30 Eylül 2020 Çarşamba

Ursula K. Le Guin'den Yazdıklarını Yayımlatmak Üzerine Tavsiyeler



Bu atölyeyi* yaparken, kariyerimin bu son aşamasında insanlara başlarda yaşadıklarımın bir kısmını anlatmak faydalı olur diye düşündüm. Biraz egoistçe geliyor, ama kanımca yazarların çoğunun tecrübe ettiği yenilgileri ve o korkunç kendinden şüphe etme dönemlerini bilmek gerçekten de ilgilerini çekebilir ve onlara değerli bir katkı sunabilir. Belki de onca zaman yalnızlık içinde çalıştıklarından, yazarlar çoğu sanatçıdan daha fazla kendilerinden şüphe etme eğilimindedir. Eser yayımlatmak da zorlu bir engeldir. Başlarda ara sıra şu küçücük şiir dergilerinden birinde bir şiir yayımlatmayı başarıyordum; dergilerin sekiz, dokuz okuru vardı ama en azından yazdıklarım basılıyordu. Fakat kurmaca eserlerimi satamıyordum. Altı-yedi yıl boyunca sistematik bir şekilde kısa hikâye yazıp yayımlatmaya çalıştım ama hiçbir yere varamadım. Kibarca yazılmış bir sürü ret cevabı aldım. 

Aslına bakarsan kendimi yazar olmaya, yazmaya adamıştım ve yola devam etmemi sağlayan bir özgüvenim ya da kibrim vardı. "Bunu yapacağım, kendi yöntemimle yapacağım." Buna bağlı kaldım. Ve sonunda engeli aştım. Bir hafta içinde iki hikâye sattım, birini bir ticari dergiye, diğerini küçük bir edebiyat dergisine. Kapı bir kere açıldığında, açık kalmaya devam ediyor. Eserlerini nereye göndereceğini bilince işle daha kolay oluyor. Hikâyelerim çoğunlukla geleneksel anlamda gerçekçi değildi, gerçekçi olmayan bir tarafları vardı, bununla birlikte gerek fantazi gerekse bilimkurgu dergilerinin bunları okuyunca "Bu da ne böyle?" demeyebildiğini fark ettim. Geleneksel piyasalarda karşılaşmadığım bir açık görüşlülük vardı burada. Bu açılışın ardından yavaş ama istikrarlı bir şekilde önüme fırsatlar çıkmaya başladı. 

Tabii ki, bir ajansla çalışmaya başlayana kadar, emek emek yazdığım eserleri kuzu kuzu teslim ettim. 

Günümüz koşullarında ne demem gerektiğinden pek emin olmadığım bir meseleye geldik şimdi - internetin, eyayınların, kendi eserlerini kendileri yayımlayan yazarların olduğu bir çağda her şey çok farklı. Sözgelimi kendi eserlerini kendi imkânlarınla yayımlatmak konusunda muallakta kaldığımı bile söyleyemem. Sadece bunun gerçekten ne içerdiğini ve insanı bir yazar olarak gerçekten nereye getirdiğini anlamaya çalışıyorum. Eserin herhangi bir tanıtım ağı olmadan, insanlara duyurma imkânı olmadan kendin yayımladığında, kendini reklamcılara satmayı seçmediğin takdirde..? Hiç bilmiyorum. Bilmiyorum. Eserinin basıldığını görmek harika bir şey tabii, ama arkadaş grubunun ve akrabalarının haricinde hiç kimse onu okumuyorsa ne anlamı var ki? Bilmiyorum. Hiç kimsenin bu noktada başkalarına verecek sağlam bir tavsiyesi yoktur. Bir devrimin ortasındayız. Yayıncılığın devrimden sonra yoluna nasıl devam edeceğini ancak tahmin etmeye çalışabiliriz. İllaki devam edecektir. 

* Ursula K. Le Guin'in yürüttüğü çevrimiçi bir atölyeden bahsedilmektedir. 

Kaynak: 

Ursula K. Le Guin Yazmak Üzerine Sohbetler 

Söyleşi: David Naimon 

Çeviren Özde Duygu Gürkan 

Metis Diyaloglar 






Bir belgesel: Ahtapottan Öğrendiklerim



Pazar günü kahvaltı saatine bir belgesel eşlik etti bu defa. 

Netflix'te yayımlanan "Ahtapottan Öğrendiklerim", hayat amacını kaybetmiş, kendini kaybolmuş hisseden Craig Foster adlı belgesel yönetmeninin çocukluğunun geçtiği sahile gitmesini, tıpkı eski günlerdeki gibi denize sığınma çabasını, kendini zorlayarak her gün dalış yapmasını ve nihayetinde bir ahtapotla karşılaşmasını ve yakınlaşmalarını anlatıyor. Ahtapot mesafeli bir merakla Craig'i izlerken o da her gün sabırla, metanetle dalmaya ve ahtoptun yuvasının yakınlarında yüzmeye devam ediyor. En sonunda Craig'ten zarar görmeyeceğini anlayan ahtapot yavaş yavaş yuvasından çıkıyor ve ikilinin aşağı yukarı bir yıl süren arkadaşlıkları başlıyor. Bu erken evrede Craig'in su altı kamerasından bir parçanın düşmesiyle ahtapot ürküyor ve kayıplara karışıyor. 

Craig, yılmadan, usanmadan yıllar evvel Afrika'da belgesel film çekimi için birlikte zaman geçirdiği, çalışmalarını yakından gözlemlediği iz sürücüler gibi ahtapotun eski yuvasının etrafında kayda değer her şeyi fotoğraflamaya başlıyor. Su altında arayış devam ederken su üstünde bu fotoğrafları tek tek inceleyerek delil elde etmeye, ilerleme kaydetmeye başlıyor. Craig'in tutkuyla çalışmaya devam etmesi, iz sürmesi onların yeniden kavuşmasına dair içimizde güçlü hisler uyandırırken beklenen gerçekleşiyor. Yeniden ahtapotu buluyor ve bizleri dünyanın belki de en sıra dışı insan-hayvan dostluğunun seyircisi hâline getiriyor. Belgeselin bu aşamalarında onların dostluğu bizi de derinden etkiliyor ve bugünden geçmişe bakan anlatım dili yüzünden bu hikâyenin ahtapotun ölümüyle biteceğini seziyoruz. Nitekim köpek balıkları denizin altında cirit atmaya başlıyor ve günün birinde ahtapot, bir kolunu köpekbalığının güçlü çenesinde bırakıyor. Kopan kolun ardından ahtapot güçsüz düşüyor ve bir mucizeye tanık oluyoruz. Minik bir kol uzamaya başlıyor. Bununla beraber kayıp hissi olanca ağırlığıyla arada duruyor, ahtapota bu kadar bağlandıktan sonra onun başına kötü bir şey gelmesinden korkarak, yüreğimiz ağzımızda izlemeye devam ediyoruz. Çiftleşme sahnesinde kaçınılmaz sonu tahmin etmek artık hiç de zor değil. Ahtapot yumurtalarını korumak için bir yarığa giriyor ve onlar yumurtadan çıkana kadar korumaya, kol kanat germeye, güçsüz kalma pahasına yerinden kıpırdamamaya devam ediyor. Çocuklar için hüzünlü olan bu sahne doğum-ölüm döngüsü üzerine konuşmak, ona daha doğal yaklaşmak açısından bir fırsat da yaratıyor. 

Ezcümle "Ahtapottan Öğrendiklerim"1,5 saat gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde deniz altında görsel bir şölene eşlik etmeyi, ahtapot gibi çok da yakından tanımadığımız bir hayvanın avlanması, yırtıcılardan saklanmak için kendisini çevreye adapte etme, saklama becerilerine şahitlik etmeyi mümkün kılan, ahtapotların yaşam döngüsünü olduğu gibi veren şahane bir yapım. Çocuklu ailelere tavsiyemdir. 

29 Eylül 2020 Salı

Süper Yaşlı


"Süper Yaşlı" kendisinden hayli genç birisiyle aynı beyin gücü özelliklerini taşıyan yaşlı bireyleri, biraz daha detaylandıracak olursak kendisinden yirmi ile altmış yaş genç birinin sportif yeteneğine, yaratıcılığına, fikirlerine ve cesaretine sahip yaşlı yetişkinleri tarif eden bir kavram. Bu kavramın içerisine yerleşen yaşlı bireyler Mavi Bölge bireyleri. Mavi Bölge yüz yaş ve üzerindeki insan sayısının istatistiksel olarak ortalamanın üzerinde olduğu bölgelere verilen isim. Dünya üzerinde hali hazırda beş Mavi Bölge var: Japonya'daki Okinawa, Guatemela'daki Nicoya Yarımadası, İtalya'daki Sardinya, California'daki Loma Linda ve Yunanistan'daki İkarya. Mavi Bölge'nin isim babası Michael Poulain. İtalyan Gianni Pes, 1999 yılında deneysel gerentoloji üzerine bir konferansta Sardinya'daki asırlık insanları konu alan bir araştırma sunmuş. Sunumu dinleyen Michael Poulain sunumda verilen yüz yaşını aşan erkek birey sayısının çokluğu karşısında şüpheye düşmüş ve bölgeyi bizzat ziyaret etmiş. Bölgede çok sayıda yüz yaşına ulaşmış kadın ve erkek bireyin yaşadığını doğruladıktan sonra bölgenin etrafını mavi renk kalemle halka içine almış. Daha sonra bütün dünyada yüz yaşına ulaşan insanların sayısının alışılmadık şekilde yüksek olduğu her coğrafi bölge Mavi Bölge olarak ifade edilir olmuş. 

Tanımın hikâyesini bir kenara bırakıp bu bölgede yaşayan insanların ortak noktalarını özetleyelim: 

Bitkisel ağırlıklı beslenmek 

Yürümek, bahçe işleri ya da başka uygun fiziksel egzersiz ya da faaliyet gibi doğal hareketlerle meşgul olmak 

Hayatta bir amaçlarının olması 

Bir topluluğa ya da inanç temelli bir cemaate mensup olmak 

Aileyi önemsemek 

Rahatlayabilecekleri, kaygılardan kurtulacakları ve yavaşlayacakları pratikler uygulamak 

Aşırı yememek ya da güneş battıktan sonra yememek 

Bir liste halinde gördüğümüzde son derece klişe olan bu başlıklar her bir bölümde derinleşiyor, inandırıcı kanıtlar eşliğinde uygulaması kolay ipuçları halinde sunuluyor. Her bir bölümün sonunda yer alan çalışma planı değişime nereden başlayacağınızı gösteriyor. Bunun uzak bir hayal olduğuna, genetiğinin uzun yaşama elverişli olmadığına inananlar için iyi bir haberim var. Nasıl yaş alacağımızı belirleyen unsurların yalnızca %25'i genetiğe bağlı, kalan % 75 yaşam alışkanlıklarına bağlı. Bilimin bize sunduğu imkânlarla bugün için inanması belki zor ancak yaşam biçimimiz değiştikçe, genlerimizin vücudumuzda kendini ifade etme şekli de değişiyor. Davranış ve hareketlerimiz, inançlarımız, düşünme şekillerimiz, bizi kuşatan sosyal ve çevresel koşullara yaklaşma biçimlerimiz, bunların her biri genetiğimizi değiştirmeye muktedir. Epigenetik alanındaki gelişmeler bize ilerleyen yıllarda çok daha fazlasını söyleyecektir. O güne kadar içimizde mevcut olan güce inanmak, onun yaratabileceği mucizelere tanık olmak için bu kitabın vaadine kulak verin ve deneyin. Yaşantınızdaki yabani otları sökmek, gelecek yaşantınız için sağlıklı tohumlar ekmek zannettiğiniz kadar zor değil. Bitkilerin gücünden faydalanın. Arkadaş ağınızı genişletin. Hayata gülümseyerek, mizahla bakın. Hareket edin. Meraklı ve ilgili olun. Ununuzu eleyip eleğinizi duvara asmayın her daim yeni keşifler peşinde olun. Zihninizi toksik düşüncelerden arıtın. İyi uyuyun. Daha fazlasını bulmak için Süper Yaşlı'ya göz atmayı unutmayın. 

Süper Yaşlı 

Daha Genç, Daha Enerjik Olmak, Daha Güçlü Hafıza, Uzun ve Sağlıklı Yaşam 

Yazar: Elise Marie Collins 

Çeviri: Fulya Kılınçarslan 

Aganta Kitap



23 Eylül 2020 Çarşamba

Nasıl Yazıyorlar? (25)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 

Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte yirmi beşincisi: Haruki Murakami 


Benim romanlarımdaki karakterler, çoğunlukla konunun akışı içinde doğal olarak şekillenir. "Böyle bir karakter çıkarayım ortaya" diye önceden karar verdiğim ender örnekleri bir kenara bırakırsam, önceden verdiğim bir karar yoktur. Yazmaya devam ettikçe ortaya çıkan karakterlerin durumlarının ana hatları doğal olarak belirir, sonra bu ana hatlara çeşitli ayrıntılar eklenir. Mıknatısın demiri çekmesi gibi. Bu şekilde bir insan imgesi oluşur. Sonradan düşününce, "Aa, bu ayrıntı şu kişinin şu yanına biraz benziyor olabilir" diye düşündüğüm de olur. Ama en baştan, "Tamam, bu kez şu insanın şu özelliğini kullanayım" diye karar vererek bir karakter oluşturmam. Karakter otomatik olarak gelişir. Diğer bir deyişle, ben o karakterleri oluştururken, beynimdeki dolaplardan bilinçsiz bir şekilde bilgi parçaları çıkarıp alır ve onları birleştiririm.
Bu otomatik işi yapanlara ben "otomatik küçük adamlar" diyorum. Çoğunlukla manüel vitesli araba kullandım. İlk defa otomatik araba kullandığımda, "Bu vites kutusunun içinde kesinlikle küçük adamlar yaşıyor, vites değişimini işbirliğiyle yapıyor olmalılar" diye düşünmüştüm. Bir gün ya o küçük insanlar, "Yeter başkaları için bu kadar çok çalışmaktan yorulduk. Bugün biraz dinlenelim" diye greve gider de araba otoyolda birden durup kalırsa ne yaparım diye korktuğum bile olmuştur. 
Bunları anlatınca herkes bana gülüyor, ama "karakter yaratmak" gibi bir iş için içimde yaşayan, bilincinde olmadığım "otomatik küçük adamlar"çalışıyor sanki. Benim yaptığım, onların yaptığı işi özenle ve sabırla sözcüklere dökmek sadece. Elbette bu şekilde yazılan şeyler, olduğu haliyle eserde yer almıyor, günler sonra defalarca yeniden yazınca şekilleri değişiyor. Bu yeniden yazım işi otomatik değil, daha bilinçli ve mantıklı bir şekilde yürüyor. Ancak ilk nüshanın oluşumuyla ilgili olarak, bunun oldukça bilinçsiz bir şekilde yapılan, sezgisel bir iş olduğunu söyleyebilirim. Zaten öyle de olmak durumunda. Öyle ya da böyle, doğal olmayan, cansız bir insan imgesi çıkıyor ortaya. Bu yüzden de ilk aşamada işi "otomatik küçük adamlara" bırakıyorum. 
Kaynak: Bu yazı Haruki Murakami'nin Mesleğim Yazarlık adlı deneme kitabının "Nasıl Karakterler Yaratırız?" bölümünden alınmıştır. 

22 Eylül 2020 Salı

Zıplayın ağ belirecektir

Olur bazen, insan kendi gücünü unutur, yaptıklarının yapabileceklerinin teminatı olduğunu hatırlamaz, bilmez, aklından uçuvermiştir bir kez, kendini kör karanlığına hapsettiğinden. Kolayına kaçar, değişim yerine eski, bildik mutsuzluklar içinde debelenir durur. Hepimizin doğasında olan bir insanlık halinden bahsediyorum, bu aralar içine düştüğüm. Dün başladığım İan McEwan imzalı Solar romanında geçen "beni eylemlerimle yargıla" sözü bir anda elimi tuttu. Kendimi eylemsizlikle, korkaklıkla yargılamak yerine geçmiş eylemlerime bakmaya, dahası harekete geçmeye davet etti. İnsan korkarken daha çok işaret arıyor galiba, çıkacağı yolun açık olacağına dair şans atfedeceği izler görmek istiyor. Dün hem yeni ay hem de ekinoks olunca ben de izimi bulduğuma inandım. İnanç bizi değiştiriyor. Zihin olumsuz senaryonun peşine de olumluya da aynı sıkılıkta sarılıyor. İnanç kendini gerçekleştiren kehanet misali bizi hayal ettiğimize ya da korktuğumuza adım adım yaklaştırıyor. 

Ne zaman kendimi sıkışmış ve çaresiz hissetsem sebebinin tek bir stratejiye dayanmak olduğunu fark etmek benim için asla şaşırtıcı değil, artık. Gel gör ki eski alışkanlıklar tepiyor ve kendimi sorunu çözmek, farklı bir bakış açısı geliştirmek yerine istemsizce sabit durumu korumaya ya da olanı biteni kendi çözümüme doğru çekiştirmeye çalışırken buluyorum. Kendimi bu türden bir duruma hapsettiğim her defasında bedenim baş, boyun, omuz ağrılarıyla cevap veriyor bana. Geçen gün yoga çalışması esnasında boyun ağrısının özellikle affetmemekle ilgili olduğunu duyunca affedemediğim şeylere baktım. Orada en çok yapıştığım düşüncenin "ama bana yapılan" olduğunu gördüm. Şimdi tüm bu "ama bana da..." diye başlayan cümleleri bir tarafa bırakmaya, korkacak bir şey olmadığına inanmaya, gidişata güvenmeye niyet ediyorum. Bu kararla rahatladığımı, uzun zamandır tuttuğum nefesi bırakabildiğimi fark ediyorum. Sürece inanmak ve güvenmek insanın göğsünü açıyormuş meğer, hafifletiyormuş. Korkuları bir kenara atınca kişi, önünde duvar gibi yükselen şeylerin yalnızca kendi çoğalttığı düşünceler olduğunu görebiliyormuş. Düşünceleri geride bırakınca yol açılıyormuş, fırsatlar bir bir yaklaşıyormuş. 

Tüm bunları yazdım çünkü bloğa yazmak suya potkal bırakmak gibi. Dolayısıyla bu satırları şimdi ya da ileride ihtiyaç duyan birilerine bırakırken bana kendimi iyimser ve harekete geçmeye hazır hissettiren bir cümleyle veda etmek istiyorum. 
"Zıplayın ağ belirecektir."




                                                                                   


11 Eylül 2020 Cuma

Çocuklar İçin Yazmak

Türkiye'de Çocuk Edebiyatı hızla daha iyiye doğru ilerliyor. Cilt kapaklı, koleksiyonluk çeviri kitapların yanına birbirinden güzel telif kitaplar ekleniyor. Benim gibi, çocukluğu en iyi ihtimalle Ayşegül kitapları ile geçen anne babaların ağzını sulandıran bir alan hâline geliyor. 

Ben de pek çok yetişkin gibi kızım doğana kadar çocuk edebiyatına sırt çevirmiştim. Onun doğumunun ardından daldığım bu alanda birlikte geceler boyu, kerelerce okuduğumuz eğlenceli, görsel şölen yaşatan kitaplar bir noktada iştahımı kabartmaya başladı. Ben de bu kitaplar gibi kitaplar yazmak istedim. Hemen her gün kızıma doğaçlama hikâyeler de uyduruyordum, üstelik onu meraklandırmayı, güldürmeyi, "Devam et anne," dedirtmeyi de başarıyordum. Neden bunların bir benzerini ben de yazmayacaktım? Denedim. Bilgisayarımın tozlu arşivlerinde bekleyen üç, beş çocuk hikâyesi de var. Yok değil. Ne ki, onları yayımlatmayı başaramadım. Bu arada yetişkin öykü dosyamı toparladım ve ilk öykü kitabım basıldı. Bu arada kızım büyümeye, onun için de yazmamı talep etmeye devam etti, ben de denemeye... Hâlâ bir şeyler eksikti. 

2018-2019 arası bir çocuk öykü dosyası üzerinde çalıştım. Beş öykülük bir dosya hâline getirdim. İlk yazdığım örneklere nazaran gelişmeyi fark etmemem mümkün değildi ancak yine yayımlatmayı başaramadım ve yeniden yetişkin öykülerime döndüm. Onlar üzerinde çalıştım ve ikinci öykü kitabım basıldı. İlkini mumla aratan bir ortamda üstelik. Pandemi, ekonomik kriz vs derken yayıncılık sektörünün krizinin bitmeyeceğini, kitap çıkarmak için doğru zaman diye bir şey olmadığını öğrendim. Her ne olursa olsun emeğinin bir verime dönüşmesi, bir yayın kurulu onayından geçmesi ve basılması heyecan verici. Pandemi sürecinde herhangi bir avmye ayak basmadım, kitabım D&R'a girdi mi bilmiyorum, onunla bir kitabevinin raflarında karşılaşmanın heyecanını tatmadım. Yeni çıkan kitapların da bir raf ömrü olduğuna göre belki de şimdilik göremeyeceğim ama asıl söylemek istediğim o değil. Kitap yazmak, bir okura dahi olsa ulaşmak güzel şey. Ben o taşı suya attım ve bir dalga yarattım. O dalgaların ne hızda, ne kadar ilerleyeceğini hayat gösterecek. Aceleye mahal yok. Şimdi yayımlatmak değil, yazmak zamanı diyorum kendi kendime. Ve yeniden çocuk hikâyelerine dönüyorum. Deniz'e meydan okudum. 2021'in sonuna kadar bütünlüklü bir çocuk kitap dosyasını hazırlayıp bitireceğim. Bütünlüklüden kastım şu: Onun da okuru olduğum çocuk öykü dosyasını bittiği kanaatiyle birkaç yayınevine yolladım. Sessizliği delen tek yanıt, şimdi benim için daha da anlamlı. Öykülerin birbirini takip etmesi, boşluğu dolduracak şekilde dizilmesi ve bittiğinde okurda anlamlı bir bütün oluşturması için çalışacağım. Ya da o dosyadan aldığım dersle yepyeni bir maceraya atılacağım. Şimdilik bilmiyorum. Beş öykünün üçünde çocuğu evin içinde tamamen anne babası ile tuttuğumu yeni fark ediyorum. Bu çocuğun niye arkadaşı yok? Neden onlarla harekete geçmiyor? Neden bildiğim sularda yüzüyor ve kıyıdan açılmıyorum? Şimdi bu sorulara yanıt aramanın ve bulduğum cevaplarla dosya üzerinde çalışmanın zamanı. Bu dosyayı değiştirmeden farklı yayınevlerine yollamayı düşünmüyorum. Jüriyi değiştirmek yerine, ismimi görmek istediğim yayınevlerinin beğenisini kazanacak şekilde çalışmayı yeğliyorum. Eylül, denizlerde av yasağının kalktığı zamandır. Yazmayı hep kıyıdan açılmaya benzettiğime göre kendimi bir balıkçıya benzetebilir şimdi oltayı atmanın, ağı suya sermenin ve sabırla çalışmanın zamanıdır diyebilirim. Bu görsel zihnimde genişlerken bir yıl sonunda bu konuda ilerlemiş olmayı ve çocuklar için yazmak konusunda deneyimlerimi aktarabilecek kadar bilgi ve tecrübe sahibi olmayı umuyor, bu başlığın altını dolduracak yeni maddelerle yepyeni bir blog yazısı yazma sözü veriyorum. Şimdi burada. O zaman tüm deniz insanlarına sıkça söylene gelen bir temenniyle bitireyim bu yazıyı ve suyun başını tutmaya gideyim. 

Rastgele...

8 Eylül 2020 Salı

GÜZ GELİRKEN...


Ağustos ayını her gün 1667 kelime yazarak geçirince eylülün ilk günleri kendimi sudan çıkmış balık gibi hissediyorum. Bir yanda artık iyice kendimi kaptırdığım yoğun yazma pratiği diğer tarafta pandemi sürecinde yazdıklarımı da eklediğimde 100 bini aşan kelime... Bir arkadaşıma dediğim gibi sürekli yazıp çekmeceye atmak olmaz, yalnızca yazmanın ve biriktirmenin hazzıyla yetinmek olmaz. Şimdi biraz duraklama, yazdıklarımı okuma, sınıflandırma, eleme, benzerleri bir araya getirme, öykü fikirlerini ayıklama ve onları ilerletmek üzere çalışma zamanı. Öncelikle okumak zamanı. 
                                                                             *
                                                                        
Artan vaka sayısı  (her ne kadar yakından takip etmesem de) ve okulların online bile olsa açılmasıyla klasik güz mevsimine geçiş yapıyor bünyem. Doğum günüm kapıda. Hava sıcaklığı her ne kadar sıcak gitse de deniz sezonu kapanmış, okumak yazmak özlemi had safhada, ev içine girip elimdeki malzemelerle hemhal olmak ve üretmek için sabırsızlandığım bir dönemdeyim. Ürünü bol bir sezon olmasını ümit ediyorum. Bir yanım Deniz için endişeli. Bana bunca iyi gelen yavaşlama ve içe kapanma hâli onu beni olduğu kadar tatmin etmiyor. Bu sonbahar ve kışı onun için daha keyifli olabilecek şekilde düzenlemediğim için kendimi kötü hissediyorum. Beklenen kapıdayken buna el atmadığım için bir parça suçluluk duyuyorum. Nasıl telafi ederim, bu süreci nasıl yönetirim bilmiyorum. Bu henüz bilmeme hâlinin de vardır elbet bir hikmeti. Bir kez daha sürece güvenmeyi seçiyorum. Umulmadık olanın içinden çıkacak güzelliklerle buluşmayı diliyorum. 
                                                                             *

Hemen herkes gibi benim de zihnimin bir yanı salgınla, bir türlü varamadığımız peak noktasıyla, aşıyla, aktif biçimde yürüttüğüm işimi ne zaman ve hangi koşullarda yavaşlatmam gerektiğiyle ilgili. Net cevapların olmadığı, muğlak bir alan orası. O yüzden sıkça yaptığım gibi  KBBci bir arkadaşıma başvurdum. İkinci dalganın peak noktasıyla ilgili tahminini, öngörüsünü sordum. 1 Mart'ı gören, finallere kalır, dedi yarı espriyle karışık. Hedef belli. Gelecek yaza sağlıkla kavuşmak, aşılarımızı olmak ve derin bir oh çekmek... Vay be ne günlerdi demek hep beraber, sevdiklerimizle. Dışarıdaki umarsız kalabalığı görünce meslekten dolayı onların dikkatsizliğinin, özensizliğinin ceremesini çekmek istemediğimin farkına varıyorum ve korkuyorum. Evrim sürecine bakıldığında korkunun özünde bir yol gösterici olduğu, gayesinin bizi hayatta tutmak olduğu da aşikar. Cesur olmak, ahmaklık değil neticede, korkuya rağmen yaşamak, önlemlerini alarak yaşamak. Geçen bahardan öğrendiklerimizle bu güzü ve kışı sağlıklı geçirmek için kendi adıma yeni önlemler alıyorum, alacağım. Sosyalleşme ortamımı açık havada yan yana oturmak ve yürüyüşle sınırlayacağım örneğin. Beraber yeme içme ortamı yaratmayacağım. Sağlıkla başladım  
                                                                                 *

Birkaç hafta önce şiddetli bir batın ağrısı ile acile gitmek zorunda kaldım. Yapılan tetkikler neticesinde diyabet adayı olduğumu öğrenmek bana ağrımı unutturdu. Diyabete yakalanmadan bu bilgiye sahip olmak, süreci yavaşlatmak, tamamen durdurmak elbette mümkün. Şimdi kızımın babasıyla baş başa kısa bir tatil yaptığı bu günler bana alternatif beslenme yollarını pratik etme fırsatı tanıdı. Zorlanmadığımı, aç kalmadığımı fark etmek de ziyadesiyle mutlu etti. Şifalanmak uzun bir yol. Değişimi kalıcı kılmak, etkilerini görmek için sabır ve süreklilik gerekiyor ki bu da bende fazlasıyla mevcut. Ezcümle "sağlığa evet" dediğim günlerden geçiyorum. Bir yıl içinde olumlu anlamda büyük değişim bekliyorum kendimden. Bunu da yeni yaşıma dair muradım olarak şimdiden yazayım buraya. Zira geleceğe dair çok hayalim var. Penceresinden Midilli, Limni ya da Semadirek adalarından birini gören bir evim olacak daha. Evin bahçesinde zeytin ağaçları olacak. Bir hamakta kitaplarla koyun koyuna yatacağım ve Delice Zeytin dinleyeceğim. Elbirliğiyle sofralar kurulacak, kızım boyumu yakalamış olacak, bir kedi sürünecek bacaklarıma, belki de bir köpek. Verandada bir rüzgâr çanı asılı olacak, sallanacak ağır usul. Begonviller sarmış olacak evin taş duvarlarını. Ayaklarım çıplak olacak, gözüm ufuk çizgisinde. Yazacak, okuyacak çok kitap, yapılacak çok sohbet, sarılacak çok insan var daha, pek çok. O yüzden bu günleri virüse yakalanma korkusuyla değil, sağlıklı günlerin hayaliyle geçirmek gerek. 
                                                                              *

Pazartesi günü doğum günüm. Kimi yıllar kendimi şımarttığım ve ailece tatile çıktığımız zamanlar hariç sırf doğum günüm diye çalışmamak hiç aklıma gelmemişti. Ne tuhaf! İşte bu yıl bunu bozuyorum. Bundan böyle doğduğum gün çalışmak yok. Annem ve kızımla geçireceğim o günü. Şimdi hazır online ders de sabah saatine çekilmişken nereye kadar gider yol bilmiyorum henüz ama temiz hava almak istiyorum, alabildiğine ağaç görmek ya da alabildiğine maviliklere bakmak... 


Bu da bu yazının şarkısı olsun. Bir sonbahar günü İstanbullu olduğum için ve de en güzel güz şarkılarından biri olduğu için... 













2 Eylül 2020 Çarşamba

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 29

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli ebeveyn ipuçları
Dikkatinizi çocuğunuzun duygu ve ihtiyaçlarına verdiğinizde onun içsel büyümesini desteklersiniz. Böylece çocuk, başkalarını mutlu etmek, ödül kazanmak ya da cezadan kaçınmak yerine kendiyle bağlantı kurmak isteğiyle harekete geçer. Bu sayede başkalarının kendisini takdir etmesini beklemek yerine ihtiyaçlarını gidermenin kendisini ne kadar iyi hissettirdiğini fark etmesini de desteklemiş olursunuz. 

Haftanın mindful alıştırması
Başarıları kutlamak çocukla bağlantı kurmak için iyi bir fırsattır. "Harika iş,", "Çok akıllısın" gibi değer biçen sözler yerine çocuğun karşılanan duygu ve ihtiyaçlarıyla bağ kurmasını teşvik edin. Örn: "Bütün matematik problemlerini tek başına çözdüğün için mutlu musun?"

Ben ne düşünüyorum? 
İpucunu ve mindful alıştırmayı okumak, tersini düşünmeme yol açtı. Bir başarısızlık, aksaklık, terslik karşısında, çocuğa olumsuz, yargılayıcı bir etiket takmak ya da onun kendisine bunu takmasını engellemeye çalışmak, bunun için kendi karşılanmayan duygu ve ihtiyaçlarını aktarmak, sen şöylesin demek yerine ben böyle hissettim diyebilmek, onların minik omuzlarına taşıyamayacakları yükleri bindirmemek... Bunları düşünürken çocukken etrafımızdaki yetişkinlerin bize yapıştırdığı etiketler, olumsuz ve olumlu yargılar geldi aklıma. Olumsuz yargıları "Ben yapamam, hayatta başaramam" şeklinde kodluyor ve kendimize ket vuruyoruz. Olumlu yargılar karşısında ise bizden bekleneni yapmamız gerektiğini düşünüyor, bize inananları hayal kırıklığına uğratmak istemediğimiz için kendimizle bağlantı kurmak yerine meli, malı'ları devreye sokuyoruz. Dili değiştirmeye, değer biçen sözler sarf etmek yerine duygu ve ihtiyaçlar ile bağlantı kurmaya önce "ben" ile başlamak şart.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum?
Hiçbir zaman okulsuz eğitim taraftarı olmadım. Okulun yalnızca öğrenim yeri olmadığına, çocukların akranlarıyla bir araya geldiği sosyalleşme ve birbirinden öğrenme alanı olduğuna inandım. Martın ortasından beri bu alanı yitirmek, büyük bir kayıp çocuk için. Yerine her ne koymaya çalışırsak çalışalım Deniz öğretmenini, sınıf arkadaşlarını, okulu çok özledi. Surat astığı kimi anlarda bu gerçeği unutup "Asla memnun olmayı bilmiyor," diye düşünmek, "Ne kadar şanslı olduğunun farkında değil," diye kulp takmak çok kolay. Bu yargılayıcı düşüncelerin peşi sıra gitmek yerine ortaya bir soru atmak ve okulla ilgili neyi özlediğini sormak bulutları dağıtıyor. Duygularını, düşüncelerini işitmek onu olduğu kadar beni de rahatlatıyor. 

Deniz'in geri bildirimi ne? 
Deniz'in "Aferin, çok güzel yapmışsın," gibi değer biçen sözlere kızdığını gözlemliyorum. Bunları sarf ettiğimde güvenirliğimi sorguluyor, annesi olduğum için beğendiğimi düşünüyor. "Hatırlıyor musun, geçen ay bunu yapamıyordun, buraya tırmanamıyordun. Geçen aya/yıla göre boyun uzamış ve güçlenmişsin. Daha kolay yapabiliyorsun" vb söylemleri çok daha coşkuyla karşılıyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
Bu günlüğün ipucu bana, Deniz'in değer biçen sözler yerine her neyle meşgulse ona dikkatimi vermemi, süreci değerlendirmemi beklediğini, tercih ettiğini fark ettirdi. İnsan zihninin iyi kötü, doğru yanlış, haklı haksız şeklindeki ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı yapısı sonradan gelişiyor demek ki. Aldığımız eğitim, içinde büyüdüğümüz çevre, yazılı ve yazılı olmayan kurallar bizi kendi doğamıza bakmak yerine bir seri kurala uymaya zorluyor ve kendimizle bağlantımızın zayıflamasına yol açıyor. Bu bağı yeniden kurmak, yargılayıcı olanlar yerine duyguların, ihtiyaçların sesini duymak için yavaşlamak ve kendine birtakım sorular sormak, duymak üzere beklemek gerekiyor. Bunun için zaman ayırmamak, bitmek üzere depoyla yola çıkmaya ve benzin almak için zamanım yok demeye benziyor. Kıssadan hisse bizi götürecek yakıtı almak için her daim zamanımız var. 

Kendimi nasıl değerlendiriyorum? 
Son günlüğü yazmamın üzerinden neredeyse dört ay geçmiş. Dün canlı dersin yapılacağı platformun değiştiğini öğrenmek, teknik konularda sıkıntı çıkabileceğini varsaymakla başlayan bir dizi tetiğin ardından gerildiğimi fark ettim. Sakinleşmem, yeni durumun getireceklerine bakmam ve çalışma saatleri konusunda yeni bir güncelleme yapmam gerekti. Bu arada yaşadığım kaygı ve endişe beni günlüklere çağırdı. Burada durmak, sakinleşmek ve yeni duruma adapte olmaya çalışmak, yerine getirilemeyen, normal sürdürülemeyen her şey için öfkelenmekten iyidir. Kaygılarımın ardına bakıp gerçek olanla, gerçekleşmesinden korktuklarımı ayırt edebildiğim için, endişe seline kapılıp sürüklenmek yerine durmayı ve kendime düşünebileceğim, nefes alabileceğim güvenli bir alan olan günlüklere koştuğum için kendimi takdir ediyorum. 
Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz