16 Ocak 2014 Perşembe

SAFİYE AYLA İLE YENİDEN TANIŞALIM MI?


Safiye Ayla'yı nasıl bilirsiniz? Güzel, güçlü sesine karşın kara kuru, çirkince...
Dün akşam Çanakkale Kent Müzesi'nde ÇAYEK, Buğday Derneği ve Çanakkale Kent Müzesi iş birliğinde gerçekleştirilen masal söyleşilerinin ikincisinin konuğu şair Sezai Sarıoğlu idi.
Sarıoğlu, sohbete "Sizinle tanışmaya geldim." diyerek başladı. Bizi hayatın acemisi olmaya, bildiğimiz kavramlarla, insanlarla yeniden tanışmaya davet etti.
Söyleşinin ardından uzun bir masanın etrafında devam eden sohbette bizi bilmediğimiz Safiye Ayla ile tanıştırdı.
Söz uçar, yazı kalır.
Aşağıdaki satırlar Sezai Sarıoğlu'nun 8 Ocak 2012'de Özgür Gündem'de yayınlanmış "Milliyetçiliğe düşen Deniz'e sarılmasın!" yazısından alınmıştır.
 
Ortalama yurttaş için Safiye Ayla, Atatürk’ün lütuflarına mazhar olan, “çirkin” olduğu için perde arkasında şarkı söyletilen bir sanatçıdır! Elbette Atatürk, onun ve kuşağının efsanevi kahramanıdır ama hikâye bundan ibaret değildir. Krallarla, devlet başkanlarıyla anıları bir yana, sosyalistlerle ilişkileri atlanarak bir Safiye Hanım algısı yanlıştır.
Sözü Safiye Ayla’ya verelim: “Naci Sadullah, Kemal Tahir ve Ömer Rıza Doğrul üçlüsü, her akşam bizde toplanıyordu. (...) Naci Sadullah ile Kemal Tahir, öfke ve heyecan yüklü iki gençti. Sürekli olarak sosyalizmi savunuyorlardı. (...) Kitaplar, şiirler okuyorlardı... Ne mutlu günlermiş onlar. Bayram çocukları gibi sevinçliydim. Bu sevimli ve ateşli insanlar bana, bilmediğim nice şeyleri öğretiyorlardı. Onların konuşmalarını dinleyince, içinden geldiğim öksüzler yurdunun anlamı daha bir somutlaşıyordu kafamda. (...) Bu idealist gençlerin sofrasında birçok şey öğrenmiş, bir çok noktayı yalın bir biçimde çözümleyebilmiştim. Neredeyse, günün birinde, okulun sonuna gelmiş öğrenci gibi diploma isteyecektim onlardan.” (“Safiye Ayla’nın Anıları”, Necati Güngör)
Babıali’den tanıdığı sosyalist dostlarından Nâzım Hikmet hakkında dinledikleri onu çok etkiler, daha tanışmadan “destan kahramanı” olur. Şiirlerinden tanıdığı Nâzım’la tanışacakları günü iple çeker. O günlerde Ambasador Gazinosu’nda çalışmaktadır. Bir gün Naci Sadullah telefonla Nâzım’ın onu dinlemeye geleceğini söyler. Program bitince masalarına gider. “Onu ilk gördüğümde kızıl saçlı, çocuksu bakışlı, daha çok Hitit rölyeflerini andıran bir yüzle karşılaştım.” dediği Nâzım’la tanışır. Bu tanışmadan birkaç gün sonra Nâzım, Kemal Tahir (1938) tutuklanır. Aradan günler geçer, Yakacık Prevantoryumu’na yatırılan Nâzım bir raporla serbest kalır. Arkadaşları Nâzım’ı almak için harekete geçer. Safiye Hanım’dan, Nâzım için ayakkabı parası isterler. Paralar denkleştirilir ayakkabı alınır. Yakacık’tan Nâzım alınıp Sabiha-Zekeriya Serteller’in evine gidilir. Sertellerden çıkınca, Galata Köprüsü’nde Safiye Hanım ile Nâzım kol kola yürürler. (Yıllar sonra köprünün Karaköy ayağında oğlu Nâzım’a için imza toplayan Celile Hanım’ı gören Yahya Kemal imza vermeden dönüp gidecektir.) Gece hep birlikte Safiye Hanım’ın evinde sabahlarlar. Sonrası mı? Fevzi Çakmak itiraz eder ve Nazım yeniden hapsi boylar....
1940’lı yıllar... Safiye Hanım, Nâzım ile Kemal Tahir’in Bursa Hapishanesi’nde parasız kaldığını öğrenince bir teneke yağ, sabun ve bir çuval erzağı gönderir. Bir hafta sonra Birinci Şube’ye çağrılır. Polise “Gönderdim! Yine gönderebilirim!” der. Sivil görevli, “Sen, komünistleri mi besliyorsun?” deyince de, “Onlar senin gözünden komünist olabilirler ama benim arkadaşlarım. Ben komünistlik nedir bilmem ama size de inanmıyorum” diye çıkışır. Hikâye bununla da bitmez. Bir zaman sonra aranan bir arkadaşını ziyarete Bodrum’a gider. Cevat Şakir ile tanışır. Belediye başkanı CHP balosuna davet eder. Cevat Şakir ve aranan arkadaşı Naci’yle giderler. Bir süre sonra geceyi düzenleyenlerden birkaçı, “Aramızda komünistler var, onlar gitsin!” diye tutturunca mekanı terkederler ve salon boşalır. Cevat Şakir’in deniz kıyısındaki evinin bahçesinde doluşurlar. Deniz kayıklarla dolar. Safiye Hanım masaya çıkarak “hayatımın en içten konseri” dediği konserini icra eder. Aradan yıllar yıllar geçer... Safiye Ayla’nın, TİP’e üye olduğu söylenir, yardımlarda bulunduğu ise bilinir...
 
 

15 Ocak 2014 Çarşamba

ANNE FRANK'LA GÖĞE BAKMAK(*)

1 Ocak 2014 tarihinde Altzine dergisinin altyorum köşesinde yayımlanan yazım:




 

Köklerim yüzlerce yıldır burada. Yorgun ve ağır bedenimi taşıyamıyorum artık. Mantar hastalığına tutuldum. İçten içe, günden güne çürüyorum. Yakında gideceğim. Ölmekten korktuğumu sanmayın. Burada, Princengracht No: 263'te ölümden korkulmaz. O gelip sizi alıncaya kadar beklenir.

2007'nin Ekim ayında hakkımda kesim kararı çıktı. Amsterdamlı yetkililer yıkılmamdan ve çevreye zarar vermemden korktular. Ancak Yargıç Jurden Bade, acil tehlike oluşturmadığıma karar verdi. Kesim kararını erteledi. Çünkü ben Anne Frank'ın kestane ağacıyım. Arkadaşlığın, umudun, faşizme ve ayrımcılığa karşı direnişin sembolü, Anne Frank'ın emanetiyim.

Bu sabah ben yine tavan arasına giderken, Peter ortalık topluyordu. Hemen bitirdi ve ben tavanda en sevdiğim yere otururken o da geldi. Masmavi olan gökyüzünü, dallarında küçük damlacıklar parlayan, çıplak kestane ağacını, alçaktan uçan ve sanki gümüştenmiş gibi görünen martıları ve diğer kuşları seyrettik. Bütün bunlardan ikimiz de duygulanmış ve etkilenmiştik, hiçbir şey konuşamayacak kadar. (...) Ama ben açık olan pencereden de bakıyordum, Amsterdam'ın büyük bir bölümü görünüyordu, çatıların üstünden, açık mavi olan, çok fazla net görünmeyen ufka kadar.

Bunlar olduğu sürece” diye düşündüm. “Ve benim bunları yaşamama izin veriliyorsa, bu güneşi, bu bulutsuz gökyüzünü o zaman üzülmem için bir neden yok.” (23 Şubat 1944 - Anne Frank'ın Hatıra Defteri)

Anne, bu satırları 2. Dünya Savaşı sırasında, arkamda gördüğünüz evde yazdı. Orada saklanarak geçirdikleri 25 ayın sessiz tanığıyım. Her şeyi gördüm. Dinledim. Rüzgâr çıksa da başımı eğsem, kollarımı ona uzatsam, ellerini tutsam, gözlerinden yuvarlanan yaşları silsem, avutsam isterdim. Yağmur yağdığında sevinirdim. Yapraklarıma, dallarıma vuran su damlaları ona neşe dolu ezgiler gibi gelirdi. Tüm gücümü topladım o kış. Her tarafım çiçek dolmalıydı. Baharı, umudu, savaştan sonra gelecek güzel günleri müjdeleyebilmeliydim arka evin sakinlerine. Başarmış olmasam, Anne günlüğüne bu satırları yazar mıydı?

Kestane ağacımız aşağıdan tepesine kadar çiçeklenmiş ve geçtiğimiz yıldan çok daha güzel olmuş.” (13 Mayıs 1944 - Anne Frank'ın Hatıra Defteri)

Söyleyemezdim dışarıda devam eden cadı avını, Hollanda yeşil polisinin hâlâ Yahudi aradığını, bulduklarını önce Amsterdam'daki geçici Yahudi kampı olan Waterbork'a sonra toplama kamplarına götürdüklerini, oradan kalkan trenlerin “ölüm kamplarına” gönderildiğini. Susmalıydım. Merdivenlerden biri çıkıyor. Anne olmalı. Sizi duymasın. Korkabilir.

“İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım.”* Bak dallarıma, nasıl da uzanıyor bulutlara. Güzel günler gelecek Anne. Göğe bakalım. Kitabın yayınlanacak. 60 dile çevrilecek. Hollywood'a gideceksin. Burada saklandığın, kendine yabancılaştığın halinle değil, “her zaman görünmek istediğin halinle”. Göğe bakalım. Hepimiz birden mutlu olabilirdik Anne. Bu mavi gökyüzü, bulutlar, havada süzülen kuşların görüntüsü hepimize yeterdi. Olmadı. Neden Anne? Neden dayanamadın? Kurtuluşa ne kalmıştı şunun şurasında?

Dünyanın dört bir tarafından insanlar, tavan arasından vaktiyle senin baktığın yerden bana bakıyor Anne. Evin önü günün her saati dolu. Kuyruk hiç eksilmiyor. Westerkerk'in çanları çalıyor. Küçük bir de heykelin var sokakta.
 
Siz sevgili Anne Frank Müzesi sakinleri, her ne yapıyorsanız bırakın ve beni dinleyin. Son kez Anne Frank'ın hikâyesini anlatacağım sizlere.

12 Haziran 1942, Anne 13 yaşında. 2 yıl sonra ilk kez doğum günü kutlaması:

Bir gül buketi, bir saksı bitkisi, iki tane şakayık, mavi bir bluz, kutu oyunu, bir şişe üzüm suyu, yapboz, krem, iki kitaplık hediye çeki, ev yapımı kurabiyeler, çilekli turta... Hayatın tadını çıkar Anne, hâlâ vakit varken. Çember giderek daralıyor.

Biz pingpong oyuncuları yazın dondurma yemeyi çok severiz. Özellikle oyundan sonra sıcak olduğu için kendimizi en yakındaki dondurmacıda buluruz. Bunlar Yahudilerin gitmesine izin verilen Oase veya Delphi.” (20 Haziran 1942 - Anne Frank'ın Hatıra Defteri)

1933 Almanya'sında Yahudi olmak güvenli değildi. Frankfurt'tan Amsterdam'a taşındıklarında derin bir nefes almışlar, tekrar güvende hissetmişlerdi kendilerini.

Baba Otto Frank, bir kez daha ailesini bu karanlıktan çıkarmak zorundaydı.

Elbiseler, gıda maddeleri ve mobilyalar evden gizlice çıkarılıp Otto Frank'ın ofisine götürülüyordu. İkinci katta gri boyalı kapının arkası yeni evleri olacaktı. Kapının önüne onlar saklanmadan önce dönen bir de dolap konmuştu. “Arka ev” konuklarını bekliyordu.

9 Temmuz 1942 - 4 Ağustos 1944. “Arka ev” günleri...

Giriş kapısının tam karşısındaki Hollanda işi “bacakkıran” merdivenler onları dört küçük odacığa çıkardı. Frank ve Van Daan ailesi orada saklanmaya başladı. 17 Kasım'da aralarına katılan diş doktoru Alfred Dussel, arka evin sekizinci sakiniydi.

Gündüzleri çok sessiz olmalıydılar. Bazen saatlerce hiç seslerini çıkarmamaları, tuvalete dahi gitmemeleri gerekiyordu. Yatakların altındaki kavanozlar çok acil durumlarda kullanılıyordu. Gündüzleri çocuklar ders çalışıyor, kadınlar yemek pişiriyordu. Bütün çöpler sobada yakılıyordu. Saklandıklarından haberi olan beş kişi hariç hiç kimse durumdan şüphelenmemeliydi. Akşamları spor yapıyorlardı. Hayatı olabildiğince normal sürdürmeye çalışıyorlardı. Ancak gelen haberler hiç de iyi değildi. Herkes bilir ki güven duygusu olmayınca hiçbir yer yuva olamıyordu.

Saklanmak zorunda kalan Anne, sadece yazarken rahatlıyordu. Kitty, 13. yaş gününün en kıymetli hediyesi, sırdaşı, en sevgili kız arkadaşı olmuştu. Derste gevezelik ettiği için Bay Keesing'in verdiği ceza ödevini hatırladı. “Vak vak dedi bayan gaga” ile ilgili yazdığı şiiri. Tekrar okula gidebilecek miydi? Ne zaman? Sorular, sorunlar, yakalanma korkusuyla kıpırdamadan geçirilen uzun saatler, ev halkının sert eleştirileri, annesinin onu anlamaması... Geceleri yattığında hep ağlıyordu Anne. Kitty de olmasa çıldırabilirdi. Durmadan, hiç durmadan yazıyordu. Yazdıklarıyla ne yapacağını bilmeden biriktiriyordu. Günün birinde amacını buldu.

Londra radyosundan sürgündeki eski Hollanda bakanı konuşuyordu:

“Hollanda halkı Alman işgali sırasında çektikleri acıları kaydedip biriktirip bunları savaştan sonra yayınlamalıdır.” Kâğıt sabırlıydı. Anne yazdı. Üç defter, üç yüz sayfa dolusu yazdı. Arka evde yazdıklarıyla öldükten sonra da yaşadı.

Fırtınanın şiddeti arttı. Üşüyorum. Beni ayakta tutan köklerim çoktan kurudu. Yalnızca üç kök bu ağır bedeni taşıyor. Çıtırtı sesleri... Kurumuş gövdem devriliyor. Birazdan çıkacak gürültüye hepiniz koşacaksınız. Kameralarınızı, cep telefonlarınızı çıkarıp Anne Frank'ın Kestane Ağacı'nın ölümünü kaydedeceksiniz. Hikâyem böyle bitmesin.

Benden kâğıt yapın, anı defterleri... Yüzlerce çocuğa dağıtın. Üzüntülerini, sevinçlerini, hayallerini yazsınlar üzerime. Onların en yakın sırdaşı olayım. Sayfalarıma hikâyelerini yazsınlar.

Tohumlarımı saklayın. Anne'in her yaşı için, farklı yerlere birer filiz gönderin. Hoşgörü için, adalet için yeniden kök salayım.**



* Turgut Uyar'ın Göğe Bakma Durağı adlı şiirinden alınmıştır.

**Anne Frank'ın güncesinde sık sık bahsettiği kestane ağacı 23 Ağustos 2010'da şiddetli rüzgâr nedeniyle yıkıldı. 150-170 yaşında olduğu sanılan 27 tonluk devasa ağaçtan alınan tohumlar, hoşgörünün tüm dünyada kök salması amacıyla çeşitli ülkelere gönderildi. A.B.D.'ye gönderilen 11 filizden ilki, geçtiğimiz nisan ayında İndianapolis'teki Çocuk Müzesi'nin bahçesine ekildi.

(*)Bu yazı 1 Ocak 2014 tarihinde altzine'de yayımlanmıştır.
http://altzine.net/index.php/altyorum/602-anne-frank-la-goege-bakmak
 










 
                                 

13 Ocak 2014 Pazartesi

DÖNÜYORDU(*)


 
Time never dies. The circle is not round.

Alice Munro, hikâye anlatmayı eve benzetir.

Öykü, takip edilecek bir yol değildir. Bir eve benzer. İçine girip bir süre orada kalır, sevdiğiniz yere oturur, odaların ve koridorların bağlantılarını, dış dünyanın pencereden nasıl göründüğünü keşfedersiniz.”

Aile Çay Bahçesi'ni bu duygularla okudum.

Öyle şeyler anlatırdım ki sana, tek kelimesi aklını başından alır,” dedim.
İçimden.
Yine de bir şey duymuş gibi döndü baktı Çiğdem. Kayalığın tam ucunda duruyordu. Dalgalanan saçlarının arasından bir bulut geçti.

Kapıyı açtım. İçeri girdim. Beni tam olarak neyin beklediğini bilmiyordum. Kısa, çok kısa hikâye tadı bırakan bölümleri okuyarak bol odalı evi adım adım dolaştım. Her bir odada Müzeyyen'in, annesinin, onu büyüten Müzehher teyzenin, babaannenin, babanın, Çiğdem'in, Özlem'in hayatından kesitler vardı. İlerledikçe karanlıklar aydınlandı. Belki de gözüm karanlığa alıştı. İnsan karanlıkla bir kez tanıştı mı, bir daha istese de kurtulamıyor ondan.

Ben Müzeyyen'i tanıdım ve çok sevdim. “Karanlık ama hepimizin ezbere bildiği bir bahçenin” binlerce yaralısından biri o.

Halının üzerindeki yılan, bir kez görünmez oldu mu, akrebi ya da akrebin getireceği kötülükleri evden uzak tutmak mümkün değil. Kardeşinin doğduğu, annesinin öldüğü dünyada daha fazla iyi olmasına gerek yok. Kötü bir kız artık. Kumlu ayaklarıyla yatak odasına kadar giren, reçelli bıçağı yalayarak temizleyen, televizyon izlerken kıçını kaşıyan, kardeşiyle ilgilenmeyen, babaannesini üzen kötü bir kız.

Sinan abiyle yaşadıklarının ardından içinden yeni bir Müzeyyen çıkarabileceğini, her istediğinde kabuğunu geride bırakıp kaçmanın bir yolu olduğunu öğrenen, çocukluğunun karanlık bahçesine geri dönüp bakamayan, hesap soramayan yaralı bir kız.

Yıllar sonra babalarını ölüme uğurlamak üzere bir araya gelen iki kız kardeş...

Pazarlıkla karar verilmiş bir evlilikten, topuğu kırık bir düğün ayakkabısından, çamaşır suyu kokan ellerden, rakı kokan ağızlardan, gözü düğme burnu iplik bir örgü bebeğin intiharından, hayatı altüst eden bir kız kardeşten öte bir şeyler var mı bakmaya, sorular sormaya cesaret eden

Müzeyyen ve şekerli sesiyle herkesin sevgilisi olmayı başarmış, babasının sarı, çirkin tırnaklarının kendisine değmesinden rahatsız olmayan, söylenmesi gerekenleri her zaman söyleyen Çiğdem...

Çiğdem'in rakı sofrasında yaldızı soyulan, şeker pembesi olmayan hayatı, yalnızlığı, ablasının kayıtsızlığı, arkasını dönüp gidişi, onu hiçbir zaman sevmediği gerçeği...

Müzeyyen ne masaldaki cadı ne de romandaki vampir...
Annesiz ve babasız büyüyen iki kız kardeşten biri...
Ne daha iyi ne de daha kötü...

Bir ezgisi var bu kitabın. Seziyorum. Adı dilimin ucunda. Bulamıyorum. “Sormak yetiyor bana. Cevap bulmakla zaman kaybetmiyorum.” Okumaya devam ediyorum. Saniye kolu hızında okuyup bitiriyorum. Bir daireyi yürüyorum yazarla beraber. Adım adım... Başladığım yere getirip bırakıyor beni. Ancak ne hikâye ne ben aynıyız. Göz kırpıyor uzaklaşırken. Oynadığı oyunu anlıyorum.

Mutlu çocuklar olamaz mıydık sence?”

 

(*)Bu yazı 10 Ocak 2014 tarihinde Birgün Kitap Ekinde yayımlandı.
http://birgunkitap.blogspot.com.tr/search/label/Tu%C4%9Fba%20G%C3%9CRB%C3%9CZ


11 Ocak 2014 Cumartesi

ÇOCUK KORKU EDEBİYATI

Çocuklar ölümü bilir
Yıllar önce kendi uydurduğum bir hikâye anlattım Ada'ya. Hikâyenin sonunda olaylar tatlıya bağlanıyordu. Ancak yaşlı ve yorgun baba ölüyordu. “Yaşlı kral, ülkesini kızına emanet edip sonsuz uyku diyarında bulunan sevgili eşine kavuşmuş.” diyerek bitirdim masalı. Ada başını bana çevirdi. Sordu. “Kral öldü mü?”
Birkaç ay önce Deniz'le konuşuyorduk. Laf lafı açtı. Anneannesinin annesinin olup olmadığını, varsa nerede olduğunu, kendisinin neden hiç görmediğini merak etti. Duraksadım. Ölümü nasıl anlatacağımı kestiremedim. “Bulutların üzerinden el sallayan yaşlılar”, fena fikir değildi.“Vardı, çok yaşlandı. Gökyüzüne gitti.” 2,5 yaşındaki Deniz gerçeği biliyordu. “Hayır anne, gökyüzüne gitmedi. Öldü.” Sebebi babasıyla evde izlediği bir çizgi film.
Miffy, basit, sade çizgileriyle küçük yaş grubuna hitap eden Hollanda yapımı bir çizgi film. Miffy adında bir tavşanın ailesi ve arkadaşlarıyla yaşadıklarını konu alıyor. Bir gün Miffy ve arkadaşları okulun bahçesinde oyun oynarken Kirpi'nin hiç kıpırdamadığını görürler. Öğretmenleri gelir. Kirpi'nin öldüğünü söyler. Çocuklar çeşitli sorular sorar. “Uyuyor mu? Ne zaman uyanacak? Bizimle tekrar oynayacak mı? Bir süre sonra oynayacak mı?” gibi. Öğretmen, “Kirpi'nin öldüğünü, hiçbir zaman uyanmayacağını, gittiğini” kesin bir dille belirtir. Miffy eve gelir. Annesine Kirpi'nin öldüğünü söyler. Annesi, “Onunla çekilmiş fotoğraflarımızı bulalım.” der. Ertesi gün, herkes okula Kirpi'nin fotoğraflarıyla gelmiştir. Hep birlikte onu anarlar.
Bizim toplum olarak ölümle ilişkimiz bozuk. Ölüm haberi alınca ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemeyen, cenazeye, taziyeye gitmekten kaçınan, sevdiklerini kaybeden çocukların onunla vedalaşmasını engelleyen yetişkinlerle dolu bu ülke. Ölümün, ölümcül hastalıkların, hayaletlerin, canavar hikâyelerinin çocuklara göre olmadığı düşünülür. Oysa çocuklar ölümü bilir. Kendi yarattıkları canavar hikâyeleriyle birbirlerini korkutup eğlenir.

Tabuları Yıkan Yazar
Hanzade Servi, Türkiye'de çok da fazla örneği olmayan Çocuk Korku Edebiyatı türünde yazıyor. Hikâyelerinde ölüm, hastalık, hayalet ve umacılar var. Korku ve gerilim mizahla ustaca harmanlanmış. En sevdiği yazarların Aziz Nesin ve Stephen King olmasına şaşırmamalı.

Hayalet Tozu
Uzun sayfalardan korkanlar bu kitabı okumasın. Hayalet Tozu, kalın kitap gördüklerinde keyif daha uzun sürecek diye düşünenler için yazılmış. Düşçe 9 yaşında. Annesi psikolog. Aynı zamanda Korku Tüneli adındaki kitap dükkânının sahibi. Babası kendisini meşhur edecek bir korku romanı yazmaya çalışıyor. Çok başarılı olduğu söylenemez. Düşçe'nin en büyük eğlencesi babasının sekiz, dokuz sayfadan ileri gitmeyen roman taslaklarına konu bulmak. En iyi arkadaşı Güney'in babası bilim insanı. Nerede olduğunu bilen yok. Güney onun bir timsahın midesinde yaşadığını ya da Mars'a gittiğini hayal ediyor. Aramamasının sebebi ancak bu olabilir.
Derken Düşçe'lerin evinin karşısına iki ay boyunca kızlarını evde saklayan Bay ve Bayan Asıksurat taşınır. Düşçe, bir gün onu, odasının penceresinden dışarı bakarken görür. Arkadaş olurlar. Arzu lösemidir. Tedavi görmektedir. Arzu'nun annesi de, Düşçe'nin annesi de bu arkadaşlıktan hoşnut değildir. Arzu ile arkadaşlığı başladığından beri gergin ve endişeli olan ailesi, onu yaz tatilinde şimdiye kadar hiç görmediği anneanne ve dedesinin çiftliğine göndermeye karar verir. Düşçe, onların kendisinden bir sır sakladığına emindir. Üstelik Düşçe'den sır saklayan sadece anne ve babası değildir. Belinden aşağısı olmayan Bayan Tozlusüslü, üst kat komşusu Bulut bey, bıyıklı ve garip kokular süren Peri, hepsi Düşçe'den bir şeyler saklamaktadır. Hayatının en büyük sırrını keşfedeceği yolculukta Düşçe kimlerle ve nelerle karşılaşacaktır? Kendisine küçük gelen tişörtler ve büyük gelen terlikler giyen Orçun, taze soğanla onu kovalayan annesi, koca malikanesinde yalnız yaşayan Boğaç Boğkıraç, bir kuyu, kuyunun başında toplanan üç küçük kız, oyuncak bir bebek. Çocuk kitabı raflarında dursa da bütün aile, sırlarla dolu bu macerayı bir solukta okuyabilir, aynı yerlerde gülüp aynı yerlerde ağlayabilirsiniz.
 
Kumdan Salıncak
Yıllar önce terk edilmiş Salkımsöğüt Oteli etrafında dönen heyecanlı bir hikâye.
Sınıfın en gıcık kızı Yıldız'ın doğum gününe bütün sınıf davetlidir. Serin, doğum gününe gitmeyi hiç istemez. Bu yüzden en yakın arkadaşı İpek'le arası bozulur. Doğum gününü eğlenceye çevirmek için Erdinç'le bir plan yaparlar. Kısa bir süre sonra Serin babasının işlerinin iyi gitmediğini, taşınmaları gerektiğini öğrenir. Babası, babaanne ve dedesinin ölümünden sonra kapattıkları Salkımsöğüt isimli eski otellerini işletmeye karar vermiştir.
Bu esnada başka bir yerde, Yaşın, Salkımsöğüt'ün boş odalarından birinde Kartal ve Örsay'la oyun oynarken gizli bir bölmede 1963 yılında yazılmış bir günlük bulur. Günlük sağır bir kıza aittir. Yaşın, eski sahiplerinin oteli tekrar işletmeye karar verdiğini duyar. Otel tadilata girmeden gizli hazinesini bıraktığı yerden almalı, kızın başına neler geldiğini çözmelidir. Yaşın, ailesiyle ilgili büyük bir sırrı ortaya çıkaracağından habersizdir.
İki hikâye paralel ilerler, günün birinde kesişir. Sayfaları çevirdikçe 11 yaşındaki yedi çocuğun dostluğunu, taşıdıkça ağırlaşan sırları, ve tüm soruların cevaplarını bulacaksınız. Çünkü sırların en sevdiği oyun, bir gün ortaya çıkmaktır.
 
 
Umacı
Umacılık Okulu’ndaki 150 yıllık eğitimini tamamlayan Gırrgor, Topaç adında bir çocuğun dolabına, onu korkutmak üzere gönderilir. Topaç'ın yeterince sorunu olduğunu gören Gırrgor ona yardım etmeye karar verir. Ayrıca bütün gün daracık bir dolap içinde bekleyip geceleri çocuk korkutmayı çok da eğlenceli bulmaz. Gırrgor, çocukları korkutmanın anlamsız bir şey olduğunu görünce Topaç’ın da yardımıyla, umacıların binlerce yıllık tarihini değiştirmek üzere kolları sıvar.
Bu eğlenceli hikâyeyi kim mi anlatıyor? İşte onu bilmiyorum. Beş kereviz sapı, acil denizaltına ihtiyaç duyduğu için pazara gitmek zorunda kaldı. Tam da Umacıca'yı nereden bildiğini açıklayacaktı.

9 Ocak 2014 Perşembe

Googledan doodle: Simone de Beauvoir


Bugün, Fransız roman, felsefe, politika, sosyal deneme, biyografi ve otobiyografi yazarı ve gazeteci Simone de Beavouir'ın 106. doğum günü. Asıl adı Simone Lucie-Ernestine-Marie-Bertrand de Beauvoir.
Katolik okulunda matematik, Sainte Marie Enstitüsü'nde dil ve edebiyat, Sorbonne'da felsefe okur. Eğitimini büyük bir başarıyla tamamlar. Fransa'nın en genç felsefe öğretmeni olur. 21 yaşında Jean-Paul Sartre ile tanışır.
Albert Camus, Jean-Paul Sartre ile birlikte Varoluşçuluk akımını hayata geçirirler. Devlet, toplum, aile gibi kavramları reddeder, bireyin kendi kaderini tayin etmesi gerektiğini savunurlar. Kişi, doğduğu andan itibaren ölmeye başlar. Doğumla ölüm arasında hayat vardır, sahip olunan "tek hayat."
"Hayat hiç bir şeydir. İtina ile yaşayınız." der bir zamanlar yakın arkadaşları olan Albert Camus. Paris'in Alman işgalinden kurtulduğu sıralarda Camus ile sık sık görüşürler. Sartre gibi burjuva kökenli değildir. École  Normal'de okumamış, Akdenizli bir "sokak serserisi"dir. Beauvoir'in, Albert Camus'ya (karşılık görmeyen) zaafı vardır. 1951'de Başkaldıran İnsan'ın yayınlanmasının ardından Sarte'ın emriyle Francis Jeanson kitabı oldukça sert eleştiren bir yazı kaleme alır. Bu Camus ile arkadaşlıklarının bozulmasına sebep olur.
 
Beauvoir ve Sartre varoluşçuluk kuramını yaratmakla kalmazlar. Hayatlarını da bu şekilde sürdürürler. Evliliği, tek eşliliği, birlikte yaşamayı reddederler. Birbirlerine bağlı olmaktan ziyade "bir olmak" kavramına daha çok önem verirler. İstedikleri takdirde başkalarıyla da aşk ilişkileri yaşayabilecek, ortak bir hayatı, birlikte kurdukları işleri ve hayalleri gerçekleştirmeye özen göstereceklerdir. Sadakat ve tek eşliliğin yerine dürüstlük ilkesine önem verirler. Her şeyi birbirlerine anlattıkları saydam ve şeffaf ilişki araya giren pek çok kadın ve erkeğe rağmen Sartre ölene kadar tam 51 yıl sürer. 15 Nisan 1980'de ölen Sartre'ın ardından "Ölüm bizi buluşturamayacak. Böyle işte!Beraberliğimize gelince tek kelimeyle harikaydı. " der.
1943 yılında yayınlanan Konuk Kız (L'Invitée) adlı romanı Rouen okulundaki öğrencilerinden Olga Kosakiewicz ve Sartre ile yaşadıkları üçlü ilişkiyi anlatır. Romanın sonunda Françoise(Simone) öteki kızı öldürür. Kitap büyük ilgi toplar.
1949 yılında Le Deuxiéme Sexe – Kadın, İkinci Seks adlı iki ciltlik kitabı yayınlanır. İkinci cilt "Kadın doğulmaz, olunur." sözleriyle başlamaktadır. Kitap, Beauvoir'a  büyük ün getirir. Kadın haklarının felsefi açıdan irdelendiği kitap Vatikan tarafından kara listeye alınır.
 
Bir Amerika seyahatinde Beauvoir, Chicago'da yazar Nelson Algren ile tanışır. İkisi de kırklı yaşlardadır. Chicago'nun kenar mahallelerinde sokak barlarında üç gün geçirirler. Simone de Beauvoir, Algren'den çok etkilenir. Beauvoir, Algren'in yaşadığı ortamı şöyle anlatır:
Pis kokan teneke yığınla, sağa sola savrulan gazetelerle dolu dar bir sokakta; ne banyosu ne de buzdolabı olan kümes gibi bir evde yaşıyordu. Büyük otellerdeki içime çekmekte zorlandığım o ağır dolar kokusundan sonra bu yoksulluk, ferahlatıcı gelmişti bana.''
Pek çok kere buluşurlar. Mektuplaşırlar. Beauvoir, mektuplarına "Her şeyim, Chicagolu erkeğim, sevgili kocacığım" diye başlar; "Hep senin karın olarak kalacağım." sözleriyle bitirir.
Algren, Paris'e gelmek istemez. Simone de Beauvoir da Sartre'dan kopamaz. İlişkileri Beauvoir istemese de biter.
Algren'in mütevazi evinde sadece bir lavabo vardır, banyo yoktur. Yakın arkadaşı fotoğrafçı Arthur Shay, Simone'u banyo yapması için bir arkadaşının evine götürür. Banyonun açık kapısından çıplak Simone'u götürünce fotoğrafçı iç güdüsü ağır basar ve bu pozu çeker. Simone, deklanşörün sesini duyunca arkasına bakar, gülümser ve saçını düzeltmeye devam eder. Fotoğraf, Simone de Beauvoir'ın 100. doğum gününde haftalık Fransız dergisi Le Nouvel Observateur'da yayınlanır.
 
1960 yılında yazdığı otobiyografisinde Sartre dahil yaşadığı bütün ilişkileri açıkça anlatır. Bu açık sözlülük Sartre'ın hoşuna gider. Ancak Algren tepki gösterir.
"Allah kahretsin! Hiç değilse aşk mektuplarının bir mahremiyeti olmalıydı. Dünyanın her yerinde genelevlere gittim, ama her fahişe beni içeri aldıktan sonra odanın kapısını kapatırdı. Beauvoir bunu bile yapmadı."
1981'de yazdığı  Adieux (Sartre'a Veda) son eseri olur. Sartre gibi uzun çalışma saatlerinde uyanık kalmak için kullandığı uyarıcı ilaçlar nedeniyle sağlık durumu giderek kötüleşir. 14 Nisan 1986'da, Sartre'ın ölümünden altı yıl sonra ölür. Montparnesse mezarlığında sevgilisinin yanına gömülür.
 
 
 

6 Ocak 2014 Pazartesi

2013 Yılının En İyi 50 İnceleme Kitabı








      * Kitap listesi ve görsel www.remokaya.blogspot.com adlı internet sitesinden alınmıştır.
      


  1. Ütopya (Antik Çağdan Günümüze Mutluluk Vaadi) - Nilnur Tandaçgüneş - Ayrıntı Yayınları
  2. Hannah Arendt'te "Radikal Kötülük" Problemi - Berrak Coşkun -  Ayrıntı Yayınları
  3. Etin Cinsel Politikası (Feminist - Vejeteryan Eleştirel Kuram) - Carol J. Adams - Ayrıntı Yayınları
  4. İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum - Vincent de Gaulejac - Ayrıntı Yayınları
  5. Akıl Hastalığı ve Psikoloji - Michel Foucault - Ayrıntı Yayınları
  6. Satürn Yıldızı Altında - Susan Sontag - Agora Kitaplığı
  7. Dağılmış Cumhuriyet (Yoldaşlarla Yürümek) - Arundhati Roy - Agora Kitaplığı
  8. İmansızların İmanı (Siyasal Teoloji Deneyleri) Simon Critchley - Metis Yayıncılık 
  9. İsyan, Devrim, Eleştiri (Toplum Paradoksu) - Bülent Diken - Metis Yayıncılık
  10. Kapitalizm, Arzu ve Kölelik (Marx ve Spinoza'nın İşbirliği) - Frederic London - Metis Yayıncılık
  11. Başkaldıran Bedenler (Türkiye'de Transgender, Aktivizm ve Altkültürel Pratikler) - Berfu Şeker - Metis Yayıncılık
  12. Fanatizm (Bir Fikrin Kullanımları Üzerine) - Alberto Toscano - Metis Yayıncılık
  13. Ceza ve Adalet - Özkan Agtaş - Metis Yayıncılık 
  14. Tarih ve Tekerrür - Kojin Karatani - Metis Yayıncılık
  15. Asi Şehirler (Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru) - David Harvey - Metis Yayıncılık
  16. Türkiye' de Anarşizm (Yüz Yıllık Gecikme) - Barış Soydan - İletişim Yayınevi
  17. Anarşizmler - Süreyyya Evren - İletişim Yayınevi
  18. Biyopolitika - Thomas Lemke - İletişim Yayınevi
  19. Hamidiye Alayları - İmparatorluğun Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri - Janet Klein - İletişim Yayınevi
  20. Bir Daha Asla! - Geçmişle Yüzleşme ve Özür - Asena Günal - İletişim Yayınevi
  21. 1970'lerde Türkiye Solu - Vehbi Ersan - İletişim Yayınevi
  22. Dünya Altüst Oldu - (İngiliz Devrimi'nde Radikal Düşünceler) - Christopher Hill - İletişim Yayınevi
  23. Erkek Millet Asker Millet (Türkiye'de Militarizm, Milliyetçilik, Erkek(lik)ler) - Nurseli Yeşim Sünbüloğlu - İletişim Yayınevi
  24. Sosyal Forum'dan Öfkeliler'e - Yavuz Yıldırım - İletişim Yayınevi
  25. Çuvallamanın Queer Sanatı - Judith Halberstam - Sel Yayıncılık
  26. Queer Tahayyül - Özlem Güçlü, Sibel Yardımcı - Sel Yayıncılık 
  27. Yeni Bir Çağ Hayali (Yirminci Yüzyılı Yaratan Kadınlar) - Sheila Rowbotham - Sel Yayıncılık
  28. Kentsel Devrim - Henri Lefebvre - Sel Yayıncılık
  29. Çokluğun Grameri - Paolo Virno - Otonom Yayıncılık 
  30. Bin Makine (Toplumsal Hareket Olarak Makinenin Kısa Felsefesi) - Gerald Raunig - Otonom Yayıncılık 
  31. L. Auguste Blanqui'nin Devrimci Teorileri - Alan B. Spitzer - Otonom Yayıncılık
  32. Feminist Öznelerin Kuruluşu - Kathi Weeks - Otonom Yayıncılık
  33. Nietzsche Paris'te (Fransızların Nietzsche Okuması) - Sadık Erol Er - Otonom Yayıncılık
  34. Saf İçkin Yaşam (Deleuze'ün "Kritik ve Klinik" Projesi) - Daniel W. Smith - Norgunk Yayıncılık
  35. Foucault - Gilles Deleuze - Norgunk Yayıncılık
  36. Spinoza ve İfade Problemi - Gilles Deleuze - Norgunk Yayıncılık
  37. 1905'ten 1917'ye Rus Devrimleri (Devrimci Halk Hareketleri Tarihi 3 Cilt) - Murray Bookchin - Dipnot Yayınları
  38. Cizre - Bohtan Beyi Bedirhan - Ahmet Kardam - Dipnot Yayınları
  39. Türkiye'de Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi - Cengiz Güneş -  Dipnot Yayınları
  40. PKK Üzerine Yazılar - Ahmet Akkaya, Joost Jongerden - Vate Yayınevi
  41. İsyan ve Umut Ağları (İnternet Çağında Toplumsal Hareketler) - Manuel Castells - Koç Üniversitesi Yayınları
  42. Kapitalizm ve Şizofreni için Kullanıcı Rehberi (Deleuze ve Guattari'den Sapmalar) - Brian Massumi - Bilim ve Sosyalizm Yayınları
  43. Deleuze Bağlantıları - John Rajchman - Bağlam Yayıncılık 
  44. Biricik ve Mülkiyeti - Max Stirner - Kaos Yayınları
  45. İşgal Et (İtaatsizlik Üzerine Üç Tez) Bernard E. Harcourt , Michael Taussig, W. J. T. Mitchell - Kolektif Kitap
  46. Şefler Nasıl İktidara Geldiler (Tarih Öncesinde Politik Ekonomi) - Timothy Earle - Versus Kitap Yayınları
  47. Sıcak Haziran - Nuray Sancar - Evrensel Basım Yayın
  48. Soykırımın Cinsiyetçi Tecrübeleri - Choman Hardi - Avesta Yayınları
  49. Marx'tan Spinoza'ya, Spinoza'dan Marx'a: Güncel Müdahaleler - Hazırlayan : Cemal Bali Akal, Eylem Canaslan - Dost Kitabevi Yayınları 
  50. Başka Bir Dünya Mümkün (Küreselleşme ve Antikapitalizm) - David McNally - Yordam Kitap

 

5 Ocak 2014 Pazar

İMZALI KİTAP

Diğer blogum (www.bikipak.blogspot.com)  için Burun kitabıyla ilgili bir yazı yazıyordum. Burun, Deniz'in (31 aylıkken) sahip olduğu ilk imzalı kitabı.
Benim ilk imzalı kitabım bir şiir kitabıydı.
Yasak Sevişmek, Attila İlhan 1994 Tüyap Kitap Fuarı. İstanbul'da ilk senem. Fuar Tepebaşı'nda o yıllarda. Kalabalıktan  başım dönüyor. Bir insan selinin içinde sürükleniyorum. Stantların önündeki kalabalığı yarmanın imkânı yok gibi geliyor. Sevmiyorum bu kalabalığı. Yıllarca uzak duruyorum.
Oysa okurun çağdaşı bir yazarı okuyup onun söyleşisine ya da imza günlerine katılabilmesi büyük bir ayrıcalık. Küçük şehirlerde ne yazık ki bu imkânlar yok ya da son derece kısıtlı.
İstanbul'da yaşarken de kent yorgunluğu ağır basmış galiba uzun bir imzalı kitap listem yok. Aşağıdaki benim listem. Sizin listenizde hangi yazarlar, kitaplar var?
 
1- Yasak Sevişmek Attila İlhan
Tuğba Alaybeyoğlu'na merhabalar olsun. Kasım 94
2.Bir Şehre Gidememek Mario Levi
Tuba'ya hayallerimizdeki şehirler ve bizde bıraktıkları hikayeler için 10 Aralık 2006
3.İstanbul Bir Masaldı Mario Levi
Sevgili Tuba'ya yazacağına inandığım romanlar ve hikayeler için 10 Aralık 2006
4.En Güzel Aşk Hikayemiz Mario Levi
Tuğba'ya yazdığı ve (mutlaka) yazacağı hikayeler, romanlar için 28 Ekim 2007
5.Enerji Ve İnekler Özgür Gürbüz 28 Ekim 2007
Daha az ütülü günler dileğiyle*
6.İçimdeki İstanbul Fotoğrafları Mario Levi
Tuğba'ya yazılarla kurulan gönül köprüsü için 25 Aralık 2010
7.Mutfak Büyücülerimden Masallar Birten Engin Naliş**
Sevgili Tuğba, Moda... Bir apartmanın önü... Bakışmalar... İstanbul-Hakkari-Çanakkale-Datça...
Dolu dolu yaşanan günler. Farklı mekanlarda benzer anılar... Ben ve bebeğim seni kucaklarız.
 İst. 5 Kasım 2013
8.Bir De Baktım Yoksun Yekta Kopan
7 Kasım 2013 PARİS TUĞBA'ya hikâyeler sürerken! Sevgiyle
9.Aile Çay Bahçesi Yekta Kopan
7 Kasım 2013 PARİS TUĞBA'ya ALBERT CAMUS'nün doğum gününde bir PARİS hatırası!
10.Kediler Güzel Uyanır Yekta Kopan
7 Kasım 2013 PARİS TUĞBA'ya Le Chat Noir Otelde kedilerden sevgiler


*İlginç bir not olduğunu düşünebilirsiniz. Haklısınız. Yazarlar genellikle böyle temennilerde bulunmaz. Ve size kitabı kimin adına imzalatacağınızı sorarlar. Notun kime yazıldığı belli değil. İtiraf etmeliyim orjinalinde tarih de yok. Aynı gün Mario Levi'nin de imza günüydü. Ona da kitap imzalatmıştım. Tarihi oradan çıkardım. Bu ilginçliğin sebebi, kitabın enerji tüketmeme hakkıyla ilgili yazarın da Özgür (eşimin kardeşi) olması. İlk imza günü acemiliği sanırım.
**Sevgili yazı atölyesi arkadaşım Birten'in ilk kitabı
 
Genelde kitaplar kendi yazarlarına imzalatılır. Hayatta istisnalar da olabilir.
1. Tutunamayanlar Oğuz Atay
imzalayan:Mario Levi
Sevgili ve sabırlı öğrencim Tuğba'nın sadece bu Oğuz Atay yolculuğunda değil, yazıyla ilgili uzun yolculuğunda da aradıklarını bulması umuduyla... 3 Eylül 2013
 
2.Veba Albert Camus
imzalayan:Yekta Kopan
7 Kasım 2013 PARİS TUĞBA'ya bu kitabı MONTPARNESSE MEZARLIĞI'nda konuştuk! İşte bir anı...
3.The Outsider Albert Camus
imzalayan: Yekta Kopan
7 Kasım 2013 PARİS CAMUS'nün doğum günü ve PARİS'teyiz... başka ne söylenir ki?

***Bu derlemeden çıkarılacak sonuç imza günlerine katılım konusunda tam bir Oblomov'um.
İmzalı 13 kitabım var.
Attila İlhan:1  gitmiş ve beklemişim.
Mario Levi:5 Yaratıcı Yazarlık Atölyelerinde her kur bir kaç kitap imzalatmışım.
Yekta Kopan: Paris'e giderken toplamışım kitapları imzalatmışım.
Özgür: İlk imza gününde yalnız bırakmamış gitmişim. Sayılmaz.
Birten: Arkadaş toplantısında kitabı da yanıma almış imzalatmışım.
Otur, sınıfta kaldım. Bu sene tanımadığım(!) ama sevdiğim en az bir yazarın imza gününe katılacağım.


 
 

2 Ocak 2014 Perşembe

ÇOCUK VE KÜTÜPHANE

Kitapçılarda vakit geçirmeyi severim. Ne alacağımı bilmeden raflara bakınmak, kitaplara dokunmak, bir kaç paragraf okumak... Hepimizin sevdiği şeyler... Çanakkale o açıdan çok elverişli bir kent değil. Öyle kitapçılar var ki, kitaplar üst üste yığılı, raflar arasında adım atacak yer yok. Kitapları yayın evlerine  göre dizmek bu kadar mı zor? Sorduğunuz kitap varsa bir türlü, yoksa başka... "Ben bu kapağı gördüm. Bir tane var." dedikleri Saklı Bahçeler Haritası'nı bulmalarını 20 dk. falan bekledikten sonra "Yokmuş." cevabını alıp çıktım.
Sorduğum başka bir kitapçı "Coğrafya atlası mı?" diye sordu. Kolumun altına bir atlas sıkıştırılmadan oradan kaçtım. Hal yetişkinler için böyleyken nitelikli çocuk kitabı seçmek daha da zor. 1 TL etiketli, parmağını gözümün içine sokup sallayan didaktik kitaplardan kaçsam dini yayınlara takılıyorum. Bu durumda kitap eklerini inceleyip, referanslara güvenip, ya da belli yazarlar seçip internetten sipariş etmek dışında bir seçenek kalmıyor. Her seferinde dur kargo bedavaya gelsin, şu limiti aşayım taksit çok olsun derken bir de bakıyorum bütçede delik açılmış. Ne yapmalı diye düşünürken Çanakkale'de bir çocuk kütüphanesi olduğu aklıma geldi. 
Geçtiğimiz cumartesi Zeynep Bodur Çocuk Kütüphanesi'ne gittim. Kafamda okumadığım belli yazarlar vardı. Görkem Yeltan, Aytül Akal, Fatih Erdoğan gibi. Umduğumdan daha çok kitap bulunca çok sevindim. Deniz için üç kitap seçtim. Ama aklım da Dipnot Yayıncılıktan çıkan Dünyanın Dört Bir Tarafından Masallar Dizisinde kaldı. Çağlar'ın kütüphane kartıyla da Çin Masallarını aldık. Ee daha yeni 1001 Gece Masalları ile ilgili bir söyleşiye katılmışız. 1001 Gece Masallarını da aradık, bulduk. Elimiz kolumuz dolu çıktık. Her gece Deniz uyuduktan sonra bir kaç Çin masalı okuyorum. Julia Donaldson'ın, Tostoraman hikâyesini okuduğu bir Çin masalından sonra yazdığını biliyor muydunuz? Bakarsınız kitabın arasından o masal çıkar ya da bana yeni bir hikâye yazdıracak güzel bir fikir...  Bir hafta böyle geçti.
"Deniz'in hayatında kitapların yeri var. Kütüphaneye gitme alışkanlığını küçük yaşlarda edinse fena mı olur?" dedik. Cumartesi ailece kütüphaneye gittik. Türkiye'de kütüphaneler, sosyal yaşamın bir parçası olarak görülmüyor. Çocuğunuzla alışveriş merkezinde jetonlu oyuncaklara binmekten daha güzel, yakınlaştırıcı bir aktivite oysa. Çocuk dilediği kitabı seçebilir, okumak için eve götürebilir. Ya da orada birlikte okuyabilirsiniz.
Sizin çocuğunuzun kütüphaneyle ilişkisi nasıl? Yaşadığınız şehirde, ilçede, kasabada bir çocuk kütüphanesi var mı? Olmama ihtimali yüksek! Türkiye'de kaç  çocuk kütüphanesi var? Türk Kütüphaneciler Derneğinin web sitesinden aldığım bilgiye göre ülkemizde 1502 Halk Kütüphanesi ve 459000 üye var. Bizimle yakın nüfusa sahip Almanya'da ise 11332 Halk Kütüphanesi ve 8.708.000 üye var. Rakamlar ortada. Çanakkale'de bir çocuk kütüphanesi olduğuna sevinmeliyim. Ama bardağın sadece dolu tarafını görmek de olmaz. İyi tarafları kadar kötü taraflarını da paylaşacağım.
Bir sürü kitap var. Okul öncesi kitaplar onların ulaşabileceği raflarda. Ancak kitaplar çok karışık.
Okul öncesi için  bir oyun odası var. Zemin halı kaplı. Oturmak için minderler var. İçeri girerken ayakkabılarınızı çıkartıyorsunuz. İçerisi pis. Oyuncaklar, dergiler, oyun hamurları bir kez konmuş ve tekrar hiçbir görevli o odaya girmemiş sanki. Havalandırma, ısıtma, hijyen yetersiz.
Tuvalet ve lavabo var. Tuvaletin içinde ayrı bir lavabo yok. Tuvalet ve lavabo aynı zeminde değil. Tuvaletin olduğu kısım yerden nedense çok yüksekte. Kapı içeri doğru açılıyor. İçeriye 2,5 yaşında bir çocukla birlikte kapıya, duvara sürünmeden girmek imkansız. Tuvalet alaturka.
Çocukların aileleri ile birlikte oturabilmesi için çok sayıda koltuk var.
Satranç köşesi var. Sadece bir takım kalmış.
İnternet bağlantılı bilgisayarlar var.
Yeterince masa sandalye var.
Her seferinde en fazla üç kitap alabileceğiniz ücretsiz üyelik sistemi var. Ben Halk Kütüphanesine üye olduğum için Çocuk Kütüphanesinden de kitap ödünç alabiliyoruz. Üye olabilmek için çocukların okula başlamaları gerekiyormuş. Oysa çocuk ve kitap ilişkisi çok daha erken dönemde başlıyor. Deniz'in kendi adına bir üye kartı olsa onunla istediği kitapları ödünç alsak geri götürse, kütüphaneye aidiyet duygusu daha fazla olmaz mı? 
Daha temiz, içinde bebek bakım odalarının olduğu, okul öncesi çocukların kendi adına üye kartlarının olduğu, gönüllü velilerin okuma saatleri düzenlediği park gibi sosyal hayatımızın bir parçası olacağı mekanlara dönemez mi kütüphaneler?
İyi şeyler de var.
Ali Dayı Çocuk Kütüphanesi www.alidayicocukkutuphanesi.gov.tr
Nilüfer Belediyesi Çocuk Kütüphanesi: Boyun Kadar Kitap Oku, Bu Yaz Biz Annemle Kütüphanedeyiz, Gezici Kütüphane gibi projeleri takdire değer.
Marmaris Orhaniye Köyü İnci Narin Yerlici Ortaokulu  Kütüphanesi :
www.kitapokuyancocuklar.org  adresinden bu köy kütüphanesinin başarı hikâyesini okuyabilirsiniz.
Esra Duff'un başlattığı "Yerel belediyelerden Çocuk Kütüphanelerinin kurulmasını istiyoruz" kampanyası: www.kitapokuyancocuklar.org, bilgi@kitapokuyancocuklar
www.facebook.com /KitapOkuyanCocuklar adreslerinden kampanyayla ilgili geniş bilgiye ulaşabilirsiniz.

Aşağıdaki fotoğraf İngiltere'den. Norfolk Norwich Çocuk Kütüphanesi. Siz de çocuğunuzla böyle bir kütüphanede baş başa zaman geçirmek istemez misiniz? Öyleyse bir imza da siz atın.