5 Temmuz 2014 Cumartesi

CAN GÜRSES İLE SÖYLEŞİ


 
Can Gürses'in ilk romanı En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın şubat ayında raflardaki yerini aldı.

Sosyal medyada Doğan Kitap'ı takip ediyorum. Kitabın tanıtım kokteyli, egoistokur'da yayımlanan Can Gürses röportajı ve Sevin Okyay'ın edebiyathaber'de yayımlanan kitap tanıtım yazısı dikkatimi çekmişti. Hatta dikkat çekmekten öte Sevin Okyay'ın yazısı beni epey meraklandırmıştı. “Gürses'in kitabının beni en etkileyen yanı okumaya başladıktan birkaç dakika sonra saf tutmaya başlamam oldu. Kimi karakteri benimsedim, kimini sevmedim. Hatta karakterlerden birisine öyle samimi bir nefret duydum ki, bütün bir gece rüyamda onunla uğraştım. Adını da saklayacak halim yok: Korkmaz, yukarıda bahsi geçen güçlü (ama ufacık tefecik) anne Edibe'nin büyük oğlu. Sevin Okyay'ın uykularını kaçıracak “roman kahramanı” yaratabilmek benim için önemli ve güvenilir bir referanstı. Mahal'de söyleşi ve imza günü olduğunu duyunca kalktım gittim. İmza alırken de kendisinden bir mini söyleşi sözü aldım. Herhangi bir edebiyat bloğunda yazarların (tanıdığım, tanımadığım, okuduğum, okumadığım, sevdiğim, sevmediğim) yazma, kurgulama ile ilgili deneyimlerini, tavsiyelerini okumayı çok seviyorum. Bu blogların gerçekten edebiyat seven belki kendi de eline kalem alıp bir şeyler karalayan okurları olduğunu, yazı yaratım süreciyle ilgili yazıları büyük bir iştahla okuduğuna inanıyorum. O yüzden hem kendim için hem de günün birinde Google'ın bu sayfalara savuracağı meraklı okurlar için Can Gürses'e yazı yaratım süreci ile ilgili sorular sordum.

Okur Can Gürses'i tanıyabilir miyiz? En çok kimleri okumayı sever? Kütüphanesinin en kıymetli yazarları, şairleri kimlerdir? Kimleri dönüp dönüp okur?

Benim yazarlarım Sait Faik, Edip Cansever, Tezer Özlü, Turgut Uyar, Oğuz Atay, Jean Rhys, Franz Kafka ve Marguerite Duras’tır. Ancak yazarına bakmaksızın iyi olan her kitabı okumayı severim. Okumak benim yaşam biçimim. Ve ben de herkes gibi iyi yaşamak isterim. İyi kitaplar iyi yaşatır beni.

Yazmaya nasıl başladınız? Neden yazıyorsunuz? Aldığınız eğitimin yazım aşamasında size nasıl bir etkisi oldu?

Doğum günlerimde bana “İyi ki varsın Can” diyenlerin hakkını vermek için yazmaya başladım. İlkokuldaydım. Her doğum günüm, sahnelenecek bir tiyatro oyunu demekti benim için. Bu oyunları yazar ve arkadaşlarımla beraber oynardım. Bu oyunlarda mizahla melodram iç içeydi. Bunda, dedemin Muharrem Gürses olmasının ve iflah olmaz bir Türk Filmi tutkunu olmamın payı büyüktür. Lisede arkadaşlarım azalınca oyunları beraber oynayacak insan bulmak güçleşti, ben de öykü yazmaya başladım -herkes artık daha ciddi oyunların peşindeydi.- Yazdığım öykülerimdeki ve okul gazetesi yazılarımdaki siyasi açık yüreklilikten duyduğu endişeyi, arkadaşlarımı bunalıma sürükleyeceğim için duyduğu kaygı olarak dillendirerek yazdıklarımı sansürleyen okulum uzun süre yazılarımı kimseyle paylaşamamama sebep oldu. İngiltere’de Karşılaştırmalı Edebiyat ve Sinema okurken, adamakıllı bir roman yazabilecek kadar yalnızdım. Edebiyat okuduğum için değil yaşama tutunmaktan başka çarem olmadığı için yazdım. Hâlâ roman yazdığıma bakılacak olursa hâlâ yalnız, çaresiz ama hayattayım.

Bir romana başlarken nasıl bir ön hazırlık yapıyorsunuz? Yazmaya başladığınızda kafanızda hikâye en ince ayrıntısına kadar belirlenmiş mi oluyor? Yoksa kaba taslak da olsa bir yol haritası belirleyip aldığınız ufak tefek notlarla mı başlıyorsunuz?

Her yeni romanda ön hazırlık aşamam uzuyor. Çünkü roman bir titizlenme sanatı, her şeyi didik didik etmek marifeti. Bunu huy edinmeniz, hayat içinde sevdiğiniz insanları bıktırsa da edebiyatı mest ediyor. Öykünüze dair her şeyi bilmeye çalıştıkça her zaman her şeyi bilmenin, görmenin imkânsız olduğunu anlıyorsunuz. Öyle ki tüm öyküyü kurdum sanıp yazmaya başlamış, hatta bir hayli yol almışken, sokağın ortasında öyle bir şey çıkıyor ki karşınıza, yazdığınızın niye öyle olduğunu ve neyinin yanlış, neyinin doğru olduğunu ancak o zaman kavrıyorsunuz. Anlayacağınız, ön hazırlığın sonu gelmez. Sadece yazarın sabrı tükenir. Mükemmeliyetçiliğin pratiğe dökülebilmesi için sebep olacağınız kimi kusurları önceden kabul etmeniz gerekir. Yoksa yazmaya hiç geçilemez. Romanı kurmak, günbatımı gibidir. Bütün ayrıntıları, incelikleri, gizemleri yana yakıla keşfedersiniz. Geriye önce bir kızıllık kalır; “hadi bakalım, şimdi o nicedir hayalini kurduğun eşsiz parlaklığı yaz yazabilirsen!” diye meydan okursunuz kendinize. Sonra bir beyazlık kaplar etrafı. Boş kâğıt beyazıdır bu, karanlığa bulanması an meselesidir. Bilirsiniz; bütün yazacağınız bu karanlıktan doğacaktır. Karanlık, yazma vaktinin geldiğini söyler. Roman yazmak, gün doğumuna benzer. Siz yazdıkça her şey mümkün olur, hayat başlar. Yazdığınız iyi bir şey olacaksa, güneş hiç batmayacaktır. Hep birilerinin hayatında, umut kılığında, en tepede duracaktır.

Bir okur olarak hikâyeyi 1. tekil şahıs anlatıcıdan dinlemeyi seviyorum. Özellikle anlatıcı şimdiki zamanda anlatıyorsa, yani anlatırken de benden bir adım önde değilse, o belirsizlik, merak duygusu beni avucunun içine alıyor. Ancak bu anlatım türü hikâyenin akışını bozacak bir tehlike de barındırıyor. “Ben anlatıcı” hem anlatıcı hem de anlatının baş kişisi olduğu için kendisini de anlatmak zorunda kalıyor. Karakterin neyi, neden, kime anlattığı kurmacanın en büyük sorunu haline gelebiliyor. Siz bu sorunu nasıl aştınız? Romanda kalabalık bir sofranız var. Her bir anlatıcının iç sesini bulmayı, ayrıştırmayı nasıl başardınız?

Tanrı-yazar olmak; Koza olmak, Edibe olmak, Korkmaz olmak, masa örtüsü olmak, cam sürahi olmaktan çok daha zor. Karakterlerimi iyice tanıyınca onların sesini duymaya başlıyorum. Her birinin ses tonu başka. O tona dokunabildiğimde, sesleri sözcüklerime siniyor. Sorunuzu bir formülle açıklayamam. İçgüdüsel tespitlerle ilerleyen, karanlıkta yürümeye benzeyen bir şey başkası olup, onun dilinde konuşmak. Ben-anlatıcı karanlıkta yürüdükçe renklere dönüşmek gibi. Ben-anlatıcı olmayı ben de seviyorum çünkü beni hem ben olmaktan kurtarıyor hem de beni fena halde ben olmaya zorluyor.

Deryadil ailesinin kahramanları ikiye ayrılıyor. Bir tarafta vicdanlı, toplumsal dertleri bireysel dertleri edinmiş, gözlerini kapamayan, kulaklarını tıkamayan iyi insanlar var, diğer tarafta maddiyatçı, çıkarcı, statü düşkünü insanlar var. Bir tek Kor arada kalmış. Kor'a ne olduğunu merak etmekten kendimi alamadım. Ne oldu Kor'a? Ailesine karşı çıkıp bal gibi mutlu olup Bal ile Gezi'de direndi mi? Yoksa ailesinin diğer bireylerine mi benzedi?

Kor, Gezi’nin alevlendiği 31 Mayıs 2013 günü, o güne dek babasına söyleyemediği her sözü söylemek, belki de bir daha eve dönmemek, kimse neyse o olarak yaşamak ateşiyle Gezi’ye doğru yola çıktı. Vapuru sallayan sloganlara eşlik etmiyordu. O, babasına duyduğu öfkeyi dindirmek için bu ayaklanmayı bencil bir fırsat bilmişti. Bu da bir şeydi. Hem de çok hayati bir şey. Birden, korktuğu başına geldi ve karşısında, hem de o akşam vapurunda, Bal’ı buldu. Bal’ı görür görmez, babasına hiçbir zaman karşı gelemeyeceğini anlayan Kor, Bal’ı gaz bombalarının içinde bırakıp, hımbıl romantikliği ve acıklı güzelliğiyle Bal’ın alnına veda öpücüğü kondurmayı ihmal etmeden, koşaradım evine döndü. Sonraki günlerde sosyal medyadan bir iki Gezi haberi paylaştı. Ancak direniş henüz bitmemişken hepsini bir kalemde silip sayfasını ve babasının gözündeki itibarını temizledi. Haziran onu defalarca Gezi’ye çağırdıysa da bir gün olsun kalkıp gitmedi. Benim Korum böyle, sizinki umarım gitmiştir Gezi’ye.
Can Gürses, 4 Temmuz ’14, Teşvikiye.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder