25 Eylül 2014 Perşembe

KONUŞAN KÖPEK(*)


Hayvan beslemek, çocuklu evlerde daha sık gündeme gelen bir konudur. “Çocuğuma arkadaş olur, sorumluluk duygusu artar, hem depremi de önceden hissediyorlarmış, konu komşu da yok, bizi hırsızlardan, yabancılardan korur,” sebepleri çoğaltabilirsiniz. Hayvan beslemeye başlamak önemli bir karardır. Eve aldığınız andan itibaren sevgiyle, sabırla ihtiyaçlarını gidermelisiniz. Evcil hayvanlarınız, bakımı size zor, zahmetli ve masraflı geldiğinde arkanızda bırakabileceğiniz eski eşyalarınız değildir. Onların sokakta terk edilmiş hâllerini, hüzünlü yüzlerini gördüğümde insanların kendisine evcil hayvan seçmesini hiç de adil bulmuyorum. Belki de hayvanlar kendisine sahip seçmeli!

Michael Rosen'in dilimizde yayımlanan ilk kitabı Konuşan Köpek bu konuyu ele alıyor. Krem Karamel sevimli bir köpektir. Kemirir, hırlar. Yatacak sıcak bir yer ister. Uyurken gıdıklanmak ya da rahatsız edilmekten hoşlanmaz. Günde bir kez koşuya çıkmalıdır. Uzun konuşmalar ona göre değildir. Kısa ve net komutlar duymak ister, olumlu davranışlarda ise bir ödül. İhtiyaç listesi uzundur. Düzenli doktor kontrolü, çok hızlı uzayan tırnaklarının kesimi ve tüylerinin düzenli taranması... Bakalım sıradaki aday bunları yerine getirebilecek mi? “Hımm... Demek adın Tuğçe, öyle mi?”

Müstakbel sahibini bulmak için mülakat yapan köpek fikrine bayıldım. Michel Rosen'in akıcı dili, Tony Ross'un hikâyeyi adım adım takip eden neşeli çizgileri, özenli çeviri... Kitap bir çırpıda bitti. Biraz kızdım doğrusu. Bu kadar da kısa yazılmaz ki!
 
 

Konuşan Köpek

Yazan: Michael Rosen

Resimleyen: Tony Ross

Türkçeleştiren: Acar Erdoğan

Mavibulut Yayıncılık
 
(*)Bu yazı 24/09/2014 tarihinde okumadan yatmayanların kitap tanıtım yazılarına yer veren çok yazarlı okuryatar isimli edebiyat sitesinde yayımlandı. Siteye ulaşmak için tıklayın.
http://www.okuryatar.com/konusan-kopek-tugba-gurbuz/

21 Eylül 2014 Pazar

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (3)



Kafka'nın Günlükleri: Yazdığım İlk Kitap


Konuşmayı söktüğüm gün yazarlığa atıldım. Anlattığım ilk öykü annemin karnındayken yaşadığım cıvıl cıvıl, olağanüstü dünyaydı. Hem önceki dünyada yaşadıklarımı bacak kadar boyumla anlattığımı hem de -daha tuhafı- ballandıra ballandıra anlattığım bu öykülerin dosdoğru olduğunu dün gibi hatırlıyorum. Hiç değişmemişim. Bugün de romanlarımı aynıduyguyla yazıyorum: Can havliyle öykü anlatma ihtiyacıyla ve uydurduklarımın gerçekliğine can-ı gönülden inançla...
Belgelenmişilk öykücülüğümse üç yaşıma denk düşer... Annem ve babamla tadı ruhumda kalan yaz tatillerimizden birindeyiz. Şimdi nasıl ki elime bir kitap alıp okumaya başlasam, kitabı yalnız bıraktığım ilk fırsatta annemi kitabımı okurken bulurum; o sıcacık Side sabahında da ben, genetik kitap iştahıyla, annem mayosunu değiştirmeye gider gitmez annemin kitabı “Kafka’nın Günlükleri”ni ele geçiriyorum.

Tutkuyla okumaya koyuluyorum. Elbet okuyamıyorum. Ne fark eder? Tüm öyküler aynı denize çıkmaz mı? Başlıyorum kitabı yazmaya ve uydurduklarım sahiden kitapta yazıyormuş gibi gözlerimi kocaman aça aça okumaya: “Ilgın geldi. Kaynak uyandı. Şarkı söyledik. Anneannem alkış yaptı. Babam resim çizdi. Bi’ örnek güldü...”(Ilgın ve Kaynak kuzenlerim; bi’ örnek diye hitap ettiğimse annem; Can.) Annem beni o halde yakalayınca fotoğraf makinesine sarılıp, kitaplaşmış ilk yazarlığımın öyküsünü resimliyor.

Okuduğunuz ve dilerim okuyacağınız tüm kitaplarım o kız çocuğunun tutkusu ve inancıyla yazılıyor. İyisi mi yazarak yaşadığım 25 yılda kıvamını bulmuş sırlarımı keyifle ifşa edeyim... Yazar yoktur. Kurmaca yoktur. Gerçek, anlatılandır. Okur da yazar da kahramandır. Her anlatılan, yaşanmış ya da yaşanacaktır. Anlatılmayan, yaşanmamış ve yaşanamayacaktır. Yazarlığımın dayandığı bu ilkeleri bana çocukluğum öğretti. Hasretle minnettarım.
Eylül 2014
Can Gürses
Teşvikiye

"Nasıl yazar/şair oldum?" bölümü, bloğumda yer vermekten en çok hoşlandığım bölümlerden birisi. Şimdiye kadar anı kitapları ve söyleşilerden faydalanarak hazırladığım bölümde, bu ay ilk kez Kurmacabiyografiler'e özel olarak yazılmış bir erken çocukluk hikâyesi yer aldı. Ben hikâyeyi de, fotoğraftaki okumaya ve uydurmaya meraklı küçük kızı da çok sevdim. Umarım sizin de hoşunuza gitmiştir.


12 Eylül 2014 Cuma

Camus-Sartre Çekişmesi-1


Ronald Aronson'un yazdığı Camus Sartre bir dostluk ve bitmeyen çekişmenin hikâyesi çok merak edilen Camus-Sartre çekişmesini ayrıntılı bir şekilde inceliyor. Kitap 10 bölümden oluşuyor: İlk Karşılaşmalar, İşgal, Direniş, Özgürlük, Savaş sonrası vaatler, Camus'nün dönüm noktası, Şiddet ve Komünizm, Patlama, Olayların toparlanması, gerçek rollerin oynanması, Yeniden seslerini duyurmak, Çıkış yok. Camus-Sartre meraklılarının elinin altında bulunması gereken önemli bir kaynak. Berna'dan okumak üzere ödünç aldığım kitaba neredeyse el koymuş durumdayım. Ne zaman kütüphanede kitapla göz göze gelsek artık geri vermem gerektiğini hatırlıyor ancak blogta yer vermeden sadece okuyup vermeye de gönlüm el vermiyordu. Kitabı iade etmeden önce yeniden okuyup önemli satır başlarını bloğumda paylaşmaya karar verdim. Bu yazıda kitabın ilk bölümüne dair okuma notlarıma yer vereceğim.



İlk karşılaşmalar
Cezayir'de yayımlanan günlük sol bir gazetede Okuma Odası isimli köşesinde Paris'te yayımlanan yeni romanlar hakkında eleştiri yazıları kaleme alan Camus, köşesinde Sartre'ın Bulantı ve Duvar romanlarına da yer verir. Bulantı hakkında yazdığı değerlendirme yazısının kapanışı eserden ne kadar etkilendiğini belli eder.
"Bu kendisinden her şey beklenebilecek bir yazarın ilk romanıdır. Bilişsel düşüncenin sınırlarının bu denli uç bir sınırında kalması, böylesi bir kıvraklık, böylesi sancılı bir berraklık, sınırsız bir yeteneğin göstergeleridir. Bulantı'yı, gelecek dersleri ve çalışmalarını sabırsızlıkla beklediğimiz, özgün ve güçlü bir aklın ilk çağrıları kılan öğeler de bunlardır."
Camus, o dönemde Paris'te henüz tanınmaz ancak Cezayir'de yayımlanmış iki deneme kitabı vardır: Yanlış Taraf ve Doğru Taraf, Düğünler
1940 yılında Paris'e gider. 1942 yılında Yabancı yayımlanır. Henüz karşılaşmamışlardır ancak aynı zamanda hevesli birer okur olan iki yazar birbirlerini yapıtları yoluyla tanımaktadır. Sartre, Yabancı hakkında 6000 kelimelik cömert ve ayrıntılı bir deneme yazar. İlk kez 1943 yılının başında Sartre'ın Sinekler isimli oyununun açılışında karşılaşırlar. Sartre lobideyken Camus yanına gider ve kendisini tanıtır.
Kısa sürede ilerleyen dostluklarında Camus'nün tiyatro sevgisinin yeri büyüktür. Cezayir'de yaşarken amatör bir tiyatro topluluğunun yönetmenliğini yapan Camus, Sartre'ın yeni oyunu Çıkış Yok'un prodüksiyonuna ilişkin bazı önerilerde bulunur. Bunun üzerine Sartre, Camus'ye oyunu yönetmesini ve başrol oynamasını teklif eder. Camus, Garcin rolü performansından hoşnuttur. Oyunu finanse eden adamın karısı direnişçi şüphesiyle yakalanınca maddi desteğini çekmek zorunda kalır. Sartre'a oyunu Paris sahnelerinde profesyonel olarak sergilenmesi teklifi gelir. Camus mecburen geri çekilir. Ancak dostlukları ilerler.
Camus'nün babası 1. D.S.ında başına bir şarapnel parçası isabet etmesi neticesinde ölür. Annesi evlere temizliğe gider. Okuma yazması yoktur. Camus, diplomasını Cezayir'den alır: Diplome d'etudes Superiure. Sartre ise  Ecole Normale Superiure diplomalı bir filozoftur. Tanıştıklarında Paris'in yazın ve kültür hayatında bilinen bir isimdir. O ve Beauvoir'ın etrafı 1930'lu yılların ortasından itibaren genellikle eski öğrencileri olan genç ve yetenekli kadın ve erkeklerle çevrilidir. Bu gençler onlara şehvetle bağlıdır. Aynı zamanda siyasi ve felsefi açıdan da takipçileri olan bu gençleri maddi olarak da desteklerler. Bir aile gibidirler. Camus, bu ailenin bir parçası olmaz. Her zaman yalnız ve bağımsız duruşunu korur.
Camus'nün aile üyelerinden biri olan Wanda Kosakiewicz ile ilişkisi Sartre'ın hiç hoşuna gitmez. Bu olayı sonradan Camus ile ilişkilerinin bozulmasına sebep olacak dört beş eylemden biri olarak gösterir. 1944 kışında tatil yapan Beauvoir'a bir mektup yazar.
"Camus'nün peşinden koşarken (Wanda) ne düşünüyordu acaba? Ondan ne istiyordu? Ben ondan daha iyi değil miydim? Ve daha nazik? Dikkat etmeliydi."

*Yazıda kullanılan görsel www.citybreaths.com adlı siteden alınmıştır.

10 Eylül 2014 Çarşamba

KRALİÇEYİ KURTARMAK(*)


Vladimir Tumanov Rus asıllı bir yazar. 1991'den beri Kanada'da Batı Ontario Üniversitesi'nde Modern Diller ve Edebiyatlar Bölümü'nde ders veriyor. Kraliçeyi Kurtarmak onun çocuklar için yazdığı ilk kitap. Kitabın ortaya çıkış hikâyesi hayli ilginç. Tumanov'un oğlu Alex okula başladığında matematiği çok sıkıcı buluyormuş. Tumanov, oğlunun fantastik hikâyelere olan merakından ve ilgisinden ilham alarak matematik problemlerini fantastik bir hikâyenin içine yedirmiş. Bir kitabın baş kahramanı olmaktan hoşnut kalan Alex, bilmecelerin içine gizlenmiş matematik problemlerini heyecanla çözmeye başlamış ve matematiğe bakış açısı değişmiş. Kitap, Kanada'da küçük çocukların olduğu kadar öğretmenlerin ve anne babaların da ilgisini çekmiş. İlk yayımlandığı Mart 2004'ten bu yana tam 65 kez baskı yaptığı göz önüne alınırsa ülkemizde de durum pek farklı değil.

Kraliçeyi Kurtarmak sadece matematiği sevdiren bir kitap değil. Çok daha fazlası. Matematik problemlerini bir çırpıda çözen ve ansızın kaybolan sihirli bir kalem, Alex'in kütüphanesinde birdenbire beliren, içindeki bilmeceyi çözmeden bir sonraki sayfaya geçemediğiniz esrarengiz kitap, bir mahzende kurtarılmayı bekleyen Zümrüt Kraliçe Jayden, çözülmeyi bekleyen 400 matematik problemi, yaz tatili, Waconda kampı, arkadaşlık, dayanışma... Alex, Sam ve Vanessa ile tanışmak için daha fazla beklemeyin. Unutmadan kitabı okumaya başlarken yanınıza bolca kâğıt ve kalem alın! Kendinizi, kitabı bir kenara bırakıp bilmeceleri çözmekten alıkoyamayacaksınız.
 
 

Kraliçeyi Kurtarmak

Yazan: Vladimir Tumanov

Resimleyen: David Bordelau

Türkçeleştiren: Mine Kazmaoğlu

Günışığı Kitaplığı

Çocuk Roman

(*)Bu yazı 8/9/2014 tarihinde okumadan yatmayanların kitap tanıtım yazılarına yer veren çok yazarlı okuryatar isimli edebiyat sitesinde yayımlandı. Siteye ulaşmak için tıklayın.
http://www.okuryatar.com/kraliceyi-kurtarmak-tugba-gurbuz/

9 Eylül 2014 Salı

YOL HAZIRLIKLARI


Hafta sonu çıkacağım Saraybosna seyahatinin ön hazırlıklarına başladım. Bilirsiniz işte, kaçırılmaması gereken turistik mekânlar, yerel yiyecekler, hediyelikler... Araştırdım, okudum. Bloglardan çok faydalandım. Bazı restoran isimlerini not aldım. Saraybosna içinde günlük turlar düzenleyen bir şirketle yazıştım. Klasik hazırlıklar... Bunun dışında son yıllarda yola çıkmadan önce o coğrafyada geçen filmleri izlemeye, kitapları okumaya müziklerini dinlemeye başladım. Ruhumu bedenimden önce oraya yollamak hoşuma giden bir deneyim ve giderek pekişen, yerleşen bir alışkanlık oldu.
Madde madde yol hazırlıklarım:
 
1)Geçen haftayı Güvenli Bölge Gorazde adlı grafik romanı okuyarak geçirdim. Okuma günlere yayıldı. Bu, başıma çok sık gelen bir durum değildir. Bir kitaptan etkilendiysem (ki çok etkilendim) elimden düşürmeden okur ve jet hızıyla bitiririm. Beni yavaşlatan neydi? Elbette gerçeğin dayanılmaz ve akıl almaz ağırlığı!

Sacco, Malta asıllı Amerikalı gazeteci ve çizer. Grafik romanında, BM tarafından güvenli bölge ilan edilen Gorazde'nin Sırplar tarafından kuşatılmasını, kuşatma altındaki kenti ve kentlilerin hikâyesini bize içeriden anlatıyor. Filistin grafik romanını çizmeden önce yaptığı gibi ön hazırlık için Gorazde'ye gitmiş, insanlarla tanışmış, yemek yemiş, kurşunlanmış, yakılmış yıkılmış evlerde onlarla kalmış, VHS videolarda birlikte film izlemiş, hikâyelerini dinlemiş, yaşadıklarını anlamaya çalışmış. İnsan hayatını sayılara indirgeyen ana akım medyanın görmeyen gözleri, işitmeyen kulakları ve konuşmayan dili yerine geçmiş çizdikleri. Güvenli Bölge Gorazde başlı başına bir yazı konusu aslında. Henüz tanışmadıysanız Sacco'nun grafik romanlarıyla bir an evvel tanışın.

2)Çanakkale'de düzenlenmeye başlayan Masal Söyleşilerinden sık sık bahsediyorum. Söyleşilerle birlikte çocukluğumdan beri ilk kez yeniden masal okumaya başladım. Özcan Yüksek'in konuk olduğu ilk söyleşinin ardından kütüphanede 1001 Gece Masalları var mı diye bakarken Dipnot Yayınlarından çıkan 10 kitaplık bir seri bulmuştum: Dünyanın Dört Bir Bucağından Masallar. Deniz'e kitap almak için çocuk kütüphanesine gittiğim zamanlarda o seriden de kitap almak, geceleri uyumadan önce o esnada okuduğum kitabın yanı sıra bir masal okumak da hoşuma giden yeni bir alışkanlığım. O yüzden yatağımın baş ucu minik bir kütüphane gibi. Edebiyat dergileri, masal kitabı, o anda okuduğum roman, Deniz'e uyumadan önce okuduğum resimli çocuk kitapları, hepsi baş ucumda üst üste bekliyor.  Serinin içinde Balkan Masalları olduğunu hatırlıyordum. Seyahat kesinleşince son kütüphane ziyaretimde Balkan Masalları'nı da aldım. Balkanlar, malum Bağdat'tan çıkıp Avrupa'ya giden kervan yolu üzerinde. Masal söyleşilerinde, kervanların sadece mal taşımadığı sözlü anlatıları da taşıdığı anlatılır size. Bu sadece bir bilgidir! Oysa farklı ülkelerden masalları okuduğunuz zaman tanıdığınız masalların nerelere taşındığını, nasıl değişimlerden geçtiğini  bizzat görürsünüz. Okuduğum Balkan masalları arasında çok sevdiğim aklımda tutmak istediklerim oldu. Anadolu masallarıyla, masal başı ve sonu tekerlemeleriyle benzerliklerini ve farklılıklarını bulmaktan hoşnut kaldım. Okuduğum bir Bosna-Hersek masalının (Dünyada Benden Daha Zengin Var mı?) bir yerine Harun Reşit ile Kör Dilenci masalının monte edildiğini fark ettim. Romanya'da kullanılan masal başı tekerlemeleri bizimkilere hiç benzemiyordu: “Bir zamanlar çok olağanüstü bir şey olmuş; olmasaydı, burada hiç anlatılır mıydı? Ne zaman mı? Kurtlar kuzularla sarmaş dolaş uyurlarken, çobanlar da yeşil çimenlerin üzerinde imparatorlar ve krallarla yemek yerlerken, bir güneş batar, bir başkası doğarken...” Yine Romanya masallarında Anadolu'da olduğu gibi masal sonu tekerlemelerinin olduğunu ve anlatıcının kendisini masalın sonuna eklediğini gördüm: “Eğer hâlâ yaşıyorsa, imparatorluğu o yönetmektedir. Bütün bunları biliyorum, çünkü oradaydım; şimdi de sizlere anlattım.” ve “Üç gün üç gece süren bir düğün yapılmış; bir gün dinlenildikten sonra, üç gün üç gece daha eğlenilmiş. 'Nereden biliyorsun?' diye soracak olursanız; düğün başlamadan yetişemediysem de, ben de oradaydım da ondan biliyorum.” örneklerinde olduğu gibi.
3)Sevdalinka adı verilen geleneksel Boşnak halk müziklerini dinlemeye başladım.
4)Bosna savaşı sırasında geçen Yağmurdan Önce filmini tekrar izleyeceğim.


7 Eylül 2014 Pazar

MASALLAR İNSANLA YAŞAR

Çanakkale Kent Müzesi, bir süredir ilgi çekici bir etkinliğe ev sahipliği yapıyor; Çanakkale Kent Müzesi, ÇAYEK, Buğday Doğal Yaşamı Destekleme Derneği iş birliğiyle yürütülen masal söyleşileri... Masal anlatmaya, masalların ardında gizlenen sembolleri göstermeye yönelik, merak uyandıran, heves bulaştıran masal etkinlikleri haziran ayında kısa bir mola verdi. Sonbahar aylarında devam edecek. Yazın bittiği, söyleşilerin yeniden başlayacağı şu günlerde masallarla ilgili merak ettiklerimi Buğday Doğal Yaşam Derneği üyesi Güneşin Aydemir'e sordum.
 
 

Bir masalcı Judith Liberman, “İnsanların her gün dinlediği hikâyeleri değiştirebilirsek dünyayı değiştirebiliriz.” diyor. Buna katılıyor musunuz? İyilerin her zaman kazandığı başka bir dünya mümkün mü? Yoksa masallar bizi kandırıyor mu?
 
G.A.: Ghandi'nin ünlü bir söz dizesi vardır: "Sözlerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür, düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür," diye başlar, duygularınız, davranışlarınız, ... ve sonunda "kaderinize dönüşür." diye biter. Aynı şekilde Alevi-Bektaşi inancında da üç kuraldan biri diline sahip olmaktır. Demek ki dil, söz çok önemli. Konuştuklarımızın mahiyeti önemli, yaşamımızı, kaderimizi etkileyecek kadar önemli. Elbette dünyayı değiştirebiliriz. Şikayetçi olduğumuz ve bizzat bizim tarafımızdan yaratılan sistem, elimizden önce değiştirme gücümüze olan inancımızı aldı. Bunu yeniden edinmemiz gerek. Zaten değiştiriyoruz, her anki seçimlerimizle... Bunu yeniden fark etmemiz şart. Değiştirebilecek isek başka bir dünya da mümkün demektir. İyiler zaten her zaman kazanır. Öyle olmasaydı halen yaşıyor olmazdık. Ne ki bu kazanç bizim fark edebildiğimiz ölçüde olduğu kadar fark edemediğimiz boyutlarda da olur. Bu noktada masallar bizi kandırmaz, hakikate doğru aklımızı çeler.

Sezai Sarıoğlu konuk olduğu masal söyleşisinde “Masalcı her seferinde masala kendinden bir şeyler katar. Çünkü tam olana masal denmez, tam olduğuna tevatür edene de insan denmez. İnsanın da masalın da alâmet-i farikası tam olmakta değil, eksik olmakta, kendini başka insanlarla, dillerle, anlamlarla tamamlamaktadır.” demişti. Bundan yola çıkarak sormak istiyorum. Masal derlendiği yazıya döküldüğü, resimlendirildiği, bir meta olarak satışa sunulduğu anda masallığını kaybediyor, büyüsü bozuluyor mu?

G.A.: Masal, mesel kelimesinden geliyor. Söz ile anlatılan, insan süzgecinden geçirilerek, ortak bilinç üstümüzden süzülen bilgidir özünde masal. Her hikâye anlatıcısı kendinden bir şey katmasa ortak mirasımız olmaz zaten. Biz onu yazıya dökünce durduruyoruz. Elbette kayda almak, masalları yazıya dökmek önemli ancak anlatıcılar olmaksızın, ölü birer hikâyeden ibarettir. İnsanla yaşar masal. Bu nedenle hikâye anlatıcılığı eğitimleri veriyoruz. Her insan bir hikâye anlatıcısıdır aynı zamanda. Günlük olayları, başımızdan geçenleri de şiirsel bir dille anlatmak olası. Aslen doğadaki olayları, yaşamın zuhur eden olgularını şiirden başka bir dille anlatmak da yaşama saygısızlık gibi geliyor bana. Bilim geçmişte bu şiiirsel dili kullanıyordu. Zamanla doğa ile bağımız koptukça bu şiirselliği de kaybettik.

Masallar, “ Bir varmış bir yokmuş” diye başlar. Aslında anlatan da dinleyen de az sonra gerçek dünyadan ayrılıp büyülü bir dünyaya gireceğini bilir. Bu dünyada olağan üstü varlıklar vardır; cinler, periler, devler... Olağan üstü hadiseler yaşanır. Büyücüler, cadılar, hain kurtlar, masal kahramanını kandırır, keser, yutar, yer. Çocuklar da bunları ilgiyle dinler. Bir grup anne baba masalların şiddet içerdiğini, cinsiyetçi rol modelleri dayadığını düşünüyor. Masallar gerçekten şiddet içeriyor mu? Ne oldu da masallara bakış açımız değişti? Onlara neden sırtımızı döndük?

G.A.: Öncelikle şiddetin yaşamın bir olgusu olduğunu kavramak gerek. Bunu savaşlar, erkeğin kadına, insanın doğa üzerinde uyguladığı şiddet olarak algılamayalım. Bir tohumun, kabuğunu çatlatırken yaşadığı şiddet olmasa, etrafta çiçekler olur muydu? Şiddeti durdurmanın tek yolu onu fark etmektir. Masal doğamızı inkâr etmez. Aksine tüm yalınlığı ile ortaya koyar. Bir karaktere büründürür. Bir ifrit olarak çıkarır karşımıza ya da aklı olmayan bir kas torbası olarak. Masallardaki her karakter tek bir insanı anlatır. Oradaki kadın da bizizdir erkek de, hükümdar da vezir de, ifrit de bilge de. İnsan hepsini barındırır. İçimizde şiddet olmasa, bir potansiyel olarak durmasa dünyada savaşlar olur muydu? Masal bize, içimizdeki şiddetli tarafla, kötücül olanla, rahatsızlık verenle nasıl başa çıkacağımızı öğretir. Daha önce de söylediğim gibi insanın yeryüzü sahnesindeki yolculuğu doğayı algılama potansiyelini, kullanmama yönünde gerçekleşti. Soyutlama yeteneğimizi öylesine geliştirdik ki, sonunda yarattığımız soyut dünyayı sanal bir aleme çevirdik. Buna karşı değilim, ama doğamıza, içimizdeki ve dışımızdaki doğaya yeni bir gözle yeniden bakmamız gerekiyor. Masal tek başına bir şey ifade etmez artık. Masalı yediğimiz gıdaya, o gıdanın tohumuna, söylediğimiz şarkılara, iş yapma geleneklerimize, daha da ötesi karar verme, yönetim mekanizmalarımıza katmalıyız. Aksi takdirde güzel masallar dinler, yok edici yaşamlarımıza devam ederiz. Masalın içindeki bilginin bizde işleyebilmesi için onu deneyimlerimize katacak alanlara taşımamız gerekiyor.

Ayşegül Çelik'in Dersim Hikâyeleri seçkisinde yer alan öyküsü Işık Ağaçları masalların başka bir işlevini getirdi aklıma. Masallar, bize, aile tarihimizle, ortak tarihimizle, kimlik duygularımızla ilgili gerçekleri aktarabilir. Ancak bunu doğrudan yapmaz. Masalların çok katmanlı yapısı, yaşanan ağır travmaları, acıları yumuşatır, doğaüstü olayların, sembollerin arkasına gizler. Masallar neden acıyı adeta bir şekerlemenin içine gizler? Baskı yüzünden mi, gelecek nesilleri korumak için mi, doğrudan dillendirilemeyenin psikolojik ağırlığı mı? Sizce nedeni nedir?

Aslında masallar acıyı da en yalın hâliyle ve çıplak şekilde ortaya koyar. Her meselde, katmanlar vardır. Bu katmanların her biri başka bir düzlemde mana ifade eder. Bir masalı bugün okur, bir şey anlarsınız, yarın okur başka bir şey anlarsınız ki her ikisi de gerçektir. Masalları anlamanın tek yolu var, kendi iç farkındalığınızı geliştirmek, açmak. Gerçekliğe bakarken yeni bir açıyı kullanmak. Bu nedenle pek çok masalın sonunda hikâyenin içerdiği kıssanın “gözün içine iğne ile yazılıyor” olması bunu ifade eder. O kıssayı bilen hâlimizle bakarız dünyaya. Artık biz, eski biz değilizdir.

Bu soru bir öncekiyle bağlantılı aslında. Masalların bize söylemek istediklerini anlayamıyoruz. Hayatımızdan kayıp giden, arkaik görülen bu sözlerin ipini nasıl tutacağız? Günümüz hayatına bağlamak için neler yapacağız? Kısaca biz nasıl iyi birer masal okur- yazarı, aktaranı olacağız?

Dedim ya, herkes bir hikâye anlatıcısı. Masalları okuyup, onlar üzerinde düşünmek, gizleri üzerine kafa yormak sanırım savaşların ve kavgaların hüküm sürüyormuş gibi göründüğü şu günlerde yapılacak en iyi şey. İyi bir masal anlatıcısı olmanın tek yolu, vakit kaybetmeden bir masal öğrenmek ve o masalı anlatmak için fırsat kollamak... Eski bir Hint Masalı, duyulan bir masalı hemen bir başkasına anlatmak gerektiğini söyler. Çünkü her masal bir lanet bozar!

 

 

5 Eylül 2014 Cuma

Bir Küçücük Deniz'cik Varmış


Büyükler hiçbir şeyi kendiliklerinden anlamıyorlar. Onlara hep bir şeyleri açıklamak zorunda kalmak ne kadar da sıkıcı bir şey çocuklar için.”
Küçük Prens
İşte o benim! Her şeyin açıklanması gereken büyüklerden biri...
Karşıdan karşıya geçerken elini tuttum. Parmağına doladığı pembe lastik saç tokası nedeniyle avcunu tam kavrayamıyordum. Sordum.
“Tokanı almamı ister misin?”
Başını kaldırdı. Baktı. Sakince, tane tane açıkladı. Çünkü o bir çocuktu, sabırlı, anlayışlı, bağışlayıcı...
“Anne o bir toka değil. Yüzük.”

1 Eylül 2014 Pazartesi

GÜLÜMSEYEN MİDİLLİLER(*)


“Saatlerdir şu taş yığınlarına bakıp duruyoruz. Çok sıkıldım.”

“Bunları sadece taş olarak görüyorsun. Hepsi geleceğe gönderilmiş birer mektup aslında. Geçmişten, kayıp uygarlıklardan, kayıp dillerden ve kültürlerden gelen bu mektupları okumayı bilmediğin için sıkıcı buluyorsun. Hatırlasana küçükken resimsiz ya da az resimli kitapların da sıkıcı olduğunu düşünürdün.”

“Of, başımın belası kitaplar. Okumayı öğrendiğimden beri her aldığın kitabı okumam, okuduğum tarihi ve yeri, özetini ve en sevdiğim cümleyi bir deftere yazmam gerekiyor. Bu defteri tutmayı hiç sevmedim. O yüzden mi gittin? Hanginize inanacağım, sana mı, anneme mi?” Babasının her yaz sonu ayrılırlarken verdiği kitapları düşündü. “Kitapları okuduğum yok zaten. Annem okuyup bana anlatıyor. Bazıları komik aslında. Evde kalmalarını isterdim. Ama annemin kitapları satması gerekiyor. Çünkü süt alacak paramız yokmuş. Nafakayı da ödemiyormuşsun.” Göz kapaklarının ucuna kadar gelen damlaya geri dönmesini emretti. Sesinin titremesine engel olmak için bir iki derin nefes aldı. Duygularını göstermemek konusunda giderek uzmanlaşıyordu. Konuşamamak, sessizce isyan etmek onu durgunlaştırmıştı. Babasından gelebilecek küçük bir ima, bir soru her şeyi bozabilirdi. Durgunluğuna bir bahane bulmalıydı. Pekâla yorgun olduğunu ileri sürebilirdi.

“Baba çok yoruldum. Şu ağacın altında dinlenebilir miyiz?”

“İyi fikir. Kayıp Kitaplıktaki İskelet'i okudun mu? Burada, Efes harabelerinde geçiyordu. Okuduktan sonra ören yerini gezmenin ilgini çekeceğini düşünmüştüm.”

“Şey. Onu bir arkadaşım ödünç almıştı. Geri getirmedi baba.”

“Neyse arkadaşın geri getirdiğinde okursun?” Sustu. Bir kez daha söyleyemediklerini geçirdi içinden: “Doktorayı kazandığımı duyunca ne çok sevinmiştim. Sizi de yanımda Amerika'ya götürmek istedim. Annen kabul etmeyince anlamalıydım. Gider gitmez boşanma davası açtı. Üç yıldır ne adresini biliyorum ne de telefonunu. Ağzından tek kelime kaçırmıyorsun. Seni almaya geldiğimde nereden almamı buyuruyorsa orada hazır bulunuyorum. Elden ne gelir? Seçtiğim kitaplar bizi birbirine bağlasın istemiştim. Hepsini tek tek seçtim, okudum. Sayfaların arasına küçük notlar yazdım. Senin için açtığım blogun adresini ve şifresini de yazmıştım. İkimizin özel güncesi olacaktı. Birbirimizden uzak geçirdiğimiz günlerde yaşadıklarımızı, yaptıklarımızı paylaşacaktık. Tek bir satır yazmadın. Hiç etkilenmiyorsun. Zorla geliyorsun yanıma belli. Buna rağmen sana gücenmemeye, kalbimin kırıklığını sana belli etmemeye çalışıyorum.” Yutkundu.

“Ne diyordum? Evet. Taşların gizemini çözmek için onunla aynı dili konuşmamız gerekir. Sembollerin dilini,”

Babasının anlattıklarını dinliyormuş gibi görünmeye çalıştı: “Sembollerin dili yerine bisiklete binmeyi öğretmeni tercih ederdim. Ya da beni otelde bırakmanı. Üç tane su kaydırağı vardı. Keşke evin yanındaki parkta da olsaydı. Çok eğlenceli. Akşam saat beşte kapanıyor. Saat kaç oldu acaba?”

“Baba, saat kaç?”

“Bire geliyor.”

“...”

“Anlattıklarım pek ilgini çekmedi galiba.”

“Bir şey anlamadım ki baba, semboller, taşlar, mektuplar. Daha dokuz yaşındayım. Unuttun mu?”

“Anlayacağın gibi anlatmaya çalışayım o zaman. Biz arkeologlar, çok eski zamanlarda burada yaşamış insanların bıraktıkları izleri inceleriz. Toprağı kazar ve bulduklarımıza bakarız. Heykeller, kupalar, testiler, kolyeler, onlardan kalan her bir ize kulak kabartır, bize fısıldadıklarını duymaya çalışırız.”

“Baba hiç heykeller, kupalar konuşur mu?”

“Konuşur, her şey kendi dilinde konuşur.”

Sırtından çantasını indirdi. Elini acemice boşluğa uzattı. Sıkı sıkı tutmak istedi Yağmur'un ellerini. Doğduğu günü hatırladı, minik avcunun içine parmağını koyduğunda bir anda parmaklarının sımsıkı kapanmasını... “Yeni doğan refleksi,” demişti hemşire. Parmakların, babasını tanıdığı için sımsıkı kapandığını, kızının ellerini hiç bırakmayacağını düşlemek daha güzeldi. Elinin havada asılı kaldığını fark edince içi sıkıldı. İndirdi.

“Gel şuraya oturalım. Turistler elini, ayağını çekince dile gelir taşlar. Sokaklar şenlenir. Sesleri, kokuları duymaya başlarsın. Kapa gözlerini. Ses ve koku bulmaca oyunu oynayacağız.”

Yağmur'a baktı. Sağ eliyle sımsıkı kapattığı gözlerinin üzerini örtmüştü. Oyuna katılıyordu. Sevindi. Burun kanatlarının hafif hafif oynamaya başladığını görünce yeni emeklemeye başladığı günleri hatırladı. Ne zaman çiçek görse burun kanatları aynı böyle hareket ederdi.

“Hmm bal! Bal kokusu geliyor!”

“Doğru.”

Gözlerini açan Yağmur, balın kaynağını bulmaya çalıştı. Vakit kaybetmeden içine bal sürülmüş kreplerden birini aldı.

“Baba, nereden buldun ballı krepi?”

“Otelden aldım. Senin uyuduğunu, kahvaltıya yetişemeyeceğini söyleyince krep, bal ve sütten oluşan bu paketi hazırlamışlar Yağmur hanım. İki günde bütün otel çalışanlarının kalbini kazanmışsın bakıyorum. Çöp şişe de yer bırak.”

Ballı krepler çok güzeldi. İşin ucunda çöp şiş olmasa tamamını bitirebilirdi. Paketin içinde bulduğu kolonyalı mendille ellerini sildi. Çöp aramak üzere ayağa kalktığı sırada babasının sesini duydu.

“Dur! Daha ses oyununa başlamadık. Gözlerini kapat. Hangi sesleri duyuyorsun?”

“Kuş sesleri ve cırcır böceği.”

“Güzel. Devam et. Taş yontma ustalarının ellerindeki keskilerle taşı yontma sesini de duyuyor musun?”

Ağacın altından kalkıp Celsus Kitaplığı'na doğru yürüdüler. Kitaplığın ayakta kalan mermer cephesi ne kadar da süslü diye düşündü. Babasının anlatıklarını ilgiyle dinliyordu. Arkeoloji artık hiç de sıkıcı gelmiyordu. Agora'ya doğru yürürken babası bir taşın önünde durdu.

“Bakalım. Anlattıklarımı dinlemiş misin? Şu şekle bak. Sence bu ne?”

“Bunu bilmeyecek ne var. Tahta çıkmış çocuk kral. Yanında da onu koruyan iki sevimli midilli var. Gülümseyen yüzlerine baksana.”
 
(*) Bu yazı 26 Ağustos 2014 tarihinde altzinede altatölye bölümünde ( resimdeki mürekkep lekesinin çağrıştırdığı şekli bir kurgu içinde anlattığınız metin) yayımlandı.