31 Aralık 2020 Perşembe

MUTLU YILLAR

 


Gülay ve Murat

 Konuk yazar: Deniz Gürbüz


Günlerden pazardı. Gülay bir pazılın üzerinde yoğunlaşmıştı. Annesi ödevlerini hatırlatınca "Birazdan yaparım daha zamanım var" dedi. Öyle eğleniyordu ki zamanın farkına bile varmadı. Saati gören Gülay hemen ödevini yapmak üzere odasına gitti. Kitaplarını açmıştı ki annesi mutfaktan bağırdı. 

"Gülay masayı kurmama yardım eder misin?" 

Gülay, "Ödevimi yapmam lazım ama gelirim" diye geveledi. Masayı kurdu. Yemek yemeye başladılar. O sırada televizyonda en sevdiği program olan "Rafadan Tayfa"yı görünce izlemeye daldı. Annesi tekrar ödevini hatırlatınca ışık hızıyla odasına gitti. Ödevleri yapmaya koyuldu. Daha matematiği bitirmişti ama annesi yanına geldi. Yatmasını söyledi. Yatağına yattı ve uyudu. 

Aynı saatte Murat şunları yapıyordu: 

Arkadaşlarıyla oynuyordu. Annesinin yemeğe çağırışı ile eve gitti. Yemeğini yedikten sonra annesi ödevini yapıp yapmadığını sorar. 

"Çoktan yaptım" der. 

"Aferin benim oğluma" der annesi. 

"Çizgi film izleyebilir miyim?"  diye sorar Murat. 

"Elbette oğlum. Kuru yemiş de ister misin?" 

"Evet!" diye bağırdı Murat. 

Gece olunca uykuya dalar. 

Ertesi sabah okula giden kahramanlarımıza ödevlerini getirmeleri söylenmiş. Bütün sınıf tabi ki ödevlerini getirmiş. Öğretmen tahtaya kaldırmış. Önce Gülay'a sormuş öğretmen. Gülay yutkunmuş ve cevaplamış soruyu. 

"Öğretmenim ben pazıl yaptım. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Ödevlerime başlayacağım zaman akşam yemeği oldu. Yapamadım." 

Öğretmen "Ödevlerini önce yapmalıydın!" diye kızdı Gülay'a. "Peki sen ödevini niye yapmadın Murat?" dedi. 

Murat "Öğretmenim benim kardeşim hastalandı. Hastaneye gitmemiz gerekti. O nedenle yapamadım."

"Geçmiş olsun Murat. Şimdi daha iyi mi kardeşin?" der öğretmen. 

"Evet daha iyi oldu."

Bütün sınıf "Geçmiş olsun" diye cikledi. 

Öğle yemeği olunca herkes Murat'ın yanına doluştu. Kardeşi hakkında soru yağmuruna tuttular. Tam o anda karnına bir ağrı saplandı. "Ah!" dedi. Tuvalete gitti. Nedenini anlamamıştı bu ağrının. 

O gece Gülay ödevlerini bitirdikten sonra okuduğu kitabı açtı ve okumaya başladı. Okudu... okudu... okudu... En sonunda annesinin sesiyle irkildi. Annesi yatmasını yoksa okula geç kalacağını söylüyor. Biraz daha diye yalvarıyor Gülay. Tamam tamam biraz daha oku der annesi. En sonunda öyle geç yatar ki sabah annesinin sarsmasına rağmen uyanmıyor. 

Pazartesi gecesi Murat ise bilgisayar oyununa dalmıştı. O da Gülay gibi geç yatıp uyanamadı o gün. Uyandığında ilk dersi kaçırdığı kesindi. Koşa koşa giyindi. 

Sınıfa girdiklerinde öğretmen çok sinirlendi. "Neden bu kadar geç kaldınız?" dedi. 

Murat "Babamın arabasının lastiği patladı. Geç kaldım" dedi. 

Gülay ise geç yattığını, uyanamadığını anlattı. Öğretmen Gülay'a kızdı. "Erken yatmalısın" dedi bıkkın bıkkın. 

Öğle yemeği olunca Murat'ın annesi okula geldi. Murat'ın beslenmesini koymayı unutmuştu. Koridorda yürüyüp sınıfa girdi. Murat'a yemeğini verip dönüyordu. Koridorda öğretmen Murat'ın annesini gördü ve Ayten Hanım merhabalar. Kızınız hastalanmış. Geçmiş olsun" der. 

Ayten Hanım "Ne? Kızım mı hastalandı?" der şaşırarak. "Benim kızım turp gibi." 

"Öğretmen "Ayten Hanım öğretmenler odasında biraz konuşabilir miyiz lütfen?" 

"Elbette elbette" der Ayten Hanım. 

Öğretmenler odasına girerler. Öğretmen "Oğlunuz Murat bana pazartesi günü ödev yapamadığını çünkü kardeşinin hastalandığını söyledi. Bu doğru mudur?" 

Ayten Hanım "Hayır kızım hastalanmadı.  Bana da pazar günü ödevini yaptığını söylemişti" dedi şaşırarak. 

Öğretmen "Peki bugün okula neden geç geldi?" diye sordu. 

Ayten Hanım "Dün çok geç saate kadar bilgisayara bakmıştı."

"Bana babasının arabasının lastiğinin patladığını söyledi." der öğretmen. 

O gece Ayten Hanım Murat'a çok kızdı. Murat da o günden sonra yalan söylemedi. Tabi Gülay da ödevlerini yapıp daha erken yatmaya başladı. 













20 Aralık 2020 Pazar

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 32

  Bilmek isteyen yola çıkar. 

Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Çocuğunuza (ya da bir başkasına) talepte bulunduğunuz zaman, aktif ya da pasif bir çeşit direnç görebilirsiniz. 
Hepimiz için hayatta kendi seçimlerimiz yapmanın, bir başkasına boyun eğmemenin ne kadar önemli olduğunu fark ettiğimizde bu çok mantıklıdır. 
Çocuğunuzun neden uyumsuz olduğunu merak ediyorsanız, bir talepte mi bulundunuz ya da o bunu bir talep olarak mı görüyor kontrol edin. Kendinize sorabilirsiniz: Benim iyiliğime katkıda bulunmaya istekli mi yoksa benden korktuğu için mi söz dinliyor? 

Ben ne düşünüyorum? 
Pandemide dokuzuncu ay bitti. Tek kelimeyle yorgunum. Anneler, babalar, çocuklar hepimiz dışarıdaki sosyalleşme, rahatlama alanlarımızı yitirdik. Çocukların durumu bize göre çok daha zor. Yaz ayları hariç sokağa çıkmaları kısmen ya da tamamen yasaktı. Şimdi de sürüyor. "Aman yakamdan düşsün de" diyerek telefon, tableti ellerine tutuşturmadığım için benim ilgime çok daha fazla ihtiyaç duyuyor. Ve fakat ev içi ve ev dışı sorumluluklarım aynı. Hatta yaz aylarından beri artan iş yükü ve bulaş riskiyle burun buruna çalışmanın yol açtığı bedensel ve zihinsel yorgunluk, belirsiz ekonomi, artan giderler, kaygı hep bir teyakkuz halinde yaşamama yol açtığını söyleyebilirim. Bu ruh hâlinde bazen sırf yalnız kalmak için çocuğa şunu yap, bunu yap diye buyurabiliyor insan. Biraz kafa dinlemek, rahatlamak, kendi zevk aldığın şeyleri yapabilmek için... 

Deniz'le nasıl paylaşıyorum? 
Bazen kendime ait zaman yaratabilmek için ya da onun oyun oynama isteğini kendi içimde taşımadığım için, onu meşgul tutmak için ya da artık ötelenemez olduğu için onu ödev yapmaya, banyo yapmaya ya da odasını toplamaya yolladığımda bazen direnç gösteriyor. Bu direnç, en çok yalnız kalmaya ya da sevdiğim bir işle meşgul olmaya ihtiyaç duyduğumda beni rahatsız ediyor. Bunu fark etmek, önceliğimin onun ne yapacağına karar vermek değil, benim neye ihtiyaç duyduğumu söylemenin çok daha iyi bir strateji olduğunu kavramama yol açtı. 
Bir saat yalnız kalmaya ihtiyacım var, yazı yazacağım ya da sevdiğim bir programı izleyeceğim diyerek odama çekilmek ve kapımı kapatmak, Deniz için yeterince net ve anlaşılır. 

Deniz'in geri bildirimi ne? 
Ona ne yapacağını buyurduğumda itiraz ettiği, benden çekindiği için gönülsüzce ve özensiz yaptığı zamanlar oldu. Doğrudan kendi ihtiyacım için ricada bulunduğum zamanlar da sorun çıktığını hatırlamıyorum. Hepimizin içinde mevcut olan bir başkasına katkıda bulunma ihtiyacı korkudan ya da mecburiyetten çok daha güçlü sanırım. Kapımı kapatmış çalışıyorken ya da başka bir şeyle meşgulsem muhakkak kapıyı çaldığını, "Bir şey söyleyebilir miyim?" diye izin istediğini görmek sağlıklı sınırlar çizmeyi öğrendiğimizi düşündürtüyor, onunla gurur duyuyorum.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
Oksijen maskesini önce kendime takmaya devam! Kendimi rahatlamış hissetmezsem, onunla geçireceğim zamanların tadı tuzu kalmayacak çünkü. İçten gelen hevesle, gönüllülükle yapılan aile içi etkinlikleri çok daha keyifli hem de. Hele şimdi yeni yıla sayılı haftalar kalmışken, yapılacak nice yaratıcı el işi varken. 

Kendimi nasıl değerlendiriyorum? 
Pandemide onuncu ayın içinde girerken çok şükür ne hastalandık ne de delirdik. Belli rutinleri sürdürmeyi, şartlar değiştikçe yenilerini belirlemeyi, dışarı çıkabildiğimiz (şu an haftada bir iki saatten ibaret) sınırlı zamanı güzel ve beklenesi kılmayı becerebildik. Eh öyleyse kocaman bir aferini ve alkışı hak etmişiz. 

Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz





19 Aralık 2020 Cumartesi

Kadın Akademisyenler Edebiyat Tarihini Yeniden Yazmalı *

*Ekmekvegül'Ün "Edebiyat dünyasından kadınlar anlatıyor" serisinde yayımlanan yazım:

*Yazın alanının erkek egemen yapısı son dönemde kadın yazarların sosyal medyada ortaya koyduğu taciz anlatılarıyla daha görünür hale geldi. Genellikle erkeklerin “usta yazar, eleştirmen, jüri üyesi” olduğu edebiyat dünyasında bir kadın olarak var olmak ne demek? 

Okudukça, okuduklarına daha yakından baktıkça başlıyor her şey; sevdiğimiz, öykündüğümüz, usta bildiğimiz yazarlar gibi yazma hevesiyle yontuyoruz kalemin ucunu, elimizi kolumuzu bağlayan, bizi çekiştiren onca meşguliyete rağmen üstelik. Bu dünyada kadın olmak, kadın olarak yazmaktan fazla da bir muradımız yok. Yazmak ne sevilmek için, ne para ne de şöhret için. Olsa olsa yara izlerimizden devşirdiğimiz öykülere söz geçirmeyi bilmediğimizden ya da onları görmezden gelirsek renklerimizi yitirdiğimizi deneyimlediğimizden.

*Edebiyat dünyasının hangi dinamikleri sizce kadınlara yönelik taciz ve ayrımcılığı besliyor? 

Yunan mitolojisinin en garip doğum hikâyelerinden biri  Zeus ve Metis’in kızı, akıl, sanat, strateji, barış ve savaşın tanrıçası Athena’ya ait olandır. Zeus, zeki ve bilge karısı Metis’ten ve ondan doğacak çocukların kendi iktidarını sarsmasından korkar ve karısını yutar. Bu sırada Metis, çoktan Athena’ya hamile kalmıştır. Zeus’un kafasında bir şişlik belirir, gün geçtikçe de büyür. Çektiği şiddetli baş ağrılarına dayanamayan Zeus, Ateş Tanrısı Hephaistos’tan en güçlü balyozuyla kafasına vurmasını ister. Hephaistos’un darbesiyle Zeus’un başının içinden miğferi ve zırhıyla Athena belirir ve “Ben Pallas Athena. Diğer tanrılardan saygı bekliyorum,” der.

Buna “mitolojik bir hikâye,” diyerek geçmek mümkün değil. Kadının ona tanınan özel alandan kamusal alana çıkması, aklıyla, yapıtlarıyla yer almaya cüret etmesi, kendisini o aklın yaratıcısı erkek zihinlerin içerisinden doğurarak ve farkına varmadan oradan gelecek onayı, saygıyı bekleyerek gerçekleşiyor. Bu da erkeği otoriter kılan, kadınlara yönelik taciz ve ayrımcılığı besleyen en büyük damar bana kalırsa.

Sizce bu nasıl değişir?

Dergilerin, kitap eklerinin editörlerinin büyük çoğunluğunun erkek olduğu, erkek yazarların yapıtlarının daha çok incelendiği, ödüllendirildiği, ölmüş erkek yazarların isimlerinin edebiyat tarihine daha kalın puntolarla geçtiği bir ortamda, kadın akademisyenlerin edebiyat tarihini yeniden yazma, sesi kısılan, görmezden gelinen kadın yazarları diriltmesi, akademinin sınırları dışına çıkarma çabası çok değerli, değişimi başlatacak denli de güçlü.

Kadınlar olarak kadın yazarların yapıtları için yapılan “duyarlı kadın diliyle çocukları ve kadınları yazıyor,” klişesinden daha gür, eleştirel bakış açılarını ortaya koymamız şart.

Yaz aylarında sosyal medyada başlatılan #erkekyerinibilsin başlığı altında kadının, yıllarca maruz bırakıldığı cinsiyetçi söylemi erkeğe yönelterek mizaha çevirmesi, bu yerleşik bakış açısının gülünçlüğünü ortaya koymak açısından yerinde bir girişimdi. İlgi çektiğini ve farkındalık yarattığını düşünüyorum.

Son olarak Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği işbirliğiyle kimi okullarda yürütülen gençlere duygusal ilişkilerdeki baskı, kontrol, şiddet davranışlarını eşitlikçi bir bakış açısıyla değerlendirmelerini sağlamayı hedefleyen “Güç Değil Eşitlik” temalı eğitimlerin yaygınlaşması büyük fark yaratacaktır.

 

 


11 Aralık 2020 Cuma

Av Filmi Üzerine Notlar

Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg imzalı Jagten (The Hunt) 2012 yapımı bir film. 
Filmin ismi daha afişte seyirciye, içeride izleyeceklerinin "Av" ve "Avcı" imgeleri üzerinden yükseleceğini ima ediyor. Bu yüzden Türkçeye çevrilirken Onur Savaşı isminin tercih edilmesi anlamı daraltan, yönetmenin tercihine uygun düşmeyen, isabetsiz bir seçim olmuş. 






Film ormanda av sahnesiyle başlıyor ve ana kahraman Lucas'ın sıradan, günlük hayatına yöneliyor. 
Lucas, karısından boşanmış, çocuğunu görme konusunda sıkıntılar yaşayan bir adam. Çalıştığı okul kapandığı için kasabanın ana okulunda öğretmenlik yapıyor. Köpeği Fanny ile yaşıyor, büyük bir erkek avcı grubunun üyesi. Ormanın hemen kıyısına kurulmuş küçük kasabanın erkeklerinin en büyük eğlencesi hafta sonları geyik avlamak, av sonrası beraber yemek, içmek. Geyik avı için eğlence demek hafif kaçıyor aslına bakarsanız. Filmin sonlarına doğru belli bir yaşa gelen erkek çocukların avcılık lisansı almasının bir tür kutlamaya döndüğü sahne yüzünden buna bir tür erginlenme töreni de diyebiliriz. Belli bir yaşa gelen erkek, avcıya dönüşür ve ava çıkar. Oysa filmin sonunda yönetmenin tam tersini yaptığını, bize avcının ava dönmesini anlattığını göreceğiz. 

Giriş sahneleri Lucas için sıkıntılı dönemin yavaş yavaş sona ereceği izlenimiyle başlıyor. Arkadaşlarıyla eğleniyor, çocuklar ona bayılıyor, eski karısıyla iletişim kurmanın bir yolunu buluyor, oğlu onunla daha sık kalmak üzere yanına geliyor. Çalıştığı ana okulundan bir mesai arkadaşıyla romantik bir ilişkiye giriyor. Tetiği çekecek olan yakın arkadaşı Theo'nun küçük kızı Klara.

Klara, Lucas'a hayanlıkla karışık sevgi besliyor. Ona bir kalp hediye ediyor ve günün birinde oyun esnasında ölü taklidi yapan Lucas'ı uyandırmak için onu dudaklarından öpüyor. Lucas'ın Klara'ya yalnızca anne babaların birbirini dudağından öpeceğini söylemesi, cebinde bulduğu kalbi ona geri vererek bunu bir başka arkadaşına hediyesi etmesini  önermesi küçük kızın kalbini kırıyor ve arkadaşları gittikten sonra müdürün odasında annesinin onu almasını beklerken müdüre Lucas'ı sevmediğini, onun kötü ve aptal olduğunu söylüyor. Müdür nedenini irdeleyince, bir süre önce ergen ağabeyinin ona gösterdiği penis görselinden yola çıkarak, Lucas'ın cinsel organının bir beyzbol sopası kadar sert olduğunu söylüyor. Yaşının ötesinde bir cinsel bilgiye sahip olması müdürün kafasını karıştırıyor ve olayı doğru olarak ele alıp suçlamayı yapanın kimliğini de gizleyerek Lucas ile konuşuyor. Olaylar hızlı bir şekilde çığırından çıkıyor.

Oysa biz seyirci olarak Lucas'ın masum olduğundan çok eminiz. Bizi ikna etmek için yeterli gerekçeleri öncesinden sunmuş. Örneğin tuvalete götürdüğü çocuğun poposunu silme konusunda çocuğu yüreklendirse de, ancak bunu başaramadığında ona yardım etmesi, Klara'nın ona olan ilgisini fark edince geri çekilmesi, onu dudağından öptüğünde yalnızca anne babaların dudaktan öpebileceğini söylemesi gibi ayrıntılar Lucas'a inanmamız için yeterli zemini sağlıyor. Ayrıca Klara'nın anne babasının ilişkisinin pek de iyi gitmediği, sık sık kavga ettikleri, çocuğu okula getirip götürme konusunda aksaklıklar yaşandığı, çocuğun kendisini ihmal edilmiş hissettiğine dair imalar, Klara'nın öğretmenine duyduğu hayranlığın nedenini göstermeye yetiyor. 




Klara okulda geniş hayal gücüyle tanınsa da, niye böyle bir konuda yalan söylesin ki mantığıyla müdürün okula çağırdığı uzman, yönlendirici sorular sorarak, Klara'dan öğretmenin onu okulda taciz ettiği beyanını alıyor. Müdür henüz olay aydınlanmadan velilere bilgi veriyor, çocuk istismarıyla ilgili broşür dağıtıyor ve bir kurban varsa daha çoğu da olabilir mantığıyla  uyanık olmalarını istiyor. Bu noktadan sonra Lucas'a çocuk istismarcısı etiketi takılıyor ve yakın bir arkadaşı ve oğlu dışında ona kimsenin inanmadığı, dışlandığı, duygusal ve fiziksel şiddete uğradığı hayli güç günler yaşıyor. Olayın viral etkisinin yetişkinler kadar çocuklar arasında yayıldığı görülüyor. Pek çok çocuk  Lucas'ın kendisini evinin bodrumunda kanepe üzerinde taciz ettiğini söylüyor. Lucas tutuklansa da delil yetersizliğinden beraat ediyor. Evinin bir bodrum katı da yok üstelik. Klara, çok sevdiği öğretmeninin başına gelenleri görünce "aptalca şeyler söyledim, bana bir şey yapmadı" dese de etrafındaki yetişkinler onun korktuğu için inkar ettiğini düşünüyor ve Lucas'a olan düşmanlıklarını sürdürüyor. Lucas'ın maruz kaldığı muamele karşısında dik duruşunu korumaya çalışması hayli etkileyici bir seyir sunuyor izleyiciye. Temponun bir an olsun düşmediği, zaman zaman bu kadarı da olmaz diyerek sizi yerinizden sıçratan sahneler de mevcut. Kasım ayında başlayıp Noel arifesinde zirveye çıkan olaylar Lucas'ın çırpınışıyla bitiyor ve bir zaman atlamasıyla ertesi yıla sıçrıyoruz. Lucas'ın oğlu Marcus av lisansını almış, kutlamaların ardından ormanda ava çıkılıyor. Tam her şey yoluna girmiş diye düşünürken arkası dönük Lucas'ı nişan alan kurşunun omzunu sıyırıp geçmesi her şeyin tam olarak da yoluna girmediğini görmemizle film sona eriyor. 
Çocuk istismarı gibi ağır, can yakan bir konu karşısında "Peki ya bu ifade yanlış olsaydı ne olurdu?" sorusuyla yola çıkarak, tersine mağduriyetin yol açabileceği arazları göstermek cesur bir seçim. Yönetmen bu zor seçimin altından kalkıyor ve etkisi kolay unutulmayacak bir film ortaya koyuyor. Film hakkında söylenmemiş bir şey bırakmadığımın farkındayım ama yönetmenin ne yaptığını bilsek bile nasıl yaptığını izlemek üzere de geçiyoruz ekran karşısına, onun yol üzerinde serpiştirdiği metaforları bir bir toplayıp kendi okur yazarlığımızı parlatmak üzere. 
İyi seyirler... 


 






7 Aralık 2020 Pazartesi

Nasıl Yazıyorlar? (27)

 Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 

Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte yirmi yedincisi: Oya Baydar


Yazmaya Başlamadan Önce 

Yazmaya başlamadan, bilgisayarın karşısına geçtiğimde ilk yaptığım iş okumaktır. Önce internet sitelerinde dolanırım; günün gelişmelerine, güncel konularla ilgili yazılara, değerlendirmelere, açıklamalara bir göz atarım. Yazdığım konuyla, ya da dünyanın-ülkenin halleriyle ilgili bir haber ya da makale bulursam okurum. Sonra evi toplarım, gerekiyorsa yemek falan yaparım, yazın köyde bahçe ile uğraşırım. Bu bana iyi gelir, çünkü o sırada aklım yazacağım metindedir. Mesela roman yazıyorsam, mutlaka bir yere takılmışımdır; ev işiyle, bahçe işiyle uğraşırken metin kafamda berraklaşır, takıldığım şeyi çözerim. 

Sonra yazmaya otururum. Bu defa da yazdıklarımı okurum. Çoğunlukla beğenmem, bir gün önce yazdığımı düzeltirim, değiştiririm bazen de silerim. Ama sonra hiç ara vermeden saatlerce çalışırım. Çalışırken dünya ile ilgisini kesen, yazı mekânına kapanan, gözü yazdığından başka şey görmeyen yazarlardan değilim. Böyle yazarlara imrendiğim oluyor, "İşte kendini ciddiye alan gerçek yazar böyle olur!" diye düşünüyorum bazen. Ama ben yaşamın çok boyutluluğunu hissetmeyi, insanlarla birlikte hayatın içinde olmayı seviyorum. İnsanların hikâyeleriyle besleniyorum. Acılara, sevinçlere ortak olmak hem beni hem de edebiyatımı zenginleştiriyor. Belki de yoğunlaştığım konular gerektiriyor bunu. Şu haksız, adaletsiz, berbat dünyada insanın trajedisini yazmaya çalışıyorum. 

Sadece edebi metinler, romanlar, hikâye, deneme değil siyasal-toplumsal değerlendirme yazıları da yazıyorum. Bir yandan da barış, adalet, özgürlük mücadelelerine elimden geldiğince katılıyorum. İnsana, doğaya, yaşama dair hiçbir şeye yabancı olmamalı diye düşünürüm. Bunların tümünün edebiyatımı beslediğini hissediyorum. 

Unutmadan söyleyeyim; bilgisayarın başına oturmadan ilk yaptığım iş çayımı içip televizyonda hayvan belgeseli seyretmek... O belgesellerden hem keyif alıyorum hem de canlıya dair çok şey öğreniyorum. 

Bunca "ilk" işten sonra ne zaman yazmaya başlıyorsun, gece yarısı mı diyecek olursanız, ben sabahın altısında yedisinde kalkan, "Ölünce nasıl olsa çok uyuyacağız" diyen erkencilerdenim. 

Kaynak: Rağmen Kitap Dizisi: "İlkler"




2020 Edebiyat Soruşturması

Onur Çalı'nın yönettiği Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanan çok katılımlı 2020 Edebiyat Soruşturması için verdiğim cevaplar. 

Yıl içinde yayımlanan ve beğenerek okuduğunuz ama yeterli ilgiyi görmediğini düşündüğünüz kurgu kitap ya da kitapları (telif ya da çeviri), beğenme nedenlerinizden de kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız?

Pandemiyle beraber gelen içine kapanma, herkes gibi beni de etkiledi. 2020’yi yeni kitaplar edinmekten ziyade var olan kitaplarıma yönelerek, onların içinden ilk kez/yeniden okumalar yaparak geçirdim. Dolayısıyla 2020 yılında yayımlanan kitaplardan ziyade, bu yıl okumaktan memnuniyet duyduğum kitaplardan oluşacak listem.

Fındık Kabuğu, Algernon’a Çiçekler,Gecegezen Kızlar, Asılı Dağ’ın Kahini,  Böcek Çocuk gerçek olayların, tarihten ve mitolojiden kesitlerin, masalların, klasiklerin yeniden yazımı üzerine düşünmeme olanak sağladığı için okumaktan hoşnut olduğum kitaplar arasında.

Size göre 2020 yılının önemli edebiyat olayları nelerdi?

2020 yılı her anlamda zor geçti. Pandemiyle beraber keskin bir duraklama süreci başladı. Yayımı planlanan kitapların basımının ertelendiği, okura ulaşmanın daha da zorlaştığı, kitap fuarlarının, edebiyat etkinliklerinin iptal edildiği, kültürel faaliyetlerin durduğu sürecin ardından söyleşiler, uluslararası yazarların katılımıyla gerçekleşen edebiyat festivalleri, atölyeler çevrimiçine dönerek okurlara ve yazarlara nefes aldırdı.  Mesafe, sağlık, yoğunluk gibi pek çok nedenle fiziksel olarak bir araya gelemeyecek insanları aynı ekranda toplayabilmek, özellikle benim gibi edebiyatın taşrasında yaşayanlar için kıymetli.

Dikkate değer bulduğum bir diğer oluşum iseekoloji alanında üretim yapan Ekofil Yayınları.Alternatif bir yayına hazırlama ve dağıtım modeli oluşturan yayınevinin, yaz aylarında, topluluk desteğiyle üçüncü kitaplarını yayımladı.

Edebiyat ortamımıza baktığınızda ne gibi sorunlar, eksiklikler ve sıkıntılar görüyorsunuz?

Malum, elimizde sosyal medya gibi bir imkân var, artık. Yayınevleri ve varsa yazarı temsil eden ajans tarafından yürütülmesi beklenen tanıtım faaliyetlerinin yazarın bizzat yapması gereken bir işmiş gibi algılanması, her an ürünlerini ve hayata nereden baktığını duyurma çabasını giderek daha tuhaf ve yorucu buluyorum.

Okura, kitabı okumadan hazırlandığı düşüncesi veren, arka kapak ve künye bilgisinin ötesine geçmeyen tanıtım yazıları ve söyleşilerin giderek artması, hamarat ev hanımı misali arkadaşının yeni yayımlanan kitabına dair hem tanıttım, hem söyleştim yazıları da yine tuhaf bulduklarım arasında.

Bunların arasından sıyrılan ortak düşünme ve üretme eylemini esas alan her türlü girişimi, çabayı değerli buluyor, özlemini çekiyorum çünkü her yazarın bir müttefiğe ihtiyacı olduğuna yürekten inanıyorum.

 


30 Kasım 2020 Pazartesi

Nasıl Yazıyorlar? (26)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 

Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte yirmi altıncısı: Ursula K. Le Guin 


Sanat zanaattır: Sanatların hepsi her zaman ve esas olarak zanaat işidir: Ama hakiki sanat yapıtında, zanaatten önce ve sonra, canalıcı, dayanıklı bir varlık çekirdeği vardır ki zanaat işte bu çekirdeği işler, görünür kılar ve serbest bırakır. Taştaki heykel. Sanatçı, henüz görünür halde değilken nasıl bulur, görür onu? Gerçek soru budur. 
En sevdiğim yanıtlardan biri şı: Willie Nelson'a ezgilerini nereden bulduğunu sormuşlar, "Hava ezgilerle dolu, ben sadece elimi uzatıp birini alıyorum," demiş. 
Pek de sır sayılmaz bu. Ama hoş bir gizemdir. 
Hakikidir üstelik. Hakiki bir gizem. Budur işte. Bir kurmaca yazarı için, öykü anlatıcı için, dünya öykülerle doludur; öykü oradaysa oradadır işte, siz de uzanıp alırsınız.  
Sonra da öykünün kendisini anlatmasına izin verebilmeniz gerekir. 
Öncelikle beklemeyi becermelisiniz. Sessizce beklemeyi. Sessizce bekleyip kulak vermeyi. Ezgiye, hayale, öyküye kulak vermeyi. Kapmaya çalışmadan, üstelemeden, sadece beklemeyi, kulak vermeyi ve geldiğinde onun için hazır olmayı. Bu bir güven edimidir. Kendinize duyduğunuz güven, dünyaya duyduğunuz güven. Sanatçı şöyle der: Dünya bana gereksindiğimi verecek, ben de onu doğru şekilde kullanmayı becereceğim. 
Hazır olmak - kapmaya çalışmak değil, açgözlülük değil- hazır olmak: duymaya, kulak vermeye, kulak kesilmeye, net bir şekilde görmeye istekli olmak - sözcüklerin doğru olmasına müsaade etmek. Hemen hemen doğru değil. Dosdoğru. Hayalden bir şey yapmayı bilmek, zanaat budur: Alıştırma buna yarar. Hazır olmak, oturup kalmak demek değildir, gerçi yazarlar çoğunlukla sadece bunu yapıyormuş gibi görünür. Sanatçılar sanatlarının alıştırmasını yaparlar sürekli; yazarlık da bol bol oturma içeren bir sanattır. Gam ve parmak egzersizleri, karakalem eskizler, nice bitmemiş ya da reddedilmiş öykü... Alıştırma yapan sanatçı ile performans arasındaki farkı ve aralarındaki can alıcı bağlantıyı bilir. Görünüşte harcanmış olan, sabırla ve hazır olmakla geçen o saatlerin, yılların ödülü iyi duyan bir kulak, keskin bir göz, becerikli bir el, zengin bir söz dağarcığı ve dilbilgisidir. Yeteneğin nereden geldiğini tanrı bilir, ama zanaat alıştırmadan gelir. 
O araçlar, aygıtlar, o zor kazanılmış ustalık ve zanaatkarlıkla sanatçılar "fikrin" -ezginin, hayalin, öykünün- olabildiğince temiz ve çarpıtılmadan ortaya çıkmasını sağlamaya çalışırlar. Acemilikten, beceriksizlikten, amatörlükten arınmış olarak. Uzlaşım, moda ya da kanaat tarafından çarpıtılmamış olarak. 
Çok radikal bir iştir bu, sanatçıysanız ve işinizi ciddiye alıyorsanız aklınıza gelen fikirlerle uğraşmak, bir hayali sözcüklerin ortamında biçimlendirmek işi. Dünyada yapmayı en çok sevdiğim iş bu. 
Kaynak: Yazarın Metis Yayınları'ndan Tuncay Birkan, Özge Çelik, Özde Duygu Gürkan, Müge Gürsoy Sökmen ve Savaş Kılış tarafından çevrilen Zihinde Bir Dalga Yazar, Okur ve Hayal Üzerine kitabında yer alan "Bana En Çok Sorulan Soru" adlı denemeden kısaltılarak alınmıştır. 


Uyku, Öykü ve Küçük İyi Şeyler...



Çetin kışın kapıya dayanmasıyla pamuk ipliğine bağlı uyku düzenim iyice sapıttı. Geçenlerde gece yarısından sonra kendiliğimden uyandım. Bazen çalar saatten önce, şafak vaktine yakın uyandığım için gün sabaha kavuşmak üzere sandım yine. Yataktan çıktım. Tuvalete gittim. Saati kontrol ettiğimde henüz iki olduğunu gördüm ancak gözlerim açılmış, kirpiklerim birbirine kavuşmamaya yeminli gibiydi. Uyku bastırır umuduyla bir şeyler okuyayım, dedim. Uzun zamandır öykü yazmamanın iç huzursuzluğu da dürttüğü için defteri açtım, nereden başlayacağımı bilmeden seyrettim sayfayı. Bilgisayara davrandım. Bir yerden başlayayım diye düşündüm. En azından bir öyküye başlayamamanın huzursuzluğunu yazabilirdim. Belli mi olur, belki de o beni bir yere taşırdı. Çünkü bazen ilk birkaç sayfa yalnızca sonrasında gelecekleri sayfaya çekebilmek için dökülür, sonra da silinirdi, iyi bilirdim. Ne yapsam olmadı. Saatin beş olduğunu gördüm. Yerimden kalktım. Yatmak üzere içeri geçtim. 

İçeri girdiğim anda burun deliklerime nüfuz eden kömür kokusundan bir an evvel kurtulmak istedim. Civarda doğalgaza geçmemiş tek tük apartmandan biri olduğumuz ve sıcağı sevmediğimiz, uyuyabilmek için her dem temiz havaya ihtiyaç duyduğumuz için neredeyse her mevsim açık tuttuğumuz pencereyi kapatmak üzere el yordamıyla pencereye ulaştım. Zira aydınlıktan karanlığa girdiğim için gözümün önüne kalın bir perde inmiş gibiydi. Dönüş yolunda ayak ucumuza virgül gibi kıvrılmış bir velet var mı diye elimle yokladım ve kendimi yatağa bıraktım. Öylece, sere serpe... Yatak beni pamuklara sarar gibi sarıp sarmalasın, sabaha kadar sıcacık, güvenle taşısın istedim. Uykunun huzurlu kollarına sığınayım istedim. Derken sabah oldu. 

Bu döngünün yinelenmesini tercih etmiyorum ancak artan vaka sayısı, evlere kapanma durumu, sosyal tecrit epey boğucu. Haliyle kaygı ve stres bedene yansıyor, uyku bozuklukları yaşanıyor. İş gününün üzerine bir de dışarıda maskeyle dolaşmayayım diye yürümeyi de kesince bedenim hiç yorulmaz oldu. Beden, zihin dengesizliğim bakalım bana daha neler edecek? 

Bu arada iyi haberler de yok değil. Haftayı yazamıyorum diye kıvranarak geçirdikten sonra (oysa Beliz Hoca'nın atölyesinde "Artık yazıyoruz" modülüne geçmiştik) perşembe akşamı derste üç katılımcının öyküsü üzerine sohbet etmek, kendi temama farklı gözle bakmama, ipin ucunu bulmama yol açtı galiba. Cumartesi günü nihayet yazı masasına geçebildim. Bana kalsa pazar gününü yazarak geçirirdim ancak üçümüzün birlikte dışarı çıkabileceği tek gün olan pazarı tamamen kendime ayırmak bencillik gibi geldiğinden Deniz'in özgürlük saatinde parka gittik. O park senin, bu park benim gezindik durduk. Sonuncunun etrafını bir daire gibi saran yürüyüş yolunda bir yarışa tutuştuk. Benim için hızlı adımlara yetişmek için pergelleri açınca kısa sürede yorulduğumu hissettim, ilk tur biterken daha havlu attım. Kenardaki banklardan birine geçtim, bizimkileri beklemeye koyuldum. Yeniden yanımdan geçtiklerinde kendimde onlara eşlik edecek gücü bulamadım. Park sonrası karnı acıkacak yavruya yemek pişirmek üzere eve geçtim. Oysa, bir öykü kendisini yazdırmaya başlamıştı. Hazır evde yalnızken ona odaklanabilmeyi isterdim. İlk taslağı yazıp kafamdaki ayrıntıları ince ince metne yedirme aşamasına geldiğim için bu kesinti kafamdakilerin uçup gitmesine yol açmayacaktır, belki de için için demlenenler yazı masasına oturduğumda güzel sürprizlere yol açacaktır diye umdum. Bugün günlerden pazartesi. Yazı masasına geçme fırsatını henüz bulabilmiş değilim ancak umudumu koruyorum çünkü şu sıralar hepimizin küçük, iyi şeylere ihtiyacı var. 


Babamın Kokusu

Babam gelince bütün ev güzel kokuyor, odanın ortasına bir kasa çilek bırakmışsın gibi. Ya da ne bileyim en olgunundan karpuzu kesmişsin de göbeğini yiyormuşsun gibi hem tatlı hem ferah. Uçuş uçuş oluyor içim. Ayaklarım havalanıyor yerden. Ninem, deli kız yere bas, diyor, yere bas. Hep yere basmamı istiyor. Hiç kanatlan kızım, demiyor ya da uç kızım. Beni yer çekiyor aşağı, Ayhan'ı gök çekiyor yukarı.


Pencereden dışarı bakıyorum. Ayşe, Zehra, Zeynep okul duvarının üzerine oturmuş yüzleri bizim eve dönük çekirdek çitliyor. Onlara gününü göstermek istiyorum. Babam kim bilir neler getirdi bana. Dün gece Ayhan kucağından inmek bilmediğinden veremedi tabii. Bulmak için yatak odasına koşuyorum. 

Yatak odasının orta yerinde ağzı açık koca bavul. Hangar gibi. Kıvrılsam içine uyurum o denli büyük. İçi babam gibi kokuyor. Nasıl anlatsam, çikolata, kahve, tütün, traş kolonyası karışımı gibi bir koku, babamın kokusu. Analığım bavulu boşaltmış, bir gömlek bırakmış geride. Gömleğin kollarını sarıyorum. Babamın kolları meğer ne uzunmuş. Hepimize yetecek kadar yer varmış. Bahçeden Ayhan'la gülüşmelerinin sesi geliyor. Uzaktan kumandalı arabayı duvara çarpa çarpa sürüyor. Salak oğlan, ilk günden bozacak canım arabayı.

Pencereden sarkıp onları izlerken kapı açılıyor. Analığım elinde temiz havlularla içeri giriyor. "Kalk kız, kıracan bavulu" diye kışkışlıyor beni. Bileğimden çekip dışarı çıkarıyor. Saçları sürünüyor yüzüme. Babamın kokusu saçlarında, ellerinde.

26 Kasım 2020 Perşembe

Troy'dan Tory'ye Uzanan Bir Kehanet Öyküsü: Asılı Dağ'ın Kahini*


Vladimir Tumanov, çok sevilen ve çok satan, Kraliçeyi Kurtarmak ve Haritada Kaybolmak romanlarının ardından Asılı Dağın Kahini ile yeniden dilimize çevrildi. Kraliçeyi Kurtarmak kitabında çocuklara matematiği sevdirmeye çalışan, Haritada Kaybolmak kitabında ise coğrafyaya ilgi uyandırmayı amaçlayan Tumanov bu kez Truva Savaşı'nı anlatan İlyada'dan bildiğimiz Kassandra karakterinden yola çıkıyor, Kanada'da geçmişte yaşanan bir afetle birleştirip insan eliyle yaratılan doğa tahribatını ve bunun yıkıcı etkisini, önceki kitaplarından aşina olduğumuz fantastik üslubuyla anlatıyor. Çocuk kitaplarının doğal sonucu olarak özgün kaynakların felaketle biten finalini değiştirerek anlatıyı mutlu ve umutlu bir sonla bitiriyor.

Roman, Alberta eyaletinin Rollins kentinde sokaklarda amaçsızca mırıldanarak dolaşan, çevresiyle bağı kopmuş, kimseyle konuşmayan Mırıldanan Kassandra adlı kadınla karşılaşmamızla başlar. Tanık olduğu felaketin ardından bu hâle geldiğini öğrendiğimiz Kassandra Templeton, Tory adlı kasabada yaşamaktadır. Kasaba küçük olmasına karşın çarpıcı doğasıyla turistlerin ilgisini çekmektedir. Bu çekim merkezi, kasabanın üzerine bir şemsiye gibi eğildiği için Asılı Dağ olarak bilinen görkemli doğal yapıdan kaynaklanmaktadır. Kasabanın hırslı Turizm Müdürü Jessica McMadden, jeologların raporunu ciddiye almayarak Asılı Dağ'ın yamaçlarının ortalarındaki düzlüğe çelikten yürüyüş yolları yaptırarak turist sayısını arttırmıştır. Dikkate alınmayan rapor, yürüme yolları ve platformu sabitlemek için dağın temeline açılan deliklerin kayayı zayıflattığı yönünde şüpheleri ortaya koymaktadır. Sessizce ilerleyen çatlak, tam da Kanada'nın bağımsızlığının 100. yıl dönümü için hazırlanan parkın açılış gününde, tüm kasaba halkı şenlik havasında kutlama yaparken bir heyelan yaşanmasına ve Kassandra hariç tüm kasaba halkının ölümüne, kasabanın yerle bir olmasına sebep olur. Kassandra basit bir unutkanlık sayesinde hayatta kalmıştır. Heyelan, Kassandra'nın unuttuğu bayrağı almak üzere eve gittiği sırada olur. Bir anda ailesini, tüm sevdiklerini ve yaşadığı kasabayı kaybeden Kassandra, akıl sağlığını yitirir ve üç yıl boyunca hastanede kalır. Taburcu edildikten sonra halasının yanına taşınsa da hiçbir zaman eskisi gibi olmaz. Günlerini yaş kış demeden her gün Tory'ye giderek geçirir. Saatlerce heyelan alanını izler. Bir müzeye çevrilmiş ve Templeton Evi olarak bilinen eski evine yürür, odasına çıkar ve çekmeceyi açar, kapar bir değişiklik olmasını umut eder gibi bakar. 

Bu girişin ardından beklenmeyen gerçekleşir ve Mırıldanan Kassandra, o enkazın içinden on iki yaşındaki çocukluğuna bir mektup ulaştırmayı başarır ve olaylar lineer çizgide akmaya başlar. Bu noktadan sonra heyecanın dozu artar, arkadaşları arasında Sandie diye bilinen küçük kızın Truva prensesi Kassandra'nınkini aratmayan yazgısına tanıklık ederiz. 

Bilindiği üzere Kassandra, Truva'nın altın çağında hükümdarlık yapan Priyamos'un kızıdır. Aynı zamanda Apollon Tapınağı rahibesidir. Apollon, genç prensese âşık olduğu için ona geleceği görme yetisini bahşeder ancak aşkına karşılık alamayınca onu lanetler. Kassandra geleceği görmeye devam edecek ancak kimseyi kendisine inandıramadığı için gücü gelmekte olanı engellemeye yetmeyecektir. İlyada'dan gelmekte olanın Truva Savaşı'nı bitiren ünlü Truva Atı hilesi olduğunu biliriz. Dünya üzerinde en çok bilinen hikâyeye göre Truvalıları savaşarak yenemeyeceklerini anlayan Akhalar, İthaka Kralı Odyseus'u dinler ve devasa büyüklükte bir tahta at hazırlar ve atı (içinde saklı bir grup askerle) şehrin surlarının önüne bırakırlar. Tüm ordu, geri çekilmiş intibası vermek için çadırları söker, sahili boşaltır, gemilere biner ve Truva açıklarında kaybolur. Truvalılar sonunda barışın geldiğine inanarak, sevinçle sokaklara dökülür, hediye atı surların içine alır ve kutlamalar başlar. Kassandra şehrin sokaklarında beyhude koşarak, dil dökerek Truva'nın sonunu getirecek hazin sonu engellemeye çalışır. Anne, babası bile inanmaz ona. Babası sinirlenir ve çıkışır:

“Felaket habercisi, hangi fesat tanrı seni ele geçirdi yine? Sevincimiz seni rahatsız mı etti? Bunca zaman beklediğimiz bu özgürlük günümüzü neşeyle karşılamamıza katlanamıyor musun? Savaş bitti Kassandra. Ve bu at da bir felaket değil, kentimizin koruyucusu Athene için bir armağandır. Defol, saraya dön çünkü artık sana gereksinmemiz yok. Bugün Troya surları içinde korku değil yalnızca neşe, eğlence ve özgürlük olmalı.”

Troya halkı neşe içinde barışı kutlar, uykuya geçer. Atın karnında saklı askerler dışarı çıkar, kentin kapılarını açar ve Akhalıları içeri alırlar. Truva yakılır, yıkılır ve yağmalanır. Geriye savaşın kazananı olmadığını duyuran dillere destan hikâyesi kalır.  

İsmi Troy antik kentini çağrıştıran Tory halkı da benzer bir şenlik havası içindeyken gelmekte olanı öğrenen Sandie Templeton pes etmeden halkı uyarmaya, kutlamanın yapılacağı alanı değiştirmeye çalışır. Kasaba halkını ikna etmek hiç de kolay olmayacaktır. Tam her şey yoluna girecekken işler yeniden tersine dönecek ancak müttefiklerinin de yardımıyla asla pes etmeyecektir.

Asılı Dağ'ın Kahini her iyi çocuk kitabı gibi her yaştan okuru mest edecek güçte. Romanın ana ekseni okura hayli heyecanlı, sürükleyici bir macera sunsa da, yaslandığı arka plan, çocuklarla doğa etiği, akılcı ve bilimsel yöntemlerle kontrollü endüstri, mitoloji, mitolojik kahramanlar, tarihi ve mitolojik olayların edebiyatta yeniden yazımı üzerine geniş bir yelpazede sohbet etme, üzerine düşünme imkânı sağlıyor. 



Asılı Dağ'ın Kahini 

Yazan Vladimir Tumanov 

Çeviren Mine Kazmaoğlu 

Günışığı Kitaplığı 

* Bu yazı 24 Kasım 2020 tarihinde edebiyathaber'de yayımlanmıştır. 


25 Kasım 2020 Çarşamba

Kendisiymiş Gibi Notos Öykü'de

Gerçeküstü, Rüyalar ve Menzilinden Sapan Öykü 

Kendisiymiş Gibi Tuğba Gürbüz'ün ikinci öykü kitabı. Gri kapak fotoğrafındaki parçalanmış ayna - ya da cam- görüntüsüyle başlıyor okuma. Kapak fotoğrafı okuru az sonra dünyasına gireceği kurmacaya hazırlayan bir eşik aslında. Kapağın ardında Birhan Keskin'den bir dize karşılıyor okuru. Kitapta on sekiz öykü var. Çoğu beyaz yakalı anlatıcıların gözünden aktarılan insanlık hâlleri. Kadınlar, erkekler ama daha çok kadınların dünyasına dalıyor Gürbüz. Varoluş sancısının dünya ağrısıyla kol kola girerek güçleştirdiği yaşamlar, yazma sıkıntısı, annelik, güncel tarihe ayna tutan insani dramlar, kişilik yarılmaları, rüyalar aracılığıyla açık edilen korkular mesele ediliyor daha çok. Okura meseleyi doğrudan aktaran öyküler kurmuyor Gürbüz. Şöyle başlamıştı, böyle olmuştu demiyor. Neredeyse her öyküde yarıya kadar ördüğü gerçeklikten gerçeküstüne sıçrayarak anlatımı genişletiyor. Bunu yapmadığı zamansa kahramanları birbirine dönüştürüp bilinçdışı takıntılarını, çocukluk sancılarını dillendiren çoklu bir kişilik çıkarıyor okurun karşısına. Kahramanlar neredeyse her zaman bulanık bir akılla geziniyor gündelik yaşamda. İçlerine konuşuyorlar, kendilerini acımasızca eleştirip yargılıyorlar. Kurmaca metin yazma arzusuyla kaleme sarılmış olanlar da var aralarında. Kızgın ve çaresizce, içlerinde duran karanlığı dışarı salmak için de olsa yazmak istiyorlar. "Bana yazmayı öğretin profesör kelimelerle öç almayı" ya da "kanadığım yerden yazacağım" deyiveriyorlar hikâye akıp giderken. 

Kitabın ilk öyküsü "Rengi Bulanık" küçük bir yayınevinden kitap çıkarmış, ruhsal çökkünlük yaşayan, yazı erbabı bir kadının gözünden aktarılıyor. Öykü girişinde psikotik bir sıkıntı yaşadığı için ilaç tedavisi gören kadınla tanışıyoruz. Kahramanımız kocası ve kızıyla yaşıyor. Öykü ilerledikçe kocanın tedavinin düzenli gitmesi konusunda gösterdiği özenli davranışları görüyoruz. Kadının ilacını vermek için saatini kurmuş. Alarm çalınca yataktan fırlayıp bir bardak suyla ilacı uzatıyor. Anlatıcı evin içindeki devinimi bize aktarsa da evdekilerden kopmuş, kendi dünyasında gezinir durumda. İlaçları ağzında tutup bir süre sonra tükürüyor. Zihninde onlarca düşünceyle uyanıp gözlerini diktiği duvardaki çatlakta gördüğü şeyin canlanarak onu yıkıcı davranışlara sürükleyeceğine inanıyor. Anneannesinin ve annesinin kaderinin kaderinin kendisini de yakalayacağına... Tatlı bir sıçrayışla Charlotte Perkins Gilman'ın "Sarı Duvar Kâğıdı" adlı öyküsünü duvardaki çatlak motifi öykü kahramanının sıkıntılarını daha derinden kavratıyor okura. Öykü yarıya kadar kadının ruh dünyasına, hastalığına odaklanırken anlatıcının küçük yayınevinden kitap çıkarmış bir yazar olduğunu öğrenmemizle başka mecraya kayıyor. Yazarak rahatlayacağına inanan anlatıcı not kâğıtlarıyla duvarlara iliştirdiği sözcüklerden yola çıkarak bir şeyler yazmak için defterine uzanıyor. Defteri açınca gerçeküstü bir sıçramayla geçmişteki olaylara dönüyor. Öykü büyük yayınevinden kitap çıkarmış yazar -Bay Çoksatan - ve anlatıcı arasında alttan alta süren bir gerilimi merkeze taşıyarak sonlanıyor. 

Tuğba Gürbüz Kendisiymiş Gibi'de okuru hazırlamaya ihtiyaç duymadan etkili başlangıçlarla öyküye girebiliyor ama alt önermenin ağırlığını zayıflatan sıçramalar bu etkili girişleri silikleştiriyor. Bazı öyküleri okuduktan sonra bir ortada bırakılmışlık duygusu gelip yerleşiyor okurun içine. Dili acemice örülmüş, üzerinde çalışılmamış metinlerle sağlam öykülerin yan yana duruyor olması okuma hazzına gölge düşürüyor. 

                                                                                                                                   Şenay Eroğlu Aksoy 

Bu yazı Notos Öykü'nün 83. (Kasım-Aralık 2020) sayısında yayımlanmıştır. 

17 Kasım 2020 Salı

Böyle Olacağı Belliydi

Çağdaş İngiliz edebiyatının en önemli isimlerinden biri Ian McEwan'ın İngiltere'de 2010 yılında yayımlanan Solar romanı 2012 Turkuvaz Kitap baskısının ardından YKY etiketiyle bu yaz yeniden okurla buluştu. McEwan'ın en eğlenceli kitabı olarak lanse edilen roman, iklim değişikliğine dair güçlü bir tartışmayı da okurun kucağına bırakıyor. Bugün, çok da yabancısı olmadığımız yenilenebilir enerji kaynakları, güneş panelleri hakkında hayli detaylı teknik bilgiyi (bana göre) hiç de sıkmadan okura sunuyor. 

McEwan konuya bir roman yazmak fikriyle eğilmemiş. Yazdığı kitapların arasına zaman koymayı önemsediği, her kitabın ardından roman yazmayı bir süreliğine askıya alıp yeni ilgi alanlarına yöneldiği, öğrenmenin hazzı için bilginin peşine düştüğü için gerçekleşen bu ilgiyi şöyle açıklıyor:

"Benim için kitapların arasına zaman koymak önemli, yani roman yazmayı unutup daha çok öğrenmeye, seyahat etmeye dönmek. Örneğin Solar romanımı yazmadan önce iklim değişikliği toplantılarına katılıyordum. Çok mutlu oluyordum orada. Roman araştırdığım için orada değildim. Bazı bilim adamları ve insanlarla sohbet ediyordum, söyledikleri beni konunun içine çekti ve adım adım kendimi bu konunun daha da derinlerinde buldum ve çok sonra bundan bir roman olur dedim ya da bu konuda yazmak istedim."

Roman, okuru ana kahraman Michael Beard ile tanıştıran, onun içinde bulunduğu müşkül durumu izah eden şu paragrafla başlıyor:

"Kimi güzel kadınlara her nedense çok çekici gelen -hafif itici, genellikle kel, kısa boylu, şişman, zeki- o erkek türündendi. Ya da öyle olduğuna inanıyor, bu şekilde düşünmekse sanki öyle olmasını sağlıyordu. Bazı kadınların, kurtarılması gereken bir dahi olduğuna inanması da işine yarıyordu. Ama şimdiki Michael Beard haletiruhiyesi daralmış, hiçbir şeyden zevk almayan, sabit fikirli, dertli bir adamdı. Beşinci evliliği parçalanıyordu ve nasıl davranması gerektiğini, neler olabileceğini görmesi, suçu üstlenmesi gerekiyordu. Evlilikler, kendi evlilikleri, bir dalga kıyıdan ayrılırken ötekinin kıyıya vurduğu, gelgitli olaylar olmamış mıydı hep? Ama bu seferki farklıydı. Nasıl davranacağını bilemiyordu, olabilecekleri görmek ona acı veriyordu ve gördüğü kadarıyla, bu kez üstlenebileceği bir suçu yoktu. Bu kez kaçamak yapan karısıydı ve bunu alenen, onu cezalandırırcasına, hiçbir vicdan azabı duymadan yapıyordu. Beard kendi içindeki hisler silsilesi içinde, an an, yoğun bir utanç ve özlem keşfediyordu. Patrice bir ustayla, kendi ustalarıyla, evlerinde tadilat yapan, mutfaklarını ve banyonun fayanslarını değiştiren, bir çay molasında Michael'a kendi elleriyle yenileyerek Tudorlaştırdığı, Tudor dönemi taklidi evinin fotoğrafını, garaja giden beton döşeli yola dikilmiş Viktoryen tarzda bir lamba direğinin altındaki römorkunda duran botunu ve üzerine kullanımdan kaldırılmış kırmızı bir telefon kulübesi koyacağı boş yeri gösteren o cüsseli adamla görüşüyordu. Boynuzlanmanın ne kadar karmaşık bir şey olduğunu görmek Beard'ı şaşırtmıştı. Azap çekmek basit bir iş değildi. Bu yaşta, artık yeni deneyimlere karşı bağışıklık kazanmış olduğunu kimse söyleyemezdi." 

Bu sıkı karşılaşmanın hemen ardından gelen ikinci paragrafın başında avcumun içine bir anahtar gibi "Böyle olacağı belliydi" cümlesini bırakıyor. O cümlenin öylesine avcumun içine bırakılmadığını bilmeden biliyorum sanki ve onu tutmayı hiç bırakmıyorum. Bir romanın içine girmek, henüz aydınlanmamış dehlizlerin içinden aydınlığa varmak üzere yürümek, bir labirentin merkezine ilerlemeye ve oradan kaybolmadan çıkmaya benziyor. İşin oyunsu yanı, yazarın alenen göstermeden duyurduklarını sezmek olduğuna göre, metnin sırrına her şey açığa kavuşmadan önce varmaya çalışma çabası olduğuna göre, yazarın henüz girişte elime verdiği bu cümleyi kocaman bir yumağa çeviriyor, yürüdüğüm yol boyu avcumun içinde tutuyorum. Beard başını beladan belaya soktukça, o an için yırtmış gibi dursa da, avcumun içinde tuttuğum ip elimi kesiyor ve beni uyarıyor: Dur, hele, bak daha neler olacak ve sonunda benim dediğime geleceksin, "Böyle olacağı belliydi" diyeceksin. Bu his, o yarı uyanıklık içinde, alarmın çalması gibi bir şey, yorganın içine gömülmek, alarmı tamamen kapatmak yerine ertelemeye almak gibi belli aralıklarla kendini belli ediyor, tamamen uyanmanı ve kapatmanı bekliyor. Burada yol boyu fark ettiğim, büyülendiğim nice ayrıntıyı paylaşabilirim ancak Solar'ı okuma hazzını kesintiye uğratmayacak şekilde özetlemenin mümkün olmadığının da farkındayım. Bir kere anlatıyı başından sonuna diri tutan, polisiye sayılabilecek bir merak duygusu var. Bu merakı tatmin etmek başlı başına bir keyif. Bu hazzı sabote etmenin ne büyük ayıp olduğunu bildiğimden, gevezelikten uzak durmaya çalışarak kitabın bende uyandırdığı bir diğer unsurla, yani "Böyle olacağı belliydi" fikriyle ilerleyeceğim. Bana göre Solar, bir "özyıkım" öyküsü. Romanı tek kelimeye indirgeyebilmem biraz da Tomris Uyar sayesinde. Dilimin ucundaki yoğun tat, John Cheever'ın Yüzücü kitabının sunuş yazısı ile belirginleşti. Tomris Uyar söz konusu yazıda şöyle diyor: 

İlk çevirdiğim öyküsü "Arjantin Başkanı" beni büyülemişti. Romancılığa sığmayacak kadar merkezkaç bir öykü anlayışı vardı. Yine de ancak Günceler'ini (ölümünden sonra yayımlanmış itirafları mı desek?) okuyunca ne yapmak istediği daha bir açıklık kazandı: Aslolan hep kum tanecikleriydi. Onları değişik formlarda bir araya getiriyor, aynı konudan -tersi ve yüzü olmak üzere- iki öykü yaratıyordu. 

Bir güncesinde şöyle yazıyordu: 

"Özyıkımcılığın içe işlemeye başlayan ilk belirtisi bir kum taneciğinden farksızdır. Bir baş ağrısı, önemsiz bir sindirim bozukluğu, bir parmağın mikrop kapmasıdır. Yine de siz 8.20 trenini kaçırır, kredi vaatlerinin tartışılacağı toplantıya gecikirsiniz. Öğle yemeğinde buluştuğunuz eski dost, ansızın sabrınızı taşırır; ona hoş görünmek için fazladan üç kokteyl içersiniz, artık günün ne tadı ne tuzu kalmıştır, ne anlamı ne önemi. Güne yeni bir amaç, biraz gündelik kazandırma çabasıyla kokteyllerde çok içer, çok konuşur, birisinin karısına asılır, saçma sapan olmadık bir şey yaptıktan sonra da ertesi sabah ölsem daha iyi duygusuyla uyanırsınız. Ama bu cehennemin dibini nasıl boyladığınızı geriye doğru sararken başlangıçtaki o kum taneciğinden başka bir şey bulamazsınız."

Bir kez romanı "özyıkım" kavramı üzerinden okumaya başlayınca, Michael Beard ile ilgili her şey bambaşka bir görünüm kazandı. Sürükleyici, eğlenceli, komik sıfatlarını (ki benim de yer yer kahkahalar attığım doğrudur) bir kenara atıp, "bir dakika asıl hikâye bu değil" diyerek kendi kuyusunu kendi kazan zeki ama duyarsız bir adamın portresine bakmaya başladım. "Kim bu adam?" sorusunun cevaplarını toplamaya koyuldum. 

Michael Beard, yıllar önce yaptığı çalışmalarla Nobel Fizik ödülünü alsa da heyecanını, coşkusunu, merak duygusunu yitirmiş, yıllardır yeni bir üretimin içinde olmayan, yıllarını Nobel'in kaymağını yiyerek geçiren bir fizikçidir. Onursal öğretim üyesidir ama ders vermez. Enstitülere ismini, ünvanını kiralar, komisyonların başında oturur, akademik dergilerde danışman editörlük yapar, uluslararası dev kongrelerde boy gösterir, ona Nobel ödülünü kazandıran Beard-Einstein Tümleştirmesi üzerine konferans dizileri yapar, sık sık medyaya çıkar. Tüm bunlardan elde ettiği geliri yetersiz gördüğü sırada, hükümetin iklim değişikliğiyle sözde değil özde ilgilenmeye karar vermesi üzerine Ulusal Yenilenebilir Enerji Merkezi'nin başına geçer. Merkezin başına geçtiği ilk zamanlar, çatıların üzerine yerleştirilecek -ki pek de verimli olmadığı anlaşılacaktır- rüzgâr türbini geliştirilmesiyle ilgilenirken özel hayatında kopan fırtınalar neticesinde kendisini giderek daha çok iklim tartışmalarının ve çözüm önerilerinin, geliştirilen projelerin, çalışmaların içinde bulur. Oysa işin başında iklim krizine dair söylenen şiddetli yorumları hiç de etkili bulmamaktadır. Anlatının başladığı 2000 yılından, sona erdiği 2009 yılına vardığımızda Beard'ın yenilenebilir enerji konusunda büyük ilerleme kaydettiği, zafere ulaştığı görülmektedir ancak aradan geçen dokuz yılda çevresine, ilişkide bulunduğu kadınlara, kendi bedenine, sağlığına karşı yıkıcı ve duyarsız olan bu dahi için perde güzel kapanabilecek midir? Her şey bittiğinde kendisinde tüm bunları başlatan ilk kum taneciğini bulma cesareti bulabilecek midir? 

Edebiyat biraz da kendimize sorular sormak ve düşünmek için alan yaratmak çabası olduğuna göre eninde sonunda bizim de kendi kum taneciklerimize bakmamız şart. 



Solar 

Yazar Ian McEwan 

Çeviren Kıvanç Güney 

YKY 

1. Baskı Ağustos 2020 







16 Kasım 2020 Pazartesi

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 31

 Bilmek isteyen yola çıkar. 

Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli ebeveyn ipuçları
Yürümeyen şeyden öğrenecekleriniz çoktur. 
Bazen işler istediğiniz gibi yürümediğinde, bekleyin ve kendinize sorun. "Bunu söylediğimde ya da yaptığımda hangi ihtiyacımın karşılanmasını istiyordum? Bu ihtiyacımın daha iyi karşılanması için ne söyleyebilir ya da yapabilirdim?" 

Ben ne düşünüyorum? 
Bu soru beni pek bırakmıyor. İpucu olarak karşıma çıkmazdan önce de işlerin (özellikle ebeveynlikte) umduğum gibi gitmediği anlardan sonra bundan kaçınmak, farklı ilerletmek mümkün müydü diye soruyorum. Çoğu zaman altından yorgunluk, sabırsızlık duyguları, dinlenmek ve yalnız kalma ihtiyacı çıkıyor. 
Anne olmak bazen süperkahramanlığa soyunmak gibi bir şey. Kolaylıkla bitmeyen bir verme alanına dönüşebiliyor, yorgun olduğunda, canın istemediğinde bile "Hayır" diyemediğin, ertelenmesi akla dahi gelmeyen bir verme alanı. Oysa yorgun ve isteksizken, başka yapmamız gereken şeyler varken "Hayır," demek, gerekçe bildirerek herkes için uygun bir zaman dilimi belirlemek, daha sağlıklı sınırlar çizmeyi sağlamaz mı?


Deniz'le nasıl paylaşıyorum? 
Muhtemelen çoğu ebeveyn benzer haller içerisinde. Çocuklar aylardır akranları yerine bizimle zaman geçiriyor. Çoğunlukla evdeler, canları sıkılıyor ve eğlenme ihtiyaçlarını gidermek istiyorlar. Hep özlemini çektiğimiz gibi her zaman kendi yaratıcı çözümlerini bulamıyor ve ilk çare olarak bize koşuyor ve bizimle oynamak istiyorlar. Bu, beraber zaman geçirmek açısından keyifli bir fırsat olsa da bizim de kendi kaygılarımız, yorgunluklarımız ve yürütmek zorunda olduğumuz sorumluluklarımız var. Bazen canımız oyun oynamak istiyor ve bunun tadını çıkarıyoruz. Bazen de istemiyor. Zihnimiz onları duyamayacak denli kalabalık oluyor. Bazen bunu dile getiriyorum ve başka bir zamana erteliyorum. Bazen de kendi ruh hâlimi, olduğu gibi ortaya koymuyorum ve yapamayacağımdan fazlasını sunmaya gayret ediyorum. Tatsız, tuzsuz, sabırsız olsam bile. 


Deniz'in geri bildirimi ne? 
Deniz her çocuk gibi oyunu, eğlenceyi ciddiye alıyor ve bir tür adanmışlıkla eyleme geçiyor, karşı taraftan da benzer bir tepki bekliyor. İsteksizliğe, baştan savan davranışlara alınıyor ve "O zaman hayır deseydin," diye yanıtlıyor. Haklı bir tepki. 

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
Canım istemediği halde, kendimi oynamaya, ilgilenmeye mecbur hissettiğimde, ilgimi, sabrımı kaybetmenin pamuk ipliğine bağlı olduğunu gözlemliyorum. Bunu defalarca deneyimlesem de, Deniz'in ihtiyaçlarını önceliyorum. Bu fiziksel ya da eğitimle ilgili bir ihtiyaçsa kendimi harekete geçme konusunda motive ediyorum. Eğlenmek, oyun gibi bana daha tali gelen bir ihtiyaçta her zaman aynı canlılığı hissetmiyorum. Ve önce yaparmış gibi davranıp sonra kendimi sıkışmış hissediyorum. Oysa çocuklar bizden kibar olmamızı değil, dürüst olmamızı bekliyor. 
"Hayır" deme hakkımızı her zaman saklı tutmamız gerektiğini unutmayalım. 

Kendimi nasıl değerlendiriyorum? 
Farkında olmak, her zaman tutarlı davranmama yol açmıyor. Kibar olmak adına kendimizden, dürüstlüğümüzden vazgeçmek, içimizde gerçekte olana bitene kulak asmak yerine başkalarını memnun etmek üzere harekete geçmek öğretilmiş bir şey. Bu eski alışkanlıktan kurtulmak hiç de kolay değil ama en azından en yakınlarımızla ilişkilerimizde içimizden geçenle, dilimize vuranın tutarlılığına daha çok dikkat etmek gerekmez mi? 
İşte dikkat edilecek bir husus daha! 

Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz

 



14 Kasım 2020 Cumartesi

Çehov, Öykü ve Gecikmiş Bir Merhaba

 

Kitap oburluğu, evde okunacak yığınla kitap varken, yenilerini satın almayı, kütüphanelere dadanmayı, arkadaş evlerinde raflara göz devirmeyi gerektirir. Ben de tanımın gereğini hakkıyla yapıyorum. Pandemi nedeniyle ev gezmeleri bitse de, sohbet aralarında bahsi geçen kitapları ödünç istemeyi ihmal etmiyorum. 

Çehov, işte bu şekilde elime geçti. Pandeminin ilk zamanlarında, dışarıda değiş tokuş ettiğim bu kitaba dair şöyle not düşmüşüm blogta kalan taslaklardan birine vaktiyle:

"Çehov okuyorum şu sıra. Tuğla kalınlığında kitap. 37 öykülük bir seçki. Çok beğendim. Öykünün tanımını, sınırlarını yeniden düşünmeme yol açtı. Öykü sanatı, kimi insanların nasıl yaşadığı hakkında, deneyimler hakkında. Çehov’un bana gösterdiği de bu. Evrensel olana, insana dair olana ait manzaralar göstermese hala okunabilir mi? 1800'lü yıllardan kalma öyküler olduğu halde zamana yenik düşmemiş hikâyeler bunlar. At arabasının yerine otomobil koysak, insanların eline cep telefonu tuttursak sırıtmayacak denli güncel. Çünkü insanı kuşatan çevre değişse de insan özünde hep aynı, zaaflarıyla, hırslarıyla, özlemleriyle, tutkularıyla hep aynı. Maharet bunları gösterebilmekte, bu evrenselliği yakalayabilmekte. Çok yalın, akıcı bir dil. Bir anda yakalıyor kişiyi. Okuma kolayca ilerliyor. İşte bu kadar basit, öykü yazmak dedirtiyor, bir insanı ele al, onun sorunlarından, zaaflarından bahset. 

Öyküler kalabalık, öyle tek mekânın, tek zihnin içine sıkışık değil. Düşünceler arasında yitirmiyor kendini, canlı yaşam dolu, her zaman iyimser değil, hatta çoğu zaman iyimser değil. Sorguluyor, sorgulatıyor, capcanlı anlatıyor."

Aylar geçmiş, taslak bu haliyle kalmış, beni yazıyı bitirmem için bekliyor. Yeni bir söz söyleme, sürdürme hevesim kalmamış gibi sessizim bu aralar. Ayı neredeyse yarılamamıza rağmen tek bir "merhaba" dökülmemiş  ağzımdan. Öyleyse bu çok beklemiş, handiyse bayatlamış, yazılma  anındaki hevesini, heyecanını kaybetmiş Çehov okumaları üzerine tohumu itinayla sayfalarım arasına gömerek başlayayım yeni aya, buradan rengârenk bir bahçeye varmayı umarak. 

MERHABA!

 

 

 

31 Ekim 2020 Cumartesi

Kelimelerle Oyun:2

 

Anahtar kelimeler: mavi çizgi dalga neşe yıldız gri kare gök gürültüsü korku şimşek 

Küçük bir kız... Mavi bir yıldız çizdi kağıdın ortasına bulut niyetine. Ve annesine baktı neşeyle. Eğildi kadın. Öptü kızı geniş alnından. İçi dalgalandı küçük kızın ve kaydı uykunun hafif dalgalı kollarına. Uyku karabasan gibi çökerken odaya, gökyüzü grileşti, gümbürdedi, şimşek aydınlattı içerisini. Küçük kalbi gümbür gümbür çarptı korkuyla ve saklandı masanın altına. Bazı günler gökyüzü erken kararır. Buz erken biter, sofra kurmak uzun sürer ve şangırdar camlar, dağılır parçacıklar. Ağlar çocuklar ve kadınlar. Sarsılır duvarlar. Kömür karası yürekler yumuşamaz. Yumruklar açılmaz. Pişmanlık yuvalanmaz ve öfke yerin dibine girmez. Utançta yarılır tüm tanıklar, koltuklar ve de duvarlar, halılar, sofalar ama kare bir duvar , üçgen bir saat, yuvarlak bir saat... Yarım kalan yazılar...

30 Ekim 2020 Cuma

Evden Uzakta... Bir Ormanın Kıyısında...

Aylar sonra ilk kez bir oteldeyim. Asansörden odaya doğru ilerlerken sırtımızı denize döndüğümüzü fark edince biraz hayal kırıklığına uğruyorum. Kasabaya bakmak yerine denize bakmayı tercih ediyorum ancak bina, her odaya deniz manzarası verecek şekilde konumlanmış. Dolayısıyla bizim de payımıza havuz ve deniz manzarası düşüyor ve de dalga sesleri... Suyu görmenin üzerimde rahatlatıcı, keyif veren bir etkisi var. Yakında deniz gören bir balkondan çıkıp ovaya bakacağıma inanamıyorum. Öyleyse bu satırları yazarken yerleştiğim koltukta, sık sık başımı kaldırmalı ve Karadeniz'in ona biçilen hırçın sıfatına inat, çarşaf gibi sularına bakmalıyım. Gözlerimi açtığım ve ilk yedi yılımı geçirdiğim Karadeniz kenti dışında çoğunlukla (üç yıl hariç) boğaz kıyılarında yaşadım. Dolayısıyla gözüm şu anda önümde uzanan engin, açık deniz manzarası yerine yıllarca ama yıllarca karşı kıyıyı gördü. Bu kadar uzun süre ama karşı kıyının, ama bir ada parçasının suların içinden dikilerek denizin enginliğini kesmesi insana o insan olmaya has, ne yapsa üzerinden atamayacağı kısıtlılığını hatırlatıyor galiba. 

                                                                                     *

Bugün öğle saatlerinde longoz ormanının derinliklerine doğru kürek çekerken aniden bastıran sağanak da bu kısıtlılığı fark etmeme yol açıyor. Kendi yarattığımız medeniyetin uzağına çıktığımız anda, doğanın içinde ne kadar zayıf olduğumuzu ve kontrol gücümüzün ne denli az olduğunu... Henüz kürek çekme ritmini tutturmaya, kanonun yönünü ayarlamaya çalışırken başlayan ve giderek hızlanan yağış karşısında artık dönülmez noktadayız. Geri dönemeyecek kadar uzağız kıyıdan ve ilerlemek dışında bir seçeneğimiz yok. Orada su longoz ormanının içine doğru akıyor, durgun ve dalgasız... Yüzeye düşen yağmur damlaları yukarı doğru zıplıyor ve olduğu yere geri düşüyor. Yere düştüğü noktada su uzuyor, kısalıyor ve birbiri içine geçmiş daireler merkezden uzaklaşıyor, tüm yüzey aynı hareketi kusursuz bir benzerlikle tekrarlıyor. Nedenini, nasılını bilmiyorum ama bu tekrarın insanı büyüleyen bir yanı var. Hızla aşağı, hop bir adım yukarı... Bir damla, iki damla, on damla, yüz, bin, on bin... Yalnızca bu da değil. Şimdi bu saatte bile gözlerimin önünde aksi suya düşen bulutlar ve de ağaçlar... Yaşamak için her ne kadar medeniyete ihtiyaç duysak da, kendimizi en huzurlu saydığımız anların doğanın içinde olması hiç de boşuna değil.

Kelimelerle Oyun:1

 

Anahtar kelimeler: Kırmızı alev çıtırtı öfke deniz feneri mavi çizgi dalga neşe yıldız 

Kırmızı bir alevdi öfkesi 

Teninin altında çıtırdayan 

Deniz mavi ve çizgili 

Uzak bir deniz feneri 

Onu neşeye çağıran bir yıldız 

Dalgalarla uzaklaşmakta 

Şiir ne zor, safi simge. Üzerinde oynanmalı, düşünülmeli. Yapamam ben, diyor içimde bir ses. Sen kim şiir yazmak kim diyor. Afili kelimeleri bir araya getirdin de şiir mi oldu, diyor. Diyor oğlu diyor, diyor kızı diyor. Hep bir yetersizlik içimdeki. Nereden başladığı ve neden bitmediği belli olmayan. Yoksunluk tenimi, zihnimi yakan kan kırmızı bir öfke. Uzakta ve dalgalanmakta. Oysa neşe topları gibi atılmıştık hayata meraklı, oyuncu ve hevesli. Denizin mavisi, güneşin sarısı, portakalın turuncusu, can eriğin yeşili hepsinin içinde sarmalanmakta. Nerede bütün renkler? Nerede sarı, turuncu, mavi, yeşil? Neden yalnızca kırmızı yaklaşmakta bana? Sıcak ve boğucu. Yıldızsız bir gecede neşesini kaybetmiş çocuklar gibiyiz. Günün aydınlanmasını ve renklerin bir bir belirmesini bekliyoruz. Dalgaların sesi ayağa kaldırıyor her birimizi. Kumların üzerinde yol alıyoruz. Çakıl taşları paralıyor ayak tabanlarımızı ki onları oluşturan mineraller parlamakta. Yıldız yıldız olup tuzlu suya akmak istiyor bedenim çakılların üzerinde yuvarlanıyorum, suya, rüzgara ve sıcaklığa bırakıyorum kendimi tel tel parçalanmaya, un ufak olmaya ve çoğalmaya. 



28 Ekim 2020 Çarşamba

Ekimden kalanlar...

Pandemi üzerine

Pandemide yedi ayı geride bıraktık. Uzunca bir süre hep uzaklarda, fiziki mesafesini korumayan, önlem almayan kimselere bulaşacağını düşündüğümüz, inandığımız virüs giderek yaklaşıyor. Bizzat tanıdığım iki kişi ve bir arkadaşımın annesi babası virüse yakalandı. Artık çember daralıyor diye düşündüğüm, mevsimsel grip vakalarının artışa geçeceği günlerde yeniden eve kapanmayı, önlemleri arttırmayı düşünürken (yaklaşık bir ay kadar önce) Sağlık Müdürlüğü'nden arandım. Bir hafta önce temas ettiğim bir kişi pozitifti ve kendimi ev karantinasına almam söyleniyordu. 

Birkaç telefon görüşmesinin ardından sağlık personeli olduğum için temasın üzerinden yedi gün geçtiğinde pcr testi yaptırabileceğimi, sonuç negatif ise ev karantinasına gerek olmadığını, çalışabileceğimi öğrendim. Kişisel korunma ekipmanlarını ihmal etmediğim için virüsün bulaşmış olduğuna pek ihtimal vermesem de pandemi hastanesinin yolunu tuttum. PCR testi için örnek vermek katlanılabilir ancak biraz nahoş bir deneyim. Örneği verdikten sonra bekleyiş süresi başladı. Bu süreyi evdekilerden uzak durarak, maske takarak, masanın bir ucuna, uzağa ilişerek geçirdim. Kendimi bir haftalık ev karantinasına hazırlamışken gece test sonucumun negatif çıkmasıyla ertesi gün yeniden işbaşı yaptım.

Şimdi okullarda yüz yüze eğitimin başlaması, vaka sayılarının geçen yılı aratması üzerine tedirginliğim yeniden yükselişte. Hadi hayırlısı... 

Biten yaz mevsimi üzerine

Yaz mevsimini arkamızda bırakıp güzü karşıladığımız günlerin içinden geçiyoruz. Hava henüz çok da soğumadı. Giysi seçimleri değişti. İnce bir hırka, şort yerine pantolon, sandalet yerine kapalı bir ayakkabı... Sabah serinliğinde evden çıkıp akşam dönenler için güz başladı. Öğle saatlerinde dışarı çıktığımızda ise yazın geride kaldığını kolaylıkla unutuyoruz. Öylesi günler işte. 

Geride bıraktığımız yazın yorgunluğu var üzerimde. Yeni bir mevsimi karşılamanın ağırlığı, başımı koyup uzun uzun uyuma isteği. Dinlenme ihtiyacımı tam anlamıyla gideremezken yeni, hibrit okul programına adapte olmaya çalışıyorum. Haftada beş gün online derslerle başlayan öğrenim yılı, iki gün yüz yüze, bir gün online olmak üzere sürüyor. Online derslerin olduğu günler çocukların hâli evlere şenlik. Tenefüslerde, öğle tatillerinde sanki bahçedeymiş gibi online platformda sohbete devam ediyor, tabaklarını ekranın karşısına koyuyor beraber yemek yiyorlar. Çocukların uyum yeteneği belki bizimkinden yüksektir bilemiyorum çünkü ben zamanı yakalayamadığımı, ipin ucunu kaçırdığımı düşünüyorum. 

Hareket etmemek üzerine

Sabahları erken uyanmak, güne yogayla başlamak eski bir rüya sanki. Zahmet isteyen alışkanlıkları oturtmak ne zor. Yalnızca bir gün yapmadığında onca emek hop diye uçuveriyor havaya. Oysa Süper Yaşlı kitabını okurken kendime yeni sürdürülebilir beslenme ve hareket etme alışkanlıkları oturtmaya çalışırken ne kadar da motive hissediyordum. Şimdi eve gitmek, perdemi çekmek, loş odada uyumak ve uyumak istiyorum. Bir kış uykusuna yatar gibi uyumak, sermek önüme kelimelerimi ve onlardan yeni hikâyeler örmek istiyorum. Geçen ay sonunda ilk kez bir grup okurla buluştuk zoom üzerinde. Öykü yazarı Tunç Kurt'un beşinci yıla varan okuma grubuyla Kendisiymiş Gibi'yi konuştuk. Her bir üyenin kalbine dokunan yerleri dinledim. Pandemi nedeniyle fiziksel olarak okurla buluşma imkânı ortadan kalktığı için bu buluşma benim için ilkti. Bir saatlik sohbetin tadı damağımda kaldı, anısı hoş bir seda şimdi.