22 Temmuz 2014 Salı

STEPHEN MAY'DEN YAZAR ADAYLARINA TAVSİYELER


İlk öykülerinizi yazdınız. Ancak onlarla ne yapacağınızı, nasıl değerlendireceğinizi bilmiyorsunuz. Stephen May'in Yaratıcı Yazarlık kitabında yer alan tavsiyeler işinize yarayacaktır.
 
 
 
ÖYKÜNÜZÜ NERELERE GÖNDEREBİLİRSİNİZ?

Öykünüzü göndereceğiniz ilk yer çekmeceniz olmalıdır.

Tamamlanmış kısa öykünüzü yazıp kâğıda döktükten sonra çekmecenize koyup birkaç hafta dinlendirin. Öykünüz o çekmecede sönmüş bir yanardağ gibi görünse de, bilinçaltınızın bir yerlerinde lav püskürtmeye devam eder. Nihayet çekmeceden çıkarıp yeniden okuduğunuzda, bulduğunuz yanlışların sayısına inanamayacaksınız. Bu durum ne moralinizi bozsun ne de cesaretinizi kırsın. Çünkü sürecin doğal ve gerekli bir parçası. Kâğıdın kenarına notlar alarak dikkatli bir şekilde yeniden okuyun. Düzeltmeleri mutlaka ama mutlaka ve daima kâğıda basılmış kopya üzerinde yapın, ekranda değil. Bir şeyleri gözden kaçırma ihtimali ekranda daha yüksektir.

Öykünüz için en iyi pazarlardan biri, kısa öykü de yayımlayan edebiyat dergileridir. Bu dergilerin hepsi şiir de kabul eder.* Eserinizi göndermeyi düşündüğünüz dergiyi önce dikkatli gözle inceleyin.

Öykünüzün okurla buluşabileceği bir diğer adres de yarışmalardır. Değişen miktarda para ödülleri de olan bu yarışmalara katılmak, bu yolda ne kadar ilerlediğinizi sınamanın pratik bir yoludur. Prusyalı subayların bedenlerinde düello izi biriktirmesi gibi, yazarlar da reddedildiklerini bildiren kâğıt parçalarını biriktirmeli ve yarışmalara böyle yaklaşmalıdır. Kazanmak, olayın yalnızca bir boyutudur. Yarışmaların asıl işlevi, sizi yeniden üretmeye özendirmesidir. Yarışmalar, elinizdeki herhangi bir eski öyküyü gönderebileceğiniz yerler değildir. Her biri fethedilecek bir dağdır. Yarışmaya, yeni keşfe hazırlanan bir dağcı gibi etraflıca ve tam hazırlanmalısınız.

Yarışmalara katılırken

Yarışmaların hepsi aynı değildir. Bazıları sosyal bir etkinlik kapsamında yapılırken, bazıları oldukça etkili ve itibarlıdır. Çoğunlukla para ödülü ne kadar fazlaysa yarışmanın itibarı da o oranda yüksektir. Tabii bu, yarışma da bir o kadar zorlu geçecek demektir! Bir başka itibar göstergesi de yarışmanın kaç yıldır yapıldığıdır.

Henüz yolun başında olduğunuz için, önce daha az iddialı olanlara katılmak isteyebilirsiniz. Bu yarışmaların katılımcı sayısı büyük ihtimalle daha az olacak ve şansınız yaver giderse jüri üyeleri her öykü için daha fazla zaman ayırabilecektir.

Bir yarışmaya katılacağınız zaman, jüri üyelerini inceleyin. Eserlerinin birkaçını okumaya çalışın. Yazdıkları size heyecan vermediyse, onların da sizinle aynı frekansta olma ihtimali düşük demektir.

Önceki yarışmalarda ödül kazanan eserleri mutlaka okuyun. Ölçütün ne olduğunu ve katılmaya değip değmeyeceğini anlamanın en iyi yolu budur. Bu, aynı zamanda bir görgü kuralıdır. İnsanlar öykünüzü okusun istiyorsanız, daha önce bu işi başarıyla yapmış kimselerin eserlerini okumanız yerinde olur.

Yarışma kurallarını dikkatle okuyun. Formları özenle doldurun. Sizden istenen her şeyi yerine getirdikten sonra, zarfı postaya vermeden bir kez daha kontrol edin. Gönderilen eserlerin telif hakkı, kısa bir süreliğine yarışmayı düzenleyen kuruma verilir. Antoloji hazırlamaları için verilen bu izin gayet makuldür. Ancak süre sonunda telif haklarını üstünüze alın.

Eserinizi gönderdikten sonra sizdeki kopya üzerinde herhangi bir değişiklik yapmayın. Bunun gerçekten anlamı yok. Gerekli gördüğünüz düzeltmeleri öykünüz dereceye girmezse yapar ve öykünüzü başka bir yarışmaya gönderirsiniz.
 
*Stephen May, edebiyat dergilerinin hepsinin şiir de yayımladığını söylese de ülkemizde her edebiyat dergisinde şiir yayımlanmıyor. Şiirle ilgileniyorsanız, şiirlerinizi göndermeden önce hangi dergilerin şiire yer verdiğini araştırmalısınız.


18 Temmuz 2014 Cuma

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (1)


Bloğuma yeni bir bölüm eklemeye karar verdim. Nasıl yazar/şair oldum?

Yazar/şairlerin yazar/şair olmak ile ilgili hatırladıkları en erken çocukluk hatıralarını onların ağzından bir çocukluk fotoğrafları ile koymak istiyorum. İlki bir şaire ait olacak. Hepinizin çok yakından tanıdığı, bildiği bir isim. Bu bilgiyi bir anı kitabında okudum ve burada yer vermek istedim. Amatör bir blogger olarak bilgi kaynağım anı kitapları, otobiyografiler, yazarların kendi verdikleri söyleşiler olacak elbette. Ne sıklıkla bu başlığın altına yazabileceğimi şimdilik tahmin edemiyorum. Lafı daha fazla uzatmadan sahneyi ilk şaire bırakıyorum. Bakalım kim olduğunu ilk bakışta tahmin edebilecek misiniz? Elbette yazının sonunda kimliğini açıklayacağım.
BÜYÜK BİR ŞAİR OLACAĞIM!

Bir gün, alışık olduğumuz gibi, konuk odasında ak sakallı dedeler toplanmıştı. Oturmuşlar dedemin gelmesini bekliyorlardı. Âdetleri böyleydi. Dedem yanlarına geldiğinde, yazdığı harika şiiri kendilerinden gizlediği için sitem ettiler ve hep bir ağızdan şiiri okumaya başladılar. Dedem ilk dizeleri duyar duymaz bunu yazanın kendisi olmadığını söyledi. O zaman dervişler yanlarında getirdikleri gazeteyi dedemin gözüne dayadılar.

Belki siz bilmezsiniz Vera, bizde tüm dervişler şiir yazarlar, ama şiirlerin basılması pek hoş karşılanmazdı. Ayıp sayılırdı. Dedem:

“Ben şiir falan yazmadım,” diye bağırmaya başladı onlara.

“Nasıl olur?” diye karşı çıktılar dervişler. “Bakın işte, sizin adınızı yazmışlar altına.”

O sırada ben, dışarıda pencerenin önünde top oynuyordum. Evden gelen bağrışları duyunca meraklandım ve eve girdim. Olanı biteni anlayınca:

“Onu yazan benim!” dedim. Ve şiirin tamamını okudum. Dervişler afallamıştı. Doğaüstü bir yaratıkmışım gibi bakıyorlardı bana. Dedemin şaşkınlığı da onlarınkinden az değildi. Sonunda Celâleddin Rumî'nin ruhunun içime yerleştiğine karar verdiler. Neredeyse kısa pantolonumun paçalarını öpecek hâle gelmişlerdi. Onların ne inançlarından ne de şiirlerinden anladığım vardı, elbette. Belli ki okudukları şiirlerin etkisinden kalmış, duyduklarımdan esinlenmiştim. Kendilerini toparladıklarında:

“Bu güzel dizeleri siz mi yazdınız küçük bey?” diye sordular.

“Evet, ben yazdım. Gene yazacağım. Zaten büyük bir şair olacağım!” diye bağırarak karşılık verdim ve koşarak top oynamaya döndüm.
Nazım Hikmet
Kaynak: Bahtiyar Ol Nâzım Vera Tulyakova Hikmet (YKY 1. baskı s. 96)



16 Temmuz 2014 Çarşamba

STEPHEN MAY CEVAPLIYOR

Stephen May'in Yaratıcı Yazarlık kitabı, konuyla ilgilenenler için kaçırılmaması gereken bir kitap. Pek çok türe yer veriyor. Kısa öykü, roman, şiir, makale, gezi yazarlığı, blog yazarlığı, çocuk kitabı yazarlığı, kurgu dışı metinler... Yazma yolunda karşılaşabileceğiniz zorluklar, onları aşma tavsiyeleri, yazarlardan yazma tavsiyeleri, yazma alıştırmaları, hatta yazacaklarınızı nerelerde değerlendirebileceğinize dair pek çok ilgi çekici başlığı var kitabın. Yazmakla ilgileniyorsanız kütüphanenizde bulundurun.
Kitabın tamamını okumadım. İşin aslı henüz kitabı karıştırma, inceleme safhasındayım. İlgimi çeken başlıklara öncelik veriyorum. Kısa öyküler bölümü de ilk göz attıklarım arasında. Yaratıcı yazma konusunda merak ettiğim her şey A'dan Z'ye ele alınmış. Metnin dili de çok samimi. Sanki Stephen May'in bir söyleşisinde veya yaratıcı yazarlık dersindeymişim, merak ettiklerimi soruyormuşum o da cevap veriyormuş gibi hissettim. Bunun üzerine Stephen May'le bu hayali söyleşiyi gerçekleştirdim. Stephen May'in verdiği cevaplar yazarın Optimist Yayınları'ndan çıkan Yaratıcı Yazarlık kitabından alınmıştır ve italikle yazılmıştır.

H. E. Bates, Yazınsal Bir Tür Olarak Kısa Öykü isimli kitabının önsözünde “düzyazının en zor, en zahmetli formu" diye niteler kısa öyküyü. Bu, genel görmüş bir yaklaşımdır. Ama yazmaya yeni başlayanlara, romanın uzun soluklu yolculuğuna çıkmadan önce kısa öykü yazması önerilir. Bu bir çelişki değil midir?
Çelişkili gibi görünse de, bu sağduyulu bir öneridir. Tüm yazarların ekonomik yazabilmeyi, birkaç cümlede ustalıkla karakter ve atmosfer yaratabilmeyi öğrenmesi gerekir.

İyi bir kısa öykünün okur üzerindeki etkisi sizce nedir?

Bu sorunuzu Martin Booth'un bir deyişiyle cevaplamak istiyorum. “Kısa öykü, surata indirilmiş bir şamar gibidir. İndirildiği anda acıtmalı, kendini hemen hissettirmeli ve saatlerce geçmeyecek kırmızı kızarıklık bırakmalıdır.”

Aynı zamanda yaratıcı yazarlık dersleri de veriyorsunuz. Acemi yazar adaylarının kısa öykü yazarken sıklıkla düştüğü hatalar nelerdir?
En yaygını, fazla dramatik bir etki yaratma çabasıdır. Kısa öykünün çok çarpıcı olması gerektiği inancı, yazarları şiddet ve acıya yöneltiyor.
Acemi yazarlar dikkat çekmek için çoğunlukla okuru şoke etmeye çalışır. Oysa bu, en kaçınılması gereken taktiklerden biridir. Gerçek hayatta patlayan bir bomba herkesi ürkütür. Sayfalarından kan ve iç organ fışkıran bir kitabın okuru da bu duygudan muaf değildir. Onlar da çoğu insanın yaptığı gibi gözlerini başka tarafa çevirir. Çok yetenekli olmadığı sürece, yazarın okuru zifiri karanlık geçitlerde kendisini takip etmeye ikna etmesi zordur.
Bir başka yanlış da anekdotların hiç değiştirilmeden, olduğu gibi kullanılmasıdır. Bir sürü insanla bir araya gelme fırsatı bulduğunuz bir işte çalışıyorsanız, komik hikâyeler dinleme şansınız yüksektir. Fakat parti ortamında komik gelen bir hikâye, bir kitabın sayfalarında her zaman aynı etkiyi yapmaz. Aynı şekilde, bir barda veya bir davet masasında müthiş söz üstatları görürüz. Ama onların anlattıklarını önemli ölçüde yeniden düzenlemeden, olduğu gibi kâğıda döktüğümüzde hiçbir etki yaratmayabilir.
Bu olgu, başlarından geçenleri- bunlar ne kadar şaşırtıcı ve etkileyici olursa olsun-hiçbir düzenleme yapmadan, aynen yaşandığı şekilde anlatan yazarlar için de geçerlidir. Söylediklerimden, bu tür çalışmaları değersiz bulduğum gibi bir sonuç çıkarılmamalı. Bu tür denemeler, yazma becerinizin gelişmesi ve olgunlaşması için çoğunlukla bir sıçrama tahtası işlevi görür.
 
İlginç bir kısa öykü yazabilmek için nelere ihtiyacımız var?

Orijinal bir fikir, inandırıcı karakterler, inandırıcı bir arka plan, iyi bir giriş, çatışma, gerilim, biçim, tatmin edici bir final.

Kısa öykü konularını nereden bulacağız?

Fikirlerimizi ciddiye almak ve onları önemsemek boynumuzun borcu. Bu nedenle defterinizde çok sayıda ham fikir not edilmiş olmalı. Dosyanızda gazete ve dergilerden seçilip kesilmiş pek çok sıra dışı olayın kupürü bulunmalı. Kısa öykünüzün tohumunu atacak malzeme, kulak misafiri olduğunuz bir konuşmadan, televizyon ya da radyodaki bir fragmandan da gelebilir.

Pekâla defterimizden ilginç bir fikir seçtik. Yazmaya koyulduk. Karakterimizi nasıl inandırıcı kılacağız?

Kısa öykü yazarı için en önemli görev, öykünün merkezine koyacağı karakteri doğru seçmektir. Romanın aksine, kısa öykü, genellikle meselesi giderek daha ilginç bir hâl alan tek bir insan etrafında döner. Okur, bu insanı tanımalı ve ona ilgi göstermelidir. Kısa öyküler, eksantrik karakterler için iyi bir yuvadır. Orada çoğunlukla iyi karşılanır. Kısa öyküde diyalog elzemdir. Karakterler, kendilerini konuşmalarıyla ortaya koyar. Böylece, karakterleri kendi ağızlarından dinleyen okur da onları çok daha iyi hisseder.
 
Geldik inandırıcı bir arka plan inşa etmeye. Bu konudaki tavsiyeleriniz nelerdir?

Öykünüzün geçtiği yer gerçeğe uygun olmalı, kahramanlarınız rollerini böyle bir arka planda oynamalıdır. Kısa öykü yazarının görevi, okuru bu kurmaca dünyaya götürmek ve ona hemen inanmasını sağlamaktır. İyi bildiğiniz yerleri kullanmak, inandırıcılık sağlamanızı kolaylaştırır. Tüm duyuları hesaba katmayı unutmayın. Görüntü kadar koku ve ses de önemlidir. Buna tat alma ve dokunma duyularını harekete geçirmek de dahildir.

Şu anda elimizde bir kısa öykü konusu, inandırıcı bir kahraman ve arka plan var. Ancak hikâyemizi nasıl ilerleteceğiz? Nasıl yazarsak okurun ilgisini çekebiliriz?
 
İyi kotarılmış bir kısa öyküde konuya hızlı bir giriş yapılır. Ana karakteri devreye hemen sokmalısınız. Okurun merakını ilk sayfada uyandırmanız gerekir. İdeali bunu ilk paragrafta başarmaktır. Mutluluğu yazmanın bir cazibesi yoktur. Kısa öykü yazarken, karakterlerin ilk andan itibaren sorunlarla yüz yüze olmasına özen gösterin. Zorluklar, düşmanlar ve çatışmalarla kuşatılmış olmalıdır.
Öykünüz inandırıcı, ama tahmin edilemez olmalıdır. Güçlü ve ayartıcı bir girişle yakaladığınız okurun elinizden kaçmasına izin vermemelisiniz. Bütün mesele gerilimi attırmaktır. Okura bir sonraki adımı merak ettirmek. Olay örgüsü iyi tasarlanmış bir öyküde, gerilim ilk dramatik sahneden itibaren inşa edilir. Her olay bir sonrakini merak ettirmelidir. Her paragraf, her satır öyküyü ilerletmeye hizmet etmelidir. Bunu yapmıyorsa, sözcükleriniz kulağa ne kadar hoş gelirse gelsin görevini yerine getirememiş demektir.
 
Finali yazarken düşebileceğimiz tuzaklar nelerdir? Öyküyü nasıl bitirmekten kaçınmalıyız?
 
Öykünün sonunda karakterlerin başına gelen her şeyi anlatmak gibi bir tuzağa düşmeyin. Karakterleri nasıl bir geleceğin beklediğine bırakın okurunuz kafa yorsun ve bunu merak etsin.
Öykünüzü beklenmedik bir dramatik olayla bitirmenizi de önermem. Yapmacık durabilir ve son derece ustaca yapılmadığı sürece, yalnızca okuru kızdırmaya hizmet eder. Öykünüz, okura bir çeşit duygusal boşalma sağlayacak şekilde bitmelidir. Ancak bunu ölümle yapmaktan kaçının. Öykünün kahramanını, okurun sevip yakınlık kurduğu karakteri öldürürseniz, biraz da okuru öldürmüş olursunuz. Genel kural olarak, kısa öyküde biri ölecekse bu finalden ziyade başlangıç bölümünde olmalıdır.



8 Temmuz 2014 Salı

HER MASALDAN BİR KISSA BİR HİSSE


Bazen bir şeye niyet edersiniz ve hayat önünüze onunla ilgili kapılar açmaya başlar. Geçen sene yaz sonunda hayatımda yazıya (yeniden ve kalıcı olarak) yer açmaya karar verdim. Ve edebiyat atölyelerini araştırmaya başladım. İstanbul'da yaşamadığım için bir yazarın yürüttüğü Yaratıcı Yazarlık Atölyelerinden birisine katılamayacaktım. Bulduğum iki günlük masal anlatıcılığı atölyesi ilgimi çekti. Araştırdım, bilgi aldım. Atölyenin tarihi, programıma uymuyordu. Atölyeyi aklımın bir köşesine kaydettim. İleri bir tarihte gidilecekler listesine koydum. İstanbul'da katılamayacağım atölye, seminer ve söyleşi haberleri beni kıskandırıyor, meraklandırıyor, iştahımı kabartıyordu. Giderek daha çok “Keşke Çanakkale'de de olsaydı” diye düşünüyordum. Günün birinde Özcan Yüksek kente geldi. Masal söyleşileri başladı.

 
Masal anlatmaya, masalların ardında gizlenen sembolleri görmeye yönelik, merak kışkırtan, heves bulaştıran masal söyleşilerinin yedincisi (sezonun sonuncusu) 18 Haziran 2014 tarihinde Çanakkale Kent Müzesi'nde gerçekleşti. Söyleşinin konuğu Buğday Doğal Yaşamı Destekleme Derneği üyelerinden Güneşin Aydemir idi. Küçük salonun oturma düzeni değişmiş, sandalyeler bir daire oluşturacak şekilde dizilmiş, küçük salonun duvarları Şahmeran resimleriyle bezenmişti. Her biri birbirinden farklı, onlarca Şahmeran, yarısı yılan, yarısı insan... Mayıs ayının konuğu camaltı Şahmeran ustası Tacettin Toparlı'nın atölyesine katılanların el emeği, göz nuru işlerini kıskandım. Aklım da gönlüm de boyayamadığım Şahmeranlarda, izleyemediğim Şahmeran'ın Sözü ve Yarısı İnsan Yarısı Yılan* belgesellerinde kalmıştı. Kaçıranlar için her iki belgesel yeniden gösterildi. Güneşin Aydemir, o güne değin gerçekleşen masal söyleşileri hakkında bilgi verdi. 1001 Gece Masallarından Harun Reşit ve Kör Dilenci masalını konuklara anlattı. Niye üzerinden neredeyse bir ay geçmiş etkinliği anlatıyorsun derseniz Güneşin'e kulak verin. “Her masal bir lanettir. Lanetleri bozmak istiyorsak masalları anlatmamız gerekir. Bana birisi hikâye anlattıysa, ben başkasına anlatmazsam o hikâye beni öldürür.”
*Kenan Özer'in yönettiği Yarısı İnsan Yarısı Yılan belgeseli 2012 yılında ulusal amatör kategoride En İyi Film ödülünü kazandı. Belgeseli izlemek için aşağıdaki linki tıklayın.
 
 




5 Temmuz 2014 Cumartesi

CAN GÜRSES İLE SÖYLEŞİ


 
Can Gürses'in ilk romanı En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın şubat ayında raflardaki yerini aldı.

Sosyal medyada Doğan Kitap'ı takip ediyorum. Kitabın tanıtım kokteyli, egoistokur'da yayımlanan Can Gürses röportajı ve Sevin Okyay'ın edebiyathaber'de yayımlanan kitap tanıtım yazısı dikkatimi çekmişti. Hatta dikkat çekmekten öte Sevin Okyay'ın yazısı beni epey meraklandırmıştı. “Gürses'in kitabının beni en etkileyen yanı okumaya başladıktan birkaç dakika sonra saf tutmaya başlamam oldu. Kimi karakteri benimsedim, kimini sevmedim. Hatta karakterlerden birisine öyle samimi bir nefret duydum ki, bütün bir gece rüyamda onunla uğraştım. Adını da saklayacak halim yok: Korkmaz, yukarıda bahsi geçen güçlü (ama ufacık tefecik) anne Edibe'nin büyük oğlu. Sevin Okyay'ın uykularını kaçıracak “roman kahramanı” yaratabilmek benim için önemli ve güvenilir bir referanstı. Mahal'de söyleşi ve imza günü olduğunu duyunca kalktım gittim. İmza alırken de kendisinden bir mini söyleşi sözü aldım. Herhangi bir edebiyat bloğunda yazarların (tanıdığım, tanımadığım, okuduğum, okumadığım, sevdiğim, sevmediğim) yazma, kurgulama ile ilgili deneyimlerini, tavsiyelerini okumayı çok seviyorum. Bu blogların gerçekten edebiyat seven belki kendi de eline kalem alıp bir şeyler karalayan okurları olduğunu, yazı yaratım süreciyle ilgili yazıları büyük bir iştahla okuduğuna inanıyorum. O yüzden hem kendim için hem de günün birinde Google'ın bu sayfalara savuracağı meraklı okurlar için Can Gürses'e yazı yaratım süreci ile ilgili sorular sordum.

Okur Can Gürses'i tanıyabilir miyiz? En çok kimleri okumayı sever? Kütüphanesinin en kıymetli yazarları, şairleri kimlerdir? Kimleri dönüp dönüp okur?

Benim yazarlarım Sait Faik, Edip Cansever, Tezer Özlü, Turgut Uyar, Oğuz Atay, Jean Rhys, Franz Kafka ve Marguerite Duras’tır. Ancak yazarına bakmaksızın iyi olan her kitabı okumayı severim. Okumak benim yaşam biçimim. Ve ben de herkes gibi iyi yaşamak isterim. İyi kitaplar iyi yaşatır beni.

Yazmaya nasıl başladınız? Neden yazıyorsunuz? Aldığınız eğitimin yazım aşamasında size nasıl bir etkisi oldu?

Doğum günlerimde bana “İyi ki varsın Can” diyenlerin hakkını vermek için yazmaya başladım. İlkokuldaydım. Her doğum günüm, sahnelenecek bir tiyatro oyunu demekti benim için. Bu oyunları yazar ve arkadaşlarımla beraber oynardım. Bu oyunlarda mizahla melodram iç içeydi. Bunda, dedemin Muharrem Gürses olmasının ve iflah olmaz bir Türk Filmi tutkunu olmamın payı büyüktür. Lisede arkadaşlarım azalınca oyunları beraber oynayacak insan bulmak güçleşti, ben de öykü yazmaya başladım -herkes artık daha ciddi oyunların peşindeydi.- Yazdığım öykülerimdeki ve okul gazetesi yazılarımdaki siyasi açık yüreklilikten duyduğu endişeyi, arkadaşlarımı bunalıma sürükleyeceğim için duyduğu kaygı olarak dillendirerek yazdıklarımı sansürleyen okulum uzun süre yazılarımı kimseyle paylaşamamama sebep oldu. İngiltere’de Karşılaştırmalı Edebiyat ve Sinema okurken, adamakıllı bir roman yazabilecek kadar yalnızdım. Edebiyat okuduğum için değil yaşama tutunmaktan başka çarem olmadığı için yazdım. Hâlâ roman yazdığıma bakılacak olursa hâlâ yalnız, çaresiz ama hayattayım.

Bir romana başlarken nasıl bir ön hazırlık yapıyorsunuz? Yazmaya başladığınızda kafanızda hikâye en ince ayrıntısına kadar belirlenmiş mi oluyor? Yoksa kaba taslak da olsa bir yol haritası belirleyip aldığınız ufak tefek notlarla mı başlıyorsunuz?

Her yeni romanda ön hazırlık aşamam uzuyor. Çünkü roman bir titizlenme sanatı, her şeyi didik didik etmek marifeti. Bunu huy edinmeniz, hayat içinde sevdiğiniz insanları bıktırsa da edebiyatı mest ediyor. Öykünüze dair her şeyi bilmeye çalıştıkça her zaman her şeyi bilmenin, görmenin imkânsız olduğunu anlıyorsunuz. Öyle ki tüm öyküyü kurdum sanıp yazmaya başlamış, hatta bir hayli yol almışken, sokağın ortasında öyle bir şey çıkıyor ki karşınıza, yazdığınızın niye öyle olduğunu ve neyinin yanlış, neyinin doğru olduğunu ancak o zaman kavrıyorsunuz. Anlayacağınız, ön hazırlığın sonu gelmez. Sadece yazarın sabrı tükenir. Mükemmeliyetçiliğin pratiğe dökülebilmesi için sebep olacağınız kimi kusurları önceden kabul etmeniz gerekir. Yoksa yazmaya hiç geçilemez. Romanı kurmak, günbatımı gibidir. Bütün ayrıntıları, incelikleri, gizemleri yana yakıla keşfedersiniz. Geriye önce bir kızıllık kalır; “hadi bakalım, şimdi o nicedir hayalini kurduğun eşsiz parlaklığı yaz yazabilirsen!” diye meydan okursunuz kendinize. Sonra bir beyazlık kaplar etrafı. Boş kâğıt beyazıdır bu, karanlığa bulanması an meselesidir. Bilirsiniz; bütün yazacağınız bu karanlıktan doğacaktır. Karanlık, yazma vaktinin geldiğini söyler. Roman yazmak, gün doğumuna benzer. Siz yazdıkça her şey mümkün olur, hayat başlar. Yazdığınız iyi bir şey olacaksa, güneş hiç batmayacaktır. Hep birilerinin hayatında, umut kılığında, en tepede duracaktır.

Bir okur olarak hikâyeyi 1. tekil şahıs anlatıcıdan dinlemeyi seviyorum. Özellikle anlatıcı şimdiki zamanda anlatıyorsa, yani anlatırken de benden bir adım önde değilse, o belirsizlik, merak duygusu beni avucunun içine alıyor. Ancak bu anlatım türü hikâyenin akışını bozacak bir tehlike de barındırıyor. “Ben anlatıcı” hem anlatıcı hem de anlatının baş kişisi olduğu için kendisini de anlatmak zorunda kalıyor. Karakterin neyi, neden, kime anlattığı kurmacanın en büyük sorunu haline gelebiliyor. Siz bu sorunu nasıl aştınız? Romanda kalabalık bir sofranız var. Her bir anlatıcının iç sesini bulmayı, ayrıştırmayı nasıl başardınız?

Tanrı-yazar olmak; Koza olmak, Edibe olmak, Korkmaz olmak, masa örtüsü olmak, cam sürahi olmaktan çok daha zor. Karakterlerimi iyice tanıyınca onların sesini duymaya başlıyorum. Her birinin ses tonu başka. O tona dokunabildiğimde, sesleri sözcüklerime siniyor. Sorunuzu bir formülle açıklayamam. İçgüdüsel tespitlerle ilerleyen, karanlıkta yürümeye benzeyen bir şey başkası olup, onun dilinde konuşmak. Ben-anlatıcı karanlıkta yürüdükçe renklere dönüşmek gibi. Ben-anlatıcı olmayı ben de seviyorum çünkü beni hem ben olmaktan kurtarıyor hem de beni fena halde ben olmaya zorluyor.

Deryadil ailesinin kahramanları ikiye ayrılıyor. Bir tarafta vicdanlı, toplumsal dertleri bireysel dertleri edinmiş, gözlerini kapamayan, kulaklarını tıkamayan iyi insanlar var, diğer tarafta maddiyatçı, çıkarcı, statü düşkünü insanlar var. Bir tek Kor arada kalmış. Kor'a ne olduğunu merak etmekten kendimi alamadım. Ne oldu Kor'a? Ailesine karşı çıkıp bal gibi mutlu olup Bal ile Gezi'de direndi mi? Yoksa ailesinin diğer bireylerine mi benzedi?

Kor, Gezi’nin alevlendiği 31 Mayıs 2013 günü, o güne dek babasına söyleyemediği her sözü söylemek, belki de bir daha eve dönmemek, kimse neyse o olarak yaşamak ateşiyle Gezi’ye doğru yola çıktı. Vapuru sallayan sloganlara eşlik etmiyordu. O, babasına duyduğu öfkeyi dindirmek için bu ayaklanmayı bencil bir fırsat bilmişti. Bu da bir şeydi. Hem de çok hayati bir şey. Birden, korktuğu başına geldi ve karşısında, hem de o akşam vapurunda, Bal’ı buldu. Bal’ı görür görmez, babasına hiçbir zaman karşı gelemeyeceğini anlayan Kor, Bal’ı gaz bombalarının içinde bırakıp, hımbıl romantikliği ve acıklı güzelliğiyle Bal’ın alnına veda öpücüğü kondurmayı ihmal etmeden, koşaradım evine döndü. Sonraki günlerde sosyal medyadan bir iki Gezi haberi paylaştı. Ancak direniş henüz bitmemişken hepsini bir kalemde silip sayfasını ve babasının gözündeki itibarını temizledi. Haziran onu defalarca Gezi’ye çağırdıysa da bir gün olsun kalkıp gitmedi. Benim Korum böyle, sizinki umarım gitmiştir Gezi’ye.
Can Gürses, 4 Temmuz ’14, Teşvikiye.






SİNE SÖZLÜK "T"


Önemli not: Bu yazıyı Bir Eylül Akşamı şarkısı eşliğinde okuyun.
 
 
 
 
 

Bloğumu açarken sık güncellemek, her ay ne olursa olsun sekiz yazı yayımlamak gibi bir hedefim vardı. İtiraf ediyorum, son günlerde bu hedef beni biraz zorluyor. Aklıma hiç de parlak fikirler gelmiyor. Yaz rehaveti, yorgunluk, kararsızlık... Aklıma üşüşen onlarca fikirden hangisini ele alacağıma henüz karar veremeden yaz sıcağında o güzelim fikirler buharlaşıp gidiyor sanki. İş çıkışı arabaya yürürken bunları düşünüyordum. Yeni bir yazı yazmalıydım. Kendimi yazmayı planladığım tek bir konu hakkında düşünmeye zorlamayacaktım. Zihnimi serbest bıraktım. Neler üşüştüğünü, hangi anıların beni şaşırttığını, gülümsettiğini anlatmayacağım. Şimdi düşünsem bile nereden çıkıp geldiğini bulamayacağım bir film geldi aklıma. Bu günün yazısı belli oldu.


A'dan Z'ye En Sevdiğim Filmler


 

HAYAT TRENİ
Gişesi az filmleri sinemada izlemenin ayrı bir çekiciliği vardır. (İstanbul'dan ayrılalı beri böyle bir imkânım yok. Evde dvdden izlemek kaderim oldu.) Tanımadığım seyirciler arasında belki gelecekteki en yakın arkadaşım, sevgilim oturuyordur. Böyle hissederim. Sadece yollarımız kesişmemiştir henüz, hepsi bu. Bir Eylül Akşamı şarkısı çalar zihnimde. Hem dinlerim hem etrafıma bakarım. İzleyicilerin hayali isimleri, meslekleri çoktan hazırdır. Onlara bir geçmiş yazarım. Neyse lafı uzatmayayım ben bu oyunu oynamayı çok severim.
Hayat Treni'ni Capitol'de izlemiştim. Tek başıma. Küçük bir salonda üç beş kişiyle. Yıllar sonra Çağlar ile filmlerden, kitaplardan konuşuyorduk. Bana Amen'i vermişti izlemem için. Belki çıkış noktamız oydu. 2. Dünya Savaşı üzerine çekilmiş filmleri konuşuyorduk, hatırlamıyorum. Bazen bir film izlersiniz. Çok beğenirsiniz. Yıllar sonra konusunu bile zar zor hatırlarsınız. Amen'in konusunu özetleyemem size. Kahramanlarının adını bile hatırlamıyorum. Bir tortu kalmış izlediklerimden. Acıdan nemalanmayan, fazla gevezeliğe girmeden, göstermeden gösteren bir film olduğu kalmış. Vagon kapıları kapalı olduğu için dolu mu boş mu olmadığını bilemediğimiz trenler her defasında vagon kapıları açık ve boş döner. Film boyunca, defalarca izleriz bu sahneyi. Göstermeden göstermesi miydi, tren sahnesi miydi, yoksa alışıldık acıya yaslanan dili yadsıyıp farklı dil kullanan savaş filmlerini mi konuşuyorduk, laf nasıl oraya gelmişti bilmiyorum, şimdi biz iki amnezik kafa kafaya versek, düşünsek, konuşsak ortak bir hikâye de bulamayız, her nasılsa ikimiz birden hatırlamıştık Hayat Treni'ni önce hangimiz diye sormayın.

Hayat Treni trajikomik bir hikâye ile anlatıyor soykırımı. Köyün delisi Naziler'in Yahudileri toplayıp kamplara götüreceğini duyunca köy halkına haber verir. Bir plan yaparlar. Bir tren bulacaklardır. Köy halkından bir kısmı SS subayı gibi giyinecek diğerleri Yahudi tutuklular gibi görünecek ve güvenli bir şekilde trenle Kudüs'e gideceklerdir. Trenin yolcuları yaşamın içinden insanlardır evde kalmak istemeyen kızlar, âşık erkekler... Nazizmi de, komünizmi de eleştirir, sizi bolca gülümsetir. “O, bu, şu olmaya çalışma, insan ol yeter!” der. Son sahne iyi bir öykü finali gibidir, yüzünüze sağlam bir tokat atar.
 

Hayat Treni'ni birdenbire hatırlamak onu yeniden, birlikte izleme isteği uyandırdı içimde. Filmi hatırlamak, hakkında bilgi toplamak için arama motorlarında araştırma yaparken bu gece saat 20:30'da İMC TV Sinema Kuşağı'nda oynayacağını görmek ilginç bir tesadüf oldu. Tesadüflere inanmayı bırakmamak gerekiyor şu hayatta.



FİLMİN KÜNYESİ

Yönetmen ve Senarist: Radu Mihaileanu

Oyuncular: Lionel Abelanski, Rufus, Clement Harari

Yapım Yılı:1998

Süre:103 dk

Dil:Fransızca, Almanca


























 





 





4 Temmuz 2014 Cuma

SEVERMİŞİM MEĞER(*)


Severmişim meğer
yıl 62 Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım
akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim
toprağı severmişim meğer
toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
ben sürmedim
Platonik biricik sevdam da buymuş meğer
meğer ırmağı severmişim
ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde
doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin
ister uzasın göz alabildiğine dümdüz
bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile
bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin
bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa
bilirim benden önce duyulmuş bu keder
benden sonra da duyulacak
benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
benden sonra da söylenecek
gökyüzünü severmişim meğer
kapalı olsun açık olsun
Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe
hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın
kulağıma sesler geliyor
gök kubbeden değil meydan yerinden
gardiyanlar birini dövüyor yine
ağaçları severmişim meğer
çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın
çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi
İzmir’in kavakları
dökülür yaprakları
bize de Çakıcı derler
yar fidan boylum
yakarız konakları
Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
ucu işlemeli
yolları severmişim meğer
asfaltını da
Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e
asıl adı Göktepe ili
bir kapalı kutuda ikimiz
dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak
hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım
eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz
yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok
ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır
bunu bir kere daha yazdımdı
çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi
önde körüklü kaat fener
belki böyle bir şey olmadı
….
çiçekler geldi aklıma her nedense
gelincikler kaktüsler fulyalar
İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı
ağzı acıbadem kokuyor yaşım on yedi
kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
yıldızları hatırladım

severmişim meğer
gözümün önüne kar yağışı geliyor
ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
meğer kar yağışını severmişim
güneşi severmişim meğer
şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar
ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın
meğer denizi severmişim
hem de nasıl
ama Ayvazovski’nin denizleri bir yana
bulutları severmişim meğer
ister altlarında olayım ister üstlerinde
ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara
ay ışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası
severmişim
yağmuru severmişim meğer
ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim
beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın
içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider
yağmuru severmişim meğer
ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde
yanında pencerenin
altıncı cıgaramı yaktığımdan mı
bir eski ölümdür benim için
Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye saçları saman sarısı kirpikleri mavi
zifiri karanlıkta gidiyor tren
zifiri karanlığı severmişim meğer
kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
kıvılcımları severmişim meğer
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun
Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir
yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek
                                                                             Nazım Hikmet

*Nazım Hikmet'in Severmişim Meğer şiiri, Londra'da bulunan Southbank Center sanat merkezi tarafından hazırlanan "Son 50 Yılın En Güzel 50 Şiiri" listesinde yer aldı. Listenin tamamına aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz.












3 Temmuz 2014 Perşembe

KURT VONNEGUTS'TAN YAZAR ADAYLARINA TAVSİYELER



1)Başkalarının vaktini çalmayın. Okur, vaktinin boşa harcandığını düşünmesin.

2)Okura sevebileceği, destekleyebileceği en azından bir karakter verin.

3)Her karakter bir şey istemeli, bir bardak su bile olsa.

4)Her cümle bir ya da iki şey yapmalı, karakteri açığa çıkartmalı veya olay örgüsünü ilerletmeli.

5)Mümkün olduğunca sona yakın bir yerden başlayın.

6)Sadist olun. Karakterleriniz şirin ve masum olmasın. Başlarına korkunç şeyler gelsin. Böylece okur, onun aslında nasıl biri olduğunu görür.

7)En azından bir kişiyi mutlu etmek için yazın.

8)Okurlarınıza mümkün olduğunca fazla bilgiyi mümkün olduğunca kısa zamanda verin. Okur, hikâyede neler olduğunu, nerede ve neden olduğunu tamamen kavramalıdır. Böylece son birkaç sayfayı bir hamam böceği yerse hikâyeyi kendileri bitirebilir.
 
*Bu yazı brainspickings.org'dan alınmıştır. Yazının aslına ulaşmak için aşağıdaki linki tıklayın.