YÜZBAŞININ KIZI İLE BULUŞTUĞUMUZ YERDEYİM HÂLÂ
Babamın kendisine yoldaş olacak
ilk çocuğu –o hiçbir zaman itiraf etmese de- ne yazık ki kız olmuş. Halam,
doğum haberimi aldığında babamın yüzünün azıcık gölgelendiğini söyler, ardımdan,
bir yıl sonra dünyaya gözlerini açan ikinci kızda ise bunu biraz daha belli
ettiğini. Neyse ki üçüncü çocuk erkek olur. Bütün bunlar kurmaca mıdır gerçek
mi, bilinmez. Ama bence de Kastamonu’dan çocuk yaşta İstanbul’a annesinin
peşinden kaçıp gelen genç bir adam yanına yoldaş olacak bir erkek çocuğunu
utangaçça istemiş olmalı. Babamın annesi, üstüne kuma getirilmesini kabul
etmediği için köy yerinde önce ayrı bir ev açmış, rivayete göre bu ev
yakılınca, çareyi tek başına İstanbul’a kaçmakta bulmuştur. Onun peşinden
babam, diğer çocukları. Bizim İstanbul’a gelişimiz, isyankâr bir kadının
ardından olmuştur. Onun isyanı, kişiliği bizim kaderimizi çizmiştir. Altı
yaşımda kaybettiğim bu kadına ben de çok şey borçluyum. Kız kardeşimle eteğine
tutunup bir mahalle, birkaç sokaktan ibaret olan o koca dünyayı keşfe
çıktığımız yıllardan siyah beyaz kareler kalmış aklımda. Şimdi yerinde çirkin
apartmanların olduğu ulu bir ceviz ağacıyla son bulan çayırda, babaannemle
mantar topladığımız, ebegümeci, karahindiba, ısırgan otu derdiğimiz, onun
yaşıtlarıyla ucu bilmem nereye uzanan mırıl mırıl eşik sohbetlerine oturduğumuz
bir evde babaanne, amca, yenge, hala, anne, baba ve kardeşlerimle büyüdüğümüz,
her şeyin 'çok' ve kalabalık olduğu yıllar. Kuşağından çıkardığı şekerler gibi
tatlı, ağızda eriyen ama tadı damakta kalan anılar. Her şeyle dost
olunabilineceğini öğreten babaannem, peygamber böceklerinin kırmızı siyah sırtları,
uğur böceklerinin yüzlercesinin tutunduğu kokulu otlar, geceleri peşlerinden
koştuğumuz ateş böcekleri… Ve devlet dersinde hapishaneyle imtihan edileceğimiz
güne kadar sürmüş uzun bir çocukluk. On beş yaşında kız kardeşimin, sonra
benim, yine benim ve sonra yine benim mahpushane yıllarımız. Çocukluğumuzun son
demlerini, gençliğimizin ilk heyecanlarını yaşadığımız, içindeki canlar
sayesinde sonraları ‘ana kucağı’ kadar bizim bildiğimiz koğuş, avlu, malta…
Gerçek anlamda okumaya Üsküdar
Mihrimah Sultan camisinin avlusundaki kütüphanede başladım. Liseye başlamıştım,
Haydarpaşa Anadolu Teknik Lisesi’ni kazanmıştım, çok kalabalık, büyük bir
okuldu. Bahçeli, piknikli, ağaçlar üstünde geçen bir çocukluktan sonra bu kadar
büyük, kalabalık bir okul gözümü korkutmuştu. Kimseyle konuşamıyor, insanlardan
kaçıyor, utanıyordum. Bölümümüz elektronik olduğu için sınıfta sadece iki kız
vardı ve sosyal olarak ilişki kurmakta çok zorlanıyordum. Bunca kalabalık,
benim uzun sürmüş çocukluğumdan çok uzak ergenlerin gürültülü dünyası kendimi
yabancı hissetmeme neden oluyordu. İlk yıl çok zor geçti, kendimi Üsküdar’da
bir cami avlusunda keşfettiğim kütüphaneye resmen kapattım. İmam hatipli
çocuklarla aylarca teşriki mesaimiz oldu. Fakat gariptir ki, o kütüphanede ilk
okuduğum ve bende iz bırakan kitap Puşkin’in Yüzbaşının Kızı kitabıydı. Cami
avlusunda da olsa, insan neyi arıyorsa onu buluyor. O avluyu, dalgaların
uğultusuna karışan huşu dolu sessizliği her zaman güzel hatırladım. İnsanlardan
kaçtıkça okumaya, okudukça daha fazla açlıkla okumaya başladım. Bu arada
ülkenin bugünkünden çok da farklı olmayan politik durumu, liseli ve üniversiteli
gençliği hareketlendirmeye başlamıştı. 80 darbesi sonrası oluşan baskı, korku,
yılgınlık ortamı nihayet gençlerin, emekçilerin hareketlenmesiyle dağılmaya
başlamıştı. 89’da bahar eylemleri ve 90 yılında Zonguldak maden işçilerinin
büyük Ankara yürüyüşü, lise ve üniversite gençliğinin hızla ve kitlesel olarak
örgütlenişi, korsan gösteriler... Dünyada ise başka rüzgârlar esiyordu. Sovyetler
çözülmeye başlamıştı. Kuşağımızın içine doğmuş olduğu soğuk savaş yılları
yumuşamaya başlamış, diplomatik araçlar devreye girmişti. Glasnost, Perestroyka
sözcüklerini duymaya başlamıştık. Bir sabah kalktığımızda Berlin duvarı
yıkılmıştı… Bu yıllar şiirle, şarkıyla sarmaş dolaş yıllardı. Nasıl olmasın?
Yirmi yaşındasınız, kabuğunuzu kırıyorsunuz, ilk kez âşık oluyorsunuz, dünyayı
değiştirmeye soyunuyorsunuz, tiyatro çalışıyorsunuz, ilk kez sinemaya
gidiyorsunuz, şiirler ezberliyorsunuz, yasak kitaplar, kasetler elden ele
dolaşıyor, yürüyorsunuz, koşuyorsunuz, sevmeyi, aşkı, acıyı, kaybetmeyi,
kazanmayı öğreniyorsunuz. İlk kez baharın geldiğini gerçek anlamda
iliklerinizde hissediyorsunuz.
Ben bu yıllarda yazmaya başladım.
Siyasal geçmişim ya da duruşum belki de beni yazmaya yöneltti. Bir röportajda, “yazmaya nasıl başladınız?” sorusunu, “Bildiri yazarak…” diye cevaplamıştım biraz da espriyle.
Ancak bizim kuşağın politikleşmiş insanları açısından bir gerçeği de ifade
ediyordu. 1980 askeri darbesinden sonra yaşanan umutsuzluk, bir bakıma kara
günler insanların ağır bedeller ödemesine neden olan mücadelelerle aşıldı. 90
kuşağı hep ölüme yakın durdu ve demokratik mücadelede kendi paylarına ağır
bedeller ödediler. Çoğumuz öldük. Tesadüfen ölmemiş olanlarımızın ise henüz
yazmaya, konuşmaya başladığını düşünmüyorum. Politikleşmek, duyarlı olanlarımız
için âdeta zorunluluktu. Ya itiraz edecek ya da büyüklerimiz gibi korkuyla
yaşayacak, baskıyı sindirecektik. Üzerimizde Yılmaz Güney kartpostalı bulundu diye ya da 1
Mayıs’a giderken defalarca gözaltına alındığımızı diğer kuşaklar gibi ben de
hatırlıyorum. Kitapların toplatıldığını, ilk gözaltımı üzerimde yasak kitap
bulundu diye yaşadığımı biliyorum. Yani her şey yasaktı bu ülkede. Bugün
açısından –geçici de olsa- durumun daha da kötü olduğunu belirtmek gerekiyor.
Yazmaya gelince, yazmak yirmili
yaşlarının tümünü hapiste geçirmiş bir insan için, nefes almak gibi bir şeydi.
Çığlık atmak, direnmek, seslenmek, “Ey
insanlar, nerdesiniz?” demenin
bir biçimiydi. Benim öykülerim mutlu sonla bitmez pek. Çünkü hayatlarımız –muhalif
kesimler için belirtiyorum- çoğu kez kan revan vadilerden yürümekle geçti bu
ülkede. Etrafımızdaki hayatlar için de keza bu böyleydi. Bu noktada edebiyat
belki de insanı en saf hâliyle hissetmenin bir aracı. İnsanın her hâli, her
duygusu, insanla ilgili her şey edebiyatın konusu. Sonuçta bir taşı bile
yazsanız, insani duygularla betimliyorsunuz. Taşın duygusu değil, insanın
duygusu o taşı betimleyen, konuşturan, dertlendiren. Ben taş değildim, hissettiğim
ne varsa benden taşan, bir yerden sonra yazmak şart oldu. Sonunda yaşamın
yerine geçen değil ama, yaşamı anlamlı kılan baş uğraşlardan biri hâline geldi.
Kötü mü oldu? Çok iyi oldu. Başka türlüsünü düşünemeyecek kadar iyi oldu.
Sibel Öz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder