18 Nisan 2018 Çarşamba

Mevzumuz Öykü: Ezgi Polat ile söyleşi*


“Öykü, sırf bir meseleye değinmiş olmak için hiç düşünülmeden yazılmış sloganlar zinciri değildir.”


Öykü ne değildir?            
Aforizmalar, afili laflar ya da duygular yığını değildir. Farklı bir şey yapmış olmak için hiçbir nedenselliğe dayandırılamayan ya da anlamlandırılamayan tuhaf buluşlar deposu değildir. Sırf bir meseleye değinmiş olmak için hiç düşünülmeden yazılmış sloganlar zinciri değildir. Öykü, yazılması kolay bir tür değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
ben bu başına buyruk adayı
okyanusun kasırgasından
ve yanardağ patlamalarından geçirdim
ve paramparça olmak, o parçalanamaz vardığın sırrıydı
ki en küçük zerresinden güneşler doğdu
(FuruğFerruhzâd, İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına)
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Atmosfer, öykünün başından sonuna kadar süren, okuyucuyu metne sıkıca bağlayan, metnin içine çeken ve orada yaşatabilen bir tür büyüdür. Bunu sağlayacak tek şey betimlemeler zinciri değil elbet, sağlam bir öyküde metnin bütün unsurları bu işe hizmet eder.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?       
Kimsenin böyle bir misyonu yoktur, bu zorunluluk hissiyle olacak bir iş değil zaten. Yazmak, düşünmek işidir. Yazar kalbine dokunan şeyleri beynini meşgul ettiği ölçüde, ancak dile getirme kabiliyeti olduğu zaman yazmalıdır. Bazen bu kabiliyetin olup olmadığı anlaşılamayabilir, bir tür duyarlılık arzusuyla ya da duygusal coşkunlukla acele edilebilir. Bu koşullarda nitelikli bir metnin oluşması da pek mümkün değil bana kalırsa. Amacımız iyi yazmaksa, meselenin olgunlaşıp bize gelmesini beklemeyi, en doğru biçimde anlatacağımız zamanı keşfetmeyi bilmeliyiz.
Ernest Hemingway, “... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm,” diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Okurum ya da yürüyüş yaparım.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil duygularımızı, düşüncelerimizi ifade etmek için bir araçtır. Ancak yalnızca bir araç olduğunu söylemek de haksızlık olacaktır. Nasıl ifade ettiğini önemseyenler için dil, içinde sonsuz keşif imkânı ve yeni ifade biçimleri barındıran bir tür amaçtır.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Ara ara varlığını hissettirenler, beni onu düşünmeye zorlayanlar oluyor. Ama bu yalnızca karakterin kendini anlattırma arzusuyla olacak bir iş değil. Şimdilik böyle bir işe soyunmadım ama üzerinde düşündüklerim var. Belki ilerde.
İlhan Berk “Anlam ve Anlamı Aşmak” başlıklı yazısında, “Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar,” diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Şiir, diğer türlere kıyasla daha soyut bir tür, biçimsel olarak da, anlamsal olarak da. Her şiir olmasa da birçok şiir birçok okuyana başka şekillerde çağrışım yapabilir, bambaşka duygular yaşatabilir. Şiirin tekniği hakkında çok yorum yapamam ama öykü bir odağa sahip olmalıdır ve o odaktan başka anlamlara dağılabildiği, teknik olarak da bunu başarıyla da yapabildiği ölçüde iyidir. Anlamı aşabilen öykünün, okuyanı hem görünürdeki anlama yani yüzeyde akan meseleye doğrudan götüren, hem de derinde yatan anlamı ya da anlamları kurcalamaya iten bir yapısı olmalı. Bu kurcalama neticesinde metnin sahip olduğu ya da yazarın anlatmak istediği -ki bazen anlatmak istememiş de olabilir- yan anlamlara, derinlere inebiliyorsak bence o öykü iyi bir öyküdür. Bu konuyu kavramama ve yazarken bunları gözeterek çalışmama neden olan öykücülerin başında Cortazar ve Cheever vardır diyebilirim.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücünün metnin içinde işi yoktur. Olsa da yoktur. Orada sınırlar çok geçişken ve belirsiz. Öyküde “ben”, metnin anlatıcı karakteri kimse odur. O noktada öyküyü yazan da kimlik değiştirir, o karakter olur, öykücü ölür. Öykücü ölmek istemiyorsa o metni yazmayı hemen bırakmalıdır.
“Eserin ilk hâli bok gibidir” demiş Ernest Hemingway.
Doğru demiş.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Öykü her şeyiyle tamam olduğunda, seslerin, kelimelerin arasına girmeme müsaade etmediğinde, bir fazlalığı olmadığında ve en az bir önce yazdığım öykü kadar iyi ya da ondan daha iyi olduğunda biter benim için. Bunlardan biri sağlanmadığında, öykü üzerinde artık çalışmaya da devam edemiyorsam, kaç sayfa yazmış olursam olayım, bir kenara atarım. Bu durumu anlamamak, kabullenmemek, yazarın boşa zaman kaybetmesine neden olur kanımca. Metnin bittiğini ya da artık o metinden bir şey olmayacağını anlamak biraz teknik, biraz sezgisel bir şey. Şüphe hep olmalı ama fazlası olmuş bir metni de bozar. Bu bozulmayı hissettiğim an dururum. Yine de hiçbir metne tamamlandı diyemem. Kitaba aldığım, daha önce dergilerde yayımlanmış bazı öykülerimde değişiklikler yaptım. Dergilere gönderdiğimde, yayımlandığında bana güzel gelmişti ama sonra beni rahatsız etti. Böyle olunca mutlaka çalışırım. Böyle de olur zaten. Zaman bunun için var.

* Bu söyleşi 17 Mart 2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta Mevzumuz Öykü köşesinde yayımlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder