29 Şubat 2024 Perşembe

Şubat alfabesi

Artık gün, bugün. Topuklularını giydi şubat hanım. Seneye yere yakın. 

Bursa'ya gittik anne kız. Hafta sonu kaçamağı, kız kıza konaklama... Tatilin kötüsü olmaz. Yol boyu sohbetimiz de cabası. Bamya çorbası içtim pazar günü. Bursa'da değil, burada. Efsane tat. Seviyoruz.

Camdan dışarısı görünmüyor kapalı balkonda. Bakalım ne zaman silinecek?

Çaykolik oldum bu aralar. Bildiğin severek içiyorum.

Deniz Gezmiş'in doğum günüydü dün. Kızım şerefine pasta yapmış. Gece boyu elinde "Bir Avuçtular Deniz Oldular" sergisinin kataloğu. 

Ev işi. Her gün biraz. Kendimi yormadan, boğmadan. Gerektiği kadar. 

Fayton şarkısını hatırladım, nedense, yıllar sonra. Dilime dolandı, hem de ne dolanmak... İyi ki. Fas'a gezi varmış mayısta. Her yere de gidemezsin. Çıkar o fikri aklından. 

Geçmiş Zaman Çileleri. Dördüncü kitabımın çıkmasının tatlı telaşı, henüz elime ulaşmamasının sabırsızlığı...

Haydi diyorum bazen kendime. Hayat, eylemi ödüllendirir. Hareketi sürdür. Büyük olması şart değil.

Islak saçla yatma evladım. Çıplak ayak yerlere basma. Annelik yinelemeleri. 

İnci Küpeli Kız. 1000 parçalık yapboz, ahşap çerçeve içinde. Ben yaptım. Yıllar önce. Muayenehanemin baş köşesini süslüyor. Dışarıdan gelip geçenlere bakıyor yan gözle. Mağrur ve kendinden emin. Hastalarımı teşvik ediyor yapboz yapmaya. 

Jale Sancak'ın kulaklarını çınlattık bugün yazanlar arasında. Uyanan Güzel, iyi romandı. Hatırlanası. 

Kavga eden kedilerin arasına girilmezmiş. İzi hâlâ bileğimde. 

Likör sevmiyorum. Çok net. Kahvenin yanında limonçello sevmeyen bir ben olamam. 

Madecassol. Bugün aklıma geldi. Kolumdaki diş ve tırmık izleri için sürmeye başladım. 

Nane diksem saksıya. Bahar kapıda.

Obur kedi. İzlerini sileyim diye sürdüğüm madecassolü yiyecek, bıraksam. 

Özgürleştirir yazmak.

Portakal reçeli yapmış annem. Mis!

Reçel yapmayı öğrenmeliyim. Kızım arkamdan annem reçel yapmış diyebilsin diye. 

Schengen vizemiz çıktı. İki yıl daha evrak işleriyle uğraşmaya gerek kalmayacak. Çok şükür!

Şakır şükür şükretmeyi adet haline getirmeli insan. Bildiğin pratiğini yapmalı. 

Trenle Sofya yolculuğu. İstiyorum. Hazır schengen cepteyken.

Uzo, kalamar, bekle bizi Midilli. Feribot bileti, otel rezervasyonu tamam. Bir gecelik kaçamak. Bayramda. Ailece. 

Ümitli şeyler say bana. Diline dola sonra Nazım'ın dizelerini, ezgisi Ezginin Günlüğü'nden. 

Van Gölü'nde bir ada. Ne güzel açar badem çiçekleri. Kızım da görse. 

Yer fıstığı aromalı patlamış mısır. Her hafta sonu bir paket alıyorum. Yanına da gazoz. Hayat alışkanlıklarla güzel. 

Zerrin Tekindor'un Toz oyununu izlemek istiyorum. Ey evren duy sesimi.

28 Şubat 2024 Çarşamba

Huzurlu Yaşam İpuçları: 17

www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür.   

                                                                                *

En az bilen genellikle en çok tahmin eder.

-Thomas Fuller, M.D.

17. Gün: Şiddetsiz İletişimin İlk Bileşeni Gözlem

 

Beş yaşındaki çocuğunuz boya kalemleriyle duvarınıza bir şeyler çizdi ve siz "Bana kızgın olduğu için hayatımı zorlaştırmaya çalışıyor" diye düşünüyorsunuz. Ya da kocanız bu hafta üçüncü kez eve kararlaştırdığından daha geç geliyor ve siz de "Duygularımı hiç önemsemiyor" diye düşünüyorsunuz.

 

Tanıdık geliyor mu? İnsanlar genellikle bir şeyin neden olduğuna, diğer kişiyle konuşmadan önce karar verir. Bu örneklerdeki "nedenler", "Bana kızgın olduğu için hayatımı zorlaştırmaya çalışıyor" ve "Duygularımı hiç önemsemiyor" idi.

 

Bu durumlarda bildiğiniz tek gerçek, duvarda pastel boya ile çizilmiş resimler olduğu (duvara resim çizen çocuğu görseydiniz, sanatçıyı da tespit edebilirdiniz) ve kocanızın bu hafta üç kez eve hatırladığınızdan daha geç geldiğidir. Şiddetsiz İletişim'de buna gözlem denir: gördüğünüz veya duyduğunuz şeylerin gerçekleri. Bunu, kendi yargılarınızı veya neden böyle olduğunu düşündüğünüzü eklemeden, olanların anlık bir görüntüsü veya söylenenlerin bir kaydı olarak düşünün.

 

Gözlem yaptığınızda, karşınızdaki kişiyle daha derin bir bağ kurma olasılığını ortaya çıkarırsınız. Eve geldiğinde kocanıza şöyle diyebilirsiniz: "Biliyor musun, bu hafta eve üçüncü kez altıdan sonra geliyorsun ve kafam karışmış ve sinirlenmiş hissediyorum çünkü bu gece beş buçukta evde olacağını kabul ettiğini sanıyordum. Senin anladığın da bu muydu?"

 

Her durumda olduğu gibi, konuşmaya yaklaşabileceğiniz pek çok yol vardır. Mesele şu ki, bir şeyin neden olduğuna dair önceden belirlenmiş bir fikir olmadan konuyu açarsanız, diğer kişiyle bağlantı kurmak ve ihtiyaçlarınızı karşılamak için daha büyük fırsatlara sahip olursunuz.

 

Bugün tam olarak ne söylendiğini veya yapıldığını fark etmek için bir taahhütte bulunun ve olayların neden gerçekleştiğine dair varsayımlarda bulunmaktan kaçının.

 

27 Şubat 2024 Salı

Günün izi: 15

Sarı Duvar Kağıdı

İlk dalga feminist akımın önde gelen isimlerinden sosyolog, yazar, eleştirmen Charlotte Perkin Gilman'ın en önemli öyküsü Sarı Duvar Kağıdı'nın Delidolu basımını okudum. Bu özel baskıya Polonyalı çizer Maria Brozozowska'nın desenleri eşlik ediyor. Birinci tekil şahıs anlatısı. Adını bilmediğimiz kahraman genç bir anne. Muhtemelen lohusa depresyonunda. Eşi ve erkek kardeşi birer hekim. Kadının iç bunaltılarının giderilmesi için sezonluk bir kır evi tutulıyor. Görümce ve eşinin gözetiminde orada kalan kadın, adeta tecrit altında. Yazması engelleniyor, sosyalleşmesi mümkün görünmüyor. Evdeki sarı duvar kağıdı sanrılarının giderek artmasına yol açıyor. Otobiyografik ögeler taşıyan kısa bir hikaye. 



Daha önce de belirttiğim gibi, hikayeyi Şenay Eroğlu Aksoy'un Kendisiymiş Gibi hakkında yazdığı yazı sayesinde duymuştum. Benim öykümdeki kahraman duvardaki çatlaklara, lekelere bakarak sanrılara kapılıyordu, bu hikayede ise sarı duvar kağıtlarına... O gün bugündür okumak aklımda. Dün gece bitirdim nihayetinde. Kıssadan hisse koyalım mı cebimize: Yazmak özgürleştirir, delirmek de. Senin tercihin hangisi? 

                                                                             *

Aşıklar Bayramı 

Geçen hafta dinlediğim sesli kitaplar ve izlediğim filmler üzerine yazarken izlediğim bir filmi atladığımın farkındaydım. Ama hangisi olduğunu hiç mi hiç hatırlayamadım. Hafta sonu kendime izlemek için film, dizi ararken filme rastlayınca hah dedim, ben bu filmi izledim. Bana kendini unutturan film hiç de vasat bir yapım değildi. Ancak her nasılsa üzerimden kayıp gitmişti. 

Özcan Alper imzalı Aşıklar Bayramı filmi bahsettiğim. Kemal Varol'un aynı isimli romanından uyarlanan film, tam da sevdiğim gibi bir yol hikâyesiydi. Çekimler nefisti. Sevdim diyemem, sevmedim diyemem. Ama iz bırakmamasının, izlendiği gibi hafızamdan silinmesinin de bir sebebi olmalı. Zihinlerin dolu, hayatların hızlı olmasından öte bir sebep. 

Romanı okuduğumu hatırlıyorum. Bir arkadaşım övgüyle bahsetmiş, okumamı salık vermişti. Ödünç alarak okuduğumu, onun kadar etkilenmediğimi hatırlıyorum. Silik silik mektuplar kalmış aklımda. Filmde bahsi geçmeyen. Konu etkileyici. Yıllar sonra ansızın çıkagelen saz aşığı bir baba, onun terminal dönem kanser olduğunu fark eden avukat oğul, bu bilgiyle onun son yolculuğuna eşlik etme çabası. Yeniden tanışma, hesaplaşma, helalleşme... Tüm malzeme nefis ama bir araya geldiklerinde ortaya çıkan bana aradığım tadı vermedi. Belki de Kemal Varol ve onun kurgu evreni bana göre değildir. 

                                                                          *


Daha esnek, zinde bir ben için

İçsel Simya derslerinin ikinci modülü bitti. Teorik dersler tamam da, pratikleri hayatıma henüz tam anlamıyla geçiremedim. Üçüncü modüle kadar dersleri tekrar dinlemek, pratikleri bire bir uygulamak gerek. Yine de, yalnızca teorik bilgileri dinlemek bile beni olumlu yönde etkiliyor sanırım. Kendimi daha canlı, hevesli hissediyorum çoğu zaman. Yardım istemeye, sosyal ilişkilere daha açığım. Ertelemektense eyleme geçmeye de keza. Evdeki işler hariç diye şerh mi düşsem bilemedim. Evde yerli yerine yerleşemeyen kimi kitaplar, evraklar ve dosyalar için yeni depolama alanları ihtiyacımın farkındayım. Bununla ilgili yapılacak olan belli. Eve marangoz çağrılacak. Kitaplık genişleyecek. Ne derler bilirsiniz. Çok eşya/ kitap yoktur, az dolap/kitaplık vardır. Her şey iyi, güzel de dişlerimi sıkmaktan tam anlamıyla vazgeçebilmiş değilim. Belki henüz günlük rutinime sokmadığım pratiklerin buna anlamlı bir katkısı olacaktır. 

                                                                       *

Hayat dolu bitkiler gibi, yumuşak ve esnek

Yazın saçlarımı kısacık kestirdim. Bir tür zaman sayacı olarak. Hayatımın on altı, on yedi yıllık bir evresini geride bırakıp işte, evde, hayatta tek başıma olmanın sorumluluğunu taşıyacak, bu değişime ayak uyduracak, dahası hem kendimi, hem de kızımı karşıdan karşıya burnumuz bile kanamadan geçirecektim. İlkin saçlarımı kestirdim. Sonra tatile çıktık. Yaz bitti. Eylül geldi. Okullar açıldı. Günler kısaldı. Havalar soğudu. Bahar kapıda. İkinci cemre bile düştü. Ellerimle diktiğim bahar dalı çiçek açtı. 




Aradan geçen sekiz ayda epey iyi iş çıkardığımı düşünüyorum. Eskiye nazaran çok daha fazla yoruluyorum. Pek çok şeyi tek başıma hallediyorum. İşime yatırım yapıyorum, kendime, kızımla ilişkime. Eskiden üstlenmem gerekmeyen pek çok şey, omuzlarımda şimdi. 

Bir yük gibi görmüyorum. Yalnızca değişimin bir parçası, gerekliliği...  Şikayetçi olmanın, ayak sürümenin, mızırdanmanın yumuşak ve esnek bir yanı yok. Ne demiş Lao Tzu: 



Hem saçlarım da uzadı epey. Minicik bir kuyruk bile oluyor. 




26 Şubat 2024 Pazartesi

Basında Geçmiş Zaman Çileleri

Geçmiş Zaman Çileleri'ne ait basında, bloglarda, sosyal medyada paylaşılan haberler, yorumlar bu başlığın altında: 

                                                                      *


Geçmiş Zaman Çileleri'nin basın bülteni 23 Şubat 2024 tarihinde "Tuğba Gürbüz'den yeni öyküler" başlığıyla Parşömen Edebiyat'ta yer aldı. 

                                                                      *


Geçmiş Zaman Çileleri'nin basın bülteni 26 Şubat 2024 tarihinde "Tuğba Gürbüz'den aileye, ilişkilere ve kkayıp giden zamana dair öyküler" başlığıyla Edebiyathaber'de yer aldı. 

22 Şubat 2024 Perşembe

Sesli kitaplar ve filmler


Dinledim 

Sesli kitap dinleme konusunda hala iyi değilim. Dikkatim dağılıyor. Duyduklarım bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkıyor, pek azı tutunuyor gibi hissediyorum. Yine de son iki hafta içinde üç kitap dinlemeyi başardım. 

Ev Yapımı Bir Paraşüt Berrak Yurdakul. Mindfulness temelli kurgu kitaba yazar, kendisini de bir karakter gibi sokmuş. Bir başka kitabından iki de karakter eşlik ediyor kurguya. Biri, diğer ikisine yedi gün süreyle kendi evinde ücretsiz minfulness öğretiyor. Biz de o derslerdeki diyalogları ve yazarın anlatıcı sesini dinliyoruz. Ara ara kahramanların diyalogları, çatışmaları ve anlatıcının iç sesi olsa da ağırlıklı olarak bir mindfulness eğitmeninin teorik dersini dinliyoruz. Süresi de hayli uzun. 6-8 saat arası bir dinleti. Doğal olarak odaklanarak dinlemek beni zorladı. 

Run Gülüzar Run Ayşegül Kocabıçak. Ayşegül ile aynı dönemlerde yazmaya başladık. İlk iki öykü kitaplarımız aynı yayınevinden çıktı. Hep Kitap imzalı bu romanı biliyordum elbette ama okuma fırsatı bulamamıştım. Günlük tarzında yazılan bu 1. tekil şahıs anlatısını hiç kaçırmadan takip edebildim. Yalın, takibi kolay bir dili var kitabın. Bursa'da muhafazakar bir ailenin kızı olan Gülüzar'ın 80li yılların sonlarında başlayıp 90lara uzanan günlüğün içindeki ayrıntılar, benzer yıllarda çocukluğunu, ilk gençliğini yaşayan herkesi kavrayacak nitelikte. Gülüzar için işler hayal ettiği gibi gitmese de umutlu bir yerde sonlandırmayı başarıyor yazar. 

Bir Katilin Güncesi Kim Young Ha. Timaş Yayınları'ndan çıkan roman hayli etkileyici. Roman olarak okuduğumuz metin, 70li yaşlarını süren ağır demans hastası eski bir seri katilin güncesi. Gençliğinde pek çok kadını öldüren, sonra bir kız çocuğu evlat edinip bir daha cinayet işlemeyen, geçmişini saklamayı başaran kahramanın huzuru yaşadığı kentte yeniden kadın cinayetleri işlenmesiyle kaçıyor. Bu cinayetleri işlediğinden şüphelendiği şahsın kızının sevgilisi çıkmasıyla işler onun için daha çetrefilli bir hâle bürünüyor. Bir yanda gidip gelen aklı, bir yanda kızını koruma içgüdüsü... Unutmamak için yazıyor, ses kaydı alıyor ama buna karşın zihni hiç de parlak değil. Sık sık kesintiye uğruyor. Bulunduğu anın öncesi yok. Gelecek hafızası zayıf. Yazar, kahramanın bu hallerini çok iyi aktarıyor. Sonsuz bir şimdiye hapsolmuş bu adamın nerede tökezleyeceğini merak ediyor insan haliyle. Polisin mahallede işlenen cinayetleri soruştururken onunla birkaç kez konuşması, kızının kaybolması gerilimi arttıran unsurlar.  Oidipus Kompleksi ve Sofokles'in Kral Oidipus tragedyasına göndermeleri olan bir metin. Yazar bu bağı alenen kuruyor. Güncenin içinde yer yer kahramanın buna dair düşüncelerini görüyoruz. Benzerlikler ne derseniz, Kral Oidipus'taki gibi polisiye bir olay var. Bir cinayetin izi sürülüyor. Babayı öldürme meselesi var. Oidipus, oyun boyunca katili arıyor, sonunda aradığı katilin kendisi olduğunu öğreniyordu. Bir Katilin Güncesi'nde aranan katil kim? 

İzledim 

Tibet'te Yedi Yıl



Başrolünü Brad Pitt'in paylaştığı film, gerçek bir hikâyeye dayanıyormuş meğer. Baba olmak istemeyen Avusturyalı dağcı Heinrich Harrer, hamile eşini arkasında bırakıp Nazi Partisi adına Himalayalar'a tırmanma görevini üstlenir. Hindistan'da dağa tırmanırken ikinci dünya savaşı çıkar, savaşa İngiltere de dahil olduğu için Harrer ve arkadaşları esir kampına alınır. Kamptan kaçmayı başaran iki ekip üyesi Tibet'e sığınır. Bu deneyim her ikisi için de dönüştürücüdür ancak öncesinde hayli bencil olan Harrer için henüz çocuk yaştaki Dalai Lama ile tanışmak özellikle çok etkileyicidir. Savaş bitip Çin'in Tibet'i işgaline kadar geçen sürede arkadaşlık yapan birbirinden farklı bu iki birey, birbirinden etkilenecek ve öğrenecektir. Tibet'in ruhani lideri Dalai Lama'nın Hindistan'a kaçışının ardından ikili arkadaşlıklarını sürdürmüş meğer. 

İki Papa 



2005 yılında Papa'nın hayatını kaybetmesi sonucunda yeni papa seçimi sırasında başlıyor film. İki adaydan Papa Benedict muhafazakar, gelenekçi, Alman kökenli. Papa Francis Arjantin kökenli. Futbol izleyen, tango yapan, kiliseyi sokağa taşıyan, modern, yenilikçi... Sonunda gelenek kazanır ama sonraki yıllarda kiliselerde yaşanan çocuk istismarları, Vatikan'a ait gizli belgelerin, banka kayıtlarının sızdırılması nedeniyle Papa Benedict istifayı bir seçenek olarak düşünmeye başlar. Kararını kamuoyuyla paylaşmadan önce, bir önceki seçimde rakibi olan reformist adayla bir araya gelmek ister. Bu arada Papa Francis, sokakta, halkın yanında daha faydalı olacağına dair duyduğu inanç nedeniyle kardinallik görevinden ayrılmayı düşünmektedir. Roma'da bir araya gelen ikilinin sohbeti, bir zamanlar geleneği savunan kardinalin ülkesinde yaşanan toplumsal ve siyasal olaylar karşısında geçirdiği değişimin hikâyesini öğreniriz. İki papa arasındaki değişim mi, taviz mi tartışmaları düşünmeye alan açıyor. Din ve inanç değişmez, katı bir gerçek mi? Toplumun ve bireyin ihtiyaçlarına cevap verebilecek esneklikte mi? Adalet, yardımseverlik, merhamet yalnızca seçilmiş, onaylanmış insanlar için sunulan bir ayrıcalık mı? Dini otoriteler toplumun tüm bireylerini kucaklamaya hazır mı? İki Papa filmi gerçek bir olaya dayanarak bu tartışmaları ele alıyor, izleyiciyle paylaşıyor. 



21 Şubat 2024 Çarşamba

Yeni kitap: Geçmiş Zaman Çileleri

Yeni öykü kitabım "Geçmiş Zaman Çileleri" matbaaya gitti. Yayınevi sosyal medyada paylaştığına göre ben de bu mutlu haberi bloğumda paylaşabilirim. 
Heyecanlı, hevesli ve sabırsızım. Kitabın bir an evvel elime geçmesini, sayfalarını çevirmeyi, okurlarla buluşmasını arzu ediyor, onların yorumlarını duymayı dört gözle bekliyorum. 
İlk kutlamayı kızımla baş başa yaptık. Tavuk dürüm, turşu, ayran... Bir dilim pastayı bölüşürken bir sonraki kitabımın bir çocuk romanı olmasını temenni ettim. Sesli olarak. Çünkü onun da isteği bu. Hem de yıllardır. Uzun bir kurmaca metin yazmaya zamanım olmadığına  dair kendimle yaptığım sessiz, sözsüz ama dirençli anlaşmayı iptal edersem, bir adım atarsam, denersem, bir yolunu bulursam neden olmasın! Bakarsın bir kitabım ikinci baskıyı da görür böylece.
                                                                               *

Arka kapak yazısı: 

Eksiltmeli, ucu açık ancak bir o kadar da kişisel alanlarda kök salarak düşündüren öyküler... Yazarın, söyleyeceği çok şey olduğunu sezdiren ama asıl bunları “söylemeyerek” düşündüren öykü dili... Öykünün tezgâhında ustalaşmadan kelimeleri böyle duru kullanmak mümkün mü? Tuğba Gürbüz, Geçmiş Zaman Çileleri’nde babanın cenazesini kaldırıyor.

Çekilmez evlilikler, tükenmiş kadınlar, hayalsiz ergenler, biteviye süregiden monoton hayat... Aile... o çilenin diğer adı. Kördüğüm. Varlığı da yokluğu da sorun olan “BABA”...  Kadının ve çocukların üzerine abanmış varlığı ağırlık, yokluğu daha da büyük bir ağırlık. Toplum öyle kurulmuş, ilahi yasalar öyle emretmiş. Baba dilsiz, baba dert, baba kördüğüm olmuş bir çile... Geçmiş zaman çileleri, hep baba merkezli. O çileler çocukların kollarında, anneler inançlı, o çileler çözülecek, yumak yumak sarılacak... Çocuk neşeyle sokağa koşacak, çile bitecek...

Ama bitmiyor. Çünkü Zamanı geçmiş her şey, çürümeye mahkûm. Can vermek mümkün değil.”


18 Şubat 2024 Pazar

Kanlı pazar

Dün gece misafirlerimiz vardı. Kutu oyunu gecesinin ardından mutlu mesut yattık. Sabah Sani 7.30 civarı uyandı, dışarı çıkarılmak için türlü hamlelere girişti. Onu çıkartayım da biraz daha dinleneyim diye düşündüm. Önümde koca gün. Oh mis gibi... Yatağın içinde yeniden uykuya dalmayı beklerken bir hırlaşma sesi duymamla, yataktan fırlamam, dış kapıyı açmam bir oldu. 

Koridorda kedi kavgası... Taraflardan biri bizim Sani, diğeri tek gözünü kim bilir hangi kavgada kaybetmiş, gri beyaz irice bir sokak kedisi. İlk vukuatı değil. Bildiğin zorba. Bizimkinin yolunu kesiyor, evin kapısına geliyor, balkon önünü mesken tutuyor. Elinde sopası yol kesen bir zalimden farksız. Bağırdım, üstüne yürüdüm. Bir anlığına ayrılmalarını fırsat bilip Sani'yi kucağıma aldım. İçeri girdim. Arı kovanına çomak sokmak gibi bir hareket. Bir kolum şiş, sol elimin orta ve işaret parmağıyla yazıyorum bu satırları. Bilip de konuşuyorum yani.

Sani'yi kucağıma almamla saldırıya uğrama anımın arası beş, on saniye. Kucağımda kedi içerideyiz ama henüz kapıyı kapatma fırsatı da bulamamışım. Haydut dışarıdan hala tıslıyor, Sani hala kendini tehdit altında hissediyor. Stres canlıya neler yaptırmaz. Kaç işte deli oğlan. Evdesin. Güvenli alana doğru koş. Çünkü en iyi savunma kaçmaktır. Kesin bilgi! Bizim oğlan kaçmadı. Onun yerine yırtıcı atalarından gelen sivri köpek dişlerini sağ bileğime geçirdi. Arka patilerinin tırnaklarıyla kolumda yollar çizerek kucağımdan atladı. Er kişi niyetine rakibinin karşısında yerini aldı. Stres ve adrenalin bende de tavan yaptı haliyle. Bıraksam parça parça edecek bizim oğlanı. Çığlığıma kızım koştu geldi. Cezveye su doldurmuş. Üzerine döktü zorbanın. Bir fincan su karşısında pes edecek değil ya. Etmedi zaten. Girişte duran plastik İKEA basamağını kaptım. Üstüne üstüne sallayarak onu merdivenlere doğru kovaladım. O kaçarken Sani'yi kaptım. Eve girdik. Kapıyı örttük. Oh güvenli kalemizin içindeyiz.

İşte o zaman fark ettim. Kolumdan oluk oluk akan kanı. Banyoya gittim. Sabunla yıkadım. El havlusunu kaptım. Bastırdım. Bu kadar aksiyondan sonra yatağa uzandım. Havluyla bastırmaya devam ettim. Kızım çok korktu haliyle. Ambulans mı çağırayım diye sorduğunu hatırlıyorum. Ambulansa gerek yok, dedim. Bir de baktım elinde ilk yardım seti baş ucumda. Batikonla sildi. Giyinmeme yardım etti. Şefkatli, dikkatli... Acile gittik. Tetanoz, kuduz aşısı... Koluma pansuman derken eve döndük. Delik küçük mü küçük ama can havliyle kemiğime kadar geçirmiş gibi hissediyorum. Öyle bir acı kolumdaki. Anında şişti. zaten. Antibiyotiğin yanı sıra ağrı kesici de alıyorum. Kolum kalp seviyesinde, yara yerimin üstünde buz kompres. Ağrının ve şişin dinmesini bekliyorum. 

Sani süt dökmüş kedi gibi. Yan koltuğa tünedi. Sırtı bana dönük. Arada bir dönüp bakıyor. Gözlerini kırpıştırıyor. Kızıma kalırsa üzgün ve mahcup. Ben o kadar insani duygularla adlandırmıyorum durumu. Dışarı çıkmaya yeltenmediği kesin. O da kulağı kaptırmış. Zımbalamış şerefsiz. Batikondan o da nasibini aldı. O sessiz sakin oturuyor, kendini yalıyor. Ben bu satırları yazıyorum. İkimizin de ihtiyacı aynı: şefkat. 

15 Şubat 2024 Perşembe

Birtakım tuhaf huylar ve yeni başlangıçlar

Hepimizin tuhaf huyları var. Benimkilerden bir tanesi şu: Arabayla işe gidip gelirken zihnimin içinde hayali İngilizce diyalog kurmak ve sürdürmek... Çok da anlamsız sayılmaz. Dili korumanın ve geliştirmenin en işe yarar yolu, onu kullanmak. Her dakika yurt dışında tatile gidemeyeceğime ya da yabancı bir hastanın tedavisini üstlenemeyeceğime göre pratik yapmak için bulduğum bu yolun işe yaradığına eminim. Ancak zihnin içinde sürdürdüğüm bu diyalog, sürüş işini otomatik pilotta sürdürmemi sağlıyor. Mindfulness odaklı söylemlerde her yaptığın eyleme dikkatini vermekten, olanı fark etmekten, dikkatini yalnızca yaptığın işle sınırlı tutmaktan, zihnin gezmeye çıkarsa tutup onu geri çağırmaktan bahsedilir, bilirsiniz. İşte bu sebeple iki gündür kendimle İngilizce konuşmayı kestim. Bedenimi dinliyorum. Beş duyumun farkına varıyorum. Kendime şöyle şeyler söylüyorum. Türkçe olarak. 

El ve ayak parmaklarım üşüyor. Arabanın içi soğuk oluyor ilk bindiğimde malum. Sonra bedenimi tarıyorum. Nerede bir huzursuzluk, sıkıntı var, onları fark ediyorum ve içimden sesli olarak dile getiriyorum. El, ayak, kalça eklemlerinde katılık hissediyorum örneğin. Karnımda ufak bir sızlama ya da... Boynumda, dişlerimde bir gerginlik. İsimlerini koyuyorum. Sonra duygularımı dillendiriyorum. Endişe, kaygı, heyecan, iyimserlik, pek çok duygu sahneye çıkıyor ardı sıra. Duyguları dillendirmeye kafa yorunca iyi ve güzel olanlar da belirginleşiyor. Böylece günlük hayhuyun içinde kolayca kaybolabilen minnet ve şükran da daha görünür hâle geliyor. Bir mindfulness pratiği olarak denemek isteyenlere tavsiyemdir. 

Başlığın hakkını verdim ve birtakım tuhaf huylarımı paylaştım işte. Yeni başlangıçlar nedir diye soracaksın haliyle. Sayacağım ama yeni başlangıçlar da ara verilmiş alışkanlıklar, rutinler en nihayetinde. 

Parşömen Edebiyat için hazırladığım çocuk kitapları yazılarını ve yazar söyleşilerini uzun zamandır ihmal etmiştim. 29 Ekim haftası Ankara'ya gittiğimde Onurla bir araya gelmiş ve en kısa sürede yazmaya çalışacağımı söylemiştim. Aylardan şubat ve ben nihayet şeytanın bacağını kırdım. Günışığı Kitaplığı yazarlarından Ömer Açık ile bir söyleşi gerçekleştirdim. (okumak için buraya) Ne oldu da ara verdim, hatırlamıyorum. Ama şundan çok eminim. Her konu için geçerli bir şey bu. Bir şeyi yapmak istiyorsan hemen başla, şartlar en uygunsuz göründüğünde. Çünkü aradığın uygun koşullar belki de hiç gelmeyecek. Eh madem yazmaya başladım. Şubat sonu ya da mart başında bir kitap tanıtım yazısı yazmak da boynumun borcu olsun. 

Kızımın kütüphaneden aldığı kitapları iade etmesi gerekiyordu. Onları bırakmaya gidince ben iki kitap kapıverdim. Bay Jules ile Bir Gün Diane Broeckhoven uzun öykü. İlginç bir konusu var. Her sabah güne kocasının hazırladığı kahve kokusuyla hazırlanan Alice, Bay Jules'ün öldüğünü fark eder. Yıllardır içinde tuttuğu şeyleri tek tek dökme fırsatı bulur. Ablam birkaç hafta önce ödünç aldığı bu kitaptan övgüyle bahsettiğinde, geçmiş yıllarda bir yerlerde daha hakkında olumlu eleştirilen duyduğumu hatırladım. Raflarda karşılaşınca da hop diye kaptım. 

Ödünç aldığım ikinci kitap, Charlotte Perkins Gilman'ın yazdığı Sarı Duvar Kağıdı. Delidolu'dan yayımlanan kitaba Maria Brzozowska'nın resimleri eşlik ediyor. Bu kitabı seçmemin sebebi ise Şenay Eroğlu Aksoy'un Kendisiymiş Gibi kitabım hakkında Notos Öykü'de yayımlanan bir yazısı. Söz konusu yazıda Rengi Bulanık öyküsüyle Sarı Duvar Kağıdı arasında kurduğu bağ üzerine merak etmiş, kitabı temin etmekle sahici olarak ilgilenmiştim ama almaya da okumaya da fırsat bulamamıştım. Raflarda göz göze gelince elbette ertelemeden aldım. 

Her iki kitap da yanı başımda. Okunmak üzere sırasını bekliyor. İncecik bu iki kitabı ilk fırsatta okuyacağım elbette. Yalnızca başka okumalar girdi araya. Çünkü beklediğim haber geldi. Öykü kitabım yayına hazırlanıyor. (bir aksilik olmazsa diye şerhimi de düşeyim. Çünkü dünya hali). Heyecanlı, meraklı ve de hevesliyim. Beklediğim haberi almak bu kadar uzun sürdüğü, pek çok kapı çalmak durumunda kaldığım için ise açıkçası üzgünüm. Bu konuda şikayet etmeyeceğim ama. Çünkü iyiyim deme cüretim ve de kararlılığım sürüyor. Bir yazar adayının yolculuğu tam olarak da bu zaten. Yazmak, silmek, yeniden yazmak, yayımlatmak üzere kapı kapı gezmek, yılmamak cüretkarlığın tarifi değilse nedir? Belki bu bir tuhaf huy olarak en başta yazılmalı. "Yazıyor, her şeye rağmen, inatla ve de inançla."