31 Ocak 2017 Salı

Bir Söz Bir Penceredir (ya da Bir Duvar)

Öylesine tutsak hissettiriyor ki sözlerin
Öylesine yargılanmış ve kucağındaki itilmişliğin
Çekip gitmeden önce mutlaka bilmeliyim,
Gerçekten bu mu söylemek istediğin

Savunmaya başlamadan sana kendimi
Dile gelmeden, acıyla ürküntüyle
Sözcükler bir duvar örmeden aramıza
Doğru mu duyduğum, bir daha söyle

Bir söz bazen bir penceredir bazen bir duvar
Tutsak da eder kişiyi özgür de...
Konuşur ve dinlerken ben, aydınlatsın sözcükler
Bırak aksın sevgi ışığım içimde

Pek çok şey var söylemen gereken
Ve onlar öyle önemli ki benim için
Anlatamazsam sözcüklerle derdimi eğer
Özgürleşmeme yardım eder misin

Seni kırdığımı hissediyorsan eğer
Umursamadığımı düşünüyorsan
Sözlerimin arasında duymaya çalış
Paylaştığımız o duyguları ikimizin

                         Ruth Bebermeyer

28 Ocak 2017 Cumartesi

25 Ocak 2017 Çarşamba

KUMDAN KALELER

Erken yaz. Sahildeyiz. Ellerimizde kovalar, kürekler.
Kontakt doğaçlama atölyesi ve kumdan kaleler, çağrı bu. Kontakt doğaçlama kısmında pek gönlüm yok. Kumdan kale ise hep yaptığım şey. Dolduruyorum ıslak kumları kovanın içine. Bir kale, bir kale daha... Suyu da, kumu da ilk başladığım yerden alıyorum her defasında.  Haliyle ilerleyemiyorum. Sonuç birbirine yakın onlarca kale. Ne farkındayım ne de şikayetçi. Bir ara kafamı kaldırıyorum ve gruptan birinin epey ilerlediğini, seyrek aralıklarla kaleler inşa ettiğini görüyorum. Tam da boşluğa ve kendime ait alana ihtiyaç duyduğum, bu sebeple küçük adımlar attığım ancak sonuçlarından da korktuğum günler... 
Bir anda ayırdına varıyorum. Sahil de deniz de sonsuz ama ben başlangıç noktasına takılmışım. İlerleyemiyorum. Üzerimde koca dünyanın yükü, kıpırdayamıyorum. Tek istediğim hafiflemek, özgürleşmek. Bunu hissettiğim anda yürüyorum sahil boyunca. Farklı yerlerden kumlar almaya, yeni kaleler inşa etmeye başlıyorum. Kalelerimin arasında yürüyebiliyorum, koşabiliyorum, üzerlerinden atlayabiliyorum. Bu beni rahatlatıyor. Bu kadar basit bir gerçeği kumdan kale yaparken fark etmek tuhaf geliyor. Tuhaf değil oysa. Çünkü yaptığımız en basit işlere bile yansıyor kişiliğimiz, iş yapma şeklimiz.
                                                                      ***
İlk kez yeni yıla ritüellerle girdim.
Yazıevi'nde bir yıl sonraki benin bugünkü bene söyleyecekleri vardı. Bir yılı daha bitirmenin, neler olduğunu bilmenin huzuruyla güven dolu cümleler sıralıyordu. İçimden bir his yazdıklarını olmuş bil, diyor.
Ve yeni yıl dileklerim: hareket, yaratıcılık, oyun
Hareket ve oyundan yana sıkıntım yok. Dün uzun yıllar sonra ilk kez oyun oynarken yere düştüm ve ayak bileğim kanadı. Yere düşüp kanayabildiysem yeterince oyun oynuyorum demektir. Daha ne isteyebilirim.
                                                                   ***
Hayır ile ilgili söyleyeceklerim var. Referandumda oyum hayır olacak elbette, ama diyeceğim bu değil. Bizzat kendi kişisel ilişkilerimizde yapabileceklerimizi, yapamayacaklarımızı ortaya koymak için, söylediğimiz evetler ve hayırlarla ilgili düşünüyorum birkaç gündür. Yapabileceklerini ve yapamayacaklarını dile getirmenin, kendini ifade etmenin en önemli yolu olarak kullandığın evet ya da hayır'lara verilen küsmeye varan itirazların da bir tür faşizm olduğunu düşünmeye başladım. Geçmişte yapmışlığım olmuştur. Verdiğim rahatsızlık için gecikmiş bir özür borcum olsun ve burada çıksın ağzımdan ve kalbimden. "Olanı olduğu gibi kabul etmek", öyle özlü söz olarak dillendirmek değil, gerçekten yaşayabilmek amacım budur. Umarım elimden geldiğince yapabilirim ve ikili, üçlü, çoklu hiçbir ilişkide devlet olmam kimseye.
                                                              ***
Bana ithafen dinletilen bir şarkıydı Yolun Sonu (Kıraç),  Kendine İyi Bak'ı tercih ederdim. "Su akar yatağını bulur." Bu dört kelime kadar huzur veren, bilgece bulduğum bir başka deyiş yok, zira.


22 Ocak 2017 Pazar

NEŞELİ ORMAN'IN ŞAİR KURBAĞASI (*)

Amerikalı doğabilimci John Burroughs "Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir," diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek. Bu amaçla biz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik. 



Yeşil Gazete okurları, Yapı Kredi Yayınları Doğan Kardeş Kitaplığı için hazırlanan “Daha Güzel Bir Dünya İçin” dizisini gözden kaçırmamalı. Filiz Özdem’in yayına hazırladığı dizide, barış, kardeşlik, eşitlik, çevre duyarlılığı temalı kitaplar okurla buluşuyor. İkinci öykü kitabı Ömrün Yazı ile Dil Derneği 2013 Ömer Asım Aksoy Ödülü’nü alan Berat Alanyalı’nın bu dizi için yazdığı Neşeli Orman’ın Şair Kurbağası, yazarın yazdığı ilk çocuk kitabı. Bu kitabı, yine YKY etiketiyle yayımlanan Neşeli Orman’ın Çevrecileri ve Yaramaz İki takip ediyor. Neşeli Orman'ın Şair Kurbağası masal diliyle yazılmış, bir hikâye. Masalın tüm özelliklerini taşıyor. Bilinmeyen bir zamanda geçiyor hikâye, ormanların birinde. Yeri çok da açık edilmiyor. Klasik masal girişiyle gönlümüzde taht kuruyor. Okuyun bana hak vereceksiniz. Berat Alanyalı “Bir varmış, bir yokmuş. İkinin işi çokmuş. Üçler üzüm satarmış. Dörtler demir dövermiş. Beşler boncuk dizermiş. Sabreden masalı dinlermiş. Çok eski zamanlarda Aydede Aybebe’yken karıncalar fillere gebeyken, Keloğlan sırma saçlarını iki günde tararken, bir kurbağa kanatlanıp uçmuş, gelip masalımızın içine düşmüş. O söylemiş biz duymuşuz, güle güle ölmüşüz. Hiç kurbağa konuşur mu? Masalın içine düşülür mü? Ya kanatlarına ne demeli? En iyisi, masal bu ya, deyip dinlemeli...” diyor ve bizi masalın içine bırakıyor. Neşeli Orman'ın içinde ilerlerken, masalın asıl kahramanı Postacı Kurbağa ile tanışıyoruz. Henüz Şair lakabını almamış. Sabahtan akşama kadar sırtında ağır çanta, orman sakinlerinin birbirlerine yazdığı mektupları taşıyor. Gün içinde o denli yoruluyor ki, eve gelir gelmez yemek yiyor, dişlerini fırçalıyor ve derin uykuya dalıyor. Her sabah kalkıp işine devam ediyor. Bu yorucu tempo, Postacı Kurbağa’yı ne yoruyor, ne bıkkınlık, bezginlik yaratıyor. Heyecanını yitirmiş bir kahraman değil o, merak duygusu diri. O yüzden günlerini sevgi dolu mesajları taşıyarak geçirdiği için mutlu olsa da içten içe mektup yazmak için kopartılan yüzlerce yaprak, ormana verilen zarar aklının bir köşeciğini meşgul ediyor, yerine ne koysam diye düşünüyor. Ansızın dönüştürücü bir rüya görüyor, tam da geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz John Berger’in “Bütün düşlerde, kötü olanlarda bile, kişinin uyanıkken eşine sık rastlamadığı ani bir çözüm duygusu tadılır,” sözünü doğrular nitelikte bir rüya. Yaşadığı aydınlanma ânının etkisiyle bir koşu Neşeli Orman’ın Kralı Aslan’ın huzuruna çıkıyor. Aslan da bu öneriyi beğenince, Postacı Kurbağa oluyor, Şair Kurbağa. Ne yaprakları koparmaya gerek kalıyor böylece, ne de mektuplar yazmaya. Şair Kurbağa, başlıyor haberleri şiirlerle taşımaya. Berat Alanyalı, öykücülükten gelen maharetini çocuklar için yazarken de kullanıyor. Kısa sürede sahne kuruyor, çatışmayı sunuyor, çözüme giderken masalın vaat ettiği mesajı bizimle paylaşmayı unutmuyor. Zaman zaman anlatıcı olarak araya giriyor, doğrudan okura sesleniyor ancak parmağını sallayan, tepeden bakan, her şeyi çocuklardan daha iyi bildiğini ima eden bir anlatıcı değil, o. Akıcı, sıcacık diliyle okurunu sarıp sarmalıyor. Bize de Neşeli Orman’ın sakinlerini arkadaşlarımızla tanıştırmak kalıyor. 

Neşeli Orman’ın Şair Kurbağası 
Yazan Berat Alanyalı 
Resimleyen Öykü Gölemen 
YKY Doğan Kardeş Kitaplığı 
Daha Güzel Bir Dünya İçin 6-7-8-9 Yaş

*Bu yazı 7/1/2017 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar köşesinde yayımlanmıştır. 

13 Ocak 2017 Cuma

CÖMERT AĞAÇ(*)

Amerikalı doğabilimci John Burroughs "Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir," diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi ve birlikte yaşama adabı verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla yalnızca oyun arkadaşı olmalarını sağlamak bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir bir yaşam tarzı benimsemeleri için, doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek. 
Bu amaçla biz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik. Serinin ilk kitabı Cömert Ağaç.

Shel Siverstein'ın yazıp resimlediği, yalın, siyah beyaz çizimleriyle dikkat çeken, yazarın en çok satan ve  beğenilen kitabı Cömert Ağaç 52 yaşında.   

İlk kez 1964 yılında Harper&Row tarafından yayımlanan kitap, pek çok dile çevrildi ve bugüne kadar 8,5 milyondan fazla sattı. Silverstein'ın yazdığı çocuk kitapları arasında en sevilen ve en çok satan Cömert Ağaç kitabını yayımlatabilmesi çok da kolay olmadı. Kitabı okuyan editörler, kitabı çok beğendiklerini, dokunaklı bulduklarını söylüyor ama yayımlamayı reddediyorlardı. Gerekçeleri farklıydı: Çok kısa, üzücü, yetişkin ve çocuk edebiyatı arasında, asla popüler olamaz. Dört yıl sonra Harper&Row’dan editör Ursula Norstrom kitabın finalini değiştirmeden yayın programına aldı.

Shel Silverstein 1930 yılında doğdu. Chicago’da büyüdü. Roosewelt Lisesi'nde okudu. İllinois Üniversitesi'nden atıldı. Amerikan Ordusu tarafından Japonya ve Kore’de görevlendirilene kadar Chicago Güzel Sanatlar Fakültesi’ne devam etti. İlk çizimleri askerdeyken Pasific Stars and Stripes dergisinde basıldı. Yazar, şair, oyun yazarı, şarkı sözü yazarı ve karikatürist olarak sanatın pek çok alanında ürünler verdi.
1957 -1968 yılları arasında Playboy dergisi için çizimler yaptı. İskandinavya, Rusya, İspanya, Meksika, Afrika gibi farklı destinasyonlardan, ağırlıklı olarak farklı bir kültürde yabancı olmanın zorluklarını mizahi üslupla aktardığı çizimler yaptı. Bu çizimler 2007 yılında Around The World isimli bir albümde toplandı.

Cömert Ağaç bir çocuk ve ağacın dostluğunu ele alıyor. Çocuk yalnızca küçükkken, maddi ihtiyaçları ve hırsları yokken, gerçek ve eşit bir dostluk söz konusu aslında. O günlerde en az ağacın onu sevdiği kadar seviyor çocuk. Elmalarını dişliyor, yapraklarından kendisine taç yapıyor, gölgesinde uyukluyor, dallarında sallanıyor, gövdesine tırmanmaktan zevk alıyor. Sadece o günlerde ağaçtan bencilce istekleri yok. Onun bütünlüğüne zarar vermiyor, her bahar çiçeklenmesine, tüm gövdesinin elmalarla dolmasına izin veriyor. Sonra çocuk büyüyor ve gidiyor. Ne zaman paraya, eve, emeklilik hayali olan tekneye ihtiyacı olsa geri geliyor. Ve istiyor. Ağaç çocuğu çok sevdiği için, onun mutluluğunu kendisinden daha fazla gözettiği için, hiç tereddüt etmeden, önce elmalarını, sonra dallarını, en sonunda tüm gövdesini vermeye razı geliyor. Çocuk hepten ihtiyarladığında, ağaç, bir tabureden farksız. Ne elmaları var, ne dalları ne de ulu bir gövdesi... Sana verecek bir şeyim kalmadı çocuk, diyor gözünde hiç büyümeyen dostuna. Oysa ihtiyar adamın ne ağaca tırmanmaya gücü var ne elma yiyebilecek dişleri... Yalnızca soluklanmak ve dinlenmek istiyor. Bunu duyan ağaç, şimdiye değin yaptığı gibi elinde kalanı paylaşıyor çocukla. Artık bir kütükten farksız gövdesine oturuyor çocuk. Kitap ağacın mutlu olduğu bilgisiyle bitiyor.

Cömert Ağaç okurları ikiye ayrılıyor. Ağacın çocuğa duyduğu koşulsuz ve sonsuz sevgi nedeniyle kitabı olumlu değerlendirenler olduğu gibi, çocuğun ağaçla kurduğu yıkıcı ve tüketici ilişkiye odaklanarak kitabın olumsuz mesajlar verdiğini düşünenler de var. Kitap farklı okumalara açık. Dostluk, koşulsuz, kendini tüketircesine sevmek, fedakarlık, anne-çocuk ilişkileri boyutundan ele alınabileceği gibi, doğa-insan ilişkisi üzerinden de irdelenebilir. Cömert Ağaç bunların her biri ve hepsidir. Cömert Ağaç, bana göre doğayı dilediği gibi tüketebileceği sınırsız ve sonsuz bir kaynak olarak gören insan tiplemesini eleştiriyor, onu neredeyse tamamen bitirdiğimizde bile ondan başka sığınacak yerimiz olmadığını gösteriyor ve doğayla uyumlu bir yaşam sürdürmemiz için aklımızdan çıkarmamamız gereken etik değerlerin altını çiziyor. 

Yazan ve resimleyen Shel Silverstein 
Çeviren Sevim Öztürk
Bulut Yayınlar&Özel Sezin Okulu

* Bu yazı 26/11/2016 tarihinde Yeşil Gazete Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar bölümünde yayımlandı. 

5 Ocak 2017 Perşembe

BERNA DURMAZ'A SORDUM

Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine, bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak istediğimi fark ettim.
Öykücülere Sordum Berna Durmaz ile devam ediyor.








Öykü ne değildir?
Bir balığın suyun içinde yüzdüğünü bilmemesine benziyor öykü yazmak. Balık suyu bile tanımlayamazken, suyun dışına hiç çıkmadığı, hava ve suyu ayrı ayrı tanıyıp kıyaslamadığı halde suyun ne olmadığını nereden bilecek. Dolayısıyla ben de ne öykünün ne olduğunu biliyorum ne de ne olmadığını. Öykü budur ya da bu değildir gibi çerçevesi belli tanımlamalara tahammülü yokken öykünün, her tanımlamanın bir indirgeme olduğunu bilip, durmadan söylenenin dışına kayıp gidiyorsa bir civa gibi, ben bu yüzden onu avuçlarımda tutamıyorken bu soruya verilecek bir yanıtım da yok. Tek öğrendiğim şu ki; öykü kendisinden başka bir şey değildir, kendisi dışında kalan hiçbir şey öykü değildir. 

Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Seyyidhan Kömürcü’yle verimlerimiz açısından bir akrabalık kurulamaz herhalde ama ben onun şiirlerinin her dizesini sarsılarak okuyorum. Dünya Lekesi’nde Sinem şiirinden bu dizeler:
başka incirin yarasını başka incir de bilmez gibi / talandır bu herkesle herkes olmak/ kopan umur ufalan ödün adıyla / iki lekenin birbirine dağılmasına sadece aşk mı denir/ diğer zeytinin diğer zeytine fethi gibi / dilerim herkesin vaktiyle adı sinem olan uzun bir yasa değer eli / sinem! / o kadar / o denli

Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Bir anı yaşamakla onu yazmak arasında bir fark yoktur bana göre. Yaşarken nasılsa öyledir öyküde de. Yaşarken bulunduğumuz durumu, bir mekânı ya da karşısında durduğumuz manzarayı uzun betimlemelerle anlatmayız. Girdiğimiz odadaki ışık, renk, çevrenin ve eşyanın görüntüsü, hepsi birden aynı anda beynimize üşüşür ve bizim orada, o odanın içinde olduğumuzu algılamamamızı sağlar. Bir öyküde de seçtiğimiz sözcüklerle aynı algıyı yaratırız ve okuyanı o öykünün içinde olmasını sağlarız. Bu içeri alma/içeride olma durumu asla betimlemelerle olacak bir şey değildir zaten. Betimleme dışarıdan bir gözle yapılabilir nihayetinde. Oysa atmosfer yaratma içeriden bir anlatımdır.    

Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Öykücünün niyeti buysa eğer yazdığı metnin tutanaktan farkı yoktur. Üstelik öyküye benzetilmeye çalışılması da düşülecek en korkunç durumlardan biridir herhalde. Sadece tanıklık meselesinde değil yazarın hemen her amaçlı müdahalesi öyküyü zavallı duruma düşürür. Dolayısıyla yazarını da. Akış, kendiliğinden ve kendi doğasının dinamikleriyle yol alır öyküde.  Elbette her metin kendi çağının dokusunu ister istemez yansıtır. Yazan kişi de o çağın insanı olduğuna, o çağa tanık olduğuna göre, bunun yazdıklarına yansıması kaçınılmazdır. Ama kendiliğinden, ama zaten doğası gereği. Asla edinilmiş büyük büyük amaçlar ve yönlendirmelerle değil.


Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Aslında tam da bu durumu yaşıyorum son birkaç aydır. Öykü yazamıyorum. Yazmaya başladıklarım da yarım kalıyor. Hemingway’in dediği gibi, doğru cümleyi bulmam gerektiğini biliyorum ama nerede o cümle, ne zaman yazılacak? Bilmiyorum. Güzel bildiğim cümleler şimdilik kilitli sandıklarda gizli. Sandıklar yerin yedi kat altında duruyor. Onlar orada duruyor ben yeryüzünde onların hayalleriyle gezip duruyorum. Dünya işleri beni oyalıyor, yoruyor, ben aklımdan o sandıkların varlığını çıkaramıyorum. Biliyorum ki o kilitleri okuduğum öyküler, şiirler açacak. Yazmak istediğim en güzel cümleyi okuduğum güzel bir cümle sayesinde yazacağım. Bu hep böyle oldu şimdiye dek. Bu yüzden de sevdiğim kitapları yeni baştan okuyorum bugünlerde ve bekliyorum.

Dil amaç mıdır, araç mı?
Dili bir araç olarak görürsek eğer onu kullanmada giderek özensizleşebiliriz. Dille hayat bulan bir türden söz ediyoruz. Nefesi, rengi, sesi sözcüklerden başka bir şey olmayan bir yapıdan. Anlatılmak istenen ne denli önemli olursa olsun amaç edinilmiş, özenilmiş bir dille yazılmıyorsa eğer öykü yanlış notalarla çalınmış bir müzik parçasına benzer ve okunamaz, anlaşılamaz olur. Kısa öykü gibi bir türde dil elbette ki amaç olmalıdır. Anlatılmak istenen en doğru, en güzel dille anlatılıyorsa o öykü değer bulur ancak. Öykünün niteliğini anlatılanlar değil anlatma biçimi belirler ki bu da amaç edinilmiş bir dille olur.

Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Kendisini sürekli yazdırmak isteyen kahramanlarım oldu elbette. Ama onlar bir öykünün içinde kalıp uzun uzun anlatılmak yerine, bir öyküden çıkıp ötekinde yaşamayı seçiyorlardı.  Ayağına yumağın ipi dolanmış bir kedi gibi geziyordu kahramanlarım öyküden öyküye. Böylece öyküler birbirine ulanıp duruyordu. Bu yüzdendir ki ilk kitaplarımdaki öyküleri bağlı öyküler olarak adlandıranlar oldu.

İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Öyküde anlamı aşmaktan, anlamı örtmeyi, ötelemeyi, çağrışım gücü zengin sözcüklerle geniş bir artalan oluşturarak görünmeyenin görünenden çok olmasını sağlamayı anlıyorum. Bu, kısa öykünün olmazsa olmazıdır zaten. Ne var ki bunu hem yazmak hem de okumak zordur, zahmetlidir. Bu yüzdendir ki günümüz okurları kolay okunan, kolay anlaşılan, okura yaratı payı bırakmayan metinlere yöneliyor. Anlamı okura hazır lokma olarak sunan bu metinlerde anlatım da, anlamayan kalmasın der gibi basite indirgeniyor. Oysa anlamayan kalsın. Anlamadıkça metne kendi anlamlarını katsın okur. Her okunduğunda ve her okuyanda yeni anlamlarla çoğalsın metin. Çok şey mi istiyorum acaba? Bana göre anlam, nitelikli öykünün zorunlu olarak sırtlandığı ve ne olursa olsun bırakamadığı bir yük değildir. Aksine anlam, okunduğu anda okurun zihninden öyküye yansıtılandır. Anlamı aşan metinler olarak gördüğüm Comte de Lautréamont’un Maldoror’un Şarkıları, Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı, Leyla Erbil’in Üç Başlı Ejderha’sı bana heyecan ve cesaret veren metinler olmuştur.

Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücü en uzağında, gizlisinde, kuytusundadır metnin. Hem her yerindedir hem hiçbir yerinde yoktur öykünün. Yazarın, yazdığının üzerine gölgesini düşürdüğü yetmiyor mu? Bu bile çokken neden öyküde yazarını arayalım? Öykü, yazıldıktan sonra bir başınadır. Onu yazan eller çoktan çekilmiştir üzerinden. Okur nerede, ne zaman, niçin ve kim tarafından yazıldığını bilmek zorunda değildir metnin. Karşısında varlığını sadece ve sadece kendi sözcük gücünden, yapısından, kurgusundan alan bir yapı vardır. Bu yapının içinde yazarının sesini aramak gerekmediği gibi metne yapılmış bir kötülüktür bana kalırsa. Yazılanlar arasında yazarına dair ipuçları aramak yazarı gereksiz yere yüceltmenin bir yoludur. Öyküde konuşanın yazar olduğunu düşünmekse büyük yanılgı. Böyleleri var, biliyorum.Yazarı merak etmekten ileri geliyor bu? Kim olduğunu niye merak ediyoruz ki yazarın? O da herkes gibi biridir sonuçta. Öykünün ortaya çıkmasında okurdan biraz daha fazla emek vermiş kişidir o kadar. Aslolan metnin kendisidir ve çoğunlukla yazarını bile aşar metin. Yazarın yazdığının dışına çıkıp başka yerlere gidebilir. Hem de yazar kişisinin hiç gitmediği, düşünmediği, hayal bile etmediği yerlere. Bu yüzden ki yazar mümkünse yazan ilk kişi olarak kalsın yerinde, öykünün önüne geçirilmesin.

"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir dğeişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Öykü ilk yazıldığı haliyle kalmıyor elbette, sonrasında defalarca yazma, çizme, bozma, yeniden yazma sürecine giriyor. Bu öykünün ince işçiliğinin yapıldığı kısım ve ilk yazılışından daha farklı prensiplerle hareket ediyorum. İlk yazma çalakalem bir yazma oluyor. Bolca hata yapıyorum, tekrara düşüyorum. Öykünün bir tarafı eksik kalmış oluyor, bir tarafı sarkabiliyor. Bütün bunlar sonraki okumalarımda gözüme çarpıyor ve öykünün üzerinde çalışma başlıyor. Öyle oluyor ki basılmış bir öykümde bile değiştirmediğime hayıflandığım sözcükler oluyor. Bilmiyorum bunun sonu var mı? Sanırım öykü hiç tamamlanmayan, belli bir formu olmayıp zaman içinde kendisine yeni sözcükler, yeni biçimler edinmek isteyen bir tür.