Can
Gürses'in ilk romanı En Güzel Günlerini
Demek Bensiz Yaşadın şubat ayında
raflardaki yerini aldı.
Sosyal medyada Doğan Kitap'ı takip ediyorum. Kitabın
tanıtım kokteyli, egoistokur'da
yayımlanan Can Gürses röportajı ve Sevin Okyay'ın
edebiyathaber'de
yayımlanan kitap tanıtım yazısı dikkatimi çekmişti. Hatta
dikkat çekmekten öte Sevin Okyay'ın yazısı beni epey
meraklandırmıştı. “Gürses'in kitabının
beni en etkileyen yanı okumaya başladıktan birkaç dakika sonra
saf tutmaya başlamam oldu. Kimi karakteri benimsedim, kimini
sevmedim. Hatta karakterlerden birisine öyle samimi bir nefret
duydum ki, bütün bir gece rüyamda onunla uğraştım. Adını da
saklayacak halim yok: Korkmaz, yukarıda bahsi geçen güçlü (ama
ufacık tefecik) anne Edibe'nin büyük
oğlu. Sevin Okyay'ın uykularını kaçıracak
“roman kahramanı” yaratabilmek benim için önemli ve güvenilir
bir referanstı. Mahal'de söyleşi ve imza günü olduğunu duyunca
kalktım gittim. İmza alırken de kendisinden bir mini söyleşi
sözü aldım. Herhangi bir edebiyat bloğunda yazarların
(tanıdığım, tanımadığım, okuduğum, okumadığım, sevdiğim,
sevmediğim) yazma, kurgulama ile ilgili deneyimlerini, tavsiyelerini
okumayı çok seviyorum. Bu blogların gerçekten edebiyat seven
belki kendi de eline kalem alıp bir şeyler karalayan okurları
olduğunu, yazı yaratım süreciyle ilgili yazıları büyük bir
iştahla okuduğuna inanıyorum. O yüzden hem kendim için hem de
günün birinde Google'ın bu sayfalara savuracağı meraklı okurlar
için Can Gürses'e yazı yaratım süreci ile ilgili sorular sordum.
Okur
Can Gürses'i tanıyabilir miyiz? En çok kimleri okumayı sever?
Kütüphanesinin en kıymetli yazarları, şairleri kimlerdir?
Kimleri dönüp dönüp okur?
Benim
yazarlarım Sait Faik, Edip Cansever, Tezer Özlü, Turgut Uyar, Oğuz
Atay, Jean Rhys, Franz Kafka ve Marguerite Duras’tır. Ancak
yazarına bakmaksızın iyi olan her kitabı okumayı severim. Okumak
benim yaşam biçimim. Ve ben de herkes gibi iyi yaşamak isterim.
İyi kitaplar iyi yaşatır beni.
Yazmaya
nasıl başladınız? Neden yazıyorsunuz? Aldığınız eğitimin
yazım aşamasında size nasıl bir etkisi oldu?
Doğum günlerimde
bana “İyi ki varsın Can” diyenlerin hakkını vermek için
yazmaya başladım. İlkokuldaydım. Her doğum günüm, sahnelenecek
bir tiyatro oyunu demekti benim için. Bu oyunları yazar ve
arkadaşlarımla beraber oynardım. Bu oyunlarda mizahla melodram
iç içeydi. Bunda, dedemin Muharrem Gürses olmasının ve iflah
olmaz bir Türk Filmi tutkunu olmamın payı büyüktür. Lisede
arkadaşlarım azalınca oyunları beraber oynayacak insan bulmak
güçleşti, ben de öykü yazmaya başladım -herkes artık daha
ciddi oyunların peşindeydi.- Yazdığım öykülerimdeki ve okul
gazetesi yazılarımdaki siyasi açık yüreklilikten duyduğu
endişeyi, arkadaşlarımı bunalıma sürükleyeceğim için duyduğu
kaygı olarak dillendirerek yazdıklarımı sansürleyen okulum uzun
süre yazılarımı kimseyle paylaşamamama sebep oldu. İngiltere’de
Karşılaştırmalı Edebiyat ve Sinema okurken, adamakıllı bir
roman yazabilecek kadar yalnızdım. Edebiyat okuduğum için değil
yaşama tutunmaktan başka çarem olmadığı için yazdım. Hâlâ
roman yazdığıma bakılacak olursa hâlâ yalnız, çaresiz ama
hayattayım.
Bir romana
başlarken nasıl bir ön hazırlık yapıyorsunuz? Yazmaya
başladığınızda kafanızda hikâye en ince ayrıntısına kadar
belirlenmiş mi oluyor? Yoksa kaba taslak da olsa bir yol haritası
belirleyip aldığınız ufak tefek notlarla mı başlıyorsunuz?
Her
yeni romanda ön hazırlık aşamam uzuyor. Çünkü roman bir
titizlenme sanatı, her şeyi didik didik etmek marifeti. Bunu huy
edinmeniz, hayat içinde sevdiğiniz insanları bıktırsa da
edebiyatı mest ediyor. Öykünüze dair her şeyi bilmeye çalıştıkça
her zaman her şeyi bilmenin, görmenin imkânsız olduğunu
anlıyorsunuz. Öyle ki tüm öyküyü kurdum sanıp yazmaya
başlamış, hatta bir hayli yol almışken, sokağın ortasında
öyle bir şey çıkıyor ki karşınıza, yazdığınızın niye
öyle olduğunu ve neyinin yanlış, neyinin doğru olduğunu ancak o
zaman kavrıyorsunuz. Anlayacağınız, ön hazırlığın sonu
gelmez. Sadece yazarın sabrı tükenir. Mükemmeliyetçiliğin
pratiğe dökülebilmesi için sebep olacağınız kimi kusurları
önceden kabul etmeniz gerekir. Yoksa yazmaya hiç geçilemez. Romanı
kurmak, günbatımı gibidir. Bütün ayrıntıları, incelikleri,
gizemleri yana yakıla keşfedersiniz. Geriye önce bir kızıllık
kalır; “hadi bakalım, şimdi o nicedir hayalini kurduğun eşsiz
parlaklığı yaz yazabilirsen!” diye meydan okursunuz kendinize.
Sonra bir beyazlık kaplar etrafı. Boş kâğıt beyazıdır bu,
karanlığa bulanması an meselesidir. Bilirsiniz; bütün
yazacağınız bu karanlıktan doğacaktır. Karanlık, yazma
vaktinin geldiğini söyler. Roman yazmak, gün doğumuna benzer. Siz
yazdıkça her şey mümkün olur, hayat başlar. Yazdığınız iyi
bir şey olacaksa, güneş hiç batmayacaktır. Hep birilerinin
hayatında, umut kılığında, en tepede duracaktır.
Bir
okur olarak hikâyeyi 1. tekil şahıs anlatıcıdan dinlemeyi
seviyorum. Özellikle anlatıcı şimdiki zamanda anlatıyorsa, yani
anlatırken de benden bir adım önde değilse, o belirsizlik, merak
duygusu beni avucunun içine alıyor. Ancak bu anlatım türü
hikâyenin akışını bozacak bir tehlike de barındırıyor. “Ben
anlatıcı” hem anlatıcı hem de anlatının baş kişisi
olduğu için kendisini de anlatmak zorunda kalıyor. Karakterin
neyi, neden, kime anlattığı kurmacanın en büyük sorunu haline
gelebiliyor. Siz bu sorunu nasıl aştınız? Romanda kalabalık bir
sofranız var. Her bir anlatıcının iç sesini bulmayı,
ayrıştırmayı nasıl başardınız?
Tanrı-yazar
olmak; Koza olmak, Edibe olmak, Korkmaz olmak, masa örtüsü olmak,
cam sürahi olmaktan çok daha zor. Karakterlerimi iyice tanıyınca
onların sesini duymaya başlıyorum. Her birinin ses tonu başka. O
tona dokunabildiğimde, sesleri sözcüklerime siniyor. Sorunuzu bir
formülle açıklayamam. İçgüdüsel tespitlerle ilerleyen,
karanlıkta yürümeye benzeyen bir şey başkası olup, onun dilinde
konuşmak. Ben-anlatıcı karanlıkta yürüdükçe renklere dönüşmek
gibi. Ben-anlatıcı olmayı ben de seviyorum çünkü beni hem ben
olmaktan kurtarıyor hem de beni fena halde ben olmaya zorluyor.
Deryadil ailesinin kahramanları ikiye ayrılıyor. Bir tarafta vicdanlı, toplumsal dertleri bireysel dertleri edinmiş, gözlerini kapamayan, kulaklarını tıkamayan iyi insanlar var, diğer tarafta maddiyatçı, çıkarcı, statü düşkünü insanlar var. Bir tek Kor arada kalmış. Kor'a ne olduğunu merak etmekten kendimi alamadım. Ne oldu Kor'a? Ailesine karşı çıkıp bal gibi mutlu olup Bal ile Gezi'de direndi mi? Yoksa ailesinin diğer bireylerine mi benzedi?
Kor,
Gezi’nin alevlendiği 31 Mayıs 2013 günü, o güne dek babasına
söyleyemediği her sözü söylemek, belki de bir daha eve dönmemek,
kimse neyse o olarak yaşamak ateşiyle Gezi’ye doğru yola çıktı.
Vapuru sallayan sloganlara eşlik etmiyordu. O, babasına duyduğu
öfkeyi dindirmek için bu ayaklanmayı bencil bir fırsat bilmişti.
Bu da bir şeydi. Hem de çok hayati bir şey. Birden, korktuğu
başına geldi ve karşısında, hem de o akşam vapurunda, Bal’ı
buldu. Bal’ı görür görmez, babasına hiçbir zaman karşı
gelemeyeceğini anlayan Kor, Bal’ı gaz bombalarının içinde
bırakıp, hımbıl romantikliği ve acıklı güzelliğiyle Bal’ın
alnına veda öpücüğü kondurmayı ihmal etmeden, koşaradım
evine döndü. Sonraki günlerde sosyal medyadan bir iki Gezi haberi
paylaştı. Ancak direniş henüz bitmemişken hepsini bir kalemde
silip sayfasını ve babasının gözündeki itibarını temizledi.
Haziran onu defalarca Gezi’ye çağırdıysa da bir gün olsun
kalkıp gitmedi. Benim Korum böyle, sizinki umarım gitmiştir
Gezi’ye.
Can
Gürses, 4 Temmuz ’14, Teşvikiye.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder