30 Nisan 2018 Pazartesi

ŞEFKATLİ ANNE GÜNLÜĞÜ:16


Çocukla Barış, Bodrum BBOM Öğretmen Okulunda tanışan Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerin orada öğrendikleri, araştırdıkları, derinleşmek istedikleri konuları ve sınıfa taşıdıklarını paylaştıkları dijital bir platform.
Farklı yerlerde, farklı koşullarda çalışan üç öğretmen Sura Hart'ın rehberliğinde çıktıkları yolculuğu "Şefkatli Öğretmenin Günlüğü" köşesinde hafta hafta paylaşıyor. Gündemin ağırlığından kaçmak, umudunu arttırmak, çocuklarla ilişkilerinde fark yaratmak isteyen ebeveynler ve öğretmenler için küçük tavsiyelerle dolu günlükleri, kendi pratiğimize dökebilmek, sürecimizi gözlemlemek için bu şablonu kendi ev hâlimize uygulamak istedim. Adını da Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerden ilhamla "Şefkatli Anne Günlüğü" koydum.

Sura Hart ne diyor? 
İnsanlar her şeyden çok hayata katkıda bulunmak isterler - armağanlarımızı paylaşmak isteriz.
Çok çeşitlidir armağanlarımız, yeteneklerimiz; herkesin sunacağı katkı biriciktir şu yaşamda. Öğrencilerinizin yeteneklerini görmek ve onların sunduğu armağanı almak, onların aidiyet ve hayata katkıda bulunma ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlar.
Sınıfınızdaki öğrencilerinizin bir listesini yapın (özellikle de bağlantı kurmakta güçlük çektiklerinizin) ve gördükçe sundukları armağanların karşısına not edin. Listenizi düzenli olarak yeni armağanlarla güncelleyin.

Ben ne düşünüyorum?
Geçen haftalarda bir gece "bugün olan güzel şeyler" başlığı altında konuşurken Deniz'e matematik ve okuma yazma konusunda sene başından beri büyük ilerleme gösterdiğini, katettiği yolun beni mutlu ettiğini söyledim. Deniz haklı gururunun keyfini çıkarırken takdir etmenin iyileştirici gücünün bir kez kez daha farkına vardım. Yaşamın içinden küçük anları almak, onları bir armağan gibi görmek ve tadını çıkarmak bir sanat. Ve her sanat dalı gibi çalıştıkça, pratik yaptıkça gelişiyor.

Denizle nasıl paylaşıyorum?
Bu günlüğü yazmak için ilk taslağı karalamaya başladığım sırada Deniz okuldan "Olumlu davranış biriktiriyorum" yazılı bir kâğıtla geldi. Sınıf içindeki davranışlarını, arkadaşlarına sundukları katkıları kendileri değerlendirecek ve olumlu davranışlarını yazacaklardı. Deniz o gün birkaç davranış saydı (arkadaşlarını üzgün ya da durgun gördüğünde onlarla ilgilenmek ve iyi olup olmadıklarını sormak vb) ancak bu kâğıdı doldurup kutuya atmadı. Aradan üç dört gün geçip hatırlattığımda herkes kadar iyi olduğunu, değişik ve farklı bir şey yapmadığını, o yüzden yazmadığını, yazmayı düşünmediğini söyledi. Yapılan çalışmayı ilk duyduğumda heyecanlanmıştım bununla beraber Deniz'in ilgisizliğini görünce çalışmanın amacının, içeriğinin çocuklara çok iyi aktarılmadığını düşündüm. İlgisini kaybetmesinin asıl sebebini bilmiyorum. Gündemi değişmiş, konu yeniden sınıf ortamında hatırlatılmadığı için sıcaklığını kaybetmiş, değişik ve farklı bir şeyler yapma beklentisinin altına girdiği için davranışlarını önemsiz ve küçük görmüş olabilir. Bunların hepsi ya da hiçbiri olabilir. Neticede hepsi bana ait düşünceler. İşbu düşünceler şu soruları doğurdu: "Deniz bu çalışmayı, arkadaşlarına sunduğu armağanları yazmak ve paylaşmak olarak görseydi daha hevesli hisseder miydi?" "Ben bir kutlama kavanozu hazırlasam içini bana sunduğu irili ufaklı armağanlarla doldursam ilgisini çeker mi?"
Bugünlerde kutlama kavanozunun içi dolmaya devam ediyor. Kutlama kavanozu, benimle paylaştığı armağanları görmesini sağlayacak.
Bize sunulan armağanları fark edebilmek, şükran duyabilmek için "teşekkür oyunu"nu başlattık. Bizi mutlu eden, gözetildiğimizi düşündüğümüz anları fark etmek ve teşekkür etmek, bunu bir tür skor yarışına çevirmekten ibaret oyunumuz.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Deniz kutlama kavanozunu henüz görmedi. Teşekkür etme oyununa severek iştirak ediyor. Her öğlen "Anne bugün kimlere teşekkür ettin?" diye sorması benim de geçiştirdiğim armağanları görmemi ve dile getirmemi sağlıyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Siyasi gündem ve üzerime sinen umutsuzluk beni günlükler hakkında düşünmekten, gelecek planları yapmaktan, hayal kurmaktan biraz uzaklaştırdı. Her giriş yazısında andığım gibi yaklaşabilmeyi umuyorum günlüklere; gündemin sıcaklığından uzaklaşmak, umudu arttırmak ve Denizle ilişkimde fark yaratmak için. İşte bu yüzden araştırıyorum, düşünüyorum, yazıyorum. Bunu da bir hatırlatma olarak yazı masasının görünür bir yerine asmalı.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Kendimi oldukça keyifsiz hissediyorum. Bu ruh hâlinden kurtulmak için belki kendime de bir kutlama kavanozu hazırlamalıyım.

Eski Günlüklere aşağıdan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Anne Günlüğü 1
Şefkatli Anne Günlüğü 2
Şefkatli Anne Günlüğü 3 
Şefkatli Anne Günlüğü 4
Şefkatli Anne Günlüğü 5
Şefkatli Anne Günlüğü 6 
Şefkatli Anne Günlüğü 7
Şefkatli Anne Günlüğü 8 
Şefkatli Anne Günlüğü 9 
Şefkatli Anne Günlüğü 10 
Şefkatli Anne Günlüğü 11
Şefkatli Anne Günlüğü 12
Şefkatli Anne Günlüğü 13
Şefkatli Anne Günlüğü 14
Şefkatli Anne Günlüğü 15



29 Nisan 2018 Pazar

Çocuk edebiyatı, sessiz kitaplar ve yaratıcılık

Bir çocuğun zeki olmasını istiyorsanız ona masallar anlatın. Daha da zeki olmasını istiyorsanız daha çok masal anlatın. Albert Einstein

Kitaplar çocukların elini tutsun. 7 çok geç!

Okul öncesi çocuklara kitap okumak neden önemlidir?
Hikâye dinlemek çocuk ve ebeveyn arasındaki bağı güçlendirir.
Çocuğun dil ve kendini ifade etme becerileri artar.
Dinlediği hikâyede olay örgüsü ve kahramanın yolculuğunu takip eden çocuk, bilgileri kategorize etmeyi, muhakeme etmeyi öğrenir.
Hikâyeler ilham verir, yaratıcılığı arttırır.
Sanata teşvik eder.
Çocuk dinlediği hikâyeler yoluyla dış dünyayı tanır.
Farklı bakış açıları edinir.
Bilgi sahibi olur.
Hikâyedeki kahramanla özdeşlik kurduğu için diğerlerinin düşünceleri ve hisleri ile bağ kurar.
Kitaplar çocuklara sessiz ve sakin bir alan sağlar.

Lütfen, sessiz olur musunuz, lütfen?


Günümüzde çocuk
Her iki ebeveynin çalışması, ekonomik güçlükler, küçülen aile yapıları, büyük anne, büyük baba desteğinden yoksun olmak vb nedenlerle giderek daha çok çocuk, küçük yaşlardan itibaren ev yerine kreşlerde bakılıyor.
Sabah erken saatte kalkmak, yetişkinlerin hızına ayak uydurmak zorunda kalmak, özellikle büyük şehirlerden yaşanan baş döndürücü günlük tempo, çocukları da olumsuz etkiliyor ve strese sokuyor. Kreşlerde daha çok yapılandırılmış faaliyetler, masa başı etkinliklerle zamanı doldurulan çocuğun serbest oyuna, akışa geçmeye, kendini dinlemeye zamanı kalmıyor. Çocuk kendi doğal yavaşlığına varamadan, yaşayamadan gününü sonlandırmak durumunda kalıyor.

Uğultulu dünyanın sessiz sığınakları
Sessiz kitaplar, sadece resimlerin yer aldığı metne yer vermeyen kitaplardır.


Susarak konuşan sessizlik, sözü söyletmeyi öğretir. Eduardo Galeano 

Sessiz kitapların sağladığı kazanımlar:
Çocuklar hikâyeyi görsel olarak takip eder ve kendi hikâyelerini yaratır.
Resimlerdeki ayrıntılara dikkat eder, kendi kahramanlarını, olay örgülerini yaratır.
Kelime dağarcığı artar.
Oyuna, yaratıcılığa ve tahminlere açıktır.
Okur sayısı kadar hikâye vardır.
Her defasında yeniden yaratılabilir.
Çocukta merak duygusunu kışkırtır.

Bir sessiz kitap örneği:

Büyük Orman Avcıları 
Bir orman hayal et ve içindeki binlerce canlıyı... Ve şimdi yazmaya ve anlatmaya başla. Kendi hikâyeni kendi hayal gücün ve yaratıcılığınla oluşturmaya hazır mısın? Bugüne kadar yüzlerce hikâye üretildi. Bakalım sen kaç farklı hikâye üreteceksin. 
Haydi başla!



18 Nisan 2018 Çarşamba

Mevzumuz Öykü: Ezgi Polat ile söyleşi*


“Öykü, sırf bir meseleye değinmiş olmak için hiç düşünülmeden yazılmış sloganlar zinciri değildir.”


Öykü ne değildir?            
Aforizmalar, afili laflar ya da duygular yığını değildir. Farklı bir şey yapmış olmak için hiçbir nedenselliğe dayandırılamayan ya da anlamlandırılamayan tuhaf buluşlar deposu değildir. Sırf bir meseleye değinmiş olmak için hiç düşünülmeden yazılmış sloganlar zinciri değildir. Öykü, yazılması kolay bir tür değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
ben bu başına buyruk adayı
okyanusun kasırgasından
ve yanardağ patlamalarından geçirdim
ve paramparça olmak, o parçalanamaz vardığın sırrıydı
ki en küçük zerresinden güneşler doğdu
(FuruğFerruhzâd, İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına)
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Atmosfer, öykünün başından sonuna kadar süren, okuyucuyu metne sıkıca bağlayan, metnin içine çeken ve orada yaşatabilen bir tür büyüdür. Bunu sağlayacak tek şey betimlemeler zinciri değil elbet, sağlam bir öyküde metnin bütün unsurları bu işe hizmet eder.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?       
Kimsenin böyle bir misyonu yoktur, bu zorunluluk hissiyle olacak bir iş değil zaten. Yazmak, düşünmek işidir. Yazar kalbine dokunan şeyleri beynini meşgul ettiği ölçüde, ancak dile getirme kabiliyeti olduğu zaman yazmalıdır. Bazen bu kabiliyetin olup olmadığı anlaşılamayabilir, bir tür duyarlılık arzusuyla ya da duygusal coşkunlukla acele edilebilir. Bu koşullarda nitelikli bir metnin oluşması da pek mümkün değil bana kalırsa. Amacımız iyi yazmaksa, meselenin olgunlaşıp bize gelmesini beklemeyi, en doğru biçimde anlatacağımız zamanı keşfetmeyi bilmeliyiz.
Ernest Hemingway, “... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm,” diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Okurum ya da yürüyüş yaparım.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil duygularımızı, düşüncelerimizi ifade etmek için bir araçtır. Ancak yalnızca bir araç olduğunu söylemek de haksızlık olacaktır. Nasıl ifade ettiğini önemseyenler için dil, içinde sonsuz keşif imkânı ve yeni ifade biçimleri barındıran bir tür amaçtır.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Ara ara varlığını hissettirenler, beni onu düşünmeye zorlayanlar oluyor. Ama bu yalnızca karakterin kendini anlattırma arzusuyla olacak bir iş değil. Şimdilik böyle bir işe soyunmadım ama üzerinde düşündüklerim var. Belki ilerde.
İlhan Berk “Anlam ve Anlamı Aşmak” başlıklı yazısında, “Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar,” diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Şiir, diğer türlere kıyasla daha soyut bir tür, biçimsel olarak da, anlamsal olarak da. Her şiir olmasa da birçok şiir birçok okuyana başka şekillerde çağrışım yapabilir, bambaşka duygular yaşatabilir. Şiirin tekniği hakkında çok yorum yapamam ama öykü bir odağa sahip olmalıdır ve o odaktan başka anlamlara dağılabildiği, teknik olarak da bunu başarıyla da yapabildiği ölçüde iyidir. Anlamı aşabilen öykünün, okuyanı hem görünürdeki anlama yani yüzeyde akan meseleye doğrudan götüren, hem de derinde yatan anlamı ya da anlamları kurcalamaya iten bir yapısı olmalı. Bu kurcalama neticesinde metnin sahip olduğu ya da yazarın anlatmak istediği -ki bazen anlatmak istememiş de olabilir- yan anlamlara, derinlere inebiliyorsak bence o öykü iyi bir öyküdür. Bu konuyu kavramama ve yazarken bunları gözeterek çalışmama neden olan öykücülerin başında Cortazar ve Cheever vardır diyebilirim.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücünün metnin içinde işi yoktur. Olsa da yoktur. Orada sınırlar çok geçişken ve belirsiz. Öyküde “ben”, metnin anlatıcı karakteri kimse odur. O noktada öyküyü yazan da kimlik değiştirir, o karakter olur, öykücü ölür. Öykücü ölmek istemiyorsa o metni yazmayı hemen bırakmalıdır.
“Eserin ilk hâli bok gibidir” demiş Ernest Hemingway.
Doğru demiş.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Öykü her şeyiyle tamam olduğunda, seslerin, kelimelerin arasına girmeme müsaade etmediğinde, bir fazlalığı olmadığında ve en az bir önce yazdığım öykü kadar iyi ya da ondan daha iyi olduğunda biter benim için. Bunlardan biri sağlanmadığında, öykü üzerinde artık çalışmaya da devam edemiyorsam, kaç sayfa yazmış olursam olayım, bir kenara atarım. Bu durumu anlamamak, kabullenmemek, yazarın boşa zaman kaybetmesine neden olur kanımca. Metnin bittiğini ya da artık o metinden bir şey olmayacağını anlamak biraz teknik, biraz sezgisel bir şey. Şüphe hep olmalı ama fazlası olmuş bir metni de bozar. Bu bozulmayı hissettiğim an dururum. Yine de hiçbir metne tamamlandı diyemem. Kitaba aldığım, daha önce dergilerde yayımlanmış bazı öykülerimde değişiklikler yaptım. Dergilere gönderdiğimde, yayımlandığında bana güzel gelmişti ama sonra beni rahatsız etti. Böyle olunca mutlaka çalışırım. Böyle de olur zaten. Zaman bunun için var.

* Bu söyleşi 17 Mart 2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta Mevzumuz Öykü köşesinde yayımlanmıştır. 

17 Nisan 2018 Salı

İNSANA HİÇ RAHAT YOK KENDİNDEN

Yüz Kitap çevirdiği öykü kitaplarıyla dikkat çekiyor.  Yayıncılıktan muratlarını, "1945 sonrası dünya edebiyatının daha önce Türkçeye hiç çevrilmemiş minör klasiklerini ve klasik olmaya aday eserleri iyi çeviri, titiz bir editoryal çalışma ve özenli tasarımlarla yayımlamayı hedefliyor" sözleriyle açıklayan yayınevinden çıkan ilk kitap İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden. İlk kez Ağustos 2014'te yayımlanan kitap şimdiye değin üç baskı yaptı.


İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden
Grace Paley
Çeviri Aylin Ülçer
Yüz Kitap
Öykü


Hikâyeyi biraz geri saralım ve yazarın özyaşam öyküsüne bakalım.
Grace  Goodside, anne ve babasının 1905 yılında Çarlık Rusya'sından kaçışından on yedi, sıhhi pedlerin (söz konusu icat "Song Stanzas of Private Luck" şiirine de ilham vermiştir) icadından bir yıl sonra, 1922 yılında Bronx'ta doğuyor.  Ukraynalı sosyalist Yahudi bir çiftin kızı olan Grace Rusça ve Yidişçe konuşulan bir evde büyüyor. Bu zenginlik daha sonra öykülerinde kendisini gösteriyor. Yazmaya şiirle başlıyor. 17 yaşındayken haftanın altı günü asansör tamir eden bir firmada çalışıyor ve akşam sınıfına devam ediyor. Yazdığı şiirleri WH Auden'a gösteriyor. O günlerde Grace İngiliz İngilizcesiyle şiirler yazıyor, günlük hayatta yer bulamayan bazı kelimeleri şiirlerinde kullanıyor. Auden'ın, dikkatini bu konuya çekmesi, ona taklit etmemesini, kendi sesini bulmasını ve sahici olmasını tavsiye etmesi Grace'in kulağına küpe oluyor.
Paley, soyadını ilk eşi ve iki çocuğunun babası film yapımcısı Jess Paley'den alıyor. 26 yaşında ilk kez anne oluyor. Bir yıl sonra ikinci çocuğu doğuyor. Çocuklar büyürken yarı zamanlı daktilocu olarak çalışıyor ve çocukların bakımıyla ilgileniyor.  1959 yılında yayımlanan İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden ilk öykü kitabı. Bu kitabı, iki öykü ve üç şiir kitabı takip ediyor. Yazar olmadan önce neler yaptığı sorulduğunda tam zamanlı annelikten, parkta çocukların peşinde koşturarak geçirdiği zamanlardan bahsediyor. Hemen ardından eğer parklarda bu kadar çok vakit geçirmeseydim tüm bu öyküler ortaya çıkamazdı diye ilave ediyor.

İlk kitap dosyası hikâyesi ilginç. Paley üç hikâye yazıyor ve yazdıkları hoşuna gidiyor. Öykülerini eşi ve bazı yakın dostlarıyla paylaşıyor. Onlar da beğeniyorlar. Paley bu ilgiden memnun kalıyor. O sırada çocuklar küçük ve komşu çocuklarla oynuyorlar. Komşulardan birisi de Tibby Mccormic. Tibby, Paley'in öykülerini okuması için, Doubleday'in editörlerinden biri olan eski eşi Ken McCormick'e veriyor. Öyküleri gönülsüzce alan McCormick, okuduktan sonra bunlar gibi yedi öykü daha yazarsan kitabı basarız müjdesini veriyor. Paley, büyük bir tevazu göstererek bu olayı bir şans olarak değerlendiriyor.

Paley'in bu ifadelerinin yer aldığı söyleşiyi ve Ursula K. Le Guin'in Sözcüklerdir Bütün Derdim Hayat ve Kitaplar Üzerine Yazılar'da yer alan "Kaybolan Büyükanneler" adlı makalesini aynı akşam birkaç saat arayla okudum. Her iki metinde de şans'a değiniliyordu
"Kaybolan Büyükanneler" Le Guin'in 2011 yılında yazdığı bir makale. İlk kez Sözcüklerdir Bütün Derdim Hayat ve Kitaplar Üzerine Yazılar kitabında yer almış. Hep Kitap etiketiyle yayımlanan kitabın çevirisi Damla Göl'e ait.
Le Guin bu makalede, edebiyat kanonunun ısrarla ve inatla kadın yazarları dışarıda bıraktığını,  bu amaçla kötüleme, ihmal etme, istisna ve kaybetme yöntemlerini kullandığını anlatıyor. Bu görüşünü örneklerle açıklıyor. Söz konusu yazıda erkekler tarafından yaratılan şans algısına değiniyor.
Kadın yazarın başarısı gözardı edilemeyecek kadar parlaksa onu bir istisna, başarısını da bir şans olarak göstermenin çok yaygın bir tutum olduğunu, kadın yazarların kolay kolay kendine merkezde yer bulamadığını, yazdıkları eşsiz dahi olsa ardından gelen yazarların üzerinde hiçbir etkisi yokmuş gibi davranıldığını, kadın yazarın yaşamı boyunca karşılaştığı kötüleme, ihmal etme, hariç tutma (istisna olarak görme) yöntemlerinin kadın yazarların ölümünden sonraki kayboluşuna hazırlık olduğunu söylüyor ve günümüzde unutulmuş kadın yazarlardan, onların ortadan kaybolmuş kitaplarından örnekler veriyor.
Makaleyi okumaya devam ettiğimde tesadüfün şans olgusuyla sınırlı olmadığını görüyorum.
"Aklımda kısa bir süre önce vefat eden bir kadın yazar var; korkarım ki o da kaybolmaya karşı son derece savunmasız. Dikkat çekecek düzeyde özgün ve güçlü bir hikâye anlatıcısı ve şair olan Grace Paley. Paley'in sorunu, tamamen ve gerçekten eşsiz olmasıydı. Kesinlikle bir "şans eseri" değildi, fakat çoğu kadın yazar gibi, erkek merkezli edebiyat çevrelerince kabul gören herhangi bir büyük ekolün ya da akımın parçası olamamıştı.
Çoğu erkek yazarın aksine, kendi egosunun gelişmesiyle pek ilgilenmiyordu. Evet hırslıydı, hem de son derece; fakat hırsı kendi dönemindeki sosyal adaleti daha ileri taşımak içindi.
Korkarım ki kadın eleştirmenler, feminist yazarlar, tarafsız akademisyenler, öğretmenler ve edebiyat sevdalıları Paley'in eserlerini görünür kılmak, çalışmak, öğretmek, okumak ve yeniden basılmasını sağlamak için bilinçli ve tutarlı bir çaba harcamazlarsa, önümüzdeki birkaç yıl içinde bu eserler de sessizce bir kenara itilecek. Baskısı tükenecek. Daha az önemli yazarların eserleri sırf erkek oldukları için hayatta kalırken Paley unutulup gidecek.
Bu böyle sürmez. Huzur içinde çürümeye bırakılması gereken yazarlar durmaksızın diriltilirken, kadın olmamaları sayesinde eleştirilerin ve müfredatın zombileri olarak aramızda dolaşırken, iyi yazarların sırf erkek olmadıkları için ortadan kaybolmalarına ve öylece gömülüp gitmelerine artık müsaade edemeyiz."
Paley için tehlike çanları çalıyor mu, emin değilim. Ama Le Guin'in bu yazısını bir vasiyet olarak görüp severek okuduğum bu güzelim öykülere dair bir taş da ben atayım internetin sonsuz sularına. 

Okuma notları:
Arka kapak yazıları her zaman kitabın içeriğini iyi karşılamaz ancak bu defa öyle değil. Paley'in öykülerinde yer alan mizahı Susan Sontag'tan ya da Philip Roth'dan daha iyi anlatmak mümkün değil.
"Grace Paley'in öyküleri, beni güldürüyor, ağlatıyor ve hayranlık hissettiriyor. Paley, kimseye benzemeyen komik, enerjik ve hüzünlü bir sese sahip, nadir rastlanan türden doğal bir yazar." Susan Sontag
"Paley'in yalnızlık, şehvet, bencillik ve tükenmişlik duygusuna bakış açısındaki mizah olağanüstü. Philip Roth
Paley'in anlatısı trajikle mizah arasında gidip geliyor ama asla trajiğe meyletmiyor. Başka yazarların elinde kolaylıkla zavallı, acınası olarak görülecek kadınlar, bocalasalar da ne istediklerini bilen, hayatlarına kaldıkları yerden devam eden güçlü kahramanlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu yönüyle de en çok Alice Munro'nun kadınlarına  benziyor.

Orjinal basımlara ait bazı kapaklar




Sizce de en güzeli Türkçe çevirisine ait kapak değil mi?


16 Nisan 2018 Pazartesi

ŞEFKATLİ ANNE GÜNLÜĞÜ:15


Çocukla Barış, Bodrum BBOM Öğretmen Okulunda tanışan Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerin orada öğrendikleri, araştırdıkları, derinleşmek istedikleri konuları ve sınıfa taşıdıklarını paylaştıkları dijital bir platform.
Farklı yerlerde, farklı koşullarda çalışan üç öğretmen Sura Hart'ın rehberliğinde çıktıkları yolculuğu "Şefkatli Öğretmenin Günlüğü" köşesinde hafta hafta paylaşıyor. Gündemin ağırlığından kaçmak, umudunu arttırmak, çocuklarla ilişkilerinde fark yaratmak isteyen ebeveynler ve öğretmenler için küçük tavsiyelerle dolu günlükleri, kendi pratiğimize dökebilmek, sürecimizi gözlemlemek için bu şablonu kendi ev hâlimize uygulamak istedim. Adını da Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerden ilhamla "Şefkatli Anne Günlüğü" koydum.

Sura Hart ne diyor?
Öğrencileriniz sınıf kapısından içeri girdiğinde onları; paylaşacakları kendilerine ait düşünceleri, duyguları, ihtiyaçları, becerileri, ilgi alanları ve yetenekleri ile bütünlüklü insanlar olarak mı görüyorsunuz? Yoksa tembeller, rahatsızlık unsurları, yabaniler, talepkarlar ve asiler olarak mı?
Her günün başında ve tüm yıl boyunca düşünceleriniz sözlerinizden çok daha yüksek sesle iletişim kurar.
Öğrencilerinizi düşündüğünüzde aklınıza gelen on tane tanımlayıcı sözcük veya ifadeyi hızlıca defterinize yazın. Öğrencileriniz hakkında düşündükleriniz onların davranış biçimlerini etkiliyor olabilir mi?

Ben ne düşünüyorum?
Bu alıntı duyduğum bir Kızılderili hikâyesini anımsattı.
Yaşlı Kızılderili reisi, kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbirleriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyordu. Köpeklerden biri beyaz, diğeri siyahtı.
Çocuk kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, ikinci köpeğe neden ihtiyaç olduğunu ve renklerinin neden ille siyah beyaz olduğunu anlamak istiyordu.
Dedesine merakla sordu. Yaşlı reis bilgelikle gülümsedi. Torununun sırtını sıvazladı.
"Onlar, benim için iki simgedir."
"Neyin simgesi?" diye sordu çocuk.
"İyiliğin ve kötülüğün simgesi. İyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için bu iki köpeği yanımda bulundururum."
Çocuk mücadele varsa, bir kazanan da olmalı diye düşündü ve "Hangisi kazanacak?" diye sordu.
Yaşlı reis derin bir gülümsemeyle torununa baktı ve yanıtladı:
"Ben hangisini daha iyi beslersem."
Biz hangisini beslemek istiyoruz? Hizaya sokmayı mı, bağlantı kurmayı mı?
Çocuklarımızın bizi rahatsız eden davranışları karşısında ağzımızdan suçlayıcı bir cümle kaçırmak  yerine karşılanmayan ihtiyaçlarımızla bağlantı kurduğumuz, hoşlanmadığımız durumu izah ederken duygularımızın sorumluluğunu aldığımız her an, bu uğurda attığımız her adım çocuklarla bağlantı kurma alanını besliyor.

Denizle nasıl paylaşıyorum?
Geçtiğimiz günlükte sonrasıyla ilgili düşüncelerimden bahsederken "Peki ama bu kimin hatası? Birinin hatası olması gerek" algısından bahsetmiştim. Bu algı, çok küçük yaşlardan itibaren farkına varmadan bizi kuşatıyor, nefes almak kadar, düşünülmeden yapılan bir alışkanlık hâline geliyor. Duygularımızı ifade ederken sorumluluk almamak, çektiğimiz duygunun sebebi, sorumlusu olarak karşı tarafı görmek, kendimize bakmak yerine bir başkasını suçlamak nasıl da kolay, zahmetsiz. Zor olan bu içsel ilk tepkinin, tetiklenme ânının gerisinde olanlara dikkat kesilmek. Bunu yapabildiğimizde çatışma anları, öğrenme alanlarına dönüyor. Bunu fark etmek, zihnime, kalbime atılan derin bir çentik gibi. Yok sayılması imkânsız.
Şimdi bu bilginin ışığında etrafımdaki yetişkin çocuk diyaloglarına kulak veriyorum. "Beni çok üzdün, beni çok kızdırdın, beni hayal kırıklığına uğrattın." Küçücük yüreklere, bedenlere yüklediğimiz suçluluk duygusunu görüyorum, kendi çocukluğumu ve yüklendiklerimi hatırlıyorum. Öğrendiklerim ve hatırladıklarım beni davranışlarımın sorumluluğunu almaya, kelimeleri özenle seçmeye, yargılayıcı etiketler takmamaya teşvik ediyor.  Bununla beraber hem benim hem Deniz'in bu tür davranışlara defalarca maruz kalacağımızı da iyi biliyorum. Kendimizi suçlu, utanç içinde ve pişman hissetmemek için kuşanmamız gereken kalkanlar var. Peki onları nerede bulacağız? İşte çalışılacak bir başlık daha.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Çatışmanın öznesi değilsem, Deniz benim rehberliğimden memnun. Benimle konuşmak, duygularının farkına varmak, kendini dinlemek, duyulmak, anlayışla karşılanmak onu rahatlatıyor. Çatışmanın öznesi bensem, işler her zaman yolunda gitmiyor. Deniz bazen suçlandığını düşünüyor ve üzülüyor. Benim yüzümden kendini suçlu hissetmesini istemiyorum. Bununla beraber her zaman kendimi empati verebilecek kadar güçlü, sabırlı, anlayışlı hissetmiyorum. Empati verebilecek durumda değilsem, şiddetsiz çığlığa başvurabileceğimi öğrenmek Marshall Rosenberg'in elime tutuşturduğu yeni bir anahtar.
Şiddetsiz çığlık örneği bir cümle:
"Hey bana bakın, çok acı çekiyorum! Şu an gerçekten sizin kavganızla uğraşacak hâlim yok! Tek istediğim biraz huzur ve sessizlik."

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Sonrasıyla ilgili içimde iki konu çok canlı:
Karşı taraf şiddetli bir şekilde bizi suçladığında, öfkeyi bize yönelttiğinde, bu sarmalın dışında kalmak için kullanabileceğimiz güvenlik kalkanları üzerine düşünmek, çalışmak, fonksiyonel metodlar belirlemek.
Şiddetsiz çığlık atmayı öğrenmek ve içselleştirmek.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Deniz hakkında bir çırpıda on tanımlayıcı kelime bulmak ilginçti. On kelimenin üçünün olumsuz yargı olduğunu söylemeliyim. Taktığımız etiketlerin kendisini gerçekleştiren kehanetlere dönüştüğüne inanıyorum. Beklenti hangi yöndeyse oraya gidişatı besliyoruz. Tarafsız kaldığımızda, bir üçüncü göz gibi tepeden baktığımızda, bu etiketleri takan yanımızın indirekt olarak bize söylediklerini duymak, dipte yatan karşılanmamış ihtiyaçlara kulak vermek kolaylaşıyor.

Eski Günlüklere aşağıdan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Anne Günlüğü 1
Şefkatli Anne Günlüğü 2
Şefkatli Anne Günlüğü 3 
Şefkatli Anne Günlüğü 4
Şefkatli Anne Günlüğü 5
Şefkatli Anne Günlüğü 6 
Şefkatli Anne Günlüğü 7
Şefkatli Anne Günlüğü 8 
Şefkatli Anne Günlüğü 9 
Şefkatli Anne Günlüğü 10 
Şefkatli Anne Günlüğü 11
Şefkatli Anne Günlüğü 12
Şefkatli Anne Günlüğü 13
Şefkatli Anne Günlüğü 14




11 Nisan 2018 Çarşamba

ŞEFKATLİ ANNE GÜNLÜĞÜ:14


Çocukla Barış, Bodrum BBOM Öğretmen Okulunda tanışan Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerin orada öğrendikleri, araştırdıkları, derinleşmek istedikleri konuları ve sınıfa taşıdıklarını paylaştıkları dijital bir platform.
Farklı yerlerde, farklı koşullarda çalışan üç öğretmen Sura Hart'ın rehberliğinde çıktıkları yolculuğu "Şefkatli Öğretmenin Günlüğü" köşesinde hafta hafta paylaşıyor. Gündemin ağırlığından kaçmak, umudunu arttırmak, çocuklarla ilişkilerinde fark yaratmak isteyen ebeveynler ve öğretmenler için küçük tavsiyelerle dolu günlükleri, kendi pratiğimize dökebilmek, sürecimizi gözlemlemek için bu şablonu kendi ev hâlimize uygulamak istedim. Adını da Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerden ilhamla "Şefkatli Anne Günlüğü" koydum.

Sura Hart ne diyor? 
İletişimimizin her noktasında, öğrencilerimizi nasıl gördüğümüzün ve onların neleri başarabileceklerine inandığımızın bilgisini aktarıyoruz.
Öğrencilerinize hangi mesajları aktarıyorsunuz?
Öğrencileriniz bu cümleyi nasıl tamamlar: "Öğretmenim ....... sever."

Ben ne düşünüyorum?
"Nereden biliyorsun? Belki ...", "Bir dakika, düşünüyorum", "Daha sözümü bitirmedim", "Sabır nedir, bilmez misin?"
Bu cümleler Deniz'e ait. Varsayımda bulunduğum, tahmin ettiğim, ona düşünmesi için yeterince zaman tanımadığım, sabırsız davrandığım durumlarda işittiğim bu cümlelerle Deniz de bana bazı mesajlar aktarıyor(du): "Tahminde bulunma", "Düşüncelerimi ve duygularımı sana doğru aktarabilmek için zamana ihtiyacım var", "Bazen yavaş düşünebilir, yavaş konuşabilir ve yavaş hareket edebilirim, beni sabırla bekleyebilir misin?"
Bunları fark etmek "Annem ... sever" cümle kalıbının arasındaki boşlukları doldurmaktan daha kıymetli, benim için.

Denizle nasıl paylaşıyorum?
Günlüklere başlarken amacımı ve niyetimi sınıf ortamı için tasarlanan bu vizyonu haneye taşımak, haftalık aile toplantıları vasıtasıyla birbirini dinleme kültürü oluşturmak, olumsuz duyguların ardında yatan istek ve ihtiyaçlara kulak vermek, sakinleştirici otorite rolünü başarıyla yürütmek olarak ortaya koymuştum. Bunu başarmak iyi bir gözlemci olmaktan, bakmak ve görmek, duymak ve dinlemek arasındaki farkları bilmekten geçiyor. Bu sayede derinlerde yatan kaygıları anlamak, onları yatıştırmak mümkün oluyor.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Deniz'in gözünde annesinin sevdikleri:
Annem benimle oynamayı sever.
Annem tatile gitmeyi sever.
Annem salyangozları sever.
Annem kirli çoraplarımı onun yüzüne atmamı sever.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
"Peki ama bu kimin hatası? Birinin hatası olması gerek."
Deniz arkadaşıyla buluşmasına engel olan şeyi anlamaya çalışıyor. Çünkü oyun oynamak, eğlenmek istiyor. Deniz yalnız değil. Hepimiz acıdan, mutsuzluktan kaçınıyor, sevgi, huzur, barış dolu, eğlenceli ortamlar istiyoruz. Ne var ki bu varılacak ve sonsuza kadar korunacak bir nokta değil. Daimi mutluluk, güvence, refah yok. Değişime ve belirsizliğe karşı durduğumuzda, direndiğimizde kaçındığımız acıyı ve mutsuzluğu bir paratoner gibi üzerimize çekiyoruz. Bu hem kendimiz hem de çocuklarımız için üzerinde durulması, çalışılması gereken bir nokta. Buraya eğilmek istiyorum.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Sorun yaşadığı, yardım istediği anlarda Deniz duyulmak, görülmek, ciddiye alınmak, işbirliği, duygusal güvence, yakınlık, destek bekliyor. Elbette bu şekilde dile getirmiyor. Karşısındaki yetişkin ona akıl verdiğinde, teselli etmeye çalıştığında, durumunu hafife alıp güldüğünde ya da espri yapmaya, dikkatini başka yere çekmeye çalıştığında verdiği tepkiler bana bunu söylüyor.
Bunu fark edebilmek, bir sorun yaşadığında güldürmek, dikkat dağıtmak vb yollara başvurmamak, onu ciddiye almak, güvenini kazanmak için çabalamak ikimizin arasındaki bağı daha dürüst, sahici ve şefkatli kılıyor.

Eski Günlüklere aşağıdan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Anne Günlüğü 1
Şefkatli Anne Günlüğü 2
Şefkatli Anne Günlüğü 3 
Şefkatli Anne Günlüğü 4
Şefkatli Anne Günlüğü 5
Şefkatli Anne Günlüğü 6 
Şefkatli Anne Günlüğü 7
Şefkatli Anne Günlüğü 8 
Şefkatli Anne Günlüğü 9 
Şefkatli Anne Günlüğü 10 
Şefkatli Anne Günlüğü 11
Şefkatli Anne Günlüğü 12
Şefkatli Anne Günlüğü 13



2 Nisan 2018 Pazartesi

ZAMAN ÜZERİNE



Seneca, Lucilius'unu selamlar,
Evet, öyle yap Lucilius, kendin için kazan kendini. Şimdiye değin senden zorla alınan ya da çalınan, boşa akıp giden zamanına sarıl, iyi kullan onu. Durum, emin ol, sana yazdığım gibi: Kimi zamanımız bizden zorla alınıyor, kimisi sinsice çalınıyor, kimisi de boşa akıp gidiyor. Umursamadığımız için uğradığımız kayıp da, en yüz kızartıcı olanı. Dikkat edersen, hayatımızın en büyük bölümü kötü iş yapmakla, büyük bölümü hiç iş yapmamakla, tüm yaşamımız da yapmamız gerekenden başkasını yapmakla geçiyor. Zamana değer veren, gününün değerini bilen, her gün biraz daha ölmekte olduğunu anlayan bir kimse gösterebilir misin bana? Yanıldığımız bir nokta var: Sanıyoruz ki ölüm önümüzdedir, oysa ölümün büyük bir kısmı şimdiden geçip gitmiştir. Hayatımızın geride kalan kısmını ölüm eline geçirmiş. O halde, bana yazdığın gibi davran Lucilius'um, sarıl bütün saatlerine: Bugüne el koyarsan, daha az bağlı kalacaksın yarına. Böyledir bu iş: Yaşamak ertelendi mi, hızla akar geçer. Her şey yabancıdır bize. Lucilius, bizim olan bir tek şey var: zaman. Doğa, yalnız bunu, bir tek bu kaçıcı ve kaygan şeyi vermiş bize; ama onu da her isteyen alıyor bizden. İnsanlar öylesine akılsız ki, bir kimseden küçücük, değersiz, yerine konabilir bir şey aldılar mı, kendilerinin borçlu sırasına konmasına göz yumuyorlar da, minnettar olunsa bile, karşılığı verilemeyecek tek şeyi, yani zamanı alan insan, hiçbir şekilde borçlu saymıyor kendini. Belki, "Bana böyle öğütler verdiğin halde, kendin nasıl davranıyorsun?" diye soracaksın. Açık yüreklilikle söyleyeyim: Refah içinde, ama dikkatli yaşayan bir insan gibiyim; harcadığımın hesabını iyi tutuyorum. Hiçbir şey yitirmediğimi söyleyemem, ama ne yitirdiğimi, niçin ve nasıl yitirdiğimi söyleyeyim, fakirliğimin nedenlerini bildireyim sana. Ama benim başıma gelen, kendi suçu olmadan yoksulluğa düşen birçoklarının da başına gelmiştir: Herkes affeder ama kimse yardım etmez. Nasıl bir şey dersen; çok az şeyi kalan kimse, bu pek azla yetinirse, bence fakir değildir de ondan. İyisi mi sen de malını kötü gün için sakla, hem de zamanında başla bu işe. Çünkü atalarımızın dediği gibi, "Dibi göründü mü küpün, neye yarar tutumun?" Dipte kalan da hem çok azdır hem de en kötüsüdür. Sağlıcakla kal. 

Ahlak Mektupları
Lucius Annaeus Seneca 
Latince aslından çeviren Türkân Uzel 
Jaguar Kitap 

1 Nisan 2018 Pazar

NASIL YAZIYORLAR? (11)




Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte on birincisi: Ursula K. Le Guin



Gary Synder, deneyim imgesini bize bir kompost halinde vermiştir. Kompost, belli bir süre aynı yerde kalarak kire dönüşen her şey, tüm ıvırlar zıvırlar, atıklar ve çöplerdir. Sessizliği, karanlığı, zamanı ve sabrı içerir. O komposttan dört başı mamur bahçeler büyür. 

Yazmayı bahçıvanlık olarak düşünmek faydalı olabilir. Siz tohumları ekersiniz, fakat her bitki kendi yolunu ve şeklini bulur. Denetimi sağlayan bahçıvandır, evet; ama bitkiler yaşayan, inatçı şeylerdir. Her hikâye, ışığa doğru kendi yolunu bulmak zorundadır. Bir bahçıvan olarak en gerekli aletiniz, hayal ügcünüzdür. 
Genç yazarlar genelde bir hikâyenin bir mesajla başladığını düşünür, onlara öyle düşünmeleri öğretilir. Benim tecrübem böyle olmadı. Başladığınızda önemli olan tek şey şudur: Anlatmak istediğiniz bir hikâyeniz var. Büyümek isteyen bir fidan. Kendi tecrübelerinizdeki bir şey, kendini ışığa ulaşmak için zorlamaktadır. Dikkatlice, özenle ve sabırla bunu teşvik edersiniz, olmasıns müsaade edersiniz. Zorlamayın, ona itimat edin. İzleyin, sulayın, büyümesine izin verin. 
Bir hikâye yazarken, onun kendisi olmasına ve kendisini eksiksiz şekilde ifade etmesine müsaade ederseniz, o hikâyenin gerçekten ne hakkında olduğunu, ne söylediğini, onu anlatmayı neden istediğinizi keşfedebilirsiniz. Öğrendikleriniz sizi de şaşırtabilir. Yıldızçiçeği ektiğinizi düşünüyor olabilirisiniz ama bakın ne buldunuz: bir patlıcan! Kurmaca bilgi aktarımı değildir, mesaj göndermek değildir. Kurmaca yazını, yazar için daima şaşırtıcıdır. 
Tıpkı bir şiir gibi, hikâye de söyleyeceklerini söylenebilecek tek şekilde söylemek zorundadır ve bu tamı tamına hikâyenin kendi kelimeleri olur. İşte bu yüzden kelimeler bu kadar önemlidir, doğru kelimelere nasıl ulaşılacağını öğrenmek bu yüzden çok uzun sürer. İşte bu yüzden sessizliğe, karanlığa, zamana, sabra ve kullandığınız kelime dağarcığınızda ve dilbilgisinde gerçek bir hâkimiyete ihtiyacınız vardır. 
Tecrübelerden yola çıkan hakiki hayaller, okurlarla paylaşıldığında ayırt edilebilir. Muhteşem hayal gücü hikâyeleri, herhangi bir mesajın ötesinde anlamlarla yüklüdür ve yüzlerce yıldan beri bütün insanlar için anlamlıdır. Odysseia, Don Quijote, Gurur ve Önyargı, Bir Noel Şarkısı, Yüzüklerin Efendisi, Honey in the Horn (Boynuzdaki Bal), The Jump-Off Creek (Sıçrama Deresi): Bu hikâyelerin hiçbiri gerçek değildir. Hepsi katıksız kurmacalardır. Bunlar hepimiz hakkındadır, bunlar bizim hikâyemizdir. Bizi daha büyük bir hikâyeye, insan hikâyesine, insan olmanın gerçekliğine dahil ederler. 
İşte bu yüzden kurmacayı seviyorum ve insanları hikâyeler uydurmaya teşvik ediyorum. Doğru kelimeleri doğru şekilde kullanmayı öğrenmeye zaman ayırmak gerek. Kelimeleri nasıl kullanacağınızı öğrenmek biraz zaman alıyor. Uygulama gerektiriyor. Çalışmak, yıllar boyu çalışmak lazım. Ve sonra belki de yazdığınız şey asla yayımlanmayabilir. Yayımlansa bile, çok büyük bir ihtimalle geçinmenize yetecek kadar para kazandırmayacaktır. Fakat sizin yapmak istediğiniz şey buysa, hiçbir şey, dünyadaki başka hiçbir şey, size istediğiniz şeyi yapmaktan, bizzat o işin kendisinden daha tatlı bir ödül veremez. Bunu yaptığınızı bilerek, doğru kelimeleri kullandınız, bir hikâye uydurdunuz ve onu doğru şekilde anlattınız. Doğruyu söylemek, harika ve nadir bir şeydir. Tadını çıkarın!


Kaynak:
Sözcüklerdir Bütün Derdim Hayat ve Kitaplar Üzerine Yazılar
Ursula K. Le Guin
Çeviri Damla Göl
Hep Kitap