23 Mart 2016 Çarşamba

ÇANAKKALE MASALCILAR BULUŞMASI

Sessiz sedasız bir yeni blog daha yayına girdi.
 www.canakkalemasalcilarbulusmasi.blogspot.com

İçimizdeki Anlatıcı, 11-15 Mayıs 2016 tarihlerinde düzenlenecek 2. Çanakkale Masalcılar Buluşması'nın hazırlıklarını paylaşmak, etkinliklerini duyurmak, buluşmaya katılacak konuklarla yaptığımız söyleşilerle ağızlara bir parmak bal çalmak, heves uyandırmak, merak kışkırtmak amacıyla açtığımız çok sesli, çok renkli bloğumuz için yazdığım ilk metin. Bir kez de buradan duyurmuş, paylaşmış olayım.
 
İÇİMİZDEKİ ANLATICI

Ot Dedi Ki*

Ot bir güz yaprağına dedi ki, “Düşerken çok ses çıkarıyorsun! Kış düşlerimin hepsi uçup gidiyor.”

Yaprak kırgınlıkla, “Soysuz ve barksız yaratık! Şarkısız, huysuz şey! Sen yükseklere ulaşamazsın ve şarkı da söyleyemezsin,” diye cevap verdi.

Sonra güz yaprağı toprağa uzandı ve uykuya daldı. Bahar geldiği zaman tekrar uyandığında bir ottu.

Sonbahar gelip de ve kış uykusu bastırdığında ve üstüne havadan yapraklar düşmeye başladığında ot kendi kendine şöyle mırıldandı: “Ah bu güz yaprakları! Ne kadar da çok gürültü yapıyorlar! Bütün kış düşlerim uçup gidiyor.”

Bu yıl kış uzun sürdü. Hayallerimiz uçtu gitti. Düşlerimize kâbuslar karıştı. Huzursuz, tekinsiz uykuların koynundaydık nicedir, kaplumbağa misali kabuklarımızın içinde. Bu yıl kış uzun sürdü. Hiç bitmeyecek sandık, yeniden gülemeyecek, nefes alamayacak, devam edemeyecek… 

Kış bitti. Bahar kapıda. Ağaçlar tomurcuklanıyor. Aceleci papatyalar yeşil çimenlerin arasından başını uzatıyor, meraklı. Gelinciklerin eli kulağında…

Doğanın döngüsü bize cesaret veriyor, yeniden başlama gücü… Evimizden daha istekli, coşkulu çıkıyoruz, bir çemberin etrafında yan yana, eski masalları dillendiriyoruz. Cılız bir ses geliyor inceden, nerden, kimden geldiğini bilemediğimiz. Oralarda bir yerde, seziyoruz. Bir masal daha dinliyoruz, bir tane daha. Aklımız hep o cılız seste. Arıyoruz. Susuyoruz. Duruyoruz bir an. İçimizdeki anlatıcıya söz veriyoruz.



Yazarak, çizerek, ilmek ilmek işleyerek, doğadan topladığımız çiçek ve kozalakları ruh hâlimize göre dizerek, dans ederek, şarkı söyleyerek, dönerek, dönüşerek, farklılıklarımızı yitirmeden, yan yana, rengârenk, bir bütünün içinde "ben olmaya" devam ederek  hayat ağacının dallarına hikâyelerimizi iliştirmeye niyet ediyoruz.

   


 *Halil Cibran Deli'den alıntılanmıştır.



 


 

 

 

21 Mart 2016 Pazartesi

MERCAN YURDAKULER ULUENGİN İLE ZEHİRSİZ EV ÜZERİNE SÖYLEŞİ*


Mercan Yurdakuler Uluengin’i, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin düzenlediği “Gerçek Temizlik” eğitimlerinden ve bildiklerini, öğrendiklerini paylaştığı “Zehirsiz Ev” adlı web sitesinden tanıyoruz. Takipçileri olarak bloğunda 4 yıldır paylaştıklarının neredeyse bir kitap bütünlüğüne ulaştığını düşünüyorduk ki Zehirsiz Ev kitabının müjdesi geldi. Mercan ile Modus Kitap’tan yayımlanan Zehirsiz Ev kitabı ve çevirdiği çocuk kitapları üzerine keyifli bir söyleşi yaptık.
 

Mercan, Zehirsiz Ev yayımlandı. Tebrik ederim. Okuru, kıymet bileni çok olsun. Kendi evini zehirsiz bir eve dönüştürme, bildiklerini paylaşma ve nihayetinde kitaplaşma süreci nasıl başladı, gelişti?

Çok teşekkürler, Tuğba. Aslında yola çıkarken aklımda ne blog ne de kitap vardı. Başta sadece sağda solda okuyup kendi kendime denediğim, kendi ihtiyaçlarıma uygun hâle getirip kullandığım temizlik ürünü tarifleri vardı. Anne olduktan sonra satın aldığım her şey gözüme fazla, içerik etiketleriyse fazla kalabalık gelmeye başlamıştı. Daha sade, daha doğal alternatifler çekiyordu beni. 5-6 yıl zarfında evde kullandığım ürünlerde epey bir dönüşüm oldu. Önüme gelene anlattığım bu tarifleri daha geniş paylaşıma açma fikri ancak ondan sonra aklıma geldi. İtiraf edeyim çok kısa bir süre “Keşke bir kitap hazırlasam,” diye geçti içimden. Ama ben kimdim ki? Hangi yayınevi durup dururken neden basmak istesindi böyle bir şeyi, insanlar neden satın alsındı? Tam o sırada eşim bir blog açmamı önerdi. Zehirsizev.com 4 yıl önce kuruldu. Siteyi açarken ne kadar takipçisi olacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Zamanla okuyucularla çok güzel paylaşımlara zemin sağlayan, farkındalık artıran bir çeşit başvuru kaynağı çıktı ortaya. Sonra atölyeler, Buğday Derneği eğitimleri başladı. Zehirsiz Ev, bilgisayar ekranından dışarı taştı. Derken, artık kitap fikrini hatırlamadığım bir noktada, bir arkadaşım vasıtasıyla Modus Kitap’tan bir teklif geldi. Gönlümüzden samimiyetle geçirdiğimiz şeyler dönüp dolaşıp bir gün oluyor, buna çok inanıyorum. Ama ancak zamanı gelince...

Zehirsiz Ev, bellek ve anımsama üzerine bir kitap. Okur, hem son yıllarda hızla unutulan, hafızalardan silinen çevre sağlığına ve kendi sağlığına zararı olmayan reçetelere ulaşıyor hem de hazır ürünlerin içeriğindeki zararlı maddeler hakkında bilgi ediniyor. Ben en çok yeniden anımsama, doğal reçeteleri toplama sürecini merak ettim. Bu kaynaklara nasıl ulaştın?

Ne güzel dedin! Gerçekten bellek ve anımsama üzerine... Ben de hep “Tekerleği yeniden keşfediyoruz,” diyorum. Bloğun veya kitabın altına imzamı atmak da bana pek doğru gelmiyor zaten. Bu formüllerin hiçbiri bana ait değil. Tek yaptığım derlemek. İnternet sitelerinden, bloglardan, kitaplardan, eskilerin anlattıklarından, reçeteleri deneyenlerin yorumlarından... Bir oturuşta yapılmış bir derleme veya bir araştırma projesi de değil, biraz önce anlattığım gibi. Bizim evdeki yıllara yayılan dönüşümün bir belgesi. Hazır ürünlerin yerine deneye yanıla, teker teker yenilerini koyduğum, “Çamaşır deterjanı yapabiliyorsam diş macunu da yapabilir miyim?” diye ilerlediğim bir macera.

Giderek dünyanın gidişatından daha çok kaygı duyan bireylere dönüşüyoruz. Kitabın bu anlamda umut da veriyor. Bize, organik sertifikalı ürünlerin takıntılı bir şekilde tüketicisi olmadan da “ekolojik anne-baba” olabileceğimizi fısıldıyor. Evlerimizi ve kendimizi değiştirmeye nereden başlayabiliriz?

Bunu Buğday rehberinin bir sayısındaki Ekolojik Anne köşesi için de yazmıştım: “Bugün kim olduğumuz nasıl kullandığımız ürün, hizmet ve markalarla tanımlanıyorsa, “ekolojik anne”lik bile her şeyden çok satın alma tercihlerimizle tanımlanıyor sanki: Organik sebze-meyveden şaşmamak; zor bulunan, özel sertifikalı temizlik ve bakım malzemeleri kullanmak; yurtdışından, internetten, oradan buradan güvenli, doğa dostu tasarımlar bulup getirtmek... Bir trend, bir furya, bir heves... Evet, kısmen yukarıdaki gibi tercihleri de barındırabiliyor ekolojik annelik, ama bence olmadık zahmetlere girip fazladan bir şeyler yapmaktan çok, belli bazı şeyleri de yapmamayı seçmek anlamına geliyor. Yani küçülmek, yetinmek, sadeleşmek... Ne yapacağımızı bilemediğimizde dönüp, doğada nasıl oluyordu diye bakmak...”

Bence ilk adım, oturup nelerden vazgeçebileceğimize ciddi ciddi bir bakmak, temel ihtiyaçlarımızın ne olduğunu dürüstçe belirlemek. Bir diğer kestirme yol, evimizden çıkan çöpü azaltmaya çalışmak. Öyle hızlı sadeleştiriyor, aslına döndürüyor ki insanı. Daha ileriki bir adım, permakültür gibi, doğayı onarıcı yöntemleri öğrenmek olabilir.

 

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı doğaya saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde bu doğa sevgisini verebilmek. Çocukları apartman, kreş, AVM üçgeninden kurtarıp doğayla yakın bir bağ kurabilmeleri için neler yapabiliriz?

Bu çocuğa dırdır etmekle olacak şey değil. Kendi davranışlarımızla, tercihlerimizle örnek olmaktan başka çaremiz yok. Ben sürekli paketli gıda yiyorsam çocuğuma neden yememesi gerektiğini açıklayamam; sebze-meyvesini yetiştiren insanların emeğine, ürününe saygı duymasını sağlayamam; mevsim döngülerini öğretemem. Boş zamanlarımı televizyon karşısında ya da AVM’de geçiriyorsam, “Yavrum, bugün hava çok güzel, hadi dışarıda oyna,” diyemem. İnandırıcı olmaz. Bu çok önemli bir soru ve sorun. Dediğin gibi doğadan öyle kopuk yaşıyoruz ki, kuma bastığı zaman veya eli toprağa değdiği zaman ağlayan, böcek gördüğü zaman çığlık çığlığa kaçışan çocuklar var. Ağaçtan elma koparıp versen şüpheyle bakıyorlar ama marketten alınmış ilaçlı elmaları seve seve yiyorlar. Hatta sevgili İlknur Urkun Kelso’nun çevirdiği Ekofobiyi Aşmak diye çok güzel bir kitap da var bu konuyla ilgili. Çocuklara algılayamayacakları çevre sorunlarından bahsedip, dünya elden gidiyor diye yükü küçücük omuzlarına bırakmaktansa doğayla gerçek bir bağ kurmalarını sağlamanın yollarından söz ediyor. O bağ bir kez kurulduktan sonra ellerinden ne geliyorsa zaten yapıyorlar. Benim oğullarım bebekliklerinden beri yazın kahvaltılarına üşüşen arılardan kaçmayı ya da onları öldürmeyi akıllarına getirmiyorlar mesela. Çünkü böyle bir şeyi hayatlarında görmediler. Sadece diş macunu yapan bir annenin belki buna da bir çaresi vardır umuduyla “Bunları bir süre uzaklaştıracak bir iksir yapabilir misin?” diye soruyorlar. Böyle çocukların dünyadaki arı popülasyonunun önemini kavraması ve ileride bu konuda bir şeyler yapması daha olası mesela. Şehirde yaşayanlarımız için bu bağ kurma meselesi gerçekten zorlu. Çünkü doğayla buluşabilmek için fosil yakıt yakan bir arabaya doluşmak, trafikte saatler geçirmek gibi bir durum var. Yine de şehirli çocukları böceklerle, ağaçlarla tanıştıran pek çok etkinlik yapılıyor. Henüz denememiş olanların Doğa Oyunları Evi’nin Doğa Arkadaşımın Kutusu oyununu takip etmesini tavsiye ederim mesela. Oyunu oynamasanız bile oyunun ilkelerinden, Facebook sayfasındaki paylaşımlardan inanılmaz çok şey öğreniyorsunuz.

Yeşil Gazete okurları seni daha çok Zehirsiz Ev bloğundan ve verdiğin “Gerçek Temizlik” eğitimlerinden tanıyor ancak sen aynı zamanda çocuk kitapları da çeviriyorsun. Çocuk kitaplarının renkli, büyüleyici dünyasına nasıl giriş yaptın?

Yurtdışında yaşadığım dönem, bir bilgisayar firmasının kullanma kılavuzlarını Türkçe’ye çeviriyordum. Çocuk kitaplarına gelene kadar bol bol teknik çeviri yaptım senin anlayacağın. Sonra Türkiye’ye dönünce editörlük yapan çok yakın bir arkadaşım bir çocuk kitabı dizisi çevirmeyi denemek isteyip istemediğimi sordu. Geçişte biraz bocaladım ama çok keyif aldım. Giriş o giriş...

Sence çevirmen kimdir? İyi bir çevirmenin taşıması gereken üç özellik nedir?

Çevirmen, bir dilde yazılmış bir metni başka bir dilde yeniden yazan kişidir. Evet, çevirmen yazar değildir ama yaptığı iş de A dilindeki sözcüğü alıp B dilindeki karşılığını yazmaktan ibaret de değildir. Çok okumak (ki utanarak söylüyorum, benim durumum son yıllarda içler acısı), kaynak dilden ziyade hedef dile hâkim olmak ve bitmiş metni defalarca yeniden, yeni gözlerle okumak, bence bu işin olmazsa olmazları.

Hangi kitabı çevirmek isterdin?

Bu hiç beklediğin yanıt olmayacak: Bir tanecik bestseller (çoksatar mı demeliydim? J) çevirmek isterdim. O kendi kendine yeniden basılsın dursun, ben de o arada daha az kişiye dokunacak, tekrar baskı yapma ihtimali düşük, leziz kitaplar çevireyim.

Yaptığın çeviriler sende kurmaca metinler yazma isteği uyandırıyor mu?

Uyandırmaz mı? Çok hevesleniyorum ama sanırım o istek sadece zihnimde. Henüz kalbimde bir “İşte bunu yazmalıyım!” kıpırtısı olmadı. Veya bir öykü bana kendini yazdırmaya başlamadı...

Şu anda hangi kitap üzerinde çalışıyorsun? Okurla ne zaman buluşacak?

Klasiklerden Siyah İnci’nin çocuklar için basitleştirilmiş ve kısaltılmış bir hâlini çevirdim daha yeni. Sanırım birkaç aya çıkar. Sırada anne-babalara yönelik, ergenlerdeki yeme bozukluklarıyla ilgili bir kitap var. Yeni başlıyorum. Teşekkür ederim.
* Bu söyleşi Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.


 

 

 

16 Mart 2016 Çarşamba

Altı üstü bir hekim

İnsanlık 52 bin yıldır yeryüzünde.
Avcı-derleyici iken günde iki saat, ihtiyaçları karşılamak ve hayatta kalmak için yetiyormuş. Şimdi haftada 40 saat çalışan kendini şanslı hissediyor. Fiziksel ihtiyaçlarımız aynı oysa: hava, su, gıda, hareket, dinlenme, barınma, cinsel ifade, dokunma, sağlık, güvenlik, hayatı tehdit edici yaşam biçimlerinden korunma (virüsler, bakteriler, yırtıcı hayvanlar özellikle insanlar!)
Suyumuz, havamız, toprağımız, gıdamız, güvenliğimiz tehdit altında. Güven duymuyoruz. Kaygı, endişe, vesvese içindeyiz. Tüm bunların yol açtığı fiziksel problemler nedeniyle hekimlerin kapısını aşındırıyoruz. "Beni iyileştirecek misin doktor?" diye fısıldıyoruz kulaklarına. Bir tektik, bir MR daha, bunca doktorun gözünden kaçanı teşhis edecek, bizi iyileştirecek doktoru arıyoruz. Arkamız sağlam. Ne diyor sağlık bakanı: "Bir hekime daha gösterin."
Kendi içimizde değişimin yollarını aramıyoruz. Strese bağlı kronik ağrılarımız için mucizevi ilaçlar verseler yeter. Aile içi şiddet ya da iletişimsizlik nedeniyle agresifleşen ya da içine kapanan çocuklarımıza çare olmalarını umuyoruz ve fakat kendi ilişkilerimize bakmıyoruz. Bir konsültasyon, bir tetkik daha... Vardır elbet bir ilacı ya da ameliyatı, bilmediği, bizden sakındığı. Yükleniyoruz doktorlara.

Soyun giysilerini, iyileştirir o zaman
Baktınız iyileştirmedi, gebertin gitsin!
Altı üstü bir hekim
Altı üstü bir hekim (1)



14 Mart Tıp Bayramı kutlu olsun.
                                              ***
Çok çalışıyoruz. Temel gıda ihtiyaçlarımızın neredeyse hepsini satın alıyoruz. Üstelik kaynağı, temizliği ve güvenilirliği ile ilgili ciddi endişelerimiz var. Çok fazla çöp üretiyoruz. Azaltmamız, ayrıştırmamız gerekiyor; geri dönüştürülecek ambalajlar, hayatımızdan çıkartılması icap eden enerji emici vampirler...  Yetmiyor. Yavaşlamamız da gerekiyor. Hızlı bir bilgi akışına maruz kalıyoruz gün boyu. İMKB verileri gibi hızla akıp gidiyor ekranımızdan haberler, insan manzaraları... Günlük yaşamda üç, bilemedin beş arkadaşla görüşebilirken en fazla, sosyal medyada yüzlerce, binlerce insanla muhatap oluyoruz. Bu kontrolsüz büyüme, gerçek ilişkilerimizin ötesine geçiyor bir süre sonra. Kendimizle ilgili gelişmeleri oradan duyurduğumuzda bilgi yerine  ulaştı sanıyoruz. Giderek azalıyor telefon görüşmeleri, gönderilen davetiyeler, yüz yüze buluşmalar.
Bilgiye ulaşmanın hızlı yolu internet, kirlenmenin de başladığı yer aynı zamanda. Bakın, Eduardo Galeano bu hâli nasıl anlatıyor:

Şöhret tam bir masal (2)
Bugün Dünya Kitap Günü ve edebiyat tarihinin sonu gelmez bir paradoks olduğunu hatırlatmakta fayda var.
İncil'in en popüler bölümü hangisidir? Âdem ve Havva'nın elmayı ısırmaları. Bu İncil'de asla yer almaz.
Eflatun en meşhur cümlesini asla yazmamıştır:
Savaşın nasıl bittiğini sadece ölüler görür.
La Manchalı Don Kişot şunu asla söylemedi:
Köpekler havlıyor, Sancho, atlara eyer vurmanın zamanıdır.
En bilinen cümlesi Voltaire tarafından ne yazıldı ne de söylendi:
Söylediğin şeyle hemfikir değilim, ama bunu söyleme hakkın için canımı veririm.
George Friedrich Hegel şunu hiçbir zaman yazmadı:
Gri olan kuramdır, hayat ağacıysa yeşil.
Sherlock Holmes asla şöyle demedi:
Basit düşün, sevgili Watson.
Hiçbir kitabında ya da kitapçığında, Lenin şöyle yazmadı:
Amaç, araçları doğrular.
Bertol Brecht en beğenilen şiirinin yazarı değildi:
Önce komünistleri götürdüler / hiç sesimi çıkarmadım / çünkü ben komünist değildim...
Jorge Luis Borges dilden dile en çok dolaşan şiirinin yazarı değildi:
Eğer hayatımı yeni baştan yaşayabilseydim / daha çok hata yapmaya çalışırdım..
                                                                     
                                             ***
Sosyal medya, arkadaşlarımla haberleşmenin, ilgi alanlarıma yönelik bilgiye ulaşmanın birincil adresiydi benim için ancak oradaki cinnet hâli, acının pornografisi, toplu linç etme arzusu, öfkeli dil, kamplaştırma gayreti... içim kaldırmıyor artık. Mesleki bilgi, vaka paylaşım grupları da farklı değil. Paylaşılan vakalar üzerine yapılan yorumların göz ardı edilemeyecek bir kısmı hakaret, aşağılama içeriyor.
Sanal aktivistten geçilmiyor ortalık. Klavyenin ardına geçen kahraman kesiliyor. Nasılsa evinde ya bürosunda, kimliği belli ya da belirsiz, fark etmiyor. Kapısını çalacak kimse yok (çoğu zaman). Öfkesini kusuyor kelimeler aracılığıyla. Oysa kelimeler iyileştirir, anlatmak iyileştirir. İçinde tutmamak, nakletmek şifadır. Paylaşmaktan geçer,  anlamak, anlaşmak, barışmak... Kelimeler birleştiricidir. Aynı zamanda durduğumuz yeri tayin eder. Bizi tanımak isteyenler sarf ettiğimiz cümlelere bakar, bizi anlama, bir yerlere koyma, tanımlama ihtiyaçlarını sarf ettiğimiz kelimeler yerine getirir. Kelimeler hem zehirdir bize, hem panzehir. Son zamanlarda ekrana baktığımda ayrıştırma gücünü daha çok gördüğüm için mi, vaktimi çok çaldığı için mi bilmiyorum, oradaki kalabalık, hızlı akış, kirlenme ve pervasızlık beni yoruyor. Mutsuz hissediyorum. Arkadaşlarımın fotoğraflarını, nerede tatil yaptıklarını, ne yediklerini görmeye değil, seslerini duymaya, sarılmaya, birlikte gülmeye, ağlamaya ihtiyacım var. Varsın ayda bir göreyim, varsın yalnızca sesini duyayım, önemli değil. Benim görsellere değil, gerçekten bağlantı kurmaya ihtiyacım var. Belki o zaman şakaklarımın yanını, ensemi ve yüreğimi tutan bu ağrı, ağırlık, azalır ve katlanılır olur, belki o zaman paylaşmak, birbirimizi anlamanın, dinlemenin, barışmanın bir yolu hâline gelir.

Sonsöz
Lodos Çarpması'nın "Ankara katliamında yitirdiklerimize saygıyla..." ithafıyla yayımlanmasının üzerinden 3,5 ay, iki katliam daha geçti.

(1) Bir Köy Hekimi Franz Kafka
(2) Ve Günler Yürümeye Başladı Eduardo Galeano

15 Mart 2016 Salı

YOL HARİTASI İÇERMEZ*

“Seçme Öyküleri”nin Vintage baskısının girişinde Alice Munro, ilk derlemesini yayımladığı 1968’den bugüne öykülerinin “uzadığından ve daha dağınık, talepkâr ve kişisel” hâle geldiklerinden söz eder. Bu öyküler bundan daha iyi betimlenemezlerdi: Öykülerin kendi içlerinde, çizgisel ve zamana bağlı bir ilerleme yerine, hatırlanan bir geçmişten şimdiki zamana ve tersi yönde gelip gidişini ifade etmek için “dağınık” (Munro’nun kendisi ve öykülerindeki kahramanlar için zamanlama neredeyse her daim yanlıştır), okuyucuyu hikâye anlatımındaki dizilimlerin bariz ya da öngörülebilir olmadığı konusunda uyarmasıyla “talepkâr” ve Munro’nun yarattığı şüphe götürmez ve belirgin bir biçimde kendisine ait olan kurgusal bir ses ve kurgusal bazı mekânlar nedeniyle “kişisel.”

Daha eski bir derlemede yer alan çok sevdiğim “Miller, Şehir, Montana” adlı öyküsünde, küçük çocuklarının havuz görevlisinin gözetiminde oynamakta olduğunu sandığımız bir kadın ve kocası havuzu göremedikleri bir yerde oturdukları sırada annenin içine bir anda kötü bir his doğar. Gerçekten de, kadının yüzme bilmeyen küçük kızı havuzun derin bölümüne doğru sürüklenmiştir. Kadın kocasını havuza bakmaya gönderir ve çocuğu sağ salim kurtaran adam karısına “annelerde bulunan o özel hislere” sahip olduğu için iltifat eder. Hikâye burada bitebilecekken, kadının kocasını “o annelik içgüdüsüne” fazla güvenmemesi için uyarmasıyla devam eder. Munro, öyküyü aile arabasının arka koltuğundaki “güven dolu” çocuklar ve ebeveynlerinin “hoppalık, keyfilik, umursamazlık ve duyarsızlıkları, yani tüm doğal ve kendilerine özgü hataları” için “affedileceklerine olan güvenleri” ile bitirir. Bu talepkâr formülasyon bu dokuz yeni öykünün insan manzarasını oluşturan “hatalar”a uygundur.

Derlemeye adını veren uzun açılış öyküsü, iki genç kızın, yazdıkları sahte bir mektupla, kızlardan birinin batı Kanada’da yaşayan evsiz barksız babasının kendisine âşık olduğuna inandırdıkları Johanna adında evde kalmış bir temizlikçi kadını anlatır. Johanna, ani bir kararla, işvereninin evinde biriktirdiği mobilyaları da alıp, (her şeyden habersiz) talibinin virane bir otel satın almış olduğu Sasketchewan’a taşınır. Vardığında adam havasız ve sigara izmaritleriyle dolu pis bir odada, bronşitten nefes alamaz halde yatmaktadır ve kendisini kurtarmak için çıkıp gelen bu adanmış kadınla tanıştığında çok şaşırır.

Bu öykü, “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik”te zaman zaman dokunuşları hissedilen Flannery O'Connor tarafından yazılmış olsaydı, grotesgin komedisiyle, yani kız kurusunun kendi aptallığıyla yüzleştirilmesiyle biterdi. Fakat bu acımasız şaka bir evlilikle sonuçlanır ve Johanna’nın yavan hayatı “tatlı bir telaşla, telaşlı bir aşkla” dolup bir de çocuk meydana getirir. Munro, kuralcı bir hicivcinin sürekli karşı karşıya kaldığı, talihsiz kahramanını rezil etme ve mutluluktan mahrum bırakmanın cazibesine direnir: Johanna'nın öyküsü bir gurur kırılması hikâyesi değildir.

Bu yeni öykülerin en güçlü dört-beş tanesinde ki bunlar bence Munro’nun en iyi öyküleri arasındadır, her zaman değilse de genellikle kadın olan ana karakter, oyuna kötü bir el ile başlar: “Yüzen Köprü”de kanser, “Teselli”de kendisini elden ayaktan düşüren bir hastalığa yakalanan ve sonunda intihar eden bir koca, “Ayı, Dağı Aştı Geldi”de Alzheimer hastası olup bakım evine yatırılan evli bir kadın. Belki de Munro'nun ilerleyen yaşı (70), onun hayatta yanlış gidebilecek şeylere yönelik farkındalığını arttırmıştır. Ama öykülerin hiçbirinde durum daha da kötüye gitmez.

Bir yazar olarak Munro, “hayat”la ve hatta onun en karanlık durumlarıyla ilgili, ya da belki de bu durumlar sayesinde, ne söylenebileceği, onunla ne yapılabileceği sorusunu cevaplamaya çalışır. Ve öykülerin anlattığı çözümler, kendisini fazla avutucu, fazla unutulmaz bir formüle karşı cansiperane bir şekilde koruyan bir dille ortaya konmuştur. (“birbirimizi sevmeli ya da ölmeliyiz”; “O güzel geceye kolay teslim olma.”) “Yüzen Köprü”de pek iyileşme umudu olmaksızın kemoterapiyi tamamlamış olan kadın, onkoloğundan, öykü boyunca tereddütlü bir şekilde belirmiş olan ihtiyatlı bir iyi haber alır: “Ciddi bir küçülme… iyi bir işaret.” Dolayısıyla ölüm beklentisine eşlik eden “hafif özgürlük” bir anda ortadan kalkar. Bir dizi garip olay aracılığıyla genç bir adamla öpüşmüş olan kadın “tüm yara ve oyuklarını o an için unutturan, hassas bir neşe esintisi” hisseder. Munro’nun kadını “o an için… bir neşe esintisi”nden daha cesur bir şeye karşı aşılayan dilinde aktif bir mücadele vardır: Hem karakter hem de okuyucu bu anlık ve zevkli aldatmacanın farkındadır.

Kendi kurmacası hakkında (Vintage baskısında da yer alan) ilginç bir yorumunda Munro, öyküleri her zaman baştan sona doğru okumadığını, bazen herhangi bir yerinden başlayıp her iki yönde de devam edebildiğini iddia eder. “Öykü izlenecek bir yola benzemez… daha ziyade bir ev gibidir. İçeri girer ve orada biraz kalır, içinde dolaşır ve sevdiğiniz bir yere yerleşir, odanın ve koridorların birbiriyle nasıl ilişki kurduğunu ve dışarıdaki dünyanın bu pencerelerden bakıldığında nasıl değiştiğini keşfedersiniz.” Bu, bize Henry James’in pencerelerinden farklı gözlerin baktığı “kurmaca evi”ni hatırlatıyorsa da, ondan biraz daha başına buyruk, evin iç bölümlerinin birbiriyle ilişkisi konusunda biraz daha meraklıdır. “Teselli” adını verdiği güçlü öyküde, Nina bir tenis maçından eve döner ve kocasına “Kazandım. Kazandım. Merhaba?” diye seslenir. Bunun ardından bir çift satır aralığı gelir (öykünün bölümlerini ayıran böyle 15 tane aralık var) ve ardından: “Ama o dışarıdayken Lewis ölmektedir. Aslına bakarsanız kendini öldürmektedir.”

 

Öykü evinin bir odasından bir diğerine geçişler genellikle dolaylı ve şaşırtıcıdır. Ama ses ve zaman değişikliğini algıladıktan sonra makuldür de. O eski eleştirel terim “mekânsal form” kendini göstererek, çalışmanın ilerleyişini karmaşıklaştırır (“öykü izlenecek bir yola benzemez”) ve ileri gittiğimiz kadar geriye de dönüp bakmamızı talep eder. Bu yönden Munro’nun sanatı O’connor’ınkinden çok Eudora Welty'ninkine benzer.

Fakat, bu tür teknik meseleler önemli olsalar bile, bunları O’Connor’ın ya da Welty’ninkilerle aynı düzeyde nükteli bir sertlik taşıyan cümlelerin tınısının önüne çıkarmak doğru olmaz. “Ayı, Dağı Aştı Geldi”de bakım evinin çalışanlarından biri “saçı dışında her şeyi boş vermiş gibi görünen şişman bir genç kadın”dır ve ağlayan bir hasta gözyaşlarını “yüzüne doğru birkaç beceriksiz ama isabetli hamle ile” silmeyi başarır. Başka bir kadının azimliliği onu “sokakta gördüğü bir cesedin ayakkabılarını çıkarabilir” biri olarak görmekle ortaya konur. Kitaba adını veren öyküde “battaniyeyi bacaklarının arasına alarak uykuya dalan” bir kız, başka bir kızın kaderi hakkında “sürekli böyle şeyler yaptı ve bu sorunu gidermek için sonunda onu ameliyat ettiler” diye uyarılır.

Etkileyici olan, böylesine canlı ve dışsal algıların daha araştırmacı ve içe doğru şiirsel yazımlarla tamamlanması ve dengelenmesidir. Bu denge, özellikle birinci tekil şahısta yazılmış üç öyküde, “Aile Mobilyaları”, “Isırganotları” ve “Queenie”de açıkça görülmektedir. Bunların en iyisi olan “Aile Mobilyaları”, kısmen bir genç kadının yazarlığa olan ilgisini keşfedişini tasvir ettiği için böyledir. Öykü, Munro’nun tüm öyküleri gibi, son derece dokunaklı bir otobiyografik titreşime sahiptir.

Ontario eyaletindeki küçük bir kasabada, iyi niyetli ebeveynleri ve uzun akşam yemekleri ve sıkıcı sohbetler için evlerine gelen (“tümörü, boğaz iltihabı, bir sürü çıbanı olan”) akrabalarının hafif baskısı altında büyümekte olan genç bir kız, babasının kuzeni Alfrida’nın ziyaretleri sayesinde eğlenebilmekte ve hatta özgürleşmektedir. Bu eksantrik ve esprili kadın bir gün bir aile yemeğinden sonra kıza bir sigara ikram eder ve onun kendisini “masada bir misafir kadar özgür” hissetmesini sağlar. Fakat kız Alfrida’nın yaşadığı şehirde üniversiteye başladığında Alfrida’nın telefonlarına çıkmaz ve davetlerine icabet etmez. Ta ki final sınavları bitene ve kasabadan ayrılmak üzereyken kuzeninin apartman dairesinde bir pazar akşamı yemeğine katılana kadar. Yıllar sonra, babasının cenazesinde, Alfrida’nın bir bakım evinde yaşadığını öğrenir. Hikâye o pazar öğleden sonrası, şehirde dolaşırken, “Ben” in her şeyi olağanüstü bir netlik ve yoğunlukla hissetmeye başlamasının ardından yaşananlarla biter. Babasının kuzeni “hakkında yazacağı” hikâyeyi değil, “hikâye inşa etmekten ziyade havada bir şey yakalamaya benzer görünen, yapmak istediğim iş”i düşünmektedir. “Kalabalığın inlemeleri bana üzüntü dolu dev kalp atışları gibi geldi”ğinde, bir anda her şey birlikte akmaya başlar. “Uzak, neredeyse insanlıktan uzak onay ve feryatlarıyla, hoş ve resmiyet dolu dalgalar.'' Öykü tamamıyla haklı olan tek cümlelik bir paragrafla biter: “İstediğim şey buydu; dikkat etmem gerektiğini düşündüğüm şey buydu; hayatımın böyle olmasını istiyordum.”
Bu derlemeyi dolduran ve kesinlikle Munro’nun yazmış olduğu en iyi öyküler olan, bu güzel ve resmiyet dolu dalgalar, bilgelik dolu mutsuzluklarıyla böyle bir dikkatin ürünüdür.
 
Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik
Alice Munro
Çeviri Roza Hakmen
Can Yayınları
 


 *William H. Pritchard'ın Alice Munro'nun  Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik kitabı hakkında  kaleme aldığı The New York Times'da 25 Kasım 2001 tarihinde yayımlanan yazısını İlknur Urkun Kelso çevirdi. Bu çeviri hizmeti diş hekimliği hizmeti ile takas edilmiştir.

9 Mart 2016 Çarşamba

Yazmak ve beklemek üzerine

Anne-kız akşamlarından biri.
Kara Üzüm'deyiz, kedili otelde. Geçtiğimiz bahar gördüğümüz, oynadığımız yavru kediler büyümüş, sağa sola dağılmış. Etrafta hoplayan zıplayan kedi yavrularını göremeyince suratı düşüyor, kızımın. Üstelik aç ve de yorgun. Siparişini beklerken dayanacak gücü, söyleyecek sözü, atacak kahkahası yok. Masamızın hemen yanı başında duran kitaplık imdadıma yetişiyor. "Ölmeden Önce Yemeniz Gereken 1001 Gıda"
İsmini dahi bilmediğimiz çoğu tropikal meyvelere bakarken yemeklerimiz geliyor. Yemek, sohbet, ardından Deniz yanımda getirdiğim etkinlik kitabından bir eldiveni boyamaya ve süslemeye koyuluyor. Kitap ve dergilerle dolu raflara göz atıyorum. Eski bir Kitap-lık'ta karar kılıyorum. Nisan 2009 126 sayılı dergide yer alan Taner Baybars söyleşisi ilgimi çekiyor. Yazmak ve beklemek üzerine söyledikleri geçerliliğini yitirmeyecek gibi.
Son dönemde şiir ve düzyazıdan çok resimle ilgileniyorsunuz, sergiler açıyorsunuz. Resim olayı ne zaman ve nasıl başladı? Kaç sergi açtınız?
Çok uzun zaman hep renkleri kullanmak istedim, onları sözcüklerle yaptığım gibi karıştırmak, canlanmalarını sağlamak... Ne Londra'daki işim ne de koşullar buna izin vermedi.*
Charente'de yaşamaya başlayınca Hollandalı bir çiftle tanıştım. Tablolar üzerine yaptığım yorumlar nedeniyle resim yapmam için yüreklendirdiler beni. Renkler konusunda iyi bir göze sahip olduğumu sezdiler. Adam üç dört yıl boyunca haftada bir defa bedava ders verdi bana, ki bunlar yemek, sanat, edebiyat ve müzik tartışmak için sosyal bir vesile haline dönüştüler. Böylece bu başlangıç oldu. Yıl 1991'di. Charente bölgesi, sanatla ilgili etkinlikler için Akdeniz kıyısı kadar uygun bir yer değildi. Buraya taşınınca, kalbin çalışmasını hızlandıran artistik bir enerjiyle cesaretlendim. Kendimi resim yapmaya verdim yıllar içinde tarzımı ve tekniğimi değiştirdim. Bunu sevmek için iyi bir nedenim var: resim yapıyorsun, yeterli miktarda tuvalin oluyor, sonra da sergi açıyorsun. Bu üç ile altı ay arası bir zaman alıyor. Yarattığın her neyse, izleyicilerin sevmesi veya nefret etmesi için hemen ortaya çıkıyor.
Yazmak böyle değil. Bir roman yazmak için bütün yıl uğraşıyorsun veya bir şiir kitabı oluşturmak için birkaç yıl harcıyorsun. Ondan sonra dosyanı gönderip bekledikçe bekliyorsun... Sonra "Hayır" cevabı geliyor ve her şeye yeniden başlıyorsun. Bu genç yazarlara uygun bir macera, ben artık genç değilim. Sadece yaratıcı enerjim genç ama sabrım yok.

"Yazmak ve beklemek", ayrılmaz ikili. Üstelik kitabın yayımlanmasıyla da bitmiyor. Okuru beklemek, eleştirmeni beklemek, görülmeyi beklemek... Bu bitmeyen bekleme ve sabretme hâlinin, yaratıcı yazma enerjisini sömürmesine izin vermemeli kişi, görünür olmayı zerrece umursamadan yazmadan alınan hazza odaklanmalı ve acele etmeden okuduklarından, yaşadıklarından süzülenleri ağır, usul biriktirmeli. Ve gerektiğinde gözünü kırpmadan ürettiklerini silip çöpe atabilmeli. Yazılanlar kadar atılanlar da yazmaya dahil.
*Gramer hatası dergiye aittir.

8 Mart 2016 Salı

ÖVGÜ VE TAKDİRLER*

Galeano'dan her güne bir gerçek



Bugün Dünya Kadınlar Günü.
Tarih boyunca, ilahi ve insani -hepsi de erkek- birçok düşünür, değişik sebeplerle kadın konusuna kafa yordular:
. Kimisi anatomisiyle ilgilendi,
Aristoteles: Kadın eksik bir erkektir.
Akinolu Aziz Thomas: Kadın doğanın bir hatasıdır, düşük nitelikli bir spermden doğar.
Martin Luther: Erkeklerin geniş omuzları ve dar kalçaları vardır. Zekâyla donatılmışlardır. Kadınlarınsa, çocuk doğurup evde otursunlar diye, dar ve geniş kalçaları vardır.
. Kimisi doğasıyla,
Francisco de Quevedo: Tavuklar yumurta yumurtlar, kadınlar boynuz takar.
Şamlı Aziz John: Kadın dik kafalı bir eşektir.
Arthur Schopenhauer: Kadın uzun saçlı ve kıt akıllı bir hayvandır.
. Kimisi kaderiyle,
İncil'e göre, Yahve kadına şöyle dedi: Erkeğin sana hükmedecek.
Kuran'a göre, Allah Muhammed'e şöyle dedi: İyi kadınlar yumuşak başlı olanlardır.

* Ve Günler Yürümeye Başladı
   Eduardo Galeano
   Sel Yayıncılık
   Türkçesi Süleyman Doğru

4 Mart 2016 Cuma

ÖYKÜCÜLERE SORDUM: 3

Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?

Sandık lekeli dantel bir tepsi örtüsü, sigara izmaritindeki ruj izi, giyilmekten şeklini yitirmiş siyah ayakkabının sol teki. Bence her biri öyküde atmosfer oluşturabilecek güçtedir. Öykü özenle hazırlanmış bir yemekse, atmosfer yemeği konuklara sunduğumuz servis tabağıdır.
Aysun Kara

Atmosfer, Eros'tur. İnandırıcılık Parkı'nda içtenlikle buluşturduğu Fikir'le Biçem'i birbirine âşık eder. "Özgün öykü" dediğimiz de bu aşkın olgunlaşmış meyvesidir. Tadı damakta kalır.
Hakkı İnanç

Öyküde atmosfer, bir nefes alma biçimidir.
Mehmet Fırat Pürselim

Okurun bildiğimiz atmosferi bırakıp öykünün içinde nefes almasını sağlayacak birtakım edebi numaralardır. Her yazarın kendine has numaraları vardır (olmalıdır, olsa iyi olur). Çünkü öykü, betimlemeler zincirinden ziyade zincirin atmasına yakındır.
Onur Çalı

Atmosfer, yarattığı güzellikle öykünün etkisini sezdirir. Bu etki bir diyalog, bir ritim, farklı bir mekân, dil ve üslupla olabilir. Önemli olan metnin bütününe yayılmasıdır, atmosfer öykünün olmazsa olmazıdır.
Suzan Bilgen Özgün

Atmosferi yaratmak için anlatıyı betimlemeye boğmaya gerek yoktur. Bir iç konuşma bile kusursuz bir betimlemenin yerini tutabilir. Bugün Kafkaesk diye tabir edilen üslup aslında Kafka'nın atmosferidir. Kafka öykülerine baktığınızda göreceğiniz telgraf gibi kısa cümleler olacaktır. Tasvire gerek duymadan yazılmış öyküler. Zaten boş bir oda bile bir öykü için yeteri kadar ağır bir atmosfer değil midir?
Tunç Kurt

Atmosfer, öykünün gizli karakteri, takımın kaptanıdır. Yazarın avaz avaz bağırdığını okurun kulağına fısıldar. Atmosferi idmansız bırakılmış bir öykünün maç kazandığı görülmemiştir.
Türker Ayyıldız

Atmosfer, detayların oluşturduğu bir yapıdır. Uzun cümlelerle betimlemek yerine tek bir sözcükle im koyabilir, yön gösterebilirsiniz. Hemingway "Düzyazı mimaridir ama barok çağında değiliz," demişti; bense "Atmosfer bir mimaridir ve betimlemeler dolgu malzemesidir," diyorum.
Zeynep Sönmez

Meraklıları için bir küçük not. Benim de bir cevabım var!
Atmosfer, okuru metne mıhlayan çekim gücüdür.

1 Mart 2016 Salı

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (21)


YÜZBAŞININ KIZI İLE BULUŞTUĞUMUZ YERDEYİM HÂLÂ
 
 
 Bazen hayat sizi erken büyümeye zorlar. Ama ben büyümeye direndim galiba. Kirlenerek büyümeye direnmenin bir yolu oldu yazmak hep.
Babamın kendisine yoldaş olacak ilk çocuğu –o hiçbir zaman itiraf etmese de- ne yazık ki kız olmuş. Halam, doğum haberimi aldığında babamın yüzünün azıcık gölgelendiğini söyler, ardımdan, bir yıl sonra dünyaya gözlerini açan ikinci kızda ise bunu biraz daha belli ettiğini. Neyse ki üçüncü çocuk erkek olur. Bütün bunlar kurmaca mıdır gerçek mi, bilinmez. Ama bence de Kastamonu’dan çocuk yaşta İstanbul’a annesinin peşinden kaçıp gelen genç bir adam yanına yoldaş olacak bir erkek çocuğunu utangaçça istemiş olmalı. Babamın annesi, üstüne kuma getirilmesini kabul etmediği için köy yerinde önce ayrı bir ev açmış, rivayete göre bu ev yakılınca, çareyi tek başına İstanbul’a kaçmakta bulmuştur. Onun peşinden babam, diğer çocukları. Bizim İstanbul’a gelişimiz, isyankâr bir kadının ardından olmuştur. Onun isyanı, kişiliği bizim kaderimizi çizmiştir. Altı yaşımda kaybettiğim bu kadına ben de çok şey borçluyum. Kız kardeşimle eteğine tutunup bir mahalle, birkaç sokaktan ibaret olan o koca dünyayı keşfe çıktığımız yıllardan siyah beyaz kareler kalmış aklımda. Şimdi yerinde çirkin apartmanların olduğu ulu bir ceviz ağacıyla son bulan çayırda, babaannemle mantar topladığımız, ebegümeci, karahindiba, ısırgan otu derdiğimiz, onun yaşıtlarıyla ucu bilmem nereye uzanan mırıl mırıl eşik sohbetlerine oturduğumuz bir evde babaanne, amca, yenge, hala, anne, baba ve kardeşlerimle büyüdüğümüz, her şeyin 'çok' ve kalabalık olduğu yıllar. Kuşağından çıkardığı şekerler gibi tatlı, ağızda eriyen ama tadı damakta kalan anılar. Her şeyle dost olunabilineceğini öğreten babaannem, peygamber böceklerinin kırmızı siyah sırtları, uğur böceklerinin yüzlercesinin tutunduğu kokulu otlar, geceleri peşlerinden koştuğumuz ateş böcekleri… Ve devlet dersinde hapishaneyle imtihan edileceğimiz güne kadar sürmüş uzun bir çocukluk. On beş yaşında kız kardeşimin, sonra benim, yine benim ve sonra yine benim mahpushane yıllarımız. Çocukluğumuzun son demlerini, gençliğimizin ilk heyecanlarını yaşadığımız, içindeki canlar sayesinde sonraları ‘ana kucağı’ kadar bizim bildiğimiz koğuş, avlu, malta…
Gerçek anlamda okumaya Üsküdar Mihrimah Sultan camisinin avlusundaki kütüphanede başladım. Liseye başlamıştım, Haydarpaşa Anadolu Teknik Lisesi’ni kazanmıştım, çok kalabalık, büyük bir okuldu. Bahçeli, piknikli, ağaçlar üstünde geçen bir çocukluktan sonra bu kadar büyük, kalabalık bir okul gözümü korkutmuştu. Kimseyle konuşamıyor, insanlardan kaçıyor, utanıyordum. Bölümümüz elektronik olduğu için sınıfta sadece iki kız vardı ve sosyal olarak ilişki kurmakta çok zorlanıyordum. Bunca kalabalık, benim uzun sürmüş çocukluğumdan çok uzak ergenlerin gürültülü dünyası kendimi yabancı hissetmeme neden oluyordu. İlk yıl çok zor geçti, kendimi Üsküdar’da bir cami avlusunda keşfettiğim kütüphaneye resmen kapattım. İmam hatipli çocuklarla aylarca teşriki mesaimiz oldu. Fakat gariptir ki, o kütüphanede ilk okuduğum ve bende iz bırakan kitap Puşkin’in Yüzbaşının Kızı kitabıydı. Cami avlusunda da olsa, insan neyi arıyorsa onu buluyor. O avluyu, dalgaların uğultusuna karışan huşu dolu sessizliği her zaman güzel hatırladım. İnsanlardan kaçtıkça okumaya, okudukça daha fazla açlıkla okumaya başladım. Bu arada ülkenin bugünkünden çok da farklı olmayan politik durumu, liseli ve üniversiteli gençliği hareketlendirmeye başlamıştı. 80 darbesi sonrası oluşan baskı, korku, yılgınlık ortamı nihayet gençlerin, emekçilerin hareketlenmesiyle dağılmaya başlamıştı. 89’da bahar eylemleri ve 90 yılında Zonguldak maden işçilerinin büyük Ankara yürüyüşü, lise ve üniversite gençliğinin hızla ve kitlesel olarak örgütlenişi, korsan gösteriler... Dünyada ise başka rüzgârlar esiyordu. Sovyetler çözülmeye başlamıştı. Kuşağımızın içine doğmuş olduğu soğuk savaş yılları yumuşamaya başlamış, diplomatik araçlar devreye girmişti. Glasnost, Perestroyka sözcüklerini duymaya başlamıştık. Bir sabah kalktığımızda Berlin duvarı yıkılmıştı… Bu yıllar şiirle, şarkıyla sarmaş dolaş yıllardı. Nasıl olmasın? Yirmi yaşındasınız, kabuğunuzu kırıyorsunuz, ilk kez âşık oluyorsunuz, dünyayı değiştirmeye soyunuyorsunuz, tiyatro çalışıyorsunuz, ilk kez sinemaya gidiyorsunuz, şiirler ezberliyorsunuz, yasak kitaplar, kasetler elden ele dolaşıyor, yürüyorsunuz, koşuyorsunuz, sevmeyi, aşkı, acıyı, kaybetmeyi, kazanmayı öğreniyorsunuz. İlk kez baharın geldiğini gerçek anlamda iliklerinizde hissediyorsunuz.
Ben bu yıllarda yazmaya başladım. Siyasal geçmişim ya da duruşum belki de beni yazmaya yöneltti. Bir röportajda, “yazmaya nasıl başladınız?” sorusunu, “Bildiri yazarak…” diye cevaplamıştım biraz da espriyle. Ancak bizim kuşağın politikleşmiş insanları açısından bir gerçeği de ifade ediyordu. 1980 askeri darbesinden sonra yaşanan umutsuzluk, bir bakıma kara günler insanların ağır bedeller ödemesine neden olan mücadelelerle aşıldı. 90 kuşağı hep ölüme yakın durdu ve demokratik mücadelede kendi paylarına ağır bedeller ödediler. Çoğumuz öldük. Tesadüfen ölmemiş olanlarımızın ise henüz yazmaya, konuşmaya başladığını düşünmüyorum. Politikleşmek, duyarlı olanlarımız için âdeta zorunluluktu. Ya itiraz edecek ya da büyüklerimiz gibi korkuyla yaşayacak, baskıyı sindirecektik. Üzerimizde Yılmaz Güney kartpostalı bulundu diye ya da 1 Mayıs’a giderken defalarca gözaltına alındığımızı diğer kuşaklar gibi ben de hatırlıyorum. Kitapların toplatıldığını, ilk gözaltımı üzerimde yasak kitap bulundu diye yaşadığımı biliyorum. Yani her şey yasaktı bu ülkede. Bugün açısından –geçici de olsa- durumun daha da kötü olduğunu belirtmek gerekiyor.
Yazmaya gelince, yazmak yirmili yaşlarının tümünü hapiste geçirmiş bir insan için, nefes almak gibi bir şeydi. Çığlık atmak, direnmek, seslenmek, “Ey insanlar, nerdesiniz?” demenin bir biçimiydi. Benim öykülerim mutlu sonla bitmez pek. Çünkü hayatlarımız –muhalif kesimler için belirtiyorum- çoğu kez kan revan vadilerden yürümekle geçti bu ülkede. Etrafımızdaki hayatlar için de keza bu böyleydi. Bu noktada edebiyat belki de insanı en saf hâliyle hissetmenin bir aracı. İnsanın her hâli, her duygusu, insanla ilgili her şey edebiyatın konusu. Sonuçta bir taşı bile yazsanız, insani duygularla betimliyorsunuz. Taşın duygusu değil, insanın duygusu o taşı betimleyen, konuşturan, dertlendiren. Ben taş değildim, hissettiğim ne varsa benden taşan, bir yerden sonra yazmak şart oldu. Sonunda yaşamın yerine geçen değil ama, yaşamı anlamlı kılan baş uğraşlardan biri hâline geldi. Kötü mü oldu? Çok iyi oldu. Başka türlüsünü düşünemeyecek kadar iyi oldu.
Sibel Öz