26 Şubat 2014 Çarşamba

Çanakkale’den “!f²” Geçti

 
Geçtiğimiz hafta sonu Mahal, “!f²” Film Festivali'ne ev sahipliği yaptı. 1980'li yıllarda İran'dan ayrılan Arash ve Arman Riahi kardeşlerin çektiği belgesel film, Her Gün İsyan izleyiciyle buluşan etkileyici yapımlardan birisiydi.
 
New York'taki Occupy hareketinden, İspanya'daki Indignados'a, Mısır'daki Arap Baharı'ndan, Suriye isyanına, dünyadaki yaratıcı ve barışçıl direniş  biçimlerinin ve sivil itaatsizlik eylemlerinin izini süren belgeselde, Femen, Srjda Popovic, John Jackson gibi tanınan aktivist ve kolektiflerin yanı sıra Erica Chenoweth gibi akademisyenler ve daha az bilinen hareketlerin temsilcileriyle de görüşülmüş. 
Erica Chenoweth, bir siyaset bilimci, Oslo ve Denver Üniversite'lerinde ders veriyor. 1900 ve 2006 yılları arasında yürütülmüş silahlı ve şiddet içermeyen 323 hareketi incelemiş. Çalışmaya ilk başladığında şahsi düşüncesi silahlı mücadelenin daha etkili olacağı yönündeymiş. Ama bilimsel veriler şiddet içermeyen potestoların iki kat daha etkili olduğunu göstermiş. Belgeselde dünyanın her yerinden zeki, komik ve şiddet içermeyen protesto örneklerine yer veriliyor. Benim en çok ilgimi çeken ( daha önce hakkında hiç bir fikir sahibi olmadığım için) Ahmed Zaino ve arkadaşlarının Suriye'de yaptıkları şiddet içermeyen protestolar oldu.

 
"Eğer silahlarla konuşmak istemiyorsanız başka bir dil konuşmalısınız." diyen Zaino ve arkadaşları zeki, komik ve şiddet içermeyen pek çok yol bulmuş.
Rusya ve Çin'in BM Güvenlik Konseyi'nin Suriye ile ilgili kararını veto ettiği günlerde bir gecede Şam'ın bütün çeşme sularını kan kırmızısına boyamak (Gösterilerde ölen insanların kanını temsil eden kırmızı boyalı sular halkın çok ilgisini çekmiş, gizlice filme alınan görüntüler youtube'ta yayımlanmış. Esad'ın güvenlik güçlerinin boyalı suları değiştirmesi tam bir hafta sürmüş.), Esad'ın konutu yakınlarında üzerinde "Özgürlük", "Sen ve ben hâlâ kardeşiz!" yazılı turuncu boyalı yüzlerce pinpon topu atmak (Silahlı, üniformalı askerler zıplayan topların peşinde koşarak onları toplamaya çalışmış.) ve bir gece yarısı Şam'ın farklı bölgelerinde ağaçların içine saklı megafonlardan yükselen Esad rejimi sırasında yasaklanan eski bir Suriye şarkısı, şarkı bitince Zaino'nun "Biz insanız. İnsanların ölmesi gerekmiyor! Birbirimizi öldürmeye bir son vermeliyiz." diyen sesini yayınlamak (Sonuç çok etkiliymiş. İnsanlar sokaklara dökülmüş ve ağlamış. Askerler saklı megafonları hızlıca bulmak için ağaçları kesmişler.) gibi.
Sonuçta, Suriye'de şiddet içermeyen protestolar işe yaramamış gözüküyor. En az 120 bin ölü, ülkeden kaçmak zorunda kalan 2,5 milyonun üzerinde insan... Zaino da ölümle tehdit edilince Ürdün üzerinden Paris'e giderek ülkesini terk etmek zorunda kalmış.
Erica Chenoweth, "Direniş şiddet içermeyen haliyle devam etseydi savaş çıkmazdı diyemem ama çalışmalarımızın verileri, kazanım elde etmede barışçıl direnişlerin silahlı çatışmalara göre iki kat daha etkili olduğunu ortaya koyuyor." dedi.
"Ahmed Zaino ve arkadaşlarının yaptıklarının önemini anlamak için 2011 sonbaharında Şam'ın durumuna dönüp bakmak gerekir." dedi ve ekledi. "İnsanların kafası karışıktı, korkuyorlardı. Hükümetten ikna edici açıklamalar geliyordu. Kime inanacaklarını şaşırmışlardı. Birdenbire çeşmelerden akan kırmızı suları gördüler. Kendilerine neler olup bittiğini sormaya başladılar ve karşı tarafı destekleyip risk almaya başladılar. Çünkü yalnız olmadıklarını gördüler."
Bu makalenin tamamına ulaşmak için aşağıdaki linki tıklayın.
 


 

24 Şubat 2014 Pazartesi

KAYIP MASALLARIN İZİNDE


Yolları severim. Yolun kendisinin bir hikâyeye dönmesini de... Daha gençken, daha sabırsızken öyle düşünmezdim. Yolları koşarak, uçarcasına geçmeli ve sona varmalıydım. Hayatın bir döngü olduğunu, ilerledim zannederken hep aynı yerlerden geçtiğimi, buna ancak yola eşlik eden insanlarla, hikâyelerle katlanabileceğimi görünce yavaşladım. Yolun sonunu düşünmeyi bıraktım.
Geçen hafta kayıp yörük masallarının peşinde uzun bir yol hikâyesi dinledim. Bana iyi geldi, siz de bilin istedim. Balıkesir, Ankara, Antalya, Mersin civarında son elli, altmış yılda yerleşik hayata geçen yörüklerin evinde başlayıp Mersin'in Aydıncık ilçesi tepelerinde kışı geçiren son konar göçer Sarıkeçililer'in* çadırlarına uzanan bir yol hikâyesi, bir ayda 10 bin km. yol, yüzlerce hane ziyareti...
Çanakkale Kent Müzesi, ÇAYEK, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ortaklığıyla düzenlenen masal söyleşilerinin üçüncüsü 19 Şubat 2014 tarihinde Çanakkale Kent Müzesi'nde gerçekleşti. Kayıp Masallar ekibinden iki konuk, Hüseyin Çağlar İnce ve Kenan Özer masalın önemine dikkat çekmek, unutulmak üzere olan son masalları bulmak üzere başladıkları projeyi anlattı.
Bir varmış, bir yokmuş. Evlerde elektrik, televizyon, internet, kapıların önünde otomobiller yokmuş. Masallar varmış sessiz ve karanlık geceleri aydınlatan, kervan yollarıyla gezen, her coğrafyada isim, yorum değiştiren. Tak Tak Eden Gabacık, Hansel ve Gretel'e, Kız KardeşPamuk Prenses ve Yedi Cüceler'e dönmüş. Ama her masal bu kadar şanslı değilmiş. Bir masal varmış, yüzlerce yıldır kervanlarla, göçerlerle ağızdan ağıza, gönülden gönüle aktarılan; torunlar artık nineleri, dedeleri dinlemez olunca daha az dillendirilen, neredeyse unutulan... İnsanın hırsı yüzünden yüzlerce bitkinin, hayvanın, dilin, masalların, tesellemelerin yok olduğu dünyada sonunun yakın olduğunu bilirmiş. Ama o bir masalmış işte, bizlere inanma, umut etme gücü veren. Öylece çekip gidememiş. Unutulan her masalla iyilerin kaybedeceğini, kötülerin kazanacağını bilirmiş.  Dağlara, taşlara, kuşlara fısıldanan cılız bir fısıltıymış önce, ses olmuş, feryat olmuş, "Hırs, insanı kör eder, ahmak eder, ey insanlar!" diye bağırmış. Bu sesi duyan bir grup genç yola düşmüş. Kentte başlayan, köylerde çoğalan, ama bir türlü tamamı hatırlanamayan, sonunda ne olacağı bilinemeyen, yollarını kesen o masalı aramışlar durmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Sarıkeçili bir masal dedesinin yanına varıp soluklanmışlar. Cemal dede, bir çırpıda anlatmış masalın tamamını. O gün bugündür Köse masalı iyi insanlara ulaşmak için söyleşileri, festivalleri gezer dururmuş. Sineğe vurdum palanı, dinlettim mi size bu koca yalanı? O yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan...

* H. Çağlar İnce'nin Atlas Dergisi için yazdığı Sarıkeçililer ile ilgili yazılara şahsi bloğu olan caglarince.wordpress.com adresinden ulaşabilirsiniz.
 
Stop-motion (Kukla canlandırma) tekniği ile canlandırılan kısa film: KÖSE
Yönetmen: Kenan Özer - Seza Güneş
Kukla Tasarım: Seza Güneş
Müzik: Gökhan Tanacı
Kurgu: Caner Kayar
Proje Koordinatörü: H. Çağlar İnce
http://vimeo.com/80083400
 

21 Şubat 2014 Cuma

Galina'ya Veda


Nazım'la 7 Yıl kitabının yazarı, Nâzım'ın doktoru, hemşiresi, sekreteri, çevirmeni, Galina Grigoryivna Kolesnikova, 17 Şubat 2014 tarihinde 97 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Galina'ya kitabın türkçe çevirisi için Can Dündar'ın kaleme aldığı önsözle veda edelim.

GALİNA'YA VEDA

Beyaz gecelerin, akşamdan kalma aydınlığında uçmuştuk Moskova’dan Urallar’a…
Serin bir Temmuz sabahıydı.
Rus uçağı bizi Çaykovski’nin doğum yeri olarak nam salmış İjevsk’e götürüyordu.
Oradan bir taksi kiralayıp Votkinsk’e geçtik.
Yanımda, Nâzım Hikmet Vakfı’nın genel sekreteri Kıymet Coşkun vardı.
Votkinsk’te çok katlı sosyal konukları andıran bir apartmanın giriş katında kapıyı çaldık.
Kapıyı, mavi gözlerine kadar inen beresiyle 82 yaşında, güler yüzlü, sevimli bir ihtiyar açtı.
Oydu:
Galina Gregoryevna Kolesnikova….
Kısaca “Galya”…
Nazım Hikmet’in “Kanaryacık”ı”… “Güllü hanım”ı… “Galuşka”sı…
Samimiyetle içeri buyur etti bizi…
Küçük, basık, bakımsız bir evdi.
Ama evin asıl önemini salona girince fark ettik.
Burası, içinde insanların yaşadığı bir “Nazım Hikmet Müzesi”ydi.
Şairin şiirlerini yazdığı masa, notları, kitapları, kütüphanesi, dünyanın dört bir yanından ona gönderilen hediyeler, oğlu Memet’in çocukluk resmi… hepsi, hepsi salonda duruyordu.
Sanki Nâzım dün evden çıkıp gitmiş gibi…

Nazım Hikmet belgeseli için röportaja gitmiştik.
Galina’nın boynunda Nâzım’ın hediyesi tahta oyma bir broş vardı. Ayağında yine Nâzım’ın hediyesi eskimiş ayakkabılar…
Çekim öncesi ikram faslında fark ettim, aradan geçen 40 yıla rağmen hala “Nâzım” derken buruşuk yüzünün çiçeklendiğini….
Haksız değildi.
1953′ten 1960′a kadar 7 yıl beraber olmuşlardı. Kitapta da okuyacağınız gibi Nazım “Kendinle gurur duy. Ben hiçbir kadınla seninle olduğu kadar uzun süre birlikte yaşamadım” demişti.
Kendi deyimiyle “Nazım’ın karısı”ydı.
Sadece karısı mı?
Doktoru, hemşiresi, sekreteri, tercümanı, mihmandarı, aşçısı, şoförü, daktilografı, muhasebecisi, kameramanı, hatta berberi, tellağı, dert ortağı…
Şair’i 4 kez Azrail’in elinden almış, şiirlerini ilk o dinlemiş, 7 yıl boyunca her gittikleri yerde hemen yanıbaşında olmuştu.
Kitapta da bahsedilen Peredelkino’daki kır evinde bulunan 4 metre uzunluğunda masanın bir ucunda Türkçe klavyeli daktiloda Nazım yazar, bir uçtaki Rusça klavyeli daktiloda Galya çevirirdi.
Seyahatteyseler vapurda, trende, arabada Nazım’ın aklına gelen bir düşünceyi, mısrayı portatif daktilosunda yazan yine O’ydu.
Fotoğraflarında sıkça görünen tayfa fanilasını o almıştı.
Nazım’ın Memet’e gönderdiği oyuncak atı da…
Münevver’e yolladığı hediyeleri de…
Nazım yurtdışındaysa Münevver’e parasını o yollar, makbuzlarını o saklardı.
Nazım’a karısından gelen mektupları birlikte okurlar, birlikte yanıtlarlardı.
Kimilerine göre KGB ajanıydı Galya; Nazım’ı izlesin diye eve yerleştirilmişti.
Kimine göre ise Nazım’ın Moskova’daki en büyük şansıydı. “O olmasa, çok önceden sekte-i kalpten giderdi” büyük Şair…
“16′dan 70′e kadar her yaştan kadının aşık olduğu adam”a o da tutulmuştu.
“Birbirimizi seviyorduk, ama nikahlanamıyorduk” diyor kitapta…
Buna inanmayanları 50 yıl bir Türkolog dostunun evinde sakladığı görüntülerle yanıtlıyor.
Peki “Hikmetoviç”i neden bir tek şiir dahi yazmamıştı onun için?
Neden diğer sevdalılarına yolladığı mektuplar ateş dolu satırlarla doluyken ona
“Canım, güllü hanım”, “Neşe kaynağım benim”den fazlasına kalemi gitmemişti?
Galina, kitapta bunu Nazım’ın evli oluşuyla açıklıyor:
“Bana adanmış şiirler yazmamasını ben rica ettim, o da bu ricamı yerine getirdi. Şiirler yayınlanırsa Münevver’i yaralardı” diyor.
Aynı gerekçeyle fotoğraf çektirmekten de kaçınmış.
Nazım’ı, Münevver’in hatırası, fikri, fotoğrafları, mektuplarıyla paylaşmak zorunda kalmış.
O yüzden -kitapta da anlattığı gibi- Nazım’ın kafasında Münevver’le kendisinin tek bir kişi halinde birleştiklerini düşünüyordu.
Nazım’ın ona, “Canım, kızım, biricik anam, Adil Giray’ım, yoldaşım, bacım, Memet’im, Münevver’im, Galyam” diye hitap etmesi boşuna değil…
Bu güleryüzlü Rus kızını bütün sevdikleriyle özdeşleştiriyordu belki…
Nitekim vasiyetnamesini de ona emanet edecek ve kendisi göçüp gidince, mirasının yüzde 70′ini Münevver ve Memet’e bıraktığını belirten vasiyetnamesini tabutun başında Münevver’e (bütün mektuplarıyla birlikte) vermek yine Galina’ya düşecekti.
Bütün bunlardan sonra Nazım bir gün her şeyini bırakarak kaçıvermişti ondan…
Galina’ın kitapta üstünkörü bahsettiği o Osipovka seyahatinde yoğunlaşan bir yeni ilişki yüzünden… Bu terk edişin nedeni, nasılı yok kitapta…
Ama Nazım’ın her şeye tercüman olan son mektupları var:
“Galyam!
Bunu yapıyorsam başka bir şey yapamadığım içindir” diye başlıyor ilki…
“Beni 4 kez ölümün elinden aldın. Sağol kızım” diyor.
Yeni sevgilisinin yanından yolladığı “son mektup” en zoru:
Mart 1960:
“Galya merhaba…
Bugün gidiyorum. Sağlığım fena sayılmaz. Tek sorunum iyi uyuyamamak. Çalışıyorum. Şiir yazdım. Münevver’e para gönderdiğin için teşekkür ederim. Ben, senin sadık bir dostunum. Sen de benim kızımsın. Öpüyorum. Annene, Anka’ya selam söyle. Güzel süveter için teşekkür ederim. Nazım Hikmet”.
Bu mektuplarda Nazım, “kadınlık gururunu çiğneyen bu acı karşısında ayakta durabileceğini” söylüyor ona…
Ben gittiğimde hala ayaktaydı Galya…
Terlikleriyle evden kaçarak ansızın başka bir kadına giden sevdalısının peşinden ona arabasıyla para, süveter, portakal, limon gönderecek kadar ayakta…
Şair’e kaçtığı yerde gözkulak olması için doktor bulacak kadar ayakta…
“Kalsa benimle daha uzun yaşardı, ama o güzelim şiirleri yazamazdı. Çünkü o şiirleri ona aşk yazdırıyordu” diyecek kadar ayakta…
Hayran kalmıştım bu samimiyetine…
Konuştukça, anlattıkça hem onu hem Nazım’ı daha yakından tanımıştım.
Kitapta da göreceğiniz gibi Şair’in sadece sağlık durumunun değil, edebiyat kavgasının da, siyasi mücadelesinin de, aşk hayatının da tüm ayrıntılarına hakimdi.
Oyunu muhalif bulunarak Moskova’da repertuardan çıkarıldığında nasıl intihara kalkıştığından, gemi hapishanesindeki eziyetlerin onun vücudunda ne tür tahribatlara yol açtığına kadar her şeyi biliyordu.
Lakin, bunca yıl sonra bile Nazım’a zarar verebileceğini düşündüğü ayrıntılarda kamerayı kapattırıyor ve anlatacaklarının sır olduğunu söylüyordu.
Belki yine aynı koruma içgüdüsüyle, merak edilen bazı çatışmaların perde arkasını açmıyor Galina kitabında…
Anılarda, Nazım’ın Stalin konusundaki sıkışıklığına, ısrarlı taleplerine rağmen Sovyet pasaportu alamamasına, SBKP’nin XX. Kongresine çağırılmamasına, “İ. Bilen” ve TKP ile ilişkilerine dair bilgiler arayacak olanlar hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Bunların anlatmamasına ve kendisinin de kabul ettiği gibi acele ve darmadağın kaleme alınmasına rağmen “Nazım’la 7 Yıl”, son derece önemli bir tanıklık…
Nazım’ın hayatının az bilinen bir dönemine ışık tutan bir belge kitap…
Galina’nın gözlemlerinin yanı sıra, onun Nazım’dan dinlediklerine de yer veren çok ayrıntılı bir biyografi…
Galina’nın titizlikle sakladığı mektuplardan, gidip bulduğu haberlerden, aklında kalan anılardan süzdüğü bir Nazım portresi…
Nazım Moskova’ya geldiğinde Sovyet yurttaşlarının ona yolladığı mesajlardan dostlarıyla yazışmalarına, daha önce yayınlanmamış makalelerinden onunla ilgili çıkan yazı ve yorumlara, gezi notlarından az bilinen şiirlerine, masallarından tiyatro, mimarlık eleştirilerine kadar pek çok orijinal bilgi ve belge bu kitapla bize ulaşıyor.
Evinde görüşmemizi noktaladığımızda göstermişti Rusça yazdığı kitabını Galina;
“Sizce Türkiye’de bununla ilgilenen olur mu” diye sormuştu.
İşte nihayet Halkevleri ilgileniyor ve “Nazım’la 7 Yıl”ı, Nazım’ın anadilinde yayınlıyor.
Uzun önsözümü son bir dilekle noktalayayım:
Gelin çok geç olmadan ve Galina hepsini teker teker elden çıkarmadan Nazım’ın eşyalarını, masasını, kütüphanesini, kitaplarını, film ve fotoğraflarını alıp Moskova’ya taşıyalım. Bunları Vera Tulyakova’nın evinde kalan eşyalarla birleştirip Moskova’da dört dörtlük bir Nazım Hikmet müzesi açılması için kolları sıvayalım.
Bu hem Nazım’a hem dünya edebiyat tarihine karşı borcumuzdur.

Nazım’a oralarda iyi baktığı, ömrünü uzattığı ve bizlere bu kitabı bıraktığı için Galina’ya, kitabı Türkiye’ye kazandırdığı için de Halkevleri’ne tüm Nazımseverler adına teşekkür ediyorum.
CAN DÜNDAR
                                                                                                                                    
*Galina'nın ölümünün ardından Can Dündar, Cumhuriyet gazetesindeki köşesinden bu yazının kısaltılmış haliyle Galina'ya Veda etti. Korktuğu gerçek olmuştu.
"Türkiye seferber olup yaşayan bir “Nâzım müzesi” olan evini devralmalıydı; Nâzım’ın onda kalan eşyalarını, arabasını, kütüphanesini, fotoğraflarını almalıydı. Olmadı. Tüm uyarılarımıza rağmen, ne Kültür Bakanlığı ne Rusya’yla ilişkisi olanlar ilgilendi. Sonunda Galya, yoksulluktan o eşyaların bir kısmını sattı; kendisinde kalan hatıralarla birlikte bu hafta hayata veda etti." Can Dündar
**Okuma önerileri:
Nazım'la 7 Yıl   Galina Koleskinova
Galina'nın Nazım'ı Bilinmeyen Yönleriyle  Yazar:Dursun Özden
 
Can Dündar'ın Nazım Hikmet belgeselinden
   
 

 
 

 

 

18 Şubat 2014 Salı

AŞK ÇIĞIRINDAN ÇIKINCA

Ayfer Tunç  ve Murat Gülsoy'la "Diyaloglar" devam ediyor.
Bir süredir uzaktan gıptayla izlediğim bir etkinlik dizisi var. Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy Avrupa Pasajı'nda bulunan Aynalı Geçit'te ayda bir,  insana ve edebiyata dair temel meseleleri Türk ve Dünya edebiyatından örneklerle konuşuyor. Bu ayın teması "Aşk" idi. "Aklımda kalacağına anılarımda kalsın." dedim, kalktım gittim.
Kürk Mantolu Madonna'dan Lolita'ya, Aşk-ı Memmnu'dan Koleksiyoncu'ya pek çok kitabın konuşulduğu gece çok keyifli ve bilgilendiriciydi. Bu tür söyleşiler, metinler arası göndermelerin yapıldığı eserler, nitelikli romanlara ulaşmak isteyen okurlar için kıymetli birer referans. Tartışılan kitaplar arasında en çok dikkatimi çeken Koleksiyoncu ve  Homo Faber  oldu. Başka okurlara referans olması için gecede konuşulan kitaplar ve o kitaplardan alıntıları paylaşmak istiyorum.

 
 
 
LEYLÂ VE MECNUN - FUZULİ
"Mecnun dedi ki: 'Ana baba nedir?' (Bana) Leylâ gerek, gerisi hikâye. Aşk fesadına uğradığımdan beri yok aklımda, huzurum. Beni rüsva görüp ayıplama ey öğütçü; çünkü mazurum. Eğer yakamı yırtarsam, engellemeyin; çünkü ben, utanma duygusundan arışmış ve ar libasından soyunmuşum."
                                         
 AŞK-I MEMNU - HALİD ZİYA UŞAKLIGİL
"Herkesin gözü önünde herkesten saklanan, yalnız ikisine ait gizli bir hayat vardı ki..."
Herkesin gözleri önünde kimseye hissettirmeksizin sevişmek... Oh! Bu gizli şeyde öyle küçücük mutluluklar olacaktı ki... Herkesin içinde Bihter'e yabancı dururken onun bir bakışı olacaktı ki kendisine: 'Ben seninim, yalnız seninim.' diyecekti.
19. ASIR TÜRK EDEBİYAT TARİHİ - AHMET TAMDI TANPINAR
(Sevgili) sevmez, bir nevi tabiî vergi gibi sevilmeyi kabul eder, isterse iltifat ve lütfeder. Hatta hükümdar gibi insanları vardır. Yine isterse bu lütfu ve ihsanı esirger. Hatta cevr eder, işkence eder, öldürür, kıskanılır, fakat kıskanmaz. Bir saray, bir yığın mabeyinci, gözde veya gözde olmaya namzetlerle doludur. Sevgilinin etrafında da rakipler vardır. Aşık tıpkı bir saray adamı gibi bu rakiplerle mücadele halindedir. Hülasa, saray nasıl mutlak ve keyfî irade, hatta kapris ise, sevgili de öylece naza giden hür iradedir.
KÜRK MANTOLU ADAM - SABAHATTİN ALİ
"Hayat bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim."
Kadının göğsünde ve erkeğin kafasında birer tabanca kurşunuyla, yan yana uzandıklarını görür gibi oluyordum. Çimenler arasından kıvrıla kıvrıla akan bir gölcük halinde birleşen kanlarına bastığımı zannediyordum.
                                          
DEĞİRMEN - SABAHATTİN ALİ
"İşte adaşım, sana seven bir Çingenenin hikâyesi"
Gözleri genç kızın üzerindeydi. Tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu. Kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarlarına kadar fırlıyor, kah dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki, bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyordu ve kenarları ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu. (...) sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk oluk kan fışkırıyordu. Bir kaç adım sonra sendeledi, ayaklarımın dibinde yıkıldı.
İşte adaşım, sana seven bir Çingenenin hikâyesi. Çiçeklerin açtığı bir mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturtmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir... (...) Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.
                                
KOLEKSİYONCU - JOHN FOWLES
"Sonradan öldürmek zorunda kalacağım bir kelebeğin ortaya çıkmasını seyrettiğimdekine benzer bir duyguya kapılmıştım."
Nedendir bilmem, daha ilk görüşte onun eşsiz olduğunu anlamıştım. Tabiî ki deli değilim, bir düşten öte olmadığını biliyordum ve o para olmasaydı bir düş olarak kalacaktı.

LOLİTA - VLADİMİR NABOKOV
"Lo! Lola! Lolita! Duyuyorum bir kapı aralığından güneşe karşı çığlık çığlığa haykırıyorum..."
Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi, Günahım, ruhum, Lo-li-ta; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-li-ta!
                          

HOMO FABER - MAX FRİSCH
"Yalnız kalmak istiyordu."
Artık görecek bir şeyim kalmadı. Artık hiçbir yerde olmayan iki eli, saçını ensesine atışındaki hareketleri, dişleri, dudakları, artık hiçbir yerde olmayan gözleri,alnı: Onu nerede arayayım? Hiç var olmamış olmayı istiyorum. Ne diye Zürih'e gidiyorum sanki? Ne diye Atina'ya gidiyorum? Vagon restoranında oturmuş düşünüyorum: Ne diye şu iki çatalı alıp yumruğumla tutarak yüzüme batırmıyorum iki gözümden kurtulmak için?


ANİMAL TRİSTE - MONİKA MARON
"Aşk da dinazorlar gibidir..."
Aşk da dinazorlar gibidir, bütün dünya onların ölümünü düşünerek oyalanır: Trisatan ile İsolde, Romeo ile Juliette, Anna Karenina, Penthesilias, her zaman yalnızca ölüm, her zaman olanaksız olana duyulan bu şehvet. İnsanların, iddia ettikleri gibi, aşka yeteneksiz olduklarına inanmıyorum. Gençlik aşkı yaşamamış, zamanını bilemeyecek kadar erkenden ölüm korkusuyla aşklarını haykırmış mutsuz ruhlar tarafından buna kandırılıyorlar.

 

11 Şubat 2014 Salı

Bu fotoğrafın öyküsünü yazar mısınız?


Notos öykü son sayısında Markéta Luskačová'nın bu fotoğrafına yer verdi.



Markéta Luskačová

1944 Prag doğumlu Çek fotoğrafçı. Çek Cumhuriyet'inin en iyi fotoğrafçılarından biridir. 1990'lı yıllardan beri Çek Cumhuriyeti'nde, Slovakya'da ve Polonya'da çocuk fotoğrafları çekmektedir.

1968 yılında Prag'da bulunan Charles Üniversitesi'nden mezun olmuştur. Mezuniyet tezi “Slovakya'da din”di. Slovakya'da bulunduğu sırada eski Hristiyan ayinlerini gözlemledi. Unutulmaya yüz tutmuş dini törenleri kayıt altına almak için bir kamerayla geri döndü. Tezinin başlığı Poutě na Východním Slovensku (Doğu Slovakya'da Hac) idi. Hac yolu üzerinde, özellikle Šumiac isimli bir Slovak köyünde çalıştı. Bunu takiben FAMU'da (Prag Sinema Okulu-dünyanın en eski 5. sinema okulu) fotoğrafçılık okudu. Bu dönemde Slovakya ve Polonya'da fotoğraflar çekti.

1970-1972 yılları arasında yönetmen Ottomar Krejča tarafından kurulan Za branou tiyatrosunun sahne performanslarını fotoğrafladı. 1972 baharında tiyatro komünistler tarafından yasaklandı. Aynı yıl Hac fotoğrafları Roundice nad Labem kasabasında Görsel Sanatlar Galerisi'nde sergilendi. Serginin küratörü fotoğraf teorisyeni ve sanat tarihçi Anna Fárová idi.

1971 yılında Prag asıllı İngiliz vatandaşı şair Franz H. WURM ile evlendi. Wurm, ülkesindeki siyasal durumdan endişelenip ülkeyi terk etti. Luskačová yetkililerden yurt dışında bulunan kocasını ziyaret edebilmek için izin aldı. Birkaç kısa ziyaretten sonra 1975 yılında göçmen formu alabildi ve İngiltere'ye yerleşti.

1970'li, 80'li yıllarda komünist sansürcü zihniyet onun ülkede itibar görmesini engellemeye çalıştı. Çekoslavakya'da eserleri yasaklandı. Victoria ve Albert Müzesi'nde sergilenen Hac sergisinin eserleri dönüş yolunda kayboldu.

1974'de başta Portobello Yolu, Brixton, Spitalfields olmak üzere Londra pazarlarının fotoğraflarını çekti.


4 Şubat 2014 Salı

Philip Seymour Hofman, Capote Filmi ve Hatırlattıkları


Dün gece, bir önceki gün (2 Şubat 2014) hayatını kaybeden Philip Seymour Hofman'ın anısına Capote filmini izledik. Hayat, küçük tesadüflerle, birbirine bağlanan “an”larla dolu.



Tek Başına Bir Adam
 
 



Tek Başına Bir Adam, Christopher Isherwood'un en önemli romanlarından biri kabul edilir. Yalnız bir erkeğin bir günü konu edilir. Romanın odağında George vardır: ABD'de yaşayan edebiyat profesörü bir İngiliz, birlikte yaşadığı 16 yıllık erkek sevgilisini bir trafik kazasında yitirmiş, yaşlılığın eşiğinde tek başına bir erkek...

Romanın sinema uyarlaması da vardır. Tom Ford tarafından çekilen filmin başrolünde Colin Firth oynamaktadır. George sabah kalkar, işe gitmek için hazırlanır, arabasıyla üniversitedeki işine gider, dersini verir, öğrencileriyle, üniversite çalışanlarıyla ilişkisine, tek yakın dostu Charlotte'la birlikte geçirdiği akşama, trafik kazasında kaybettiği sevgilisiyle ilişkisine, yasına, çektiği acılara tanıklık ederiz. Gün geceye ilerlerken George ummadığı bir sürprizle karşılaşır.

Tüm hikâye aslında tek bir gün içinde geçer. Ancak George'un geçmişi hatırlamalarıyla çok daha fazlasını öğreniriz. Bir sahnede iki sevgili aynı kanapede uzanarak kitap okumaktadır. George, üniversitedeki dersi için Dönüşüm'ü, sevgilisi ise Tiffany'de Kahvaltı'yı...
 

Truman Capote (30 Eylül 1924- 25 Ağustos 1984)
 
 

Asıl adı, Truman Streckfus Persons'dır. New Orleans'ta dünyaya geldi. Kısa öykü, roman ve kurgu olmayan metin yazarıdır. En bilinen eserleri sinemaya uyarlanan Tiffany'de Kahvaltı ve Soğukkanlılıkla'dır.

Yazarlığa ve alkole çok erken yaşlarda başladı. Eşcinseldi. Bu eğilimini açıkça yaşadı. Yakın arkadaşı ve uzak akrabası Tenesse Williams'la çok sayıda skandalın kahramanı oldu. Buna rağmen New York sosyetesinde özel bir yeri vardı. Yazar Harper Lee, yakın arkadaşıydı.
 
 
Bülbül'ü Öldürmek (To Kill a Mockingbird 1960), Harper Lee'nin yayınlanan tek romanıdır. 1961 yılında bu romanla Pulitzer ödülü kazandı. Bir yıl sonra sinemaya uyarlandı. Yönetmenliğini Robert Mulligan'ın üstlendiği filmin başrolünü Gregory Peck oynadı. “en iyi erkek oyuncu”, “en iyi sanat yönetmeni” ve “en iyi uyarlama senaryo” dalında akademi ödüllerini kazandı. Ayrıca Cannes Film Festivali'nde yönetmen Robert Mulligan'a “Gary Cooper Ödülü” verildi.
 
 
Bülbülü Öldürmek, ilk yayınlandığı dönemde satış rekorları kırdı ve yazarına büyük ün getirdi. Kısa zamanda modern Amerikan Edebiyatının klasikleri arasına girdi. Romanın çıkış noktası, yazarın 1936 yılında, kendisi on yaşındayken yaşadığı bir olaydır.

Olaylar, ABD'nin güneyinde Maycomb adlı kurgu bir kasabada geçer. Scout Finch adında küçük kızın bakış açısından kaleme alınmıştır. Scout'un babası Atticus cesur ve ilkeli bir avukattır, asılsız bir iddiayla (ırza geçme) yargılanan bir zenciyi savunmakla görevlendirilir. Bu yüzden kasabanın geri kalanıyla ters düşer. Scout ve Jem Finch'in en yakın arkadaşı kapı komşusu Dill, Harper Lee'nin çocukluk arkadaşı ve kapı komşusu Truman Capote'den başkası değildir.


Capote
 
 

2005 ABD yapımı film. Gerald Clarke'ın biyografik kitabı Capote'den uyarlanmıştır.

1959 yılında The New Yorker dergisi için muhabirlik yapan yazar Truman Capote gazetede bir haber okur. Kansas eyaletinde bir cinayet işlenmiş, aynı aileden dört kişi öldürülmüştür. Haberde Capote'nin ilgisini uyandıran bir şey vardır.
Derginin yazı işlerini ikna eder. Harper Lee ile birlikte olayın geçtiği yere giderler. Bu olayın, kasabayı ve kasabalılar nasıl etkilediğini araştırmaya başlar. Görgü tanıklarıyla ve polislerle görüşür. Polis raporlarına, maktullerin fotoğraflarına ulaşır. Katil zanlıları yakalanır. Capote, mahkeme ve tutukluluk sürecinde sanıklarla da görüşür. Ölüm cezası aldıklarında onlara yardım etmek ister.

Tüm bu görüşmeler neticesinde Amerikan Edebiyatının önemli eserlerinden Soğukkanlılıkla(In Cold Blood) romanının tohumları atılır.  
 




2 Şubat 2014 Pazar

SEZAİ SARIOĞLU: "Ayna Korkusu - Mitoloji, Tarih ve Gerçek Hayat" Söyleşi Notları

Sahi biz, birbirimizin nesi oluruz?

Vakitlerden bir ayna vakti...
Vakitlerden yüz yüze gelme ve yüzleşme vakti...
Ne güzel bir aynanın içinden çıkageldiniz...
Kaç türlü girilir aynalardan içeri...
Kaç türlü girilir anılardan içeri...

Bugünün masalı benim için tanışma sözcüğünde gizli! Doğayla, şiirle, aynalarla, masallarla nereden tanışırız? Sahi biz, birbirimizin nesi oluruz? Biz nereden tanışırız? Biz, siyasal, kişisel, mesleki, tarihi, mitoloji, teoloji, kavramlar, şiirler üzerinden tanışırız.  O tanışmalarımızın ardından çok şiirler geçti, çok aynalar kırıldı, çok kitaplar okuduk, değiştik. Aynanın bizi davet ettiği yerdeyiz.Gelin yeniden tanışalım. Ben size arkadaşlık teklif ediyorum.
 
Sizi hayatın acemisi olmaya davet ediyorum.
 
 "Oysa acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız. Yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak iş bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, korkunuz, yenidir, tazedir. Başaramamak kaygısının zevkiyle çalışacaksınız." Turgut Uyar.
 
Sizi hayatın acemisi olmaya davet ediyorum.
 
"Tanıdığım bir ağaç var/ Etlik bağlarına yakın/ Saadetin adını ile duymamış/ Tanrının işine bakın/ Geceyi, gündüzü biliyor/ Dört mevsimi, rüzgârı, karı/ Ay ışığına bayılıyor/ Ama kötülemiyor karanlığı/ Ona bir kitap vereceğim/ Rahatını kaçırmak için/ Bir öğrenegörsün aşkı/ Ağacı o vakit seyredin..." (M. Cevdet Anday)
 
Dünyayla, doğayla ilişkimize eski tanışıklıklarımız üzerinden devam edemeyiz. Rahatını kaçırdığımız ağaçla, kuşla, doğayla yeniden tanışmalıyız. Hayatın acemisi olmalıyız.
 
"birden bire/ bir çiçek/ rıhtım taşının aralığından/ uzatmış başını/ bir çiçek yolumu kesti!" (Cemal Süreya)

Gün gelir, bir çiçek, bir şiir, bir insan, bir cümle yolumuzu keser. Tanışmalar da böyledir. O anda hatıra biriktirmeye başlarız. Muhabbet bittiğinde ise aklımızda kalanlar önemlidir. O tanışmadan geriye ne kalmıştır; hangi tat, hangi cümle, hangi imge?

Tanışma deyip geçmeyin, tanışmalar önemlidir ama birbirimizi çoğaltan tanışmalar daha da önemlidir. Çünkü bizler, bizim mahallenin çocukları, muhalifler, akıntıya kürek çeken asi ve aksi çocuklar uzun zamandır hayattan, birbirinden ve kitaplardan eksiliyor. Hatta her gün evlerimizden
kendimizin bile eksiği olarak çıkıyoruz. Bu nedenle her tanışma yeniden çoğalma ihtimali ve ihtilali olarak okunabilir.

Yani ben şimdi size "Bir çiçek yolumu kesti!" diyorsam, bunda bir hayır vardır demektir. Çiçek deyip geçmeyin ben çiçeklerin yalancısıyım. Ben, "hiçbir çiçek/gül kadar suçlanmadı/ gülün bütün günahı/ azıcık kanatmaktı/ kokusunu savunmak için" şiirindeki kokusunu savunan gülün yalancısıyım... Muhaliflik, verili dünyaya itiraz etmek ve itirazını pozitif olarak kurmakla ilgilidir... Yaşadığımız "kötülük toplumu"na ve "kötülük dayanışması"na karşı, "iyilik toplumu" ve "iyilik dayanışması" kurmak için solları sıvamak ve düşbaşı yapmak her şeyden önce ezel ebet olarak bizlere güzellenen dünyaya itiraz etmekle mümkündür. Kokusunu savunan gül, metaforunda olduğu gibi, iyilikleri savunmak, barışı, adaleti, demokrasiyi savunmak insan olmanın olmazsa olmazıdır. Eskiden çok eskiden komşuya iyilik almaya gidilirmiş. Bu yüzden "Annemin Şarkı Sandığı" isimli bir şiirimde, "evde şarkı bittiğinde annem, komşuya şarkı almaya gönderirdi/ evde komşu bittiğinde annem şarkılara komşu almaya gönderirdi" demiştim. Komşudan sadece gaz, tuz alınmaz; şarkı, masal, ayna, bilgi, iyilik de alınır.
 
Âyînedâr ve ahval aynası
 
Başka bir derdin izini sürüyordum. Lakin hayat bana başka bir hatıra bahşetti. Siyasetten çok önce masal çağından tanıdığım arkadaşım, "Âyînedâr gelmiş köye şansına" diyerek beni sürükleyince merak hatırına boyun eğdim. Dilsiz bir gündü. Âyînedâr'ın nam-ı diğer "aynacı"nın bulunduğu yere giderken rastladığımız insanlar suskundu. Bir film setindeydik sanki; herkes dilini saklamıştı ya da dili olduğunu unutmuştu. "Ayna" mahalline vardığımızda bir taşın üstüne oturmuştu. Yedi dövmesi vardı yüzünde, yedi anlam kapısından geçermiş dokunan. Yaşlı bir âyînedâr. Yüzü haritalanmış, belki de süt şiirleri çıkmış nine kadın. Aynanın az ve değerli olduğu zamanlarda örtülü aynaları gezdiren, her yüze bakıldıktan sonra üstü örtülen, yüzlerine bakanların âyînedârın avucuna akçe, mangır koydukları eski bir geleneği sürdürenlerdenmiş. Onlardan farkı, para kabul etmemesi ve aynı zamanda masalcı olmasıydı. Şimdilerde her evde ayna vardıysa da onun aynalarının ve sözlerinin sihri başkaymış. İsimlerini aklımda tutamadım ama yedi ayrı dilde yedi ayrı ismi olduğunu ismim gibi hatırlıyorum. Gittiği her yerde, isminin birini yeni doğan birine verir, eksilen isminin yerine kendine başka bir dilden isim eklermiş. Duyduklarıma ne kadar şaştımsa, hayret içip merak gittimse de çözemedim  sırrını. "Kendini övmek aynayı karartır" diyordu yanına vardığımızda. Göz göze gelip bizi beden diliyle buyur ettiğinde "Siz siz olun 'suret ehli' olmayın" diye de eklemişti uzaklara bakıp yakına söyleyerek "Suret ehli" olmayın derken dinleyenlerin aklına ve kalbine "hayret aynası" tutuyor, yaptığı işin ve kendisinin özüne vakıf olmayan "şeklen insan" olanları ima ediyordu. Koynunda yedi ayna varmış ve her gelişinde bunların rivayetlerini anlatmadan gitmezmiş. O bununla yetinmez kendinden de yeni şeyler katarmış her masalcının yaptığı gibi. Çünkü, "tam" olana masal denmez, tam olduğunu tevatür edene de insan denmezmiş. İnsanın da, masalın da alameti farikası "tam" olmakta değil, "eksik" olmakta ve kendini başka insanlarla, dillerle, anlamlarla, "tamamlamak" hevesinde imiş. Aynalardan haber veren ayna nakilcisi isi. Çevresine toplanmış meraklı kalabalığı önce merak ve hayret kapısından geçiriyordu. Bunun için de, önce anlatacağı kıssayı/masalı yedi kere yedi dilde tekrarlıyor susuyordu. Önce, çok uzaklardan gelen bir sesle "Vâmık u Azra" diye yedi kere, ayrı dilde, ayrı bir ses tonuyla ve ezgiyle tekrarladı. Ayna ayinindeydik, âyînedâr karşımızdaydı lakin ayna yoktu ortada. Elini yedi ceylan dövmesi olduğu söylenen memelerine dokunarak koynundan özenle çıkardığı şeyin kılıfını özenle açtı, aynaya yedi kere baktı ve önüne koyup dillendi:
"Bu ayna Fağfur Aynası nam-ı diğer Çin aynasıdır, hikmetlerinden sual olunmaz filozofların icadıdır; yedi feleğin yedisi de şeref burcunda iken yedi madenden cevher alınarak yapılmıştır; hikmet ehli onu yaparken türlü türlü sanat gözetmiş ve dahi icat etmiştir; öyle bir aynadır ki Batı'dan tutulduğunda doğu, Doğu'dan tutulduğunda batı görünür; ne zaman sahibine bir üzüntü gelse, paslanır; ne zaman sahibi mutlu olsa mutlu olur." Anlattıktan sonra iki kaşının arasındaki dövmesine dokundu, sustu. Her anlattığı kıssadan sonra yedi isminin ve yedi dövmesinin sırrı kadar susarmış. O susunca herkes susuyordu, yer gök, kuşlar susuyor, kainat sessiz kalıyordu. Ben de sustum onca merak peydahlanmışken zihnimde. Usul böyleymiş. Usulü bozan olursa ayna kırılırmış. Herkes aynanın içinde yolculuğa çıkmıştı. Bir zaman sonra kıpırdadı; yeni bir kıssaya başlayacaktı. Bu kez "Babil Aynası" diye yedi kez mırıldandı. Dinleyenlerin tek tek gözlerine ve kalplerine bakıp koynundan bir şey daha çıkardı, kılıfını özenle açtı, aynaya yedi kere bakıp diğer aynanın  yanına koyup dillendi: "Babil Aynası,  Babil hükümdarlarının Huşeng zamanına aittir. Tılsımlıdır ve kaybolanları bulmak için kullanılır. Yakınını kayeden insan Babil aynasının önünde kurban kesince kaybolan kişi aynanın içinden çıkar gelirmiş. Rivayet odur ki, Huşeng zaman içinde Babil'de yedi şehir kurmuş. Bu şehirlere birer işaret olsun diye yedi tılsım yerleştirmiş. Bunlardan biri, isyan çıkınca ya da düşman saldırınca doldurulan bölünmüş kanallarmış... İkincisi tehlike anında çalınmak üzere kurulan büyük davullar... Üçüncüsü şarap havuzu... Dördüncüsü şehre bir yabancı girince yüksek sesle öten kaz... Beşincisi yalancıları ortaya çıkaran bir alet... Altıncısı demirden yapılmış bir ağaç... Yedincisi kaybolan insanların bulunmasını sağlayan bir aynaymış..." Merakımız çok, zamanımız dardı. Nasıl veda etmemiz gerektiğini bilmiyordum. Arkadaşım beni yanına götürdü, aralarında benim bilmediğim bir dilden kısa bir konuşma geçti. Önce gözüme sonra gönlüme bakıp mırıldandı: "Masalcının mecazı da rivayeti de bitmez. Her ayna yapan İskender değildir. İskender'in aynası Dara'nın savaş planlarını ve hilelerini gösterirmiş ki Hafız dahi beytini yazmıştır: 'Ne her ki âyîne sâzed Sikenderi dâned' (Her ayna yapan İskenderliği bilmez.) Her ayna da barışı göstermez. Her bilgi bilgisizliğe ayna imiş.
 
Ben çiçekleri biçimli tutarım
 
Dünya bir anlam, bilgi, aşk krizinde. Bunlarla baş etmek için, iyileşmek için şiirlere, masallara sığınıyoruz. Derdimi bir söylence ile tamamlayayım. Aslı ile Kerem hikâyesini herkes bilir! Bilme diyorsam ana fikrini, kıssadan hissesini bilir ama iş anlatmaya gelince üç beş cümle dışında bir şey söylenemez. Bu durumu dert edinen bir edebiyat öğretmeni, yıllar önce, Kerem ile Aslı hikâyesini öğrencilerine tümüyle öğretmek için ahdetmiş. Yıl boyunca derste sadece bu hikâyeyi anlatmış. Ders yılı bitmiş. Öğretmen, hikâyenin öğrenciler tarafından kavrandığından eminmiş artık. Son ders, son on dakika... Öğretmen, "Biraz sonra yaz tatiline çıkacaksınız, soracağınız soru var mı?" diye sormuş. Sınıfta bir sessizlik olmuş. Bu tür kıssadan hissesi olan hikâyelerde hep böyle olur ya... En arka sıralarda, kavruk bir çocuk vardır. Bizim mahallenin çocuğudur ve hikâyedeki işlevi ezber bozup kıssadan hisseli cümle kurmaktır. İşte öyle bir çocuk arka sıralardan parmak kaldırarak dillenmiş: "Hocam, yıl boyu sizi can kulağıyla dinledim. Notlar aldım. Âşıklara sordum ama yine de anlamadım bir soru aklıma takıldı."
Öğretmen kendinden gayet emin, "Sor çocuğum, sor da cevaplayayım. Acele et. Birazdan zil çalacak."
İşte o kavruk çocuk ayağa kalkarak öğretmene şu soruyu sormuş: "Hocam,  anlayamadığım şu; Kerem Aslı'nın, Aslı Kerem'in nesi olur?"  Şimdi bu hikâyeden kıssadan hisse; bizler birbirimizin nesi oluyoruz, halklar ve diller birbirlerinin nesi olurlar?
 
Birbirimizin yolunu kesmişken diyalektik bir rastlantıyla tanışmışken arkadaş olmaktan söz ediyorum. M. Cevdet Anday'ın, "Dünyada geçirdim çocukluğumu/ İnsanlardan eşya yaparlar" dizelerinden ele alarak derdimi biraz daha anlatayım. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, insanlardan ırkçı yapıyorlar. İnsanlardan barış değil savaş, iyilik değil kötülük yapıyorlar. Bizler birbirimizden ne yapmak istiyoruz? Birbirimizden devlet yapmak, birbirimize devlet olmak başka bir şey, birbirimize aşk olmak, âşık olmak, arkadaş olmak, devrim olmak, barış olmak, adalet olmak başka bir şey. Bu hali, kişisellikten halklar düzeyine çıkardığımızda aynı mekanizmalar işletilmelidir. Halklardan barış,
adalet, demokrasi yapmak başka bir şey, savaş ve kötülük yapmak başka bir şeydir. Her ikisi iki ayrı toplum tasavvuruna ve pratiğine denk düşer. Ünlü şair Paul Eluard, "Öpücüklerden yapılır insan" demişti. İnsan ve tarihi, aşklardan, barıştan, şiirden, kapitalizm denen kötülük toplumunu itiraz eden pratiklerden yapılır. Arkadaş olmak, muhalif olmanın sırlarından biri, Edip Cansever'in, "Ruhi Bey, benden çiçek alırdı/ O zamanlar sokak sokak dolaşırdım/ Çiçek alanları iyi bilirdim/ Ruhi Bey de çiçek alırdı/ Nedense benden alırdı. Çünkü ben çiçekleri biçimli tutarım" dizelerinde gizli. Bu tür muhabbetlerde, sıkça, "Devrimci olmak, âşık olmak, şair olmak nedir?" gibi sorular sorulunca hemen "Devrimci olmak, âşık olmak, çiçekleri biçimli tutmaktır." diye yanıtlarım. Gerçekten de muhalif olmak, insan gibi insan olmak, âşık olmak, barış militanı olmak, cümleleri biçimli tutmak, öteki dille, öteki halklarla, doğa ile diğer dünyalılarla biçimli ilişkiler kurmak demektir.

Paralik'in Aynaları

"Yurdunu sevmeliymiş insan/ Öyle diyor hep babam/ Benim yurdum ikiye bölünmüş ortasından/ Hangi yarısını sevmeli insan" Bu dizeler Kıbrıslı  bir şair Neşe Yaşın'a ait. Doğusu, batısı olmayan, kuzey ve güneyden oluşan, iyiliğin de, kötülüğün de denizden geldiği bir ülke Kıbrıs.
1930'lı yıllarda "Paralik" (Paralıdan gelen) lakaplı bir Kıbrıslı Türk yaşarmış. Paralik ticarete yatkınmış. Düşünmüş, taşınmış, adayı karış karış dolaşmış, adada ayna ihtiyacı olduğuna karar vermiş. Zamanı gelince ayna almak için İtalya'ya gitmiş. Ayna fabrikalarını gezmiş, notlar almış, fiyatlarını öğrenmiş. Sipariş vermiş. Tam geri dönecekken bir bakmış futbol sahası büyüklüğünde bir alanda aynalar var. "Bunlar ne? diye sormuş. "Bozuk aynalar" cevabını almış. Bozuk aynalar aklını çelmiş. Ölçmüş, biçmiş, Kıbrıslılar için "bozuk ayna" satın almaya karar vermiş. Verdiği bütün siparişleri iptal etmiş. Binlerce bozuk ayna almış. Ülkeyi, insanları, kavramları yanlış gösteren aynalar kaplamış. Adalı muhalifler de bundan nasibini almış, onların kavramları, hayatları da çarpılmış. Kıbrıs adası, yanlış aynalara bakarak yanlış suretlerini "doğru" olarak gören siyasetçilerle ve onlara oy verenlerle dolmuş. Bu hikâyeden rivayettir ki, o gün bu gün Kıbrıslılar, "Kıbrıs ve Kıbrıslılar nasıl?" diye soranlara, "Paralik'in aynaları gibi!" derlermiş.

İyi ki tanıştık

Etrafımızda bu kadar ayna var. Kendimizle yüzleşmiyoruz. Ayna bizi yüzleşmeye davet eder. Anadolu'da aynaya sık bakmak bencillik, kibirlilik olarak görülür. Aynaya bakılır, ters çevrilip kılıfına konur. Oysa örtük zihinle, bedenle tanışamayız. Soyunmalıyız. Ayna korkumuzu aşmalıyız. Ayna korkumuzu yenmeden yeniden tanışamayız. Birbirimizden zarar ediyoruz, esksiliyoruz. Birbirimize devlet oluyoruz. Gelin birbirimize aşk olalım, devrim olalım, şiir olalım. Biz bildiri dağıtan bir kuşağın temsilcisiyiz. Bu da bizim tanışma şiirimiz olsun.

"Söyleyin/ Aynada iskeletini görmeye kadar varan kaç/kaç kişi var şunun şurasında?/ Gelin/ bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar!/ Bana kötü/ bana terk ettiğiniz düşünceleri verin/ o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız/ ah ne aptalmışım dediğiniz zamanlar/ onları verin yakınmalarınızı/ artık gülmeye değer bulmadığınız şakalar/ ben aştım onları dediğiniz ne varsa/ bunda ne var üzülecek dediğiniz ne var dediğiniz neyse onlar/ boşa çıkmış çabalar, bozuk niyetleriniz/ içinizde kırık dökük, yoksul, yabancı/ verin bana/ verin taammüden işlediğiniz suçları da" İsmet Özel
 
Masal kalbiyle dinleyenin ve çoğaltanındır. Masal usandırmasın. Masal uslandırmasın. Masal utandırmasın. Hayat tamamına da erdirsin.
İyi ki tanıştık.

 


 






 

 


 


1 Şubat 2014 Cumartesi

PRAGLI THONET VE KAFKA(*)




Elinde tuttuğun turist rehberinde bulamazsın Prag ruhunu, Kafka'nın şehre düşmüş gölgesini? Keşfetme duygusundan çok tüketme duygusuyla ardı sıra, hızlı hızlı aşındırılan yollar, ''buradaydım'' diyebilmek için çektirdiğiniz birbirinin aynı fotoğraflar... Bir kenti gezmenin yolu bu değil!

Yavaşlamadan bir kentin gerçekten içerisine giremezsin. Bir káva Slavia söyle kendine. Otur cam kenarındaki masaya, dinle. Sana anlatacaklarım var.

Bir kayın ağacıydım önce Kara Ormanlarda. Thonet ustanın atölyesine giden yolculuğum uzun ve zahmetliydi. Oraya vardığımda artık dinlenirim diye düşünüyordum. Ahşap çıtalar çıkardılar içimden. Canımdan can gidiyor sandım. Sıcak buhara tuttular yeni bedenimi, yumuşadım, büküldüm. Sıcak tutkalla her bir parçamı birbirine yapıştırdı işçiler. Dökme bir kalıp içerisinde 70 derece sıcaklıkta tam 20 saat bekledim. Altı parça buharda bükülmüş ahşap, 10 vida ve iki somun... Artık bir kayın ağacı değildim. Dünyanın ilk seri üretim sandalyelerinden biriydim: Bir milyonuncu Thonet no:4.

Kayın ormanı, dallarıma konan kuşlar, üzerimden geçen bulutlar, yağmur sonrası havaya karışan taze toprak kokusu artık çok geride. Eskiden ağaç değildim sanki, hiç bedenime bir insan yaslanmamış,hiç dallarıma kar yağmamış gibi. Ağaç olmak neydi? Unuttum. Özgür olmak neydi? Unuttum. Bir milyonuncu Thonet no:4'üm. Öncesi yok.

Lažanských Sarayı'nın zemin katı, Kavárna Slavia. 1881'den beri buradayım, yeni yuvamda.

Ulusal Tiyatro ile aynı sene açıldı burası. Tiyatroseverlerin buluşma mekanı. Aristokratlar, yazarlar, şairler... Açıldığı günden beri kimler gelmedi ki? Besteci Bedřich Smetana, aktör Jindřich Mošna, şair Jaroslav Seifert, yazar Vìtěslav Nezva, Josef Čapek, Max Brod, Joseph Kafka... Bak duvarlara, geçmişin izlerini taşıyan fotoğraflarla dolu...

 
 


Bugün daha çok turistler, ve yandaki Prag Sinema Okulu öğrencileri geliyor. Victor Oliva'nın Absint İçicisi adlı tablosunu görüyor musun? Václav Havel her geldiğinde bu tablonun altındaki masada otururdu. Cumhurbaşkanı olarak başkalarının özgürlüğü için kendi özgürlüğümden vazgeçtim.” diyen siyasetçi, burada kendisine giydirilmiş devlet adamlığı kimliğinden soyunur, yeniden oyun yazarı, şair Václav olurdu. 
                                                 


                                                            

Art-deko stil. Benim gibi orjinal Thonet sandalyeler, koyu tahta masalar, yeşil mermer duvarlar, geniş pencerelerden görülen Prag Kalesi ve Karl Köprüsü...Kapıdan içeri adımını attığın anda, 70-80 yıl önceye gitmiş gibi hissetmiyor musun kendini? Önünden tramvay yerine at arabası geçse, 1920'lerde olduğuna inanmayacak mısın? Sesler kaybolmaz mekanlarda. Dinle, Kafka'nın, Max Brod'a ''Yazdıklarım fazla kişisel ve değersiz. Lütfen ölümümden sonra tüm yazdıklarımı yakınız.'' dediğini işitiyor musun?

Max Brod tanıştırdı onu edebiyat çevresiyle. Saatlerce oturur edebiyat ve yeni dünya düzeni üzerine konuşurlardı. Versailles Anlaşmasının getirdiği barışı kalıcı bulmuyorlardı. 24 Şubat 1920'de kurulan Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi'ni endişe ile izliyorlardı. O günlerde başlayan dil ve kimlik çatışmalarının bu kadar ileri gidebileceğini, kız kardeşlerinin ve sevgili Milena'sının sırf Yahudi oldukları için bir toplama kampında öleceğini en karamsar düşünde bile göremezdi sanırım Kafka.

Yeni bir savaş ihtimali... Bu gördüğüm kadınlar ve erkekler değil miydi insanlık? Burada oturan kahve içen, çıkışta Ulusal Tiyatro'ya giden. Çekçe veya Almanca, dudaklarından sevgi sözcükleri düşmeyen, sevdiğinin elini tutan, gelecek hayalleri kuran, büyük bir acıdan henüz çıkmış bu şık, güzel kokulu insanlar mı savaşacaktı yeniden? Benim için inanması güçtü.

Ben sabırsızca, Kafka'nın Açlık Sanatçısı'nda yazdıklarını, arkadaşlarına okumasını beklerdim. Dönüşüm'ü yazdığı günleri hatırlıyordum. Gregor Samsa tekrar insan olacak mıydı? Bir umut doğmuştu içimde. Belki ben de ağaç olurdum yeniden. Ama Kafka'nın boğucu, puslu ve karanlık dünyasından içeri en ufak ışık, umut sızmadı. Kim suçlayabilir onu?

19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçilmiş, bir savaştan çıkmış ikincisine sürükenen bir dünya, yoğun dil ve kimlik çatışmaları içerisinde kaybolan, kendine ve yaşadığı çevreye yabancılaşan insanlar, otorite altında ezilen, baş kaldırmaya çalışan bireyler. Kafka'nın yaşadığı ve gördüğü dünya buydu. Bir de Prag'ın kış boyu havada asılı puslu, sisli, karamsar havası... Kafka'nın yazın dünyasına hoş geldin.

Almanca konuşan, Yahudi bir Çek düşün. Görmediği, sadece mektuplaşabildiği kadınlara aşık. Edebiyat ve Sanat okumak istiyor. Babasından çekindiği için, Hukuk okuyor. Sevmediği bir işte çalışıyor. Babasıyla ilişkisi isyan ve boyun eğme arasında gidip geliyor.

Kimlik ve varoluş problemlerini yaşadığı bu kentle ilişkisi nasıl olabilirdi? Tam bir aşk ve nefret ilişkisi, tabii ki. Prag, doğduğu ve yaşadığı şehir. Her fırsatta kaçmaya çalıştığı, kendini tutsak hissettiği, boğulur gibi olduğu, nefret ettiği kent...Nereye giderse gitsin, bir an önce dönmeye çalıştığı, uzak kalamadığı, hep sığındığı, aşık olduğu kent...Prag. Prag, kafesi oldu Kafka'nın. 41 yıllık kısacık hayatının büyük bir bölümü, elinde tuttuğun rehberde, ''Eski Şehir'' ya da ''Prag 1'' diye adlandırılan bu küçücük çemberde geçti. Buraya ''Almanca konuşan Çek yazarlar durağı'' da diyebilirsin. Almanlar tarafından Alman olmadıkları için, Çekler tarafından Çekçe konuş(a)madıkları için hor görülen yazarlar uğrağı, Kavárna Slavia'nın orjinal Thonet sandalyesiyim ben. Çok gördüm çok işittim. Dünya Savaşlarını, Nazi işgalini, Komünizmi, Kafka'yı, Nazım Hikmet'i, Kadife Devrimi...

İnsanlar beni hep şaşırttı. Önce ellerinde baltalarla ormana geldiler. Beni kestiler. Şaşırdım. Beni parçalara böldüler, buhara tuttular, yapıştırdılar, şeklimi değiştirdiler. Şaşırdım. Senin dilin, dinin farklı, sen bizden değilsin diye birbirlerini kestiler, öldürdüler, topraklarını böldüler. Şaşırdım.

Uyusam. Bunların hepsini unutsam. Sadece ağaç olsam. Dallarım bulutlara, köklerim derinlere uzansa. Kuşlar yuva yapsa dallarıma. Yeniden Kara Ormanlarda bir kayın ağacı olsam. Hiç uyanmasam.




 
 
(*)Bu yazı 31 Ocak 2014 tarihinde altzinede yayımlandı.http://altzine.net/index.php/altyorum/613-pragl-thonet-ve-kafka