30 Temmuz 2019 Salı

İyiyle kötü arasında

Nilay Yılmaz'ın yazıp Derya Ülker'in resimlediği Meraklı: bir somon balığının serüvenleri Meraklı adındaki bir somon balığının hikâyesini anlatıyor. Yumurtanın içinde başlayan hayat, yumurtadan çıkıp nehirde güçlenmesi, denize dönüşüyle devam ediyor. Yumurtlamak üzere yeniden nehre yolculukla tamamlanıyor. Bu kısa döngü, içinde ölüm, yaşam, somon balıklarının üreme ve yaşam alanlarına dair pek çok bilgiye de yer veriyor. 
İklim krizi kapıda. Çocukları ne türden bir geleceğin beklediğini öngörebilseydik hükümetler işi bu denli ağırdan almaz, milyarlarca insan da yaşanan gelişmelere seyirci kalmazdı. Edebiyat geleceğin yetişkinleri olan çocuklara doğa sevgisi, bilinci ve çevre aktivisti olma kararlılığı vermek için iyi bir araç. Ancak gerçekleri çocuklara olanca çıplaklığıyla ve karamsarlıkla vermek şart mı? Bence değil. Uygun yaklaşım, "Evet dünyada kötü şeyler oluyor ama bunu durdurmak, telafi etmek için çalışan çok sayıda iyi insan var," mesajını iletebilmek. 
Nilay Yılmaz hikâyede hem iyiye hem de kötüye yer vererek bir denge gözetmeye çalışıyor. Somonların yumurtlamak üzere nehre geri dönüş yolculuğunda ağaçlar kesildiği, artık gölgeleri suya düşmediği için su sıcaklığının artması, kimyasal atıklar yüzünden nehrin kirlenmesi hikâyede yer alan ekolojik yıkımlar arasında. Doğayı kirletenlerin, zarar verenlerin yanı sıra somonların nehir deniz arası yolculuğunu güvenli kılmaya çalışan insanların varlığı da göze çarpıyor. Nehirlerin üzerine yapılan barajlar nedeniyle denizlere ulaşamayan somonları toplayıp teknelerle denize taşıyan, dönüş yolunda somonların zıplayarak nehre geçişini kolaylaştırmak için su merdivenleri yapan insanların varlığı "Evet dünyada kötü şeyler oluyor ama bunu düzeltmek için çalışan çok sayıda iyi insan var" mesajı veriyor. Burada yazarın bilinçli olarak bir denge gözetmeye çalıştığı aşikar. Buna rağmen insanlığın doğa üzerindeki yıkıcı etkisi hakkında okuru bilgilendiren ancak kendi içinde bir çözüm önerisi sunmayan yerlerin beni tereddütte bıraktığını söylemeliyim. Şöyle bir soru geldi yakama yapıştı. 
"İnsanlığın doğa üzerindeki yıkıcı etkisini çözüm önerisi sunmadan vermek, çocukları baş edebileceğinden fazlasına maruz bırakmak mıdır?" Çocuklar için yazanların gözetmesi gereken bir soru kanımca. Kimseden dünya iyi bir yermiş gibi yapmasını, cümle kötülüğü hasır altı etmesini beklemiyorum elbette. Bununla beraber  iyiyle kötü arasındaki mücadelede iyilerin kazandığını çok daha açık ve net  görebilmeyi umuyorum. 



Yazan Nilay Yılmaz 
Resimleyen Derya Ülker 
Altın Kitaplar 
Çocuk Kitapları Dizisi 



Şefkatli Ebeveyn Günlükleri 9

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Çocuklara verebileceğimiz en büyük armağan yalnızca onlarla zenginliğimizi paylaşmak değil, aynı zamanda kendi zenginliklerini açığa çıkartabilmelerini sağlamaktır.
Swahili  (Zanzibar) Atasözü

Şefkatli Ebeveyn İpuçları 
Çocuklarınızın sunabileceği pek çok armağan vardır.
Çocuğunuzun sizinle düzenli ve istekli paylaştığı armağanlardan üç tanesini  düşünün. Bu armağanların hangi ihtiyaçlarınızı karşıladığını belirleyin ve hayatınıza olan katkısını çocuğunuza söyleyin. 

Ben ne düşünüyorum? 
Deniz'in benimle hevesle, istekle, canı gönülden paylaştığı şeyler üzerine düşünmenin, içinden üç tanesini seçmenin, hayatıma olan katkısını düşünmenin başlı başına şefkat ve sevgi uyandıran, arttıran bir deneyim olacağına, seçim yapmakta zorlanacağıma emindim. Öyle de oldu. Sonunda üç maddeye indirgeyebildim. 
Mutfakta birlikte çalışmak: Deniz yemek yapmayı seviyor. Daha fazlasını öğrenmek ve deneyimlemek konusunda hevesli. Dolayısıyla menü seçiminden, alışverişe, mutfakta yemek hazırlığından, sofra kurulmasına her aşamaya kendiliğinden, sevgiyle katkı sunuyor. 
Karşılanan ihtiyaçlarım: Kolaylık, uyum, işbirliği, değer görmek, yakınlık, sevgi
Yüzmeye gitmek: Denizi seviyorum. Yüzmeyi, denize bakmayı, içinde ayakta durmayı, kenarında dolanmayı, taş atmayı, kumsalda oturmayı, dalgalarla ıslanmayı, kokusunu içime çekmeyi. Yaşamımın üç yılı hariç hep deniz kenarında yaşadım. Her fırsatta hep denize koştum. Yaz, kış kafamı her çevirdiğimde görebileceğim bir yere konuşlanmayı başarı saydım. Deniz'in benden aşağı kalır yanı yok. Böyle olunca "Deniz hadi" dediğim anda hop diye hazırlanıyor, çocuklu evlere özgü saatler süren hazırlığı çok kısa süreye indirmeyi başarıyoruz. 
Karşılanan ihtiyaçlarım: Eğlence, keyif, güven, uyum, kolaylık, yakınlık, sevgi 
Tatil (hazırlanma, yolculuk ve esnasında): Duyduğu anda harekete geçtiği bir konu daha. Okuma yazma öğrenmesiyle beraber Deniz gideceğimiz yerler hakkında arama motorlarında araştırma yapmaya, ilgisini çeken yerleri not almaya da başladı. Ayrıca bavulunu da hazırlıyor. Havaalanı gibi yerlerde bavulunu taşıyor, pasaportuna, biletine sahip çıkıyor ve kurallara uyuyor. Gezme, farklı tatlar (deniz mahsülü ve kırmızı et ürünleri hariç) deneme, harita okuma, yön bulma, otomatları kullanma, keşfetme mevzularında çok hevesli ve uyumlu. 
Karşılanan ihtiyaçlarım: Eğlence, keyif, hayallerini gerçekleştirmek, uyum, işbirliği, kolaylık, sevgi

Denizle nasıl paylaşıyorum?
Önce Deniz'in benimle paylaştığı ve en çok zevk aldığım, hoşnut olduğum armağanları belirledim. Sonra bu anların benim için önemini, tam da o ânın içindeyken, yaşarken hissettiğim duygular ve karşılanan ihtiyaçlarım üzerinden onunla paylaştım. 

Deniz'in geri bildirimi ne?
Bu türden bir geri bildirim duymak onu mutlu ediyor, iyimser ve sevgi dolu hissettiriyor. Bu tür anları devam ettirmek konusunda hevesi, ilgisi, merakı diri kalıyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Bazen, hiç de gereği olmadığı halde bir ithamı, suçlamayı alıyor, kendimize yıllarca yük ediyoruz. Bu haftanın ipucunu okumadan hemen önce Deniz sınıftan bir kız arkadaşının ona "Çok gereksizsin Deniz" dediğini hatırladı. Bunun doğruluğuna inanmıyordu ama duymaktan hoşnut değildi ve tercihi arkadaş olmamaktan yanaydı.
Deniz'in anımsadıkları üzerinden başkalarının ithamı, iftirası karşısında kendimizi nasıl ve nerede konumladığımızı düşündüm. Bu sözlerden etkilenmemek için etrafımızda sağlam bir koruma kalkanı oluşturabilmek şart. Bu koruma kalkanı da (bana göre) büyük ölçüde henüz çocukken ebeveynlerimizin bize sevgiyle, şefkatle yaklaşımı neticesinde gelişiyor. 

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Bir  arkadaşımın arkadaşı yeni doğum yaptı. Arkadaşım sık sık bebeği görmeye gidiyor. Onların ilişkisini izlemek kendi ebeveynlik sürecimde kız arkadaş desteğinden yoksun olduğumu fark etmeme yol açtı. Deniz doğduğunda şehirde yeniydim. Yakın bir iki arkadaşımın Deniz'den biraz büyük bebekleri vardı. Hepimiz kendi dünyalarımızda bu yeniliğe alışmaya, yeni bir düzen oturtmaya, uykusuzlukla, türlü başka zorlukla başa çıkmaya çalışıyorduk. Annemin eli her zaman Deniz'in üzerinde. Bunun için minnettarım. Ancak daha fazlasına ihtiyacım var(dı). Benimle benzer kaygılar taşıyan, umutlar besleyen, çocukluk, ebeveynlik üzerine birlikte düşünebileceğim, sohbet edebileceğim, sosyalleşebileceğim akranlara...
Ebeveynler özellikle de anneler üzerinde ağır yük altında. Çoğu zaman annelik meziyetlerimiz onaylanmıyor, beğenilmiyor. Çoğumuz yalnızız ve desteğe ihtiyacımız var. Bu günlükleri yazmak, paylaşmak ortak bir mesele üzerine sohbet etmek, dertleşmek gibi. Yazıp buraya bırakıyorum. Birine merhem olur da yorum yazarsa mutluluk duyarım.

Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.

Defansif Yaklaşım

Bir süredir hem hekimlikte hem yaşamda defansif yaklaşımı benimsediğimi görüyorum. Kişilerin bana gönderdikleri ilk sinyaller, beden dilleri, beklentilerine dair sezdiklerim, olası sonuçlar üzerine düşüncelerim belirliyor onlarla kuracağım ilişkiyi ya da kurmayacağım ilişkiyi... 
Bu bir yargı mı? Emin değilim. Daha çok kendini koruma güdüsü, bir seçim. Nasıl insanlarla çalışmak, arkadaşlık kurmak istediğime dair bir seçim. Çünkü her ilişki işbirliğine, gücü birlikte kullanmaya, dayanışmaya ve dengeye gereksinim duyuyor, en çok da emeğe... Yorgunluk ve sularımı bulandıracak insanları dışarıda bırakmak, ihtiyaç duyduğum şeffaflığı, hafifliği, huzuru sağlayanları içeride tutmak istiyorum. İşte bu yüzden yargı değil bir seçim. 
Bir başka seçimse, zalim, kurtarıcı, kurban üçgeninden olabildiğince kaçmak. 

Özellikle her kendini kurban olarak görene sırtımda alet çantam koşarak gitmekten vazgeçtim, vazgeçiyorum, vazgeçeceğim. Kendini sıkıştıran sonra da açan bir zemberekten dökülen anlar ve ayrıntılar yığınının altında ezilmek istemiyorum. Bu anlara ve ayrıntılara maruz kaldıkça boynum geriliyor. Anlıyorum başka başka zihinlerin gereksizce çoğaltılmış, fazladan anlam yüklenmiş durumlarını, şikâyetlerini dinlemek istemiyor. Dahası kendiminkilere de tahammül edemiyor. Hak veriyorum ona. Hep haklı olan, hep geçmişte yaşayan, seçimlerinin sorumluluğunu almayan, sorumluyu hep dışarıda arayan insanların bedenimi, zihnimi, zamanımı ele geçirmesine izin vermiyorum. Aşılmaz duvarlar örüyorum kimilerine. Sahte nezaketlere yer vermeyen duvarlar... Kendime yabancılaştıracak kadar kalın duvarlar örüyorum. Defansif yaşam böyle başlıyor. Üzerine düşüncelerle devam ediyor. 
Sınırlar muğlak, şikâyet ve sohbet etmek ya da dertleşmek arasındaki ayrım nedir, belki de haksızlık ediyorum birilerine derken boynum bas bas bağırmaya devam ediyor. Anlıyorum ki bedenim neyi istediğini, neyi istemediğini benden daha iyi biliyor. 

* Görsel, www.fr.dreamstime.com adlı web sitesinden alınmıştır. 

19 Temmuz 2019 Cuma

Ses-sizlik ve çağrıştırdıkları

Ben bir diş hekimiyim. Çalışma ortamım pek de sessiz sayılmaz. Gün boyu aeratör vızırtısına, kompresör homurtusuna, hasta takibi için açık tuttuğum bilgisayarın uğultusuna, SMS ve whatsapp mesaj bildirim seslerine maruz kalıyorum. Bir de dışarıdan gelenler var: korna, araba, motosiklet, yandaki markete mal indiren tır sesleri… Bu sonuncunun yarattığı vibrasyon dayanılmaz. Akşamları eve döndüğümde tamamen sessizliğin içinde kalmayı arzu ediyorum. Normal konuşma sesini bile kaldıramadığım zamanlarda kendimi balkona atıyor, ağaçları izliyorum, kuşların cıvıltılarını, kanat çırpma seslerini, bir arının vızırtısını. Doğadan gelen her ses beni rahatlatırken araya karışan araba, motor sesleri bana aslında nerede olduğumu hatırlatıyor. Bazen kızımla sessiz yürüyüşler yapıyoruz. Gizli geçidimizden geçiyor, meyve ağaçlarıyla dolu sessiz sokağın tadını çıkarıyoruz.  Dikkatimizi yürüyüşümüze ve etrafımıza veriyor, can kulağıyla dinliyoruz. İşte o zaman kentin uğultuları bir süreliğine susuyor ve betonların arasında yerini korumaya çalışan doğa dile geliyor. Dinliyoruz, hiç konuşmadan yürüyoruz o sokağı. Sonra neler duyduğumuzu anlatıyoruz birbirimize. Ben tam kulağımın dibinde vızırdayan arının sesine odaklanmışken, onun ayaklarımızdan yükselen ritmik adım sesini duyduğunu görüyorum. Ben rüzgârda salınan dalların, yaprakların sesini ayırt ederken, o kuş seslerini daha çok fark etmiş oluyor. 
Bir anlığına oyunun içinde sessiz kalmak ve paylaşmak farklı bir deneyim de sunuyor bana. Yaşananların arasından seçtiğimiz parçaları bir araya teğelleme işinin nasıl da biricik olduğunu, hepimizin kendi hikâyelerimizi bambaşka anlarla, ayrıntılarla kurduğumuzu fark ediyorum. Bellek ve anımsama, gerçeği hikâyeleme yoluyla yeniden inşa etme son zamanlarda en çok üzerinde durduğum konular. Öyküler de gelip buralardan doğruluyor hâliyle.
                                                                           

17 Temmuz 2019 Çarşamba

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri 8

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Çocuklar size kendi küçük hâlinizi hatırlama fırsatı verir.
Çocuk olduğunuzu ve ebeveynlerinizden biriyle üzücü bir şey yaşadığınızı hatırlayabiliyor musunuz? Ebeveyniniz ne yapsın istemiştiniz? Olanları çocuğunuzun bakış açısından görebiliyor ve duyabiliyor musunuz?

Haftanın mindful alıştırması
Dildeki küçücük bir değişim çocuğunuz üzerinde çok derin etki sağlayabilir.
Duygu kelimeleri dağarcığınızı arttırmaya devam edin. Olayların yaşamınız üzerindeki etkisini, çocuğunuzla olan  etkileşimini ve onunla olan bağlantınızı izleyin.

Ben ne düşünüyorum?
Çocuklu Türk ailelerin çok olduğu yerlerdeki kakafoni kadar beni rahatsız eden az şey var şu hayatta. Çocuklar oynarken, kendi halinde hareket ederken ebeveyn birdenbire bir tehlike sezer ve bağırmaya başlar ("Oraya tırmanma, koşma, ezileceksin, düşeceksin"), çocuğu kolundan çekiştirir, azarlar, bazen daha da ileri gider pataklar.  Çocuğun güvenliğiyle ilgili endişelenmiştir ama çocuğa sezdirdiği en son şey de budur.
Kendimi o çocuğun yerine koyduğumda hissettiğim şey şaşkınlık, hayal kırıklığı, utanç, üzüntü... Aklımda cevabını bulamadığım o soru: "Ne güzel oynuyordum şimdi ne oldu da annem/babam/vb. bana bağırdı?"

Denizle nasıl paylaşıyorum?
Çocuğun başına bir şey gelebileceği kaygısıyla ansızın bağırmak, müdahalede bulunmak düşünmeden yapılan, ani bir refleks.. Bu refleksi gösterdik diyelim. Ardından hissettiğimiz kaygıyı, endişeyi çocuğa aktarmamız, maksadı aşan bir tepki verdiysek bunu telafi etmemiz gerekiyor.
Bu yapıldığında, çocuk içinde bulunduğu deneyim üzerine düşünme ve kendini ifade etme olanağı buluyor. Kendisi için neyin tehlike arz ettiğini, neyin etmediği üzerinden çok daha verimli ve ileriye dönük kararlar alabileceğimiz sohbet ortamı doğuyor.
Örneğin geçtiğimiz yıllarda bir tatilde kalabalık yüzünden Deniz ve Çağlar'ı kısa süreliğine gözden kaçırdım. Yanımda telefon ya da çantam yoktu. Sokak sokak aramak yerine akşam yemeği için belirlediğimiz restorana doğru gitmeye karar verdim. Ve yolda karşılaştık. Aklın yolu bir.
Bu deneyim bize hayvanat bahçesi, lunapark gibi kalabalık yerlere girmeden önce kendi aramızda bir buluşma noktası belirleme fikri verdi.Bu sayede Denizle konu üzerine sohbet etme olanağı da bulduk.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Ben duygu ve ihtiyaçlarıma odaklanıp dillendirdikçe Deniz de kendininkileri belirlemeyi ve ifade etmeyi öğreniyor. Çocuksu şikâyetlerin ve sızlanmaların yerini somut ricalar alıyor. Bu sayede çocuk parkı, deniz kenarı, dışarıda yemek, kutlama gibi etkinlikler sakin ve doyumlu geçiyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Kişisel sınırlarını belirlemek, korumak ve hayır demek... Deniz'e öğretmek istediğim bir diğer temel konu da bu.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Her yeni günlüğe başlarken  bu ipucunun benim hayatımda karşılığı var mı diye soruyorum kendime. Çok da sıkı bağlar kuramıyorum. Sonra fark ediyorum ki çok küçük söz ya da davranış değişimlerinden bahsediyoruz aslında. Bunları doğal bir şekilde kendi gündelik hayatımıza sokmanın yollarını arıyoruz. Konuya olan ilgim, hevesim devam ettiği için, çaba gösterdiğim için kendimi takdir ediyorum.

Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.




11 Temmuz 2019 Perşembe

M Sait Taşkıran ile söyleşi*


“Yaşamın hızlı biçimde dönüşerek devam etmesi, kesitlerin, çatlakların her yeri sarmış olması ve hemen her gün bu çoğulcu duruma tanık olmak beni, birbirleriyle ilişkili olay ve durumları öykülemeye itiyor”
Söyleşi: Tuğba Gürbüz



Fotoğraf: İlker Gürer

M. Sait Taşkıran, bir modern zaman seyyahı. Yollardan, tanıklıklardan, gözlemlerden, deneyimlerden el alan öyküleri yoğun anlarla, ayrıntılarla dopdolu. 
M. Sait Taşkıran bir olayı, durumu ya da kahramanı uzun uzun anlatmıyor. Daha ziyade bir âna odaklanıyor. Savaşları, yıkımları, kıyımları, kentsel dönüşümü ve bunların bireye yansımasını bir ânın ve mekânın içinden duyuran öykülere imza atıyor. Taşkıran ile NotaBene Yayınları'ndan çıkan ikinci öykü kitabı "Büyük Umutlar Müzikholü" ve yazın anlayışı  hakkında konuştuk.






Büyük Umutlar Müzikholü, Alberto Manguel’in “Kelimeler Şehri” kitabından bir epigrafla açılıyor: “Kelimeler bize gerçekliği bağışlamakla kalmaz, bizim için gerçekliği savunabilirler de.”
Bu epigraftan yola çıkarak hayatı anlama, anlamlandırma çabası içinde hikâyelerin ve kelimelerin sizdeki yerini öğrenebilir miyim?

Birkaç kez severek okuduğum, kimi zaman referans olarak kullandığım kitaplardan biridir “Kelimeler Şehri”. Aynı kitapta A. Manguel, dilin gerçekliği var ettiğinden, ortak paydamız olduğundan söz eder ve canlandırma edimi olarak dil ile kurulan, anlatılagelen hikâyelerin de iyileştirici, aydınlatıcı ve yol gösterici yönüne değinir. Benim için de kelimeler, hikâyeler, dilin kendisi, durağan olmayan canlı edimlere, aktarım özelliklerine sahip. Geçmişin, şimdinin en büyük tanığı olarak kelimeler hem gerçekliği var eden hem de gerçek olarak bilineni değilleyen, yineleyen çoğunlukla yenileyen organik bir yapıda. Bu anlamda hem sözlü hem de yazılı edebiyatın anlatıları A. Manguel’in de dediği gibi geçmişi, bir dönemi, şimdiyi yansıtan, taşıyan/aktaran, kelimelerden oluşuyor. Bir yerde akış-oluş halindeki yaşamın hem kendisi hem de tanımlayanı, savunanı, yargılayanı. Genelde “Okur-Yazar” ikilisi ile anlaşılmaya çalışılan metinlerin eksik ele alındığını düşünüyorum; çözümlemeyi genişletmek için daha kapsayıcı, nüfuz edici olması açısından “dil” bu ikiliye eklenmeli. Felsefi bir bakışa ihtiyaç var. Öykü de bana göre dil ile birlikte gerçekliği bağışlayan, gerçekliği savunan, temellendiren bazen de onu çürüten, temelsiz kılan bir yapıda olmalı.        
Atlas, Magma gibi çeşitli dergiler için kent, kültür, doğa içerikli yazılar hazırlıyor, dijital belgesel dergisi Postseyyah’ta editörlük yapıyor, mitoloji, edebiyat, mekân, kent içerikli atölyeler düzenliyorsunuz. Tüm bunların yazın hayatınıza katkısını nasıl değerlendirirsiniz?

Kent, kültür, doğa, mekân içerikli çalışmalar için yurtdışında ve özellikle yurtiçinde çok sayıda yolculuklarda bulundum. Hem konuya hâkim olabilmek için yaptığım okumalar hem de sahadaki tanıklıklarım, röportajlarım, gözlemlerim, edebiyata olan ilgim söz konusu olunca, bana tarifsiz olanaklar sağladı ve sağlamaya devam ediyor. Mekânın kendi bilgisine, sosyokültürel ilişki biçimlerine birebir tanık oluyorsunuz. Tanıklık, yaşanmışlık olmayınca, günümüzün metropol yaklaşımları ile bakmaya çalışırsanız çoğunlukla yanılırsınız. Dergilerde yayınlanan sosyokültürel çalışmalarım, yolculuklardan edindiğim bilgiler ve okumalarım bir süre sonra da pratik bir aktarım olarak atölye çalışmalarına dönüştü. Belgesel içerikli editöryel çalışmalar da benzer içeriklere sahip başka konular hakkında bilgi edinmemi sağladı. Tüm bunlar yazınsal üretim söz konusu olduğunda insanın, doğanın, mekân-insan ilişkilerinin dönüşümleri hakkında güncel olanı takip etme olanağına dönüşüyor.       

Öykülerde mekânı ve kahramanı öne çıkaran zengin görsel anlatım dikkat çekiyor. Bu anlatım tarzının bende uyandırdığı his şu oldu; sanki karşımızda bir fotoğraf var ve yazar bu fotoğraftaki kesiti alarak genişletiyor, bir sahne kuruyor, öykü kahramanlarını yaratıyor ve içinden olayın eksik bırakılmadığı hikâyeler anlatıyor. İşin aslı nedir? Yazım sürecini ve yazı masasına çağıran tetikleyicileri sizden dinleyebilir miyiz?

Anlatının mekânla ilişkisi kurgusallığa ve tanıklığa göre değişir, ayrıca ikisi aynı öyküde de yer alabilir. Yazarın yaklaşımı ve duruşu ile ilgili. Benim için mekân, mekânda yer alan bütün detaylar anlatıda ayrı birer karakter. Örneğin bir çayhanenin ortasında yanan soba, duvarda asılı çerçevesiz posterler, buğulanmış camlar, çatlak duvarlar… Bunların her biri benim için öykünün birer karakteri olmasının yanında yaşamın yalın imgeleri aynı zamanda. İçinde kendi anlamını, derinliğini yaşanmışlıkla barındıran imgeler, diyebilirim. Mekânın kendisi böylelikle anlatının hem var oluşsal yapısını hem de atmosferini belirler. Hatta insan ilişkilerini, karakterlerin kişilik yapısını bile etkilediğini söyleyebilirim. Bütün bunlar ben yazarken, çalışmakta olduğum öykünün önemli birer dinamikleri olarak yer alıyor masamda. Bu kimi zaman böyle olsun diye değil kendiliğinden ortaya çıkıyor. Yaşamın kendisi de öyle değil mi? Düşünmelerimiz, kararlarımız, geçmişte, şimdide yaşadıklarımız, tanıklıklarımız biz farkında olmasak bile sayısız iz bırakır benliğimizde. Ben de yazarken çoğunlukla bu kendiliğinden ortaya çıkan refleksiyon halinden etkileniyorum; bu izler bir araya gelince de her biri bilinçli düşünülmüş detaylardan oluşan bir fotoğraf çıkıyor ortaya. Aslında bu üslubu, biçemi, yönelimi fotoğraftan ziyade fenomenolojik bir etkinlik olarak epokhe(paranteze alma), sürmekte olan yaşamın bir kesitine-öncesini ve sonrasını gözeterek, varoluşsal olanı dışlamadan- nüfuz etmek ve parantezi açmak olarak değerlendiriyorum.       

Sizi etkileyen, yazın anlayışınıza yön veren yazarlar kimlerdir?

Edebiyatı ve felsefeyi eş güdümlü, ilişkili düşündüğümden bu liste uzayabilir, bu nedenle ilk aklıma gelenleri paylaşıyorum. Yabancı yazarlardan başlarsam; E. A. Poe, Borges, Rilke, Nietzsche(ki bir yerde felsefesi edebi niteliktedir), Unamuno, W. Benjamin, L. Aragon, A. Platonov, S. Beckett, A. Camus, Çehov, Kafka, S. Zweig, Perec, K. Vonnegut, Deleuze, Derrida, G. Bachelard, R. Barthes, I. Calvino, E. Galeono (ki tarih anlatıları edebi bir eser niteliği taşır). Türkçe edebiyat için de Sait Faik, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Ferit Edgü, Bilge Karasu, Yaşar Kemal, Onat Kutlar, Tezer Özlü, Sevgi Soysal, Oğuz Atay, Murathan Mungan…     

Doğu ile batı arasında bir köprü gibi uzanan, savaşlar, yıkımlar nedeniyle doğudan batıya akan bir insan göçünün yüzlerce yıldır devam ettiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Sizin de yaşanan bu zorunlu göçlere kayıtsız kalmadığınız görünüyor. Giritli mübadiller, Şengal’den kaçan Ezîdiler, Sur’da yaşanan kıyımlar, kentsel dönüşüm nedeniyle dağılan aileler, yıkılan yuvalar öykülerinize konu oluyor. Kısa öykü doğası gereği politiktir görüşüne katılıyor musunuz?
Yazma arzusunun, anlatı oluşturma çabasının toplumsal olaylardan, bu toplumsal olayların insan yaşamına yansımalarından bağımsız gerçekleşebileceğini düşünmüyorum. Bir yazar tanık olduğu toplumsal olaylara, toplumsal dönüşümlere kayıtsız kalamaz, anlatıları kişisel varoluş dünyasıyla sınırlı görünse de inanın o varoluşta yaşamın devinim hali, oluşun biçimi yer alacaktır. Hangi döneme bakarsanız bakın o dönemin edebi eserlerinde dönemin tanıklıkları, ahlaki ilişkileri, kişisel çatışmaları, iktidar-birey ilişkileri ele alınır. Örneğin Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” kitabında koca bir yüzyıla tanık olursunuz, Orhan Pamuk’un İstanbul temalı kitaplarında İstanbul’un kent olarak yaşadığı dönüşümleri görürsünüz(bu anlamda eserleri kent sosyolojisi özelliği taşır), Dostoyevski aynı zamanda Çarlık Rusya’yı anlatır size, Kafka yalnızca bireyin iç dünyasını anlatmaz, o dönemin Doğu Avrupa atmosferini, insan ilişkilerini, değerlerini ve bu ilişki ağı içinde bireyin varoluş dünyasını irdeler. Son dönemlerde yaşadığımız coğrafyada çok sayıda trajik olaya tanık olduk ve olmaya devam ediyoruz. Teknoloji ve gelişmiş iletişim aygıtları sayesinde bu trajedileri hepimiz gördük. Her şey gözlerimizin önünde oldu ve sıradanlaştı. Hiper gerçeklik dünyasının belki de en acımasız hali bu. Ben de “Büyük Umutlar Müzikholü” kitabımdan örnek verdiğiniz öykülerde gidip birebir gördüğüm, tanık olduğum insanların yaşadıklarını ve yaşanan trajedilerin onların bireysel dünyalarına yansımalarını-edebiyatın dil yaratma olanağını, özgünlüğünü gözeterek- anlatmaya çalıştım. Bu örneklerin bağlamından ayrı olarak yazmak benim için bir eylem aynı zamanda. Öykünün doğası gereği politik oluşu fikri daha uzun/derin bir tartışma bence. Fakat anlatının kendi derdi, anlatıya kaynaklık eden durumlar ve yazarın bu bağlamda tanıklığı, okurda bıraktığı etki, anlatıyı pekâlâ-politika disiplininden apayrı biçimde, tavır olarak- politik kılar, diye düşünüyorum.       

Kitapta bir hikâye toplayıcısı olarak yazarın metne dâhil olduğu Duyum Eşiği, Uğursuz Zaman gibi öyküler de yer alıyor. Uğursuz Zaman adlı öyküde “Peki, anlat ama hiç olmazsa iz bırakma, tamam mı?” diyen Veli’yi ve “İçimde tutamam, saklayamam” diyerek öfkelenen anlatıcıyı görüyoruz. Yazım sürecinde M. Sait Taşkıran nerede duruyor, kendisini bu iki kahramandan hangisine daha yakın hissediyor?
Bahsettiğiniz öykülerde anlatıcının ana karakter olması, diğer karakterlerle ters düşen diyaloglar içinde oluşu yazarın apaçık biçimde metne dâhil olduğu izlenimi veriyor. Aslında yazar, kurgusu, anlatı dili farklı olsa da yazdığı her metne dâhildir. Sizin de dikkatinizi çektiği gibi bu iki öyküde anlatıcının öyküdeki duruşu, tavrı daha başka bir biçimde görülüyor. Ben buna anlatıcının kendisiyle, karakterlerle, öyküde anlatılan/irdelenen olay-durum karşısında bir “hesaplaşma” hali diyebilirim. Kitabın son öyküsü olan Duyum Eşiği’nde ana karakterin, içinde yaşadığı büyük kentin kaosuna kapılmış insanlara, sosyal çatışmalara tanık olup gördüklerini, zaman ve mekânın belirsizliğinde, düş ve gerçeklik halinin değişkenliği içinde sorgulayışı anlatılıyor. Hesaplaşma fakat aynı zamanda anlamsızlığı gördüğü anda kendi dünyasına kaçma, sığınma hali anlatılıyor. Uğursuz Zaman öyküsünde ise gördüklerini, dinlediklerini bir başkasına anlatmamasını salık veren Çaycı Veli karakterine karşı anlatıcının tavrı öne çıkıyor. Sus pus olmuş bireylerden oluşan bir toplumun yaşananları görmezden gelmesi, yabancı olsa dahi bir başkasını da sessiz kalmaya zorlaması durumu irdeleniyor. Serimlediğim bağlamların, iki farklı kahramanın da dışında yazım sürecinde kendimi daha çok kahramanların tedirginliklerine, endişelerine, kişisel çıkmazlarına, varoluşsal sancılarına yakın hissediyorum.  
Öyküler bittikten sonra “Epilog” ile son kez okurun karşına çıkıyor, bir sonu değil ama öykülerin aktığı istikameti gösteriyorsunuz. Epilog fikri nasıl gelişti? Bu bölümle neyi amaçladınız?
J. Conrad, yaşamın epizotlardan oluştuğunu söyler bir yerde. Birbirinden ayrı görünse de ilişkili, birleştirici birer epizot. Hem ilk öykü kitabım “Yıldızlı Gece”deki hem de ikinci kitabım “Büyük Umutlar Müzikholü”ndeki öykülere baktığınızda öykülerin başlangıcı ve sonu olmayan yapıda olduklarını görürsünüz. Öyküler genelde olayın, durumun içinde bir yerde başlar, kategorik metotların dışında(yaşamın kesitleri anlamında, epizotlar gibi) kendi akışıyla devam eder. Öyküyü de kapsayan anlamıyla R. Barthes’in “yazı-metin bir çatlaktır, bir tmesis’tir, bir yarılmadır” sözünü çok severim. İkinci kitabımda yer alan öyküleri bitirdiğimde yine bütünlüğü ve sürekliliği-sürükleyiciliği anlamında kitapta yer alan öyküleri hem anlam hem de varoluş ilişkisi bağlamında birleştirmek, ortaya çıkan çatlağı, yarılmayı daha da derinleştirmek istedim. Aynı zamanda öykü karakterlerinin, öykülerde anlatılan olayların-durumların(öykü bitmiş gibi görünse de) yaşamın içinde varlığını sürdürmekte olduğuna işaret etmek istedim. Kitabın sonuna da öykü karakterlerinin yaşamlarının sonradan nasıl devam ettiğini, olayların, durumların neye dönüştüğünü fısıldayan -son vermenin, sona ermenin dışında- bir sondeyiş yani “Epilog” bölümü ekledim.  
Bundan sonra neler yazacağınızı merak ediyorum. Üzerinde çalıştığınız bir dosya var mı? Teşekkürler.
Çalışmakta olduğum iki ayrı roman dosyası var. Daha uzun soluklu çalışmamı gerektiren bu dosyalara mesai ayırırken yazma eylemim kendiliğinden öyküye kayıyor.  Bu ifadeden öykünün daha kısa sürede yazılabileceği anlamı çıkmasını istemem tabi. Yaşamın hızlı biçimde dönüşerek devam etmesi, kesitlerin, çatlakların her yeri sarmış olması ve hemen her gün bu çoğulcu duruma tanık olmak beni, birbirleriyle ilişkili olay ve durumları öykülemeye itiyor, diyebilirim. Sanırım romandan önce yine öykü kitabı ortaya çıkacak.

* Bu söyleşi 4 Temmuz 2019 tarihinde Edebiyathaber'de yayımlanmıştır. 


8 Temmuz 2019 Pazartesi

Carys Davies'ten öyküler

Üç dört gündür Galli yazar Carys Davies'in öyküleri eşlik ediyor bana. 

Klişe olacak ama peş peşe okunabilecek öyküler değil bunlar. Hepsi demirden birer leblebi. Boğazınıza takılmadan, yırtarcasına geçmeden okuyup geçmek mümkün değil. Öyküler trajik ama asla melodrama yaslanmıyor. Hiçbir duygu sömürüne izin vermeden anlatıyor Davies derdini. Doğrudan, yalın, tüm duyulardan soyunmuş gibi sıralıyor cümlelerini. O, olanı olduğu gibi anlatırken okurda etkisi katlanarak an be an çoğalıyor. 

Kısa kısa öyküler bunlar. Ama olay örgüsü, kurgu hiç de yabana atılır cinsten değil. Gücünü de en çok buradan alıyor galiba, olay örgüsünün sıradışılığından. Asla tahmin edemeyeceğiniz bir yatağı var öykülerin. Akarsu gibi kimi sakin, dingin akıyor, dibi berrak bir su gibi, kimi çağlıyor, köpürüyor. Kendinizi akan suya bırakıyor ve Davies'ın su akağına bıraktığı imgeleri, ayrıntıları bir bir topluyorsunuz. Şaşırtıcı sona vardığınızda geriye dönüyor, bunların hepisini nasıl da zerafetle, başarıyla metne yedirdiğini görüyorsunuz. Davies'in öyküleri özellikle öykü yazanlar için birer ders niteliğinde. Bazı öyküleri içime mıhlandı. Okurken başınızı çevirmek isteyeceğiniz türden bir trajedinin aslında nasıl da büyük bir lütfa dönüverdiği "Hawk Koyu'ndaki Mucize" öyküsü örneğin. Daha kötüsü ne olabilirdi sorusunu yöneltiyor size. Ve zihninizde çoğalıyor, bu coğrafyada bambaşka hikâyelerde karşılığını buluyor. 

Sanki karlı bir dağın zirvesinde Davies, bir küçük kartopunu zirveden fırlatıyor, aşağı indikçe yeni ayrıntılar ve imgelerle büyüyor, büyüyor, yerelden yola çıkıyor, evrensel olanda değerini buluyor. 

Özellikle tarihe merdiven indiren öykülere bayıldım. Davies, tarihi bir ânı, miti, inanılagelmiş bir söylenceyi seçip buradan bir hikâye doğurmakta çok mahir. 

Her bir öyküyü doğuran "Peki ya" ile başlayan sorular geldi zihnime, kendiliğinden. Kendi olası sorularımı düşündüm. 

"Sessizlik", "Commercial Yokuşu", "Bunny Clay'in Götürülüşü", "Hawk Koyu'ndaki Mucize" ve "Benimkinden Farklı Bir Kâbus" en sevdiklerim arasında.

Yüz Kitap'tan okuduğum her kitap, kitaplığımda ona özel ayrılan raflardaki diğer kitaplara iştahımı kabartıyor. Ama bazı kitaplar sırasını, zamanını bekliyor işte. 


Kuytu 
Carys Davies 
Çeviren Yasemin Akbaş 
Yüz Kitap 
Öykü 

4 Temmuz 2019 Perşembe

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri 7

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli ebeveyn ipuçları
Hepimiz gibi, çocuklar da duyulmaya ve anlaşılmaya ihtiyaç duyar.
Bir dahaki sefer kendinizi çocuğunuza nasıl hissetmesi, ne düşünmesi ya da ne yapması gerektiğini söylerken bulduğunuzda durun ve çocuğunuzun söylediğini dinleyin.

Ben ne düşünüyorum?
Ah bu akıl verme hastalığı! Çocuklar da bizim gibi. Nasihat işitmekten, geçecek denmesinden ya da taktik verilmesinden hoşlanmıyor. Dinlemeye çalışıyorum. Kendimi vererek dinlemeye.

Denizle nasıl paylaşıyorum?
Bir yerlerde okumuştum. Çocukları başkalarıyla kıyaslamak yerine kendi içinde gösterdiği gelişmeyi övün mealinde bir şeyler. Aklıma da çok yatmıştı. Tabi ya, etiket takmak (beceriksiz, sarsak, tembel, şu, bu) yerine geriden de gelse, henüz yetersiz de olsa gösterdiği çabayı, kaydettiği ilerlemeyi takdir edeyim. İçimden annemin, babamın sallanan parmağı çıkmadığı sürece buna uymaya çalışıyorum.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Evdeki hesap çarşıya uymazmış. Benim özene bezene, düşüne taşına aldığım karara Deniz'den dün gece gelen tepki aynen şu:
"Her zaman her yaptığım şeye iyi olmasa bile ben üzülmeyeyim diye çok güzel olmuş diyorsun. Sana inanmıyorum."
Bu cümleler bambaşka bir yerden başlayan sohbeti gizlice çeken babanın cep telefonunda kayıtlı şimdi. Etiket yapıştırmayayım derken etiket bana yapıştı. Politically correct tabirinden uyarlayacak olursak "siyaseten nazik anne" olarak kayıtlara girdim.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Çocuk için ne yaptığın değil, hangi duygularla, nasıl yaptığın önemli. Şekle bakmıyor çocuk, mekânı umursamıyor. Ne kadar ilgilisin, ne kadar isteklisin ve ne kadar o ânın içindesin ona bakıyor. Dikkatini veriyor musun? Görev gibi mi yapıyorsun? Samimi misin? Her daim akılda tutulması gereken sorular bunlar. Bazen "Hayır," demek ilgisizce zaman geçirmekten yeğdir.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Bu yaz kendimi zinde hissediyorum. Verdiğim sözleri tutuyorum. Birlikte zaman geçirmenin tadına varıyorum. Üşenmiyorum, ertelemiyorum, ötelemiyorum. Deniz arkadaşları kadar bizimle zaman geçirmekten hoşnut. Eh bana da kendimi takdir etmek ve yazın keyfini çıkarmak düşüyor.


Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 4
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 5
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 6