İlkokuldaydım, sanıyorum üçüncü
sınıfta, bir arkadaşımın ağabeyinin ders kitapları arasında kapağı olmayan bir
kitap elime geçti. Ders kitaplarına göre küçük boy, kapaksız, yırtık,
saman kâğıdı kavrulmuş bir kitap. İlk 40-50 sayfası yok kitabın. Değişik geldi
herhalde bana o kitap, okumaya başladım. Küçük bir kız çocuğu var, dağda
dedesiyle birlikte yaşıyor kulübede, ot yatağı var, kulübesinin penceresinden
baktığı zaman yıldızlar görünüyor. Evlerinin hemen yukarısında uğuldayan
köknarlar var; bir köpekleri, keçileri var, sabahları sıcak çörek yiyorlar,
keçi sütünden yaptıkları peynirleri yiyorlar falan…
Kızın adı Heidi’ydi. Ama kitabın
adını, kapağı olmadığı için bilmiyordum. O kız çocuğunun dağdaki yaşantısı,
Peter’le, köpeğiyle, dedesiyle olan ilişkisi bana çok ilginç ve güzel gelmişti.
Yattığım zaman o köknarları, uçurumları, karlı dağları düşünüyordum. Başka
kitaplar bulursam, keşfettiğim bu masal dünya daha da genişleyecek, sürekli
yenilenecekti. Bir gün dedemlerin çatı arasında, ailemizin tek okumuş insanı,
lise mezunu dayımın farelerden arta kalmış defterlerini, kitaplarını buldum.
Bir tane de roman vardı aralarında. Oğuz Özdeş’in “Liseli Bir Kız Sevdim” adlı
romanı. Onun da ilk forması yok; kitap 17. sayfadan başlıyor. Dönüp dönüp
okuyorum kitabı, çünkü başka kitabım yok. Sonra ortaokul birinci sınıfta Türkçe
hocamız, birinci dönem sonuna kadar herkesin bir roman okuyup özetini
çıkarmasını istedi. Ve adres gösterdi: Halk Kütüphanesi. Birinci dönem sonuna
kadar yirmi kitap okudum ve özetini çıkardım. Herkes iki üç dosya kâğıdıyla
getirmişti ödevini, ben bir defterle çıkmıştım Türkçe hocamın karşısına. Hocam,
“Aferin Ekrem” dedi. Yanlış da olsa adımı bilen tek hocaydı. (Zaten öğrenim
hayatım boyunca hocalarım adımı bilmediler. Üstelik sınıf defterinden veya
yazılı kâğıtlarından adımı okurken ya adımı ya da soyadımı yanlış söylerler,
“Boran” derlerdi. Daha sonraki yıllarda dergilerde öykülerim yayımlanmaya
başladığında da soyadımı yanlış yazdılar. Bazen de beş harfli adımın “h”si
atlandı ve adım dört harfe düşürüldü.) Böylece en sevdiğim ders Türkçe oldu ve
ikinci dönem sonuna kadar yirmi beş kitap daha okuyarak kendi rekorumu kırdım.
Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi, Oğuz Özdeş … Sonra Jules
Verne, Kerime Nadir, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay. Derken “İnce
Memed”iyle başlayarak Yaşar Kemal… Onun ardından Orhan Kemal geldi: “Üç
Kâğıtçı“, “Bereketli Topraklar Üzerinde”... Ertesi yıl, orta ikiye geçtiğimde,
yine aynı öğretmenim birer öykü yazmamızı istedi. Ve ben bir roman yazmaya
başladım. Okuduğum kitapların etkisinde bir macera romanıydı yazdığım.
Kahramanları da ben yaştaki çocuklardı elbette. O yıllarda ardı ardına köy
romanları basılıyordu. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Kemal Bilbaşar ve
hemşehrimiz olan, hemen her gün yolda, çarşıda karşılaştığım ama bir türlü
tanışmaya cesaret edemediğim Abbas Sayar’ın romanlarını büyük bir heyecanla
okuyordum. Bu romanlar tanıdık geldiği için olsa gerek bu kez bir köy romanı
yazmaya başladım. Bu arada dünya klasikleriyle de tanışmıştım. “Sefiller”le
başladım, “Goriot Baba” ve Emile Zola’nın “Meyhane”, “Nana”, “Toprak” ve daha
pek çok romanıyla devam ettim. Masal ve hikâyelerdeki zifiri karanlık ormanda
karşımıza çıkan kulübeye benziyordu okumak. Masal kahramanları aç, çaresiz bir
şekilde ormanda ilerlerken ileride, karanlığın içinde bir ışık görürler. Bir
kulübenin ışığıdır bu. İşte edebiyat benim için buydu, hayat oradaydı, kurtuluş
orada. Her türlü çağrışıma açık, hayal gücüne, bilinmeyene çağıran sıcak bir
ışık… İçinde kimin, kimlerin, nelerin olduğunu bilmediğiniz, neyle
karşılaşacağınızı kestiremeyeceğiniz bir kulübe… İçini siz doldurun, gerisi
size kalmış. Yazınca, yazdıkça güzelleşeceğini düşünüyordum yaşamın. Yazılan
yaşam güzelleşiyordu, güzellik kazanıyordu.
Ömer Seyfettin’i biliyordum ama Sait
Faik’le yeni buluşmuştum. Reşat Nuri, Halide Edip, Yakup Kadri gibi yazarları
okuyordum tabii, ama daha çok Kerime Nadir, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun
Fazıl Tülbentçi, Oğuz Özdeş gibi yazarların tüm romanlarını okumuştum. Köy
romanlarının gündemde olduğu dönemdi; bir gün şehrin tek kitapçısının
vitrininde Fakir Baykurt’un “Köygöçüren” romanını gördüm. Param yetmediği için
alamadığım o kitap o vitrinde benim için durmaktadır hâlâ. Sonra kütüphaneden
köy romanlarını arama dönemim başladı. Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, Talip
Apaydın, Kemal Tahir, Yaşar Kemal... Benim romanım da köyü anlatıyordu. Yaşar
Kemal’den bazı betimlemeleri aşırdığımı anımsıyorum.
Aynı dönem resme de çok yoğun ilgim
vardı. O ilgiden olsa gerek bir yandan yazıp bir yandan çizerken çizgi-romana
yöneldim. Hazırladığım çizgi romanı bir hocama gösterdim, o da bir araştıralım
bakalım diye benden aldı, bir daha da haber çıkmadı o çizgi romandan, kayboldu
gitti.
Yaz aylarında inşaatlarda çalışarak
kitap ve resim malzemesi alıyor, desenlerimi ve öykülerimi dergilere
gönderiyordum. Bir süre sonra dergilerin genç kalemler için hazırlanan
köşelerinde öykülerim hakkında kısa değerlendirmeler çıkmaya başladı.
Lisedeyken de desenlerim yayımlandı. Bunları paylaşabileceğim kimse yoktu
çevremde. Sevincimi kendi içimde yaşıyordum.
On yedi
yaşımda üniversite için Ankara’ya geldim ve o yıl ilk öyküm bir dergide
yayımlandı. 12 Eylül darbesi olmuş, benim için zor yıllar başlamıştı. Yazıya ve
resme daha çok sığınmıştım. Çizdiğim desenler dergilerde peş peşe
yayımlanıyordu. Zaman zaman dergi kapakları yaptığım da oluyordu. Ama
kendimi daha çok yazar gibi hissediyordum. Yine de zihnimdeki bulanıklık
dağılmış sayılmazdı. Öykünün ne olduğunu ve ne yaptığımı tam olarak
bilmiyordum. El yordamıyla ilerlemeye çalışıyordum. Çizdiğim resimler, yazdığım
öyküler yayımlanıyordu ama bunları konuşacağım kimse yoktu çevremde.
Yazdıklarımı anlamlandırmakta zorlanıyordum; ormanın neresindeydim, hatta bir
ormanda mıydım, bundan emin değildim. Artık Ankara’daydım; çeşitli dergilere,
kurum ve derneklere yakındım; ne var ki, edebiyat çevrelerine girmeye
çekiniyordum. Okumasam hiçbir şey kaybetmeyeceğim bir dolu kitabı boşuna okumuş
olduğumu üniversite yıllarında anladım. Öykülerim birikmeye başlamıştı, kitap
çıkarmak istiyordum fakat ilk adımı bir türlü atamıyordum. Kendimi köşeye
sıkışmış hissediyordum. Derken dosyam tamamlandı. O sıralar Millî Eğitim
Bakanlığı Yayımlar Dairesi’nde çalışmaya başlamıştım. Bakanlığın yeni
başlattığı “Öğretmen Yazarlar Dizisi” vardı. Kitabımı bastıracağım bir yayınevi
aramaktansa çalıştığım kuruma dosyamı vermek kolayıma geldi ve dosyamı
gönderdim. Çekingenliğim ve yanlış anlaşılma korkum yüzünden kimseye sormadım
dosyamın akıbetini. Gönderdikten dört yıl sonra ilk öykü kitabım “Sonrası
Ayrılık” 1991’de yayımlandı. Devlet kurumlarında basılan kitapların başına
gelen benim kitabımın da başına geldi ve 20 bin basılıp satılmasına rağmen
“Sonrası Ayrılık”tan kimsenin haberi olmadı. 1994’te çıkan ve Türkiye Yazarlar
Birliği Hikâye Ödülü’nü alan “Kurutulmuş Gül Mevsimi” de üç baskı yapmasına
rağmen sessizlikle karşılandı. On yıl kadar ders kitaplarıyla uğraştıktan sonra
“Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı” Doğan Kitap’tan çıktı, 2005 Yunus Nadi Öykü
Ödülü’nü aldı. Bakanlık yayınları arasında çıkan ilk iki kitabımdan seçmeler
yaparak “Unuttuğum Bütün Akşamlar”ı çıkardım aynı yıl içinde. Ardından
“Bozkırın Uzak Bahçeleri”, “Yarım”, “Evlerimiz Poyraza Bakar” ve “Bulut Bulut
Üstüne” geldi. Bu arada yayınevi değiştirerek İletişim Yayınları’na geçtim ve
orada da “Emanet Gölgeler Defteri”, “Zira” adlı kitaplarımla önceki
kitaplarımın yeni baskıları çıktı ve çıkmaya devam ediyor.
Bir
söyleşide anlatmıştım: “Romanlar da yazdım ama öykü her zaman bir tutku oldu
benim için. Dünyaya yazının içinden, daha doğrusu hayat sadece yazıdan
ibaretmiş gibi bakıyorum; böyle anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorum
gördüğüm, duyduğum, hissettiğim, hatta hayal ettiğim her şeyi. Yazmak, tek
çaresi yazmak olan bir derttir diyorum kendime ve her günüm ya okuyarak ya da
yazmaya çalışarak yazının içinde geçiyor. 2013’te çıkan Emanet Gölgeler
Defteri adlı romanıma başladığımda aklımda bazı öyküler vardı. Romanı
yazarken bu öyküler zihnimi kurcalamaya, kendilerini yazdırmak için beni
sıkıştırmaya başladılar. En çok öne çıkanı yazıp sonra romana döneyim diye
didinip durdum. Baş edemeyince romanı bir kenara bıraktım ve öyküye
yoğunlaştım. 2011’de yayınlanan Bulut Bulut Üstüne adlı öykü kitabım
böyle ortaya çıktı. Emanet Gölgeler Defteri romanımdan sonra yeniden
öykü düşünmeye başladım. Bir kitabım çıktıktan sonra bir süre hiçbir şey
yazamıyorum. Kitabın etkisinden sıyrılmam, kendimi onun dışında hissetmem biraz
zaman alıyor. Aslında öyküler zihnin gerisinde kendi kendine yazılıp duruyor.
Elinde defter kalem olmadan sokağa çıkmayan biriyim. Defter tutar, sürekli
notlar alırım. Bunların bir kısmı bir öyküde ya da bir romanın herhangi bir
köşesinde kendine yer bulur, bir kısmı sırasını bekler. Birçoğu belki de hiçbir
zaman o şansı yakalayamayacaktır. Hemen yazacağımı sandığım bir öyküyü yıllar
yıllar sonra yazdığım olur. Yazamadıklarım çoğunlukta tabii. Bazen de çok hızlı
gelişir her şey. Ama acele etmem. Sonra yazar dostlarıma gönderir, onların
görüşlerini alırım. Defalarca gözden geçiririm öykülerimi. Sesli okurum ki, ses
değerleri açısından kulağı tırmalayan bir yönü var mı diye. Kelimelerin kâğıt
üzerinde nasıl durduğu, nasıl göründüğü kadar, müzikalitesinin nasıl olduğuna
kadar her şeyi çok önemserim. Aynı zamanda iyi bir hikâye anlatmaktır amacım.
Her yazının kendi kuralını kendisinin belirlediğine inanır, ona göre hareket
ederim. Yaza yaza kendimi ve başkalarını anlamaya, hayatı anlamaya ve eğer
böyle bir şey mümkünse anlamlandırmaya çaba harcıyorum. Zira’yı yazarken
de öyle oldu. Romanım yayınlanmıştı, etkisinden sıyrılmıştım ve öykü yazmayı
çok özlemiştim. İki yıldan fazla bir süre Zira’yı oluşturan öyküleri
yazmaya çalıştım. Her kitabımda olduğu gibi bunda da kendimi yenilemek, dilimi
genişletmek, ormandaki o kulübenin ışığını daha sıcak ve parlak hale getirmek
için çabalayıp durdum. Ormana girip de o ışığı gördüğüm andan beri her gün yeni
bir şeyler öğrendiğimi düşünerek yürüyüşümü sürdürüyorum.”
Gazete, dergi ve internet
sitelerinde öykü, deneme, kitap yazıları yazıyorum. Birkaç yıldır da öykü
atölyesi çalışmalarım devam ediyor.
Şimdi önümde yeni bir öykü dosyası
ve yine bir roman var. Hangisi öne geçecek bilmiyorum.
ETHEM BARAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder