31 Mayıs 2019 Cuma

En büyük korkun ne?



Tam olarak ne zamandı hatırlamıyorum. Deniz bir gece, birdenbire öğrenmek istedi.
"Korktuğun şeyler var mı?"
"Tabii," dedim. "Yüzlerce var."
"Birini söyle. En büyüğünü," dedi. 
"Yılanlardan korkarım," dedim çok kolaycı bir yaklaşımla. Daha ağzımdan çıktığı anda doğruluğundan şüphe ederek. Şüphe bile değil. Çöpe atıp üstünde tepinmem gerektiğini bilerek. 
Tekrar sordu.
"En büyük korkun bu mu? Yılanlar mı?" 
"Hayır," dedim. "En büyük korkum yılanlar değil. Düşünmem gerek." 
Kaygılarımdan bahsetmeyi düşündüm. Saat geçti, oysa. Sustum. Uykuya dalmasını istediğim için, belki de beni zayıf görmemesi için, sustum. Esnedi. Yatağın içinde döndü. Yüzüstü yatıp ellerini yastığın altına sokunca anladım uykuya dalması yakındı. Sessizce uzandım kapının koluna. Ardımdan fısıldadı tekrar.
"Söylesene en büyük korkum ne?" 
Şimdi biliyorum, bu satırları yazarken. Ne kadar okusam da, bilsem de, üzerimde çalışsam da, başaramadığım, üstesinden gelemediğim en büyük korkum değişim. 



Ama İsmail


İsmail, eski arkadaşım. Liseden. 30 yıldır görmüyordum. İki ay önce mezuniyetten sonra ilk kez katıldığım pilav gününde gördüm. Eskiden aramız iyiydi. Yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmez dedikleri türden. Ne olduysa oldu, savrulduk. Lise bahçesinde dün kaldığımız yerden devam eder gibi akan sohbet yüzünden, belki de karısından ayrıldığı için bilmiyorum, "Bir hafta sonu geleyim, rakı içelim," dedi. "Gel," dedim. Haftasına damladı. 


İsmail iştahsız. Tabağına beş sardalye koydu. Oynadı durdu. Tam mevsimi halbuki. Yağlı. İçini bile temizletmedim. Parmağınla karnını yarıp nasıl yiyeceğini gösterdim. İsmail'in yemekle arası yok. Kendini dinleyecek insan peşinde. Misafirin lokması sayılmazmış ama saydım. Üç tek rakı, beş sardalye, iki üç dilim domates, iki dilim kavun, bir Kemalpaşa tatlısı yedi. Altı sigara içti. Önce çekindi sigara içmeye. "Açık hava bir tane içebilir miyim? Rahatsız olur musun?" diye sordu. Tüm sigaraların, tüm buluşmaların iznini almış gibi ardı ardına yaktı. 

İsmail konuşuyor da konuşuyor. Sesine susamış gibi kana kana içiyor. İçmiyor da dışına dışına savuruyor. Eski karısını, oğlunu anlatıyor boyuna. Yeni kocayı, terapi ve gölge öğretmen ihtiyacını... Anlatıyor da anlatıyor. Çok hızlı konuşuyor. Öyle ki araya girmek mümkün değil. Bazen bir iki kelime atıyorum ortaya, onu yavaşlatmak, ben de buradayım demek için. Sorum yeni bir kapı açıyorsa, pasımı görüyor ve hızını kesiyor. Kelimelerimin, varlığımın bir değeri yok gibi. Kelimelerimi oltaya takılmış yem misali salıyorum masaya. O yemi çalıp giden kurnaz balık, ben acemi balıkçı.  Kelimelerin onu savurduğu yerden devam ediyor, aynı hızla. Eni konu canım sıkılıyor. Yatak odasından büyük bir ayna getirip sandalyeye koymayı, kafamı yastığın altına gömüp uyumayı düşünüyorum. En çok da "Ama İsmail bunların hepsi varsayım," demeyi. 
İsmail'in aklında sonsuz varsayım. Açıyor, çeşitlendiriyor. Sündürdükçe sündürüyor. Endişeleri var, yersiz kuşkuları ve ona hiçbir şey kazandırmayacak stratejileri… Olmamış şeyler karşısında zihninde kıran kırana bir satranç oyununa girişmiş.  Hayatını satranç tahtası misali yatırıyor masaya.  Eski karısı, o, oğlu, yeni koca, potansiyel sevgili o tahtanın üzerinde hareket ediyorlar, şah çekiyor, rok yapıyor, iki hamle ileri atlıyor, taş kaptırmamaya uğraşıyor. Masa o denli kalabalık ki bana yer yok. Bas bas bağırıyor zihnim hâlâ. 
"Ama İsmail bunların hepsi varsayım."
İsmail düzenli adam. Gecenin sonunda izmaritlerini çöp kutusuna döküyor. Küllük niyetine kullandığı çay tabağını sudan geçiriyor. Bırakıyor. Bir gece kalıyor bizde. Ertesi sabah bakıyorum. Yattığı çekyat kapalı. Çarşaf, nevresim yok. Çöp kutusunu yokluyorum. Ne izmarit, ne kılçık, ne boş rakı şişesi. Beynim uyuşmuş gibi. Kafamı ellerimin arasına alıp sallıyorum. İçi boş bir kumbara gibi. Tek metelik sesi dahi çınlamıyor. 

21 Mayıs 2019 Salı

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri 4

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli ebeveyn ipuçları:
Tüm insanlar (siz ve çocuklarınız da dahil olmak üzere) ihtiyaçlarını gidermek için ellerinden gelenin en iyisini yaparlar. 
Çocuğunuzla hoş gitmeyen bir hadiseyi düşünün. Çocuğunuz ne yapıyordu? Hangi ihtiyacını karşılamaya çalışıyordu? Siz ne yaptınız? Yaptığınız şey hangi ihtiyacınızı karşılamaya yönelikti?

Haftanın mindful alıştırması:
Öğrenmeye devam edin ve evinizi dönüştürün.

Ben ne düşünüyorum?
Son günlüğün üzerinden beş hafta geçti. Bu satırları yazarken verdiğim aranın beni konudan uzaklaştırdığını fark ediyorum. Sene başında üzerinde uzlaştığımız kimi konular, aldığımız kararlar, baharın, uzun süren okul yılının yol açtığı yorgunlukla esniyor. Eskisi gibi, bu sabitleri koruma konusunda katı ve ısrarlı değilim. Değişen ihtiyaçlarımızın farkındayım. Bu yüzden çekişmeli bir hâl değil, aramızdaki. Yeni bir mevsim, yeni bir dönem. Şimdiye kadar üzerine kafa yorduklarımdan öğrendiklerim var, belki de. 
Ve bir evi dönüştürmenin en iyi yolunun, gerçekten dinlemekten, kimi isabetli sorular sormaktan geçtiğine inanıyorum. Enerjim oyun oynamaya, hareket etmeye, dışarı çıkmaya yetmiyor bazen ama dinlemeyi ihmal etmiyorum. 

Denizle nasıl paylaşıyorum?
Bir süredir yazmaya daha yoğunlaştığım, Denizle eskisi kadar oynamadığım, ilgilenmediğim bir dönemden geçiyorum. Onunla daha çok konuşuyoruz, sohbet ediyoruz ama birlikte az oynuyoruz, az hareket ediyoruz. Cumartesi gecesi parkta birlikte oynayınca fark ettik bu eksikliği. İnsanoğlu/kızı çekilmiş paket lastiği misali. Uzadığım yerden merkezime dönünce, can kulağıyla dinleyince oyun, sohbet daha da koyulaştı. Kimi yeni kararlar alındı.
Denizle ilgili en çok yapmaya çalıştığım şey dinlemek ve ihtiyaçlarını tahmin etmeye çalışmak. 

Deniz'in geri bildirimi ne?
Hepimizin içinde bir kurban arketipi var. Mağduriyet dili fena.  Gerçekleri olduğu gibi görmemizi engelliyor. Zalim-mağdur-kurtarıcı üçgeni dışında bir yerden bakmak gerekiyor oysa, hayata. Bunun için de olayla ilgili ayrıntıları köpürtmek yerine duygulara bakmak gerekiyor. Ancak duyguları fark edince karşılanmayan ihtiyaçları belirlemeye, kendini karşındakinin yerine koymaya geliyor sıra. 
Deniz'e de bunu öğretmeye çalışıyorum kendimce. Oysa bazen tek istediği, mağdurluğunu onaylatmak, kurtarıcının kucağına sığınmak. Bu yaklaşımı görmediği zaman, sarf ettiğim her kelime geri tepebiliyor. Onu suçladığımı düşünüyor ya da mutsuz olmasına izin vermediğimi. Ve kızgınlığı bana yöneliyor. 

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Deniz duygularıyla epey tanışık. Bazen duygu yerine düşünce ya da ihtiyaç koyduğu oluyor. Bunu fark ettiğim zaman kelimelerinin içinden duygu ve ihtiyaçlarını ayırmaya çalışıyorum. Böyle böyle diline yerleşeceğine inanıyorum. Öyleyse bir sonraki adım, ihtiyaçları tanımak ve isimlendirmek olsun. 

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Beş hafta aradan sonra kendimi konudan kopuk, ilgisini kaybetmiş hissederken yazmaya başladığımda kelimelerin birbiri ardına çıktığını, düşüncelerimin kolayca konu etrafına kıvrıldığını görüyorum. Demek ki çok da uzağına düşmemişim mevzunun. 

Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz. 

Ay Yükseliyor


Ay yükseliyor gökyüzünde. Başımda kanırtıcı bir ağrı. Bir düşünce buruyor beynimi içeri ve dışarı. Beynimin çeperinden kafatasıma, kafatasımdan beynime salınıyor, zıplıyor, oyuyor.  Kendimi yatağa bırakıyorum. Omuzlarım, boynum, sırtım, bacaklarım ve kollarım. Bırakıyorum kendimi ağır ağır. Her bir santimini bırakıyorum da bedenimin, bir düşüncemi bırakamıyorum. Deniz'in söyledikleri geliyor aklıma: "Anne insan düşüncelerini bir kutunun içine bırakamıyor. Keşke koyabilsek." 
Düşünmeyi düşünmemek mümkün değil. Düşünceye, daha da doğrusu duyguya bakmak, ona kulak vermek, bizim iyiliğimiz için söylediği şeyi duyduğumuzu belirtmek yeter belki bunca zonklamayı durdurmaya. Ve ondan sonra gelir iyileşme. 
Bedenim ve zihnim bir tarla gibi görsem. Fırtına geride kalsa. Her tarafı çiçeğe kesse tarlanın. Kelebekler, kuşlar uçuşsa, uğur böcekleri kalksa, inse. Bir işaret görsem, bana doğru yoldasın diyecek bir işaret. 

20 Mayıs 2019 Pazartesi

Annem Hiç Susmuyor


Sessizlik istiyorum.
Ne yapacağıma karar vermek, ne istediğimi anlamak, neye ihtiyacım olduğunu bilmek için biraz sessizlik...
Bunun için zamana ve alana ihtiyacım var ama annem hiç susmuyor.
Bana materyal ver anne. Bırak ben keşfedeyim. Onunla neler yapabileceğimi düşünürken araya girme anne. Bana talimat verme. Açıklama yapma. Bırak bir süre yalnız oynayayım.
Sokak çok gürültülü anne, evler, televizyonlar. Çok renk, çok ses, çok seçenek.... Beni biraz sessizliğin içine bırak anne. Bırak ki düşüneyim, büyüyeyim.

*Görsel illüstratör Ceyhun Şen'in web sitesinden alınmıştır. 

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Elimin altında ne var?


Elimin altında Deniz'in sırtı var. Beş dakika önce kıpır kıpır olan bedeni uyumak istiyor. Zihni ise "Hayır," diyor biliyorum. Kaçıracağım zannediyor. "Uyumak sıkıcı," diye düşünüyor. En yumuşak sesimle fısıldar gibi konuşuyorum: "Yarın yeni bir gün. Ona hazırlanmak için bedeninin ve zihninin dinlenmeye ihtiyacı var." 
Nefes alıyor, nefes veriyor, hareketleri düzensizleşiyor. Az sonra uykuya geçiyor. Dudağında belli belirsiz bir mırıltı. "Bugün olan en güzel şey ne?"
Yıllar sonra onu uyuttuğum bu geceleri nasıl hatırlayacak? Bir örnek pijamalarımız, birbirimize okuduğumuz kitaplar ve ardından gelen soru. "Bugün olan en güzel şey/ler ne?" Tam bir sohbet açıcı. Aynı zamanda günü bitirmenin en güzel yollarından biri. 
Şimdiden öğrensin.  Her gün boş bir tuval. Onu neyle doldurmak istiyorsa öyle dolduracak. Yine de her zaman kontrol onda olmayacak. Yanlışlıkla ya da bütünüyle onun kontrolü dışında gelişen bir sebeple kara bir mürekkep damlası düştü diyelim tuvale. Ne yapacak? Yanını bambaşka renklerle, desenlerle mi dolduracak yoksa dağıtıp karanlığı tüm peyzajı mı dolduracak? 
Fısıldıyorum karanlığa doğru cevabımı. Nefesiyle çeksin içine diye. Kök salsın, dallansın içinde diye. 
"Şükür bugün de yaşadık."

Görsel Katie m Berggren art&design'dan alınmıştır. 

DENİZ'E...



Doğa yarenlik etsin her daim. Güneşin sıcaklığı, çiçeklerin güzelim kokusu, ağaçların ferahlatan gölgesi, yağmurun bereketi, gök kuşağının neşesi, uğur böceğinin talihi üzerinden eksik olmasın. 
Çocuk merakın, heyecanın, hareketliliğin bir elinden, kadim öğretilerin bilgeliği diğer elinden tutsun. 
Sırtın yere gelmesin. Ailen, dostların dayanağın, soluğun olsun. Dilediğin zaman sığındığın yalnızlık, bereket, üretim, yaratıcılık getirsin. Yolun açık olsun. 

Görsel www.pexels-library.com adlı siteden alınmıştır. 

5 Mayıs 2019 Pazar

Onur Çalı ile söyleşi*

Onur Çalı'nın dördüncü öykü kitabı Kaplumbağa Makamı Alakarga Yayınları'ndan çıktı. Onur Çalı ile yeni öykü kitabı ve öykü anlayışı üzerine konuştuk.

                                          "Aynı Dili Konuşsaydık Yalnızlığımız Azalırdı"



                             
Klasik öyküdeki serim, düğüm, çözüm disiplini senin öykülerinde yer almıyor, ilk öykülerinden bu yana yer almıyor. Daha çok bir olgu, seni rahatsız eden bir durum, vicdanını sızlatan bir mesele üzerinden itirazını dillendiren kısa, yoğun öyküler yazıyorsun. Nasıl çıkıyor bu öyküler? Yazarken nasıl çalışıyorsun? Nereye gideceğini bilip çabucak oraya varıyor musun?

Yazar sayısı kadar üslup sayısı vardır herhalde, en azından öyle olacağı umulur. Benim deneyimim ve arzum hep şu yönde oldu: Uzun uzun anlatmamak. Kabaca söylemek gerekirse, anlatmak yerine göstermek istedim hep. Hem öykü zamanı açısından hem sayfa-sözcük sayısı bakımından kısa kısa öyküler yazıyorum. Memnunum da bundan. Hasbelkader değil, bilinçli olarak yaptığım bir şey bu.

Yazma anı da kıpkısa sürüyor bende. Oturuyorum ve yazıp kalkıyorum. Sonrası başka iş tabii; demlenmesi, düzeltilmesi ve –iyi bir öykü çıkmadıysa ortaya– gözden çıkarılması safhaları geliyor.

Hikâye etmekten uzak bir anlatım dilin var. Öykülerini okuduğumda Necip Tosun'un Modern Öykü Kuramı kitabında karşılaştığım Robert Kelly'nin silinti yaklaşımı üzerine söyledikleri aklıma geliyor: “Kurmacamızı oluşturmanın bir yolu da silintidir. Yani okuyucunun beklentisi olduğu ama anlatılması zorunlu olmayan parçaların öyküden ustaca atılmasıdır. Boşluğu gösteren tuvaller, sessiz besteler, her şeyi tek bir görüntüyle resmeden epifaniler.” Sen de bunun peşinde misin? Öykülerde silinti kavramına dair neler söylemek istersin?

Silinti kavramından haberim yoktu ama benim öykü anlayışıma “cuk oturuyor” doğrusu. Mesele, anlatılması zorunlu olmayan parçaların ne olduğuna karar vermek. Bazı yazarlar için “anlatılması zorunlu olmayan parça” hemen hemen yok gibidir, her şey anlatılması gerekiyordur onlara göre. Uzuun uzuun anlatırlar, güzel de anlatırlar, okuruz, keyif alırız, mümkündür bu ama ne derler: Ben almayayım. Okurum ama öyle metinler yazmak istemem.

Faruk Duman, “Adasız Deniz” adlı deneme kitabında pornografik dil ve erotik dil ayrımından açarak şöyle der: Eco, pornografik romanın işleyişini ortaya koyabilmek için günlük dilden, yani iletişimi sağlayan aktif dilden bir örnek verir: Sizi arayan bir arkadaşınıza, tamam, on dakika sonra oradayım, dediniz. Ve telefonu kapattınız. Öyleyse bu bir cümlenin içinde aslında pekalâ söylenebilecek başka şeyler de olmalıdır. Sözgelimi, hazırlanacağınızı, belki saçlarınızı tarayacağınızı, bir şeyler atıştıracağınızı, kırmızı ayakkabılarınızı giyeceğinizi, atkınızı da mutlaka yanınıza alacağınızı da söyleyebilirdiniz. Ama söylemediniz. Çünkü, esas olarak bütün bunları söylemeye kalktığınızda, doğrusu buna ömrünüzün yetip yetmeyeceği bilinemez. Yine de, aslında salt “on dakika sonra oradayım,” demekle bütün bunları da zaten söylemiş olursunuz. Bu yalnızca yazınsal metinleri anlamamızı sağlayan bir veri değildir kuşkusuz, iletişimin bir gereği, hatta yapısıdır. Yapıtın anlatımını pornografik yapan şey, bir cümleyi, bir paragrafı kurarken, oluşturmaya çalıştığımız imajın, ya da hareketin bütün aşamalarını bir bir sayıp dökmemiz olacaktır böylece. Bu her şeyiyle erotizme aykırıdır.

Başka bir deyişle, mesele sadece uzunluk-kısalık meselesinden ibaret değil. Kısa metinler de pornografik olabilir, uzun metinlerin erotik olanları da vardır. Ve bu ayrımda benim safım çok net elbette: Erotizmin tarafındayım!

Aynı yazıda Robert Kelly kısa öyküyü günümüze uygun bir anlatı türü olarak görüyor ve bunda televizyon ve sinemayla büyüyen yeni nesil okurun aslında betimleyici açıklamalara çok da ihtiyaç duymadığını, zaten bir ruh hâlinden başka bir ruh hâline, bir sahneden başka bir sahneye, bir atmosferden başka bir atmosfere anında gitmeye alışık olduğunu, hatta bundan hoşlandığını söylüyor ve devam ediyor: “Kısa kurmaca, sinemadan, sinemanın bize sunduğu anlık görüntüleri kullanmayı öğrendi.” Senin bu konudaki düşüncelerini merak ediyorum çünkü iyi bir sinema izleyicisi olduğunu da biliyorum. Sinema izlemek, kısa öyküne ne kattı?

Robert Kelly’nin söylediklerine benzer şeyleri başkaları da söylüyor. Ve fakat kitap satışları, okunma oranları bu önermeyi doğrulamıyor galiba. Ben yakın arkadaşlarımdan bile çok duyarım; “Keşke roman yazsan” ya da “Biraz daha uzun yazsan keşke” derler. Uzun bir metinle hemhal olmak, mesela romanla, daha kolay, daha keyifli gelebiliyor okura. Atmosfer yaratmak, okurun o atmosferin içine kolaylıkla girebilmesi “anlatarak” yazılan, boşluğu ya da “silintisi” olmayan metinlerde daha kolay. Tekrar olacak ama ben o yolu tercih etmiyorum.

Kısa kurmacanın anlık görüntüleri kullanmayı sinemadan öğrendiği konusunda da kuşkuluyum. Sinema yeni bir sanat sayılır. Oysa kutsal metinlerde, başka kadim yazıtlarda, kıssalarda, fıkralarda, manilerde, halk türkülerinde, dualarda, bir takım ritüellerde söylenen ezgilerde, yas tutma törenlerinde bu özellik sinemadan önce vardı. Sinemadan çok öncelerinde de bu anlatımı, anlık görüntüleri, anlık görüntülerin kuvvetli etkisini (nakavt etkisi) kullanmayı biliyordu edebiyat.

Sinema çok büyülü bir sanat. Adı üstünde Büyülü fener. Anlatım olanakları edebiyata göre çok daha fazla. Film izlemeyi seviyorum, takip ettiğim yönetmenler var, onların filmlerini sevdiğim yazarları okur gibi izliyorum. Türk sinemasında da çok iyi işler çıkıyor. Sinema benim öyküme ne kattı bilemiyorum ama beni besleyen önemli kaynaklardan biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Kaplumbağa Makamı’nda da Japon yönetmen Juzo Itami’ye ithaf ettiğim bir öykü var. Öyküyü filmlerinden birinden esinlenerek yazmıştım.

Türk sineması demişken, iyi işleri anmaktan imtina etmeyelim, Mehmet Can Mertoğlu’nun Albüm (2016) filmindeki üslup beni hayran bırakmıştı. Filmin bütünündeki ama bilhassa ofiste geçen, izleyenler hatırlayacaktır, memurların uyudukları bir sahne vardır. Oradaki anlatımı, atmosferi yazıyla oluşturabilmeyi çok isterdim.

Son olarak: Sinema ve televizyonla büyüyen kuşağın yerini tabletle, telefonla büyüyen, internetin içine doğmuş olan bir okur kuşağı alacak. Çok değil, on beş yirmi sene sonra okuma eğilimlerini, şimdi çocuk olanlar belirleyecek. Bakalım onlar nasıl metinleri tercih edecekler, görsel metinlerden başka bir şeyle ilgilenecekler mi? Soruları çoğaltabiliriz, ömrümüz vefa ederse cevaplarını da birlikte görürüz.

Kadim dini metinler demişken öykülerde Bergama, Kuzey Ege, zeytin ağaçları, mitoloji ve Kutsal Kitaplardan kıssaların bir dip suyu gibi aktığını görüyoruz.

Bunlar benim ilk kitabımdan beri görüş alanıma giren, zihnimi meşgul eden şeylerden birkaçı. Kutsal kitaplara da her zaman ilgim oldu. Dinler Tarihi bölümünde doktoraya başlamam bu metinlere daha çok eğilmeme vesile oldu. Kutsal denilen metinler insanlığın en kadim metinleri. Mitoloji de öyle. Bunları öykünün alanını genişletmek adına “kullanmak” hoşuma gidiyor.

Diğerleri de memleket icabı sızıyor galiba yazdıklarıma, ben de engel olmuyorum, çünkü neden engel olayım, değil mi?

Kısa öykü, okurundan metne katkı sunmasını bekleyen bir tür. Öykülerin gücü sadece anlatılan şeylerde değil, anlatılmayan, gizlenen şeylerde de yatıyor. Bu anlamda da okura iş düşüyor. Bu belirsiz bıraktığın, atladığın, eksilttiğin, okura bıraktığın alanlar sende nasıl bir his bırakıyor? Yazarken okur buradaki sıkıştırılmış anlamı çözer, yorumlayabilir, çoğaltır ya da buradaki anlamı çözemeyecek, buraya bir ipucu daha ekleyeyim gibi düşünceler uyanıyor mu? Yazarken okurun varlığını ne derece düşünüyorsun?

Yazarken değil ama yayımlamaya karar verdiğimde (bir dergide ya da kitap öncesi aşamada) okur aklıma hiç gelmiyor dersem yalan olur. Bazı öykülerde o endişe gölgesi şöyle bir gelip geçiyor: Acaba bu anlaşılır mı? Okur bunu okuduğunda benim oraya bıraktığım “şeyi” fark edecek mi? Nedir, anlaşılsın diye bir sözcük dahi eklediğimde canım sıkılıyor bu sefer. O yüzden o endişeye pabuç bırakmıyorum. Anlaşılacağını umarak, olduğu gibi, ilk yazdığım şekliyle bırakıyorum genelde.

Kitapta yer alan iki epigrafa özellikle değinmek istiyorum. “Yani her şey, her şey yazılmak, yazılmak istiyordur.” (İlhan Berk, Kült Kitap) ve “Söz çoğaldıkça anlam azalır / Bunun kime ne yararı olur?” (Eski Ahit, Vaiz, 6. Bap) Onur Çalı öyküleri bu iki uç arasında salınıyor, tam da bu aralıktan besleniyor diyebilir miyiz?

İlhan Berk’in cümlesi yazma iştahıyla ilgili. Dünyadaki her nesneye yazılacak şey gözüyle bakmaktan neşet ediyor. Yazma hevesi ve iştahı iyidir ama ifrata kaçmamak lazım. “Siz nasıl bu kadar çok şey okuyorsunuz, ben yazmaktan vakit bulamıyorum!” diyen yazarlar duydu bu kulaklar. Bir de tabii “her şey yazılabilir” anlamına da gelir Berk’in söyledikleri. Yani her şey ama her şey şiirin konusu olabilir. Berk kendi şiirini böyle örmüştür. O halde her şey öykünün de konusu olabilir, öyküyle yazılabilir! Öykünün alanını genişletmeye bakmalı, sınırlarını zorlamalı.

Peki ama nasıl yapacağız bunu diye kendime sorduğumda da ikinci alıntıya gidiyorum ben. Eski Ahit’in en güzel yazılmış bölümlerinden Vaiz’de, bilge bir üslup göze çarpar. Vaiz’in hikmet dolu sözlerini kitaptaki iyicene kısa öykülerin olduğu bölümün epigrafı olarak kullanmam bundandır. Demek ki haklısın, bu iki uç arasında dolaştığımı söylersem yalan söylemiş sayılmam.

Babil Kulesi ve dillerin doğuşu efsanesini yorumladığın “Babil Kulesi İnşaatından Sağ Çıkmış Duvar Ustası Ozo’nun Hatıratı” öyküsü şu sözlerle bitiyor: “Bir zaman bakıştıktan sonra sarılıp ağlaştık ve ayrıldık. Farklı yönlere gittik. Sandık ki bir yerlerde dilimizden anlayan bulunur.” Bu ifade, kitabın geneline de sinen hüznün, bireyin ve öykücünün yalnızlığının da tezahürü kanımca. Sen ne düşünüyorsun, Onur? Bir yerlerde dilimizden anlayan bulunur mu?

Babil Efsanesi (ve Laneti) çok ilgimi çekiyor. Elbette dünyada yaşayan hiçbir dilin ölmemesini, farklı farklı dillerin konuşulmasını, hiçbir dilin yasaklanmamasını, hep yaşamasını, bütün dillerde edebiyat yapılıyor olmasını isterim. Ve fakat tercüme yaparken iyice farkına vardığım bir şey de şu: Birbirimizi anlamak zaten aynı dil içerisinde bile yeterince zorken farklı dilleri konuşuyor olmamız (tercümeye muhtaç olmamız) bunu neredeyse imkansızlaştırıyor. Aynı dili konuşsaydık keşke. O zaman yalnızlığımız belki biraz azalırdı. Belki.

* Bu söyleşi 14 Nisan 2019 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır.