gerçekleştirmek, sokakları geri alma hareketi düzenlemek,
ağaçlara sarılarak ya da üstlerine tırmanarak koruma altına almak, GDO’lu
tarımsal üretimleri engellemek gibi radikal eylemlerin yanı sıra pek çok dergi,
fanzin, makale, bildiri, broşür ve kitap yayımlıyor. Kolektifin ürettiği basılı
materyallerin tek bir yazarı yok. Kolektif üyeleri, düşüncelerin, aynı
halk şarkıları gibi herkese ait olduğuna inanıyor, yazarlık mitini reddediyor
ve fikirleri daha etkin iletmek için yazarın biyografisi aradan çıkarmayı, tek
bir kişinin gerçeğini ya da kurgu dünyasını iletmek yerine kolektif bir
çalışmayı okura sunmayı tercih ediyor.
Duvbo'nun Gizli
Dünyası'na konu olan olaylar, Duvbo adlı alabildiğine sıradan, sıkıcı ve küçük
bir kasabada geçiyor. Kasabanın nüfusu yalnızca 557 kişi. Bunların 119'u çocuk.
Titus da onlardan biri. Sıkıcı hayatının posta kutusundan çıkacak bir paket ya
da mektupla bir anda değişeceğini umut ediyor. Günlerini posta kutusunu kontrol
ederek ve bir yığın fatura ve el ilanı arasından yaşamına ışık katacak pakete ulaşma
hayali kurarak geçiriyor. Bir gece herkes uyuduktan sonra evden gizlice dışarı
çıkıyor, her gece bir adım, bir adım daha uzaklaşıyor ve nihâyet evinin yer
aldığı sokaktan uzaklaşıp bir meydana varıyor. Ateş başında müzik aletleri
çalan, dans eden, hikâyeler anlatan bir gruba rastlıyor ve aralarına katılıyor.
Yüzleri boyalı, maskeli grup üyeleri, ruhlarını ve bedenlerini müziğe, içinde
bulundukları ânın özgürlüğüne bırakıyor. Her gece daha da kalabalıklaşan grup
bir müddet sonra kasabanın ileri gelenlerini rahatsız ediyor. Sonrası korkutma,
sindirme, zapturapt altına alma çabası, insanların çoğunluktan ve güçlüden yana
durarak bireysel mutluluklarını ve özgürlüklerini feda etmesi, kasabaya
mutsuzluğun, çaresizliğin sinmesi... Tam her şey bitecekken, "gece dansları"nın
yasaklanması için kapıların kilitlenmesi buyrulmuşken kendi olma cesaretini
gösterebilen küçük bir grup kendisini son kez müziğin coşkusuna bırakır.
Cesaret dalga dalga yayılır. Sabah olup gün doğduğunda 557 kişilik kasabanın
555 kişisi meydandadır.
Duvbo'nun Gizli
Dünyası cesaret veren bir çocuk romanı. Sessizce, sarsmadan, büyük laflar
etmeden kulağımıza korkunun en iyi yol gösterici olmadığını, hiç de az sayıda
olmadığımızı, birey olma cesaretini gösterdiğimizde her şeyi
değiştirebileceğimizi, bir mucizeyi başlatabileceğimizi söylüyor.
Eğer hepimiz
kendimiz olma cesaretini gösterirsek, saklanmadan açık
yüreklilikle kendi hikâyelerimizi yaşama kararlılığını gösterebilirsek, işte o
zaman her şey değişecek. Zannettiğimiz kadar az değiliz.
Duvbo'nun Gizli
Dünyası
Kaos
Yayınları
Yazar Ex Workers'
Collective
Çeviren Hira
Doğrul
Resimleyen Öznur
Aksoy
Not: Kitabın
künyesinde yaş grubuna dair bir bilgi yok.
29 Temmuz 2017 Cumartesi
BBOM VELİSİ OLMAK YA DA OLMAMAK
Birkaç ay sonra ilkokul birinci sınıfa başlayacak bir kızım var. Deniz pek çok akranı gibi dünyayı tanımaya, anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor. İstekli, meraklı ve öğrenmeye aç. İlgisini çeken konular hakkında objektif gözlemler yapıyor ve sorular üretiyor. Onun yaratıcılığının örselenmemesi, merak duygusunun diri kalması, muhakeme etmesi, sebep sonuç ilişkisi kurarak kendi yanıtlarına ulaşması bizim için kıymetli ve öncelikli. O yüzden kadim "Hangi okul?" sorusu gündeme geldiğinde, Çanakkale BBOM (Başka Bir Okul Mümkün) Eğitim Kooperatifini de seçeneklerimiz arasına aldık.
Başka Bir Okul Mümkün Derneği 2010 yılından beri faaliyet gösteriyor. Derneğin dört ana ekseni var: alternatif eğitim, demokratik katılım, ekolojik duruş, özgün finansman. Bu eksenler etrafında bir araya gelen ebeveynler ve eğitim gönüllüleri, çocuk haklarını hayata geçiren, çocukların kendilerini gerçekleştirmelerini sağlayan, katılımcı
demokrasiyle yönetilen, ekolojik dengeye saygılı ve ticari kaygı
gütmeyen Erken Çocukluk Öğrenme Merkezi ve İlköğretim Okulu kurmak üzere uğraş veriyor. Erken Çocukluk Öğrenme Merkezi 36-48 ay arası çocuklara uygun. 48 ay üzeri çocuklar ise ilköğretim okuluna bağlı ana sınıflarında kendilerine yer bulabiliyor. Modeli klasik öğrenim kurumlarından ayıran en önemli fark, demokrasiyi okuldaki günlük hayatın içine yerleştirmek. Çocuklar okulun isminin konmasından, yürütülecek atölyelerin seçimine kadar pek çok konuda söz sahibi. Okullar resmi yazışmalarda başka isimlerle anılsa da çocukların kendi koydukları isimlerle tanınıyor, Mutlu Keçi, Meraklı Kedi, Koşan Kaplumbağa gibi. Tek istisnası İzmir'deki Renkli Orman.*
Çocuğunun bahçe içinde koşturmasına, kedilerle, köpeklerle bir arada oynamasına, okul bostanından sebze koparmasına, ilgi duyduğu atölyede üretim yapmasına, görerek, dokunarak öğrenmesine hangi veli itiraz edebilir? Olsa olsa özgün finansman kısmından kaygı duyabilir, alternatif eğitimi verecek öğretmenlerin yetkinliğini sorgulayabilir. Bunlar da derneğin belirlediği yol haritası takip edildiğinde, demokratik katılım ilkesinden sapmayan bir toplulukla yola çıkıldığında itişe kakışa, tartışa konuşa ortak akılla çözülebilecek konular. Okulun üzerine inşa edileceği değerler bütününe ulaşmak için yapılacak kooperatif toplantıları, okul binası, iç tefrişat, öğretmen seçimi, dernekle iç iletişim... Zaman, emek, mesai istiyor. Tercihiniz bu kadar emek yoğun bir ebeveynlik yürütmekten yana olmayabilir. Şanslıysanız yaşadığınız kentte BBOM değerleriyle açılmış bir okul olabilir. Bu işi gönüllü üstlenmiş, şahane yürüten veliler de olabilir. Siz derneğin sayfalarını bir inceleyin ve kendiniz karar verin. Bu da benim amme hizmetim olsun.
Not: Beni BBOM'a yaklaştıran en büyük etken, BBOM Derneği ve Şiddetsiz İletişim Derneği işbirliği. Deniz'in demokrasi kültürünü küçük yaşlardan itibaren edinmesi, bir sorun yaşadığında geçmişten beslenen hikâyeleri âna taşımadan, objektif gözlem yapması, istek ve ihtiyaçlarını dile getirmesi ve karşı taraftan bir ricada bulunarak çözüme ulaşma becerisini içselleştirmesi. Şİ eğitiminden sonra ona karşı dilimi değiştirdiğim için mi, yoksa çocuklar hayata daha önyargısız ve masum baktıkları için mi bilmiyorum Deniz'in bunu hali hazırda beceriyor olmasını gözlemlemek mutluluk verici.
*Çocuklar okula ruhsat alma aşamasından önce isim verdiği için, okul resmi olarak da çocukların koyduğu isimle tanınıyor.
Çocuğunun bahçe içinde koşturmasına, kedilerle, köpeklerle bir arada oynamasına, okul bostanından sebze koparmasına, ilgi duyduğu atölyede üretim yapmasına, görerek, dokunarak öğrenmesine hangi veli itiraz edebilir? Olsa olsa özgün finansman kısmından kaygı duyabilir, alternatif eğitimi verecek öğretmenlerin yetkinliğini sorgulayabilir. Bunlar da derneğin belirlediği yol haritası takip edildiğinde, demokratik katılım ilkesinden sapmayan bir toplulukla yola çıkıldığında itişe kakışa, tartışa konuşa ortak akılla çözülebilecek konular. Okulun üzerine inşa edileceği değerler bütününe ulaşmak için yapılacak kooperatif toplantıları, okul binası, iç tefrişat, öğretmen seçimi, dernekle iç iletişim... Zaman, emek, mesai istiyor. Tercihiniz bu kadar emek yoğun bir ebeveynlik yürütmekten yana olmayabilir. Şanslıysanız yaşadığınız kentte BBOM değerleriyle açılmış bir okul olabilir. Bu işi gönüllü üstlenmiş, şahane yürüten veliler de olabilir. Siz derneğin sayfalarını bir inceleyin ve kendiniz karar verin. Bu da benim amme hizmetim olsun.
Not: Beni BBOM'a yaklaştıran en büyük etken, BBOM Derneği ve Şiddetsiz İletişim Derneği işbirliği. Deniz'in demokrasi kültürünü küçük yaşlardan itibaren edinmesi, bir sorun yaşadığında geçmişten beslenen hikâyeleri âna taşımadan, objektif gözlem yapması, istek ve ihtiyaçlarını dile getirmesi ve karşı taraftan bir ricada bulunarak çözüme ulaşma becerisini içselleştirmesi. Şİ eğitiminden sonra ona karşı dilimi değiştirdiğim için mi, yoksa çocuklar hayata daha önyargısız ve masum baktıkları için mi bilmiyorum Deniz'in bunu hali hazırda beceriyor olmasını gözlemlemek mutluluk verici.
*Çocuklar okula ruhsat alma aşamasından önce isim verdiği için, okul resmi olarak da çocukların koyduğu isimle tanınıyor.
26 Temmuz 2017 Çarşamba
ORADA BİR YERDE
Engin Türkgeldi ilk matbu kitabı Orada Bir Yerde ile güçlü bir çıkış yaptı. Kitap hakkında çok yazıldı, çizildi. Bu hızlı çıkış, kitap tanıtımı ve söyleşi sağanağı, okurun kitapla buluşmasını kolaylaştırıyor kolaylaştırmasına ama bazen de tersi bir etki yaratabiliyor. Çok konuşulandan, bu kadar kolay usta payesi verilenden uzaklaşma eğilimi gösterebiliyor kişi. Endişeye, ön yargıya mahâl yok. Orada Bir Yerde bu ilgiyi sonuna kadar hak ediyor. Dahası bu ilginin âna hapsedilmeyeceğini, uzun yıllara, yeni okur kitlelerine de yayılacağını muştuluyor. Zira metinlerini modern hayatın tüm araç ve gereçlerinden arındıran, geçmişte ya da distopik bir gelecekte kurgulayan, böylece güncelin derdini üstlenmeden insanın içindeki karanlığa odaklanan, hikâyelerini şimdiki zamana hapsetmeyip geniş zamana yayan bir anlatıcı karşımızdaki.
Altkitap'tan yayımlanan ilk e-kitabının ardından 14 yıl bekleyebilmek, bu arada edebiyatla ilişiğini yitirmeden, okumaya, yazmaya, kolektif ürünler vermeye devam etmek, Altzine'nin yayın kurulunda yer alarak günümüz öykücülüğüne tanıklık etmek, okumak, elemek, yayına hazırlamak, kişinin kendi metinlerine karşı mesafe almasını sağlayan, iyiyi kötüyü, kalıcıyı uçucuyu sezmesini sağlayan hazine niteliğinde bir deneyim. Bu ilk elden tanıklık neticesinde olsa gerek, Engin Türkgeldi içimizi kavuran güncel sorunların yakıcılığından, öfkesinden kendini soyutlayarak çok daha geniş bir perspektiften bakıyor, savaşlara, göçlere, salgın hastalıklara, insanın içindeki karanlığa... Zehir zıkkım hikâyelerini anlatırken cümlelelerini süslemiyor. Dili alabildiğine sade ve yalın. Acıya, melodrama yaslanmadan adını, yaşını, nerede yaşadığını bilmediğimiz kahramanları, detaylarda kaybolmadan aktarıyor. Öyküler doğrudan birbirine bağlı değil ancak aynı distopik dünyaya bakıyor. Okuma deneyimi, uzak, başı dumanlı bir adaya bakmak gibi. Yer yer kara bulutlar dağılıyor ama tüm açıklığıyla da gözler önüne serilmiyor.
Orada Bir Yerde
Engin Türkgeldi
Can Yayınları
Öykü
25 Temmuz 2017 Salı
ŞUŞU, CAN VE DÖRTTEKER(*)
Türkiye'de engelli olmak hiç kolay iş değil. Kaldırımların engelli bireylere uygun olarak inşa edilmesi, sokaklara rampa, engelliler için hissedilebilir zemin yerleştirilmesi, engelli parkları yapımı, şehir için ulaşım araçlarına erişim kolaylığı sağlanması gibi uygulamalar hâlâ çok yetersiz. Tüm bunlar engelli bireylerin işgücüne dahil olmamasına, evlere hapsolmasına sebep oluyor. Engelliler gündelik hayatın içinde yardımsız var olamadıkları için çocuklar onları yardım edilmesi gereken bireyler olarak görebiliyor, empati yerine sempati geliştirebiliyor. Özensiz yayınlar da bu algıyı güçlendiriyor.
Okuduğu kitapları eşi Banu'yla birlikte "Bir Dolap Kitap" adlı internet sitesinde ve Açık Radyo'da sundukları programda paylaşan Yıldıray Karakiya, bu algıyı kıran, meseleye doğru yerden bakan bir çocuk kitabı yazmış. Redhouse Kidz'ten yayımlanan, Başak Günaçan'ın resimlediği Şuşu, Can ve Dörtteker bir devam kitabı. Serinin ilk kitabı Şuşu ve Üçtekeri'nden tanıdığımız Şuşu, üçtekerine binmiş yine evde fırtına koparırken dayısı onu kaptığı gibi parka götürür. Şuşu ağaçların arasından fişek gibi geçerken önünde dört tekerli bir araç belirir.
"Bu bir dörtteker!" diye bağırdı Şuşu.
Nereye kayboldu bu dörtteker?
İşte! Sağa döndü! Yapraklara dikkat!
Can önde, Şuşu arkada parkın altını üstüne getirirler. Eylemlerinin sonucunda onları parka getiren yetişkinlerden aynı tepkiyi alır, etrafın toplanması için eşit iş gücü göstermeleri beklenir. Neticede karmaşa biter, dağınıklık toplanır. Ebeveyniyle birlikte kitabı okuyan çocuk, engelli bir çocuğun da tıpkı kendisi gibi yaramazlık yaptığına, oyun oynamayı sevdiğine tanıklık eder, üstelik herhangi bir vurguya gerek kalmadan.
Yazan Yıldıray Karakiya
Resimleyen Başak Günaçan
Redhouse Kidz
Okul öncesi
*Bu yazı 15/07/2017 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar bölümünde yayımlanmıştır.
*Bu yazı 15/07/2017 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar bölümünde yayımlanmıştır.
11 Temmuz 2017 Salı
NASIL YAZIYORLAR? (7)
Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu.
Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde
yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum.
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da
not düşebilirim. İşte yedincisi: Etgar Keret
Bir rutinim olduğunu iddia edemem. Sadece anlatmak istediğim bir öykü olduğu zamanlarda yazıyorum ben. Teknik sayılmaz belki ama; bir öykü yazmışsam ve yan karakterlerden birinin çift boyutlu kaldığını düşünüyorsam oturup bu defa onu başrole yerleştirdiğim bir şeyler yazarım. Böylece hakkında okurdan daha fazla bilgi sahibi olur ve gereken düzeltmeleri yapabilirim. Bu karakter desteği sağlayan öykülerin birkaçını sonradan ilginç bulup yayımlattığım da olmuştur.
Kaynak: Notos Öykü sayı 27
Etgar Keret ile söyleşi Erol Aydın "Öyküler hediye gibidir, öylece gelirler..."
Bir rutinim olduğunu iddia edemem. Sadece anlatmak istediğim bir öykü olduğu zamanlarda yazıyorum ben. Teknik sayılmaz belki ama; bir öykü yazmışsam ve yan karakterlerden birinin çift boyutlu kaldığını düşünüyorsam oturup bu defa onu başrole yerleştirdiğim bir şeyler yazarım. Böylece hakkında okurdan daha fazla bilgi sahibi olur ve gereken düzeltmeleri yapabilirim. Bu karakter desteği sağlayan öykülerin birkaçını sonradan ilginç bulup yayımlattığım da olmuştur.
Kaynak: Notos Öykü sayı 27
Etgar Keret ile söyleşi Erol Aydın "Öyküler hediye gibidir, öylece gelirler..."
5 Temmuz 2017 Çarşamba
MÜKEMMEL BİR GÜLÜŞ
...
Engin Türkgeldi'nin Can Yayınları'ndan çıkan Orada Bir Yerde adlı kitabında yer alan Mükemmel Bir Gülüş öyküsünden bir kısa bölüm
Her şey hazır olunca kâhya
başparmaklarını çene kemiğimin köşesine, işaret parmaklarını da çenemin
ucuna koydu ve ağzımı tüm direncime rağmen açtı. Hemen arkasından
gözlüklünün avurtları çökmüş suratı tepemde belirdi ve bulutları
kapattı. Kerpetene benzeyen demir bir alet gördüm havada. Sonra ağzımda
bir soğukluk hissettim. Alet sağ çenemdeki dişlerden birini kavradı,
hangisi olduğunu çıkaramadım. Gözlüklünün elinin neredeyse yarısı
ağzımın içindeydi, nefes alamıyordum. Midem bulandı. Sonra gözlüklünün
bütün gücüyle kerpetene asıldığını hissettim. Çenemde demir halatlar
vardı sanki, tek tek, yavaş yavaş koptuklarını duyuyordum. Üzerimdeki
adamın ağırlığından nefesim bağırmaya yetmiyordu. Cansız bir inleme
sürünerek ancak çıktı ağzımdan. Pas tadı geliyordu belli belirsiz.
Gözlüklü, dişime asılmaya devam ediyordu. En sonunda bir çatırtı duydum,
çene kemiğim parçalanmıştı sanki. İçimde bir boşluk hissettim.
Kerpetenin ağzımdan çıktığını gördüm, ucunda azı dişim vardı. Kan
içindeydi, etrafı pembe etle kaplıydı ve kökü bir pençeyi andırıyordu.
Kâhya çekilen dişi izlemeye dalınca, çenemdeki elleri biraz gevşemişti.
"Bırakma!" diye kahyayı azarladı gözlüklü adam. Fakat hıncını kâhyadan
değil benden çıkarmayı tercih etti. Dilimi tutup ağzımdan dışarı çekti
kuvvetlice, kopacak sandım. Sonra bıraktı. Tam gözümü kapatıp derin bir
soluk almak üzereydim ki kerpeten yeniden ağzıma daldı. Gözüm karardı.
Zaman yine dalgalandı. Kerpetenin soğukluğu ile kanımın sıcaklığı
birbirine karıştı. Bir ön dişimi ve bir azı dişimi daha söküp aldı.
Çekim bitince kâhya başımdan, azmanlar üzerimden kalktı. Gözlüklü hiçbir
şey olmamış gibi çantasını sakince toparladı, dişlerimi koyduğu
kavanozu eline alıp şöyle bir salladı. Cama çarpan dişlerimin çıkardığı
şıngırtıyı işittim. Sonra dördü birden sakin adımlarla uzaklaştılar.
Büyü bozulmuştu. Diğer köleler etrafıma toplandı. Tek kollu adam
üzerindeki keten kıyafetten üç küçük parça yırttı. Her bir parçayı
fındık büyüklüğünde bir yumak haline getirip dişlerimden geriye kalan
boşluğa bastırdı. Ağzım kanla doluydu. Yutmaya çalıştım. Kan boğazıma
kaçtı, öksürdüm. Hayatımda duymadığım bir acı duyuyordum fakat kanla
beraber tuhaf bir mutluluk da sızıyordu dişetlerimden. Bitmişti.
...Engin Türkgeldi'nin Can Yayınları'ndan çıkan Orada Bir Yerde adlı kitabında yer alan Mükemmel Bir Gülüş öyküsünden bir kısa bölüm
1 Temmuz 2017 Cumartesi
NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (37)
İlkokuldaydım, sanıyorum üçüncü
sınıfta, bir arkadaşımın ağabeyinin ders kitapları arasında kapağı olmayan bir
kitap elime geçti. Ders kitaplarına göre küçük boy, kapaksız, yırtık,
saman kâğıdı kavrulmuş bir kitap. İlk 40-50 sayfası yok kitabın. Değişik geldi
herhalde bana o kitap, okumaya başladım. Küçük bir kız çocuğu var, dağda
dedesiyle birlikte yaşıyor kulübede, ot yatağı var, kulübesinin penceresinden
baktığı zaman yıldızlar görünüyor. Evlerinin hemen yukarısında uğuldayan
köknarlar var; bir köpekleri, keçileri var, sabahları sıcak çörek yiyorlar,
keçi sütünden yaptıkları peynirleri yiyorlar falan…
Kızın adı Heidi’ydi. Ama kitabın
adını, kapağı olmadığı için bilmiyordum. O kız çocuğunun dağdaki yaşantısı,
Peter’le, köpeğiyle, dedesiyle olan ilişkisi bana çok ilginç ve güzel gelmişti.
Yattığım zaman o köknarları, uçurumları, karlı dağları düşünüyordum. Başka
kitaplar bulursam, keşfettiğim bu masal dünya daha da genişleyecek, sürekli
yenilenecekti. Bir gün dedemlerin çatı arasında, ailemizin tek okumuş insanı,
lise mezunu dayımın farelerden arta kalmış defterlerini, kitaplarını buldum.
Bir tane de roman vardı aralarında. Oğuz Özdeş’in “Liseli Bir Kız Sevdim” adlı
romanı. Onun da ilk forması yok; kitap 17. sayfadan başlıyor. Dönüp dönüp
okuyorum kitabı, çünkü başka kitabım yok. Sonra ortaokul birinci sınıfta Türkçe
hocamız, birinci dönem sonuna kadar herkesin bir roman okuyup özetini
çıkarmasını istedi. Ve adres gösterdi: Halk Kütüphanesi. Birinci dönem sonuna
kadar yirmi kitap okudum ve özetini çıkardım. Herkes iki üç dosya kâğıdıyla
getirmişti ödevini, ben bir defterle çıkmıştım Türkçe hocamın karşısına. Hocam,
“Aferin Ekrem” dedi. Yanlış da olsa adımı bilen tek hocaydı. (Zaten öğrenim
hayatım boyunca hocalarım adımı bilmediler. Üstelik sınıf defterinden veya
yazılı kâğıtlarından adımı okurken ya adımı ya da soyadımı yanlış söylerler,
“Boran” derlerdi. Daha sonraki yıllarda dergilerde öykülerim yayımlanmaya
başladığında da soyadımı yanlış yazdılar. Bazen de beş harfli adımın “h”si
atlandı ve adım dört harfe düşürüldü.) Böylece en sevdiğim ders Türkçe oldu ve
ikinci dönem sonuna kadar yirmi beş kitap daha okuyarak kendi rekorumu kırdım.
Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi, Oğuz Özdeş … Sonra Jules
Verne, Kerime Nadir, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay. Derken “İnce
Memed”iyle başlayarak Yaşar Kemal… Onun ardından Orhan Kemal geldi: “Üç
Kâğıtçı“, “Bereketli Topraklar Üzerinde”... Ertesi yıl, orta ikiye geçtiğimde,
yine aynı öğretmenim birer öykü yazmamızı istedi. Ve ben bir roman yazmaya
başladım. Okuduğum kitapların etkisinde bir macera romanıydı yazdığım.
Kahramanları da ben yaştaki çocuklardı elbette. O yıllarda ardı ardına köy
romanları basılıyordu. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Kemal Bilbaşar ve
hemşehrimiz olan, hemen her gün yolda, çarşıda karşılaştığım ama bir türlü
tanışmaya cesaret edemediğim Abbas Sayar’ın romanlarını büyük bir heyecanla
okuyordum. Bu romanlar tanıdık geldiği için olsa gerek bu kez bir köy romanı
yazmaya başladım. Bu arada dünya klasikleriyle de tanışmıştım. “Sefiller”le
başladım, “Goriot Baba” ve Emile Zola’nın “Meyhane”, “Nana”, “Toprak” ve daha
pek çok romanıyla devam ettim. Masal ve hikâyelerdeki zifiri karanlık ormanda
karşımıza çıkan kulübeye benziyordu okumak. Masal kahramanları aç, çaresiz bir
şekilde ormanda ilerlerken ileride, karanlığın içinde bir ışık görürler. Bir
kulübenin ışığıdır bu. İşte edebiyat benim için buydu, hayat oradaydı, kurtuluş
orada. Her türlü çağrışıma açık, hayal gücüne, bilinmeyene çağıran sıcak bir
ışık… İçinde kimin, kimlerin, nelerin olduğunu bilmediğiniz, neyle
karşılaşacağınızı kestiremeyeceğiniz bir kulübe… İçini siz doldurun, gerisi
size kalmış. Yazınca, yazdıkça güzelleşeceğini düşünüyordum yaşamın. Yazılan
yaşam güzelleşiyordu, güzellik kazanıyordu.
Ömer Seyfettin’i biliyordum ama Sait
Faik’le yeni buluşmuştum. Reşat Nuri, Halide Edip, Yakup Kadri gibi yazarları
okuyordum tabii, ama daha çok Kerime Nadir, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun
Fazıl Tülbentçi, Oğuz Özdeş gibi yazarların tüm romanlarını okumuştum. Köy
romanlarının gündemde olduğu dönemdi; bir gün şehrin tek kitapçısının
vitrininde Fakir Baykurt’un “Köygöçüren” romanını gördüm. Param yetmediği için
alamadığım o kitap o vitrinde benim için durmaktadır hâlâ. Sonra kütüphaneden
köy romanlarını arama dönemim başladı. Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, Talip
Apaydın, Kemal Tahir, Yaşar Kemal... Benim romanım da köyü anlatıyordu. Yaşar
Kemal’den bazı betimlemeleri aşırdığımı anımsıyorum.
Aynı dönem resme de çok yoğun ilgim
vardı. O ilgiden olsa gerek bir yandan yazıp bir yandan çizerken çizgi-romana
yöneldim. Hazırladığım çizgi romanı bir hocama gösterdim, o da bir araştıralım
bakalım diye benden aldı, bir daha da haber çıkmadı o çizgi romandan, kayboldu
gitti.
Yaz aylarında inşaatlarda çalışarak
kitap ve resim malzemesi alıyor, desenlerimi ve öykülerimi dergilere
gönderiyordum. Bir süre sonra dergilerin genç kalemler için hazırlanan
köşelerinde öykülerim hakkında kısa değerlendirmeler çıkmaya başladı.
Lisedeyken de desenlerim yayımlandı. Bunları paylaşabileceğim kimse yoktu
çevremde. Sevincimi kendi içimde yaşıyordum.
On yedi
yaşımda üniversite için Ankara’ya geldim ve o yıl ilk öyküm bir dergide
yayımlandı. 12 Eylül darbesi olmuş, benim için zor yıllar başlamıştı. Yazıya ve
resme daha çok sığınmıştım. Çizdiğim desenler dergilerde peş peşe
yayımlanıyordu. Zaman zaman dergi kapakları yaptığım da oluyordu. Ama
kendimi daha çok yazar gibi hissediyordum. Yine de zihnimdeki bulanıklık
dağılmış sayılmazdı. Öykünün ne olduğunu ve ne yaptığımı tam olarak
bilmiyordum. El yordamıyla ilerlemeye çalışıyordum. Çizdiğim resimler, yazdığım
öyküler yayımlanıyordu ama bunları konuşacağım kimse yoktu çevremde.
Yazdıklarımı anlamlandırmakta zorlanıyordum; ormanın neresindeydim, hatta bir
ormanda mıydım, bundan emin değildim. Artık Ankara’daydım; çeşitli dergilere,
kurum ve derneklere yakındım; ne var ki, edebiyat çevrelerine girmeye
çekiniyordum. Okumasam hiçbir şey kaybetmeyeceğim bir dolu kitabı boşuna okumuş
olduğumu üniversite yıllarında anladım. Öykülerim birikmeye başlamıştı, kitap
çıkarmak istiyordum fakat ilk adımı bir türlü atamıyordum. Kendimi köşeye
sıkışmış hissediyordum. Derken dosyam tamamlandı. O sıralar Millî Eğitim
Bakanlığı Yayımlar Dairesi’nde çalışmaya başlamıştım. Bakanlığın yeni
başlattığı “Öğretmen Yazarlar Dizisi” vardı. Kitabımı bastıracağım bir yayınevi
aramaktansa çalıştığım kuruma dosyamı vermek kolayıma geldi ve dosyamı
gönderdim. Çekingenliğim ve yanlış anlaşılma korkum yüzünden kimseye sormadım
dosyamın akıbetini. Gönderdikten dört yıl sonra ilk öykü kitabım “Sonrası
Ayrılık” 1991’de yayımlandı. Devlet kurumlarında basılan kitapların başına
gelen benim kitabımın da başına geldi ve 20 bin basılıp satılmasına rağmen
“Sonrası Ayrılık”tan kimsenin haberi olmadı. 1994’te çıkan ve Türkiye Yazarlar
Birliği Hikâye Ödülü’nü alan “Kurutulmuş Gül Mevsimi” de üç baskı yapmasına
rağmen sessizlikle karşılandı. On yıl kadar ders kitaplarıyla uğraştıktan sonra
“Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı” Doğan Kitap’tan çıktı, 2005 Yunus Nadi Öykü
Ödülü’nü aldı. Bakanlık yayınları arasında çıkan ilk iki kitabımdan seçmeler
yaparak “Unuttuğum Bütün Akşamlar”ı çıkardım aynı yıl içinde. Ardından
“Bozkırın Uzak Bahçeleri”, “Yarım”, “Evlerimiz Poyraza Bakar” ve “Bulut Bulut
Üstüne” geldi. Bu arada yayınevi değiştirerek İletişim Yayınları’na geçtim ve
orada da “Emanet Gölgeler Defteri”, “Zira” adlı kitaplarımla önceki
kitaplarımın yeni baskıları çıktı ve çıkmaya devam ediyor.
Bir
söyleşide anlatmıştım: “Romanlar da yazdım ama öykü her zaman bir tutku oldu
benim için. Dünyaya yazının içinden, daha doğrusu hayat sadece yazıdan
ibaretmiş gibi bakıyorum; böyle anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorum
gördüğüm, duyduğum, hissettiğim, hatta hayal ettiğim her şeyi. Yazmak, tek
çaresi yazmak olan bir derttir diyorum kendime ve her günüm ya okuyarak ya da
yazmaya çalışarak yazının içinde geçiyor. 2013’te çıkan Emanet Gölgeler
Defteri adlı romanıma başladığımda aklımda bazı öyküler vardı. Romanı
yazarken bu öyküler zihnimi kurcalamaya, kendilerini yazdırmak için beni
sıkıştırmaya başladılar. En çok öne çıkanı yazıp sonra romana döneyim diye
didinip durdum. Baş edemeyince romanı bir kenara bıraktım ve öyküye
yoğunlaştım. 2011’de yayınlanan Bulut Bulut Üstüne adlı öykü kitabım
böyle ortaya çıktı. Emanet Gölgeler Defteri romanımdan sonra yeniden
öykü düşünmeye başladım. Bir kitabım çıktıktan sonra bir süre hiçbir şey
yazamıyorum. Kitabın etkisinden sıyrılmam, kendimi onun dışında hissetmem biraz
zaman alıyor. Aslında öyküler zihnin gerisinde kendi kendine yazılıp duruyor.
Elinde defter kalem olmadan sokağa çıkmayan biriyim. Defter tutar, sürekli
notlar alırım. Bunların bir kısmı bir öyküde ya da bir romanın herhangi bir
köşesinde kendine yer bulur, bir kısmı sırasını bekler. Birçoğu belki de hiçbir
zaman o şansı yakalayamayacaktır. Hemen yazacağımı sandığım bir öyküyü yıllar
yıllar sonra yazdığım olur. Yazamadıklarım çoğunlukta tabii. Bazen de çok hızlı
gelişir her şey. Ama acele etmem. Sonra yazar dostlarıma gönderir, onların
görüşlerini alırım. Defalarca gözden geçiririm öykülerimi. Sesli okurum ki, ses
değerleri açısından kulağı tırmalayan bir yönü var mı diye. Kelimelerin kâğıt
üzerinde nasıl durduğu, nasıl göründüğü kadar, müzikalitesinin nasıl olduğuna
kadar her şeyi çok önemserim. Aynı zamanda iyi bir hikâye anlatmaktır amacım.
Her yazının kendi kuralını kendisinin belirlediğine inanır, ona göre hareket
ederim. Yaza yaza kendimi ve başkalarını anlamaya, hayatı anlamaya ve eğer
böyle bir şey mümkünse anlamlandırmaya çaba harcıyorum. Zira’yı yazarken
de öyle oldu. Romanım yayınlanmıştı, etkisinden sıyrılmıştım ve öykü yazmayı
çok özlemiştim. İki yıldan fazla bir süre Zira’yı oluşturan öyküleri
yazmaya çalıştım. Her kitabımda olduğu gibi bunda da kendimi yenilemek, dilimi
genişletmek, ormandaki o kulübenin ışığını daha sıcak ve parlak hale getirmek
için çabalayıp durdum. Ormana girip de o ışığı gördüğüm andan beri her gün yeni
bir şeyler öğrendiğimi düşünerek yürüyüşümü sürdürüyorum.”
Gazete, dergi ve internet
sitelerinde öykü, deneme, kitap yazıları yazıyorum. Birkaç yıldır da öykü
atölyesi çalışmalarım devam ediyor.
Şimdi önümde yeni bir öykü dosyası
ve yine bir roman var. Hangisi öne geçecek bilmiyorum.
ETHEM BARAN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)