26 Mart 2015 Perşembe

ÖLMEME GÜNÜ

Rakı İçtiğin Gün Ölemezsin!
 
 

18 Mart 2015 Çarşamba

YERDENİZ ÜÇLEMESİNİN KEŞFİNİN TARİHİ

Ursula K. Le Guin 1964 yılında Çözme Kelimesi adında bir öykü yazar. Öykü bir büyücü hakkındadır ve Cele Goldsmith Lalli* tarafından satın alınarak Fantastic'te yayımlanır. Öykü bir sürü ada arasında bir adada geçmektedir. 
Kısa süre sonra bir  yeni öykü daha yazar, Le Guin. İsimler Kuralı'nda adalar ve büyü kuralları daha da gelişmiştir. Öykü, ana takımada grubunun doğu uçlarındaki Sattins adasında geçmektedir. Öykünün baş kahramanı Bay Underhill adıyla tanıdığımız sonra gerçek adının Yevaud olduğunu öğrendiğimiz bir ejderhadır ve batıdaki Pendor adasından gelir. 
1965-66 yılları boyunca merkez ada Havnor'dan yola çıkıp takımadalar arasında Nihayet'i arayan bir prens hakkında uzun bir öykü yazar. Bu prens, bütün adaların ötesine, güneybatıya açık denize gider ve orada hayatları boyunca sallar üzerinde yaşayan insanlarla karşılaşır. Kayığını sallardan birine bağlar, Nihayet'in bu olduğundan emindir. Başıboş gezinen bu sal kolonisinin en uzak yolculuğunun da ötesinde, denizin içinde yaşayan deniz insanları bulunduğunu fark edince gidip onlara katılır. İma edilen sonuç, bir deniz insanı olan genç prensin sonunda yorulacağı ve dibe batacağı, Nihayet'i orada bulacağıdır. Bu öykü yayımlanmaz. Le Guin pek iyi olmadığı kanısındadır ancak temel imge olan sal kolonisinin çok iyi bir buluş olduğuna ve günün birinde kendisine bir yuva bulacağına inanır. Nitekim, Yerdeniz Üçlemesi'nin son kitabı En Uzak Sahil'de kendisine yer bulur.
Le Guin, Yerdeniz'i keşfetmeye ara verir. 1967'ye kadar.
1967'de Parnassus Press'in yayımcısı Herman Schein onu arar ve bir çocuk kitabı yazmasını ister. Parnassus, Amerika'daki en şık ve en iyi yazılmış resimli kitaplar basan yayınevidir. Le Guin'den istediği daha büyük çocuklara hitap eden bir kitaptır. Le Guin'den kimse şimdiye kadar bir şey yazmasını istememiştir. Bu heyecanla "çocuklar için yazma" endişesini atlatır. 
"Haftalar ve aylar boyunca, muhayyelemin karanlıkta, el yordamıyla aradığım şeyi bulmasına izin verdim. Orada adalara ve adalarda kullanılan büyüye rastladım. Büyüyü ciddi bir biçimde düşünmek ve çocuklar için yazmak birleşince büyücüleri merak etmeye başladım. Büyücüler birer arketip olarak, yaşlı ya da yaşı belirsiz birer Gandalf'tır. Ama beyaz sakalları olmadan önce nasıldılar? Bu tehlikeli ve âlimane sanatı nasıl öğrendiler? Genç büyücüler için okullar var mı? Vesaire.
Kitabın öyküsü esas olarak bir yolculuktur, uzun bir helezon biçiminde bir kurgu. Genç büyücünün gideceği yerleri görmeye başlamıştım. Derken bir harita çizdim. Artık her şeyin nerede olduğunu bildiğime göre vakit haritacılık vaktiydi. Tabii, her haritada olduğu gibi, çoğu şeyin ancak su üstündeki kısmı görülüyordu."

 
"Üç küçük adaya çocuklarımın bebeklik adlarını verdim; bir dünyayı yoktan var etme özgürlüğünü ele geçirince insan biraz dalgacı ve sorumsuz oluyor. (İktidar insanın ahlakını bozar.) Diğer isimlerin hiçbirinin bildiğim bir anlamı yok, ama sesleri benim için az çok anlam taşıyor."

*Cele Lalli, Ursula K. Le Guin ve daha pek çok yazarın bilimkurgu alanında yazmasını sağlamıştır.

Kaynak: Metis Seçkileri Kadınlar Rüyalar Ejderhalar Ursula K. Le Guin

16 Mart 2015 Pazartesi

GÜMÜŞ SUYU: SURİYE OTOPORTRESİ

Gümüş Suyu: Suriye Otoportresi bu sene “!f² 2015: İstanbul’dan Canlı” @Çanakkale kapsamında izlediğim tek yapıt oldu. 



Bazı filmler vardır; çıkışta tek kelime edemezsiniz, boğazınıza bir yumru oturur, salondan çıkan insanların yüzlerine baktığınızda benzer bir duyguyu okursunuz yüzlerinde, gözlerinde. Susarsınız ama için için yaşanmaya devam eder o sahneler, unutulmaz, yoğunluğu biraz olsun azalmaz, çıkış yolu arar kendine kelimeler, yetmeyeceğini bildiği hâlde...
Gümüş Suyu: Suriye Otoportresi de o filmlerden, acil sinema kategorisine sokulan bir belgesel. 
Belgesel, insanların cep telefonlarıyla çektikleri görüntü kalitesi düşük videolarla açılıyor.
Ossama Mohammed, sürgünde bir mülteci yönetmen.
Kalbi Suriye ve Suriyeliler için atan, elinde bir kamera içeriyi kaydedemeyen, elinden Youtube'a yüklenen şiddet dolu sahneleri toplamaktan fazlası gelmeyen...
Uzaktaki ülkesinden bir mesaj düşer bilgisayarına: "Humus'tayım bir kameram var. Sen olsan ne çekerdin?"
Simav cesur, hayat dolu, şiir dolu Kürt asıllı Suriyeli bir kadın.
Kamerasını montunun içine saklayan, gizlice kente sokan, yıkımı, sokakları, çocukları kaydetmek isteyen ama nereden başlayacağını bilemeyen, bekleyen...
Bir gün cevap gelir: "Her şeyi" 
Simav her şeyi kaydeder; yıkılan evleri, keskin nişancılar tarafından vurulmamak için arkadaşlarının cesetlerini halatlarla, tellerle çekmek zorunda kalanları, yaralı sokak kedilerini, köpeklerini, terk edilmiş evlerin balkonlarında unutulmuş, toplanmayı bekleyen çamaşırları, babasının mezarına çiçek götüren, mezar taşıyla konuşan çocukları, yıkımın ortasında bir apartman dairesindeki devrim okulunu, çocukların gülen yüzlerini, doğanın değişmez döngülerini, her şeye rağmen gelen baharı, açan çiçekleri, dutları...
Simav'ın cep telefonu ve kamerasıyla çektiği görüntüler ve yazışmalarının üzerine inşa ediyor Muhammed belgeseli. Paris'teki çaresizliği, kendisini bir korkak olarak görmenin, savaşla ilgili film çekememenin iç sıkıntısı ile ilmek ilmek örüyor, ilerletiyor kurguyu.
Gösterim bittiğinde Simav'ın sorusunun ağırlığı kalıyor izleyiciye. "Sözcüklerin hâlâ bir anlamı var mı?


Yönetmenler: Ossame Mohammed, Wiam Simav Bedirxan
Senaryo: Ossame Mohammed 
2014 

14 Mart 2015 Cumartesi

MASAL IRMAKLARININ OKYANUSU

Çanakkale Kent Müzesi, ÇAYEK, Maya Masal Grubu ve Buğday Derneği işbirliğiyle gerçekleştirilen Masal Söyleşileri devam ediyor. 4 Mart 2015 tarihli söyleşinin konuğu Güneşin Aydemir, konusu ise "Masal Irmaklarının Okyanusu" idi.
 

Masal Irmaklarının Okyanusu 11. yüzyılda yaşamış Hintli şair Somadeva'nın derlediği bir eserdir. Derlemede Somadeva'nın Gunadhadya'nın günümüze ulaşamayan Brihatkatha adlı eserinden faydalandığı bilinmektedir. Dilimize Sanskritçe aslından Prof. Dr. Korhan Kaya tarafından çevrilmiştir. Eserin orijinal ismi Kathâsaritsâgara idir. Kathâ "masal", sarit "ırmak", sagara ise "okyanus" anlamına gelir. Üçü bir araya geldiğinde masal ırmaklarının okyanusu anlamı ortaya çıkar. Irmakların farklı kaynaklardan gelerek tek, büyük okyanusta toplanması gibi, Hint mitolojisinden, Hint halk masallarından ve destanlarından çeşitli kaynakların birleşmesiyle ortaya çıkan eser, ismini bu benzetmeden almaktadır.
Kathâsaritsâgara 22000 beyittir. 18 "lambaka" (anlamı:kitap, bölüm) ve çok sayıda "taranga"dan (anl:dalga) oluşur. Eser bir dua ile başlar. Her bir bölümün başında da tanrı Şiva, eşleri veya oğlu Ganeşa'ya edilen bir dua bulunur. Bölümlerin çoğu ismini, eserin kahramanı Naravahanadatta'nın evlendiği kadınların adlarından almaktadır. Bir çerçeve masal içinde iç içe hikâyelerden (yaklaşık 350 masal) oluşur. Bu tip masal koleksiyonu biçimi, tamamen Hint buluşudur. Bu özelliğiyle 1001 Gece Masalları'na da ilham verdiği düşünülmektedir.
Konuları çok çeşitlidir; hayvan masalları, Rgveda günlerinin vahşi efsaneleri, kan emici vampirler, tanrılar, insanlar ve kötü ruhlar arasında geçen korkunç savaşlar, şiirsel aşk hikâyeleri gibi.
Kathâsaritsâgara, dünyanın en büyük masal külliyatıdır. Şairi Somadeva, Boccaccio, Goethe, Caucer, Shakespeare gibi Avrupa Edebiyatı'nın pek çok önemli yazarını etkilemiştir.



Aşağıda bağlantısı verilen makalede eserde yer alan üç masal örneği, Sadık Mongoz, Çalgıcı Ve Cimri Adam ve Topdotta'yı okuyabilirsiniz.
*Bu yazı söyleşi notları ve Korhan Kaya'nın http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1242/14167.pdf  makalesinden derlenmiştir.



9 Mart 2015 Pazartesi

BENİ KİM SEVSİN?

Resim yapmayı çok seven Ramon'un hikâyesini anlatan bir çocuk kitabı okumuştum, Mış Gibi.
Ramon resim yapmayı çok seviyor, asla konu sıkıntısı çekmiyordu. Ağaçlar, çiçekler, kuşlar, böcekler, gördüğü, sevdiği, her şeyi büyük bir coşkuyla resmediyordu, ta ki bir gün ağabeyi Leon, çizdiği resme gülerek bakıp "Bu nedir?" diye sorana kadar. Peter H. Reynolds'ın Creatrilogy adını verdiği dizide yer alan bu kitap mükemmeliyetçiliğin, yaratıcılığı örselememesi gerektiğini, pekala ürettiklerimize mış gibi gözüyle bakarak ilerleme kaydedebileceğimizi anlatıyor.
Yaratıcılığın önündeki en büyük engel, mükemmel olma baskısı. Üstelik önümüzdeki engel bir başkası da değil, çoğu zaman. "Aman bu yazdıklarımın edebi bir değeri yok ki, boşuna uğraşıyorum, kim okuyacak beni, kim sevecek beni," diyen iç ses, diğer tüm seslerden, sözlerden ve gözlerden daha güçlü. Yazmadan alınan hazzı sürdürmenin, kalemi güçlendirmenin tek yolu ise bizi engelleyen her türlü sese, en çok da kendimize engel olmak, yazmak ve yazmak, sabırla, cesaretle... Bir gün geçmeyi umduğum yolun sonu, belki de başı olan ilk öykü kitabı haberi Ebru'dan geldi bu sefer. Duyduğuma göre bahar aylarında dergilerden tanıdığımız bir başka ismin daha ilk öykü kitabı çıkıyormuş. 
Ebru ile yazı yolculuğu, edebiyat ve kitabı üzerine konuştuk. 


50 kelimeyle bize kim olduğunu anlatır mısın?
Ne demeli, ben Ebru, avare aylak okurken yazma cüretinde bulundum, o günden beri iflah olmadım, olanı da duymadım. Onun dışında memurum, anneyim, 50 kelime bile fazla oldu yani...
İzlediğin filmler, okuduğun kitaplar, günden sana kalanlarla ilgili usul usul konuşuyorsun yazmakgibi isimli bloğunda. Bu arada bloğunun ismine bayıldım. Yazmak gibi'den ilk öykü kitabına uzanan yolda yazı öğretmenlerin (sana ilham veren metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kim oldu?
Blog güzel bir iç dökme yeri oldu benim için bunca zaman, çokça kitaplardan bahsettim, ara sıra ağladım, bazı bazı coştum. Oradan ilk öykü kitabına gidiş olmazdı, olmazdı ya bir ara blog da yetmedi, aklımdaki kadınları susturamadım desem yeridir, öyle bir an oldu ki; “Tamam” dedim, “yazacağım, ama keşke daha ehil bir kalem seçseydiniz, neyse siz bilirsiniz.” Tabii bir de işin mutsuzluk tarafı var, oraya hiç girmeyeyim…
Yazmaya devam ettikçe bir şeylerin eksik-yanlış-tıkalı olduğunu anladım ve o zaman aç gibi, susuz gibi öykü okumaya başladım. Biraz da o zaman anladım okurluğun ne şahane bir şey olduğunu, yazmanın ise... Ama işte geç kalmıştım. Yine de şanslıydım, çünkü herkes yalnız evet, ama yazan insan yalnızlığını daha koyu hissediyor, ama benim yanımda olan güzel insanlar vardı. Öncelikle korka çekine öykülerimi gönderdiğim Mehmet Said Aydın'ın kısa ve öz "Yaz!" emri çok motive etmişti beni, sonra oyun yazarı arkadaşım Ali Cüneyd Kılcıoğlu, yazdığım öykümsü bile olmayan yazıları okuyup beni her daim ayağa kaldırmıştır. Benim için bir şeylerin değişmeye başlaması ise, Pelin Buzluk’la olmuştur. Onun kitaplarını okuduğumda, mana arama uğraşından sıyrılıp hatta belki özgürleşip sezmenin, hissetmenin, kendince bir çaba gösterip metne dâhil olmanın ne demek olduğunu gördüm, sonraları ise edebiyat üstüne kafa yoruşlarına tanık oldum. Her biri büyük lütuf benim için.
Bildiğim kadarıyla Parşömen Sanal Fanzin haricinde edebiyat dergilerinde, yarışmalarda boy göstermeden ilk kitabını çıkardın? Dergilerden, fanzinlerden uzak durmak bilinçli bir tercih miydi?
Dergiler, fanzinler, dijital dergiler ve öykü yarışmaları hakkında ne düşünüyorsun?
İlk öykülerimi, Mehmet Said Aydın, Büyükkeyif sitesinde yayımlamıştı. Sonrasında Parşömen'e göndermiştim, Onur Çalı devam etmemi sağladı böylelikle.
Yazmak benim için her zaman mahcubiyetle karışık bir hâl oldu, ben henüz yazdığı şeylerin okunmasına alışık olmadığım için dergilere öykü göndermekte çok da cesur olamadım, bir kere İzafi Dergisi'ne gönderdim, sağolsun Mustafa Orman üç sayfa öyküme 30 sayfa eleştiri yazınca dergi mevzuu başlamadan bitmiş oldu.
Ama dergiler, fanzinler, en çok da internetteki edebiyat ortamları yazmak hususunda benim gibi nereden başlayacağını bilemeyenleri yönlendirmekte, eğitmekte oldukça etkili tabii ki. Özellikle de edebiyat aşkıyla, o amatör ruhu kaybetmeden çıkan dergiler hem kendimiz gibi yolun başındakilerle dostluk kurmak hem de yazdığımız bir şeylerin bizim dışımızda da okunması konusunda büyük imkân sağlıyor. 
İstisnai Sosyal Tesis isimli öykü, artık şehrin orta yerinde kalmış, kentsel dönüşümle yıkılacak olan bir genelev etrafında dönüyor. Öykünün iki anlatıcısı var. Bir genelev çalışanı ve bununla ilgili bir haber hazırlayacak olan gazeteci kadın. Bu iki kadının yaptığı söyleşi ve iç sesleriyle ilerleyen öykü bir haber metni ile bitiyor. Sonunda hikâyenin esin kaynağı haberi internette okuyunca hayatın her zamanki gibi öyküye galip geldiğini gördüm. Bu konuda neler söylemek istersin?
Şu günlerde o kadar kurgusal yaşıyoruz ki, ben artık sınırlarımı yitirdim. Hani bu kadar da olmaz yahu, diyeceğimiz nice şeyler yaşadık, o yüzden bazen yazmak artık anlamını mı yitiriyor diyorum ama birden bir kitap geçiyor elime, mesela Gece, orada Ali İsmail Korkmaz'ı buluyorum, yani aslında edebiyat bize, usul usul söylüyor ne yaşayacağımızı da biz duymak, bilmek istemiyoruz sanki. Ya da unutuyoruz, kalbimiz kuruya kuruya.
Son Bir Selam isimli final öyküsünde kitapta yer alan öykü kahramanları sahneden inmeden önce son bir selam veriyor okura. Onları bir öyküde buluşturup “ya sonra?” sorusuna kısacık bir yanıt veriyorsun, öykünün izin verdiği doğrultuda. Aynı soruyu sana sormak istiyorum Ebru. Ya sonra?
Teşekkür ederim.
Ya sonra... Okuyacağım, yaşayacağım, inadına seveceğim, ve sanırım yazacağım ama onlar bir daha kitap olur mu bilmiyorum, bilemiyorum. Ben teşekkür ederim.

Mış Gibi kitabıyla ilgili daha detaylı bilgi için aşağıdaki bağlantıyı tıklayabilirsiniz.
http://kurmacabiyografiler.blogspot.com.tr/search/label/Okuryatar

8 Mart 2015 Pazar

SON EZÎDİ (*)


Sabah güneşine karşı durdum
Tam rükuya varıp dua edecekken
Yorgun bir güvercin dallarıma kondu
Avuçlarımın içini güneşe tuttum
Binlerce elimi ağzıma götürdüm
Öptüm
Gören kimse olmadı

Gittiler
Ölülerini bana emanet edip gittiler
Sesler gitti
Çocuk sesleri, ağlayan, gülen, oyun oynayan
Kadın sesleri, bayırda ot toplayan, süt sağan, kilim dokuyan
Erkek sesleri, toprak çapalayan, çift süren, türkü söyleyen
Hayvan sesleri, başıboş dolaşan tavuklar, kediler, köpekler,
Merada otlayan koyunlar
Köye yaşam veren ne kadar ses varsa gitti
Ölülerini bana emanet edip gittiler

Yaz sonuydu
Hasat kalktı
Gurbet elde para lazımdı
Para lazımdı
Şilan düğün yemeği
Kaşıklar sallandı
Rengârenk fistanlar sırtta
Kadınların hepsi son bir kez halayda
Denkler toplandı
Gövdeme bir kuş resmi çizdi çakısıyla bir çocuk
Tavus-i Melek
Geleceğim burası benim yuvam
Atalarımın toprağı
Anam söz verdi
Döneceğim.” dedi
Sarıldı koca bedenime
Kollarım iki yanda kıpırtısız
Saramadan onu
Silemeden gözündeki yaşı
Kollarım iki yanda uğurladım onu
Duyun işte
Ağaçlar da ağlarmış.

Sessizliğin, kimsesizliğin de sesi varmış
Kuşların kanat çırpıntısının,
Arıların vızırtısının
Yağan yağmurun
Esen yelin
Güneşten çatlayan toprağın...

Mezopotamya'da kış bitti
Bugün Çarşema Sor
Toprağın kendi gebe
Bu ay gelin çıkmaz
Sonra düğünler başlayacak
Uzaklarda
Bu topraklarda artık sadece ölüm var
Ölülere yer var
Uçağa bindirilmiş tabutlar
Bu toprakların yeni sahiplerinin avuçlarına sıkıştırılan biraz para
Kamera baştan sona kayıtta
Bu toprağın altında gözü olanlar
Yuvaya kavuşmanın huzuruyla yatmakta

*Bu yazı 06/03/2015 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 


3 Mart 2015 Salı

Ursula K. Le Guin Anlatıyor

 
BEN MÜHENDİS DEĞİL KAŞİFİM
Hayatım boyunca yazdım ve hayatım boyunca (bilinçli bir kararla olmasa da) "nasıl yazmalı" kitaplarını okumaktan kaçındım. Kısa Oxford Sözlüğü ve Follet ve Fowler Yazım Kılavuzu tüm araç ve gerecimi oluşturuyor. Ancak okumak, ders vermek ve diğer yazarlarla konuşmak, insanı belirli bir teknik bilince erdiriyor. Benimkinden en farklı olan, işe en uzak noktadan başlayan teknik, işte bu önceden hazırlanan planlar, listeler ve betimlemelerle çalışır. Bu, daha öykü başlamadan bir defter tutup öyküdeki tüm karakterleri betimleme tekniğidir: William kaç kilo, liseyi nerede bitirdi, saçını nasıl kestiriyor, önde gelen kişilik özellikleri nelerdir gibi.
Ben de defter tutarım; bu defterlere öykü fikirleri yazar, tıpkı birer kemikmişler gibi onlara homurdanırım, çiğnerim, çoğu kez gömer, sonra kazıp yeniden çıkarırım. Bir şey yazarken, hele bu bir romansa, karakterler hakkında notlar da düşerim. Hafızam çok zayıftır, ve eğer karakterin biri hakkında aklıma bir şey gelirse ve henüz onu yazmanın zamanı değilse, ileride bakmak üzere not alırım. Şöyle bir şey:
W, H'nin mast istm-Azr!!
Sonra da notu kaybederim.
Ama önceden betimlemeler yazmam, yazsaydım kendimi sakil hissederdim, hatta utanırdım. Eğer bir karakter çok açık değilse ve ben onun hakkında o kadarcık şey biliyorsam, zaten onun hakkında yazmaya ne hakkım var? Eğer William'ın neye benzediğini, geçmişini, ruhunun içini dışını kendimi tanıdığım kadar tanımıyorsam, Helen onun dizini ısırdığı zaman ne yaptığını betimlemeye ne hakkım var? Ne de olsa William benim. Benim bir parçam.
Eğer William yazılmaya değer bir karakterse, vardır. Benim kafamın içinde vardır, amenna, ama kendi adına, kendi haysiyetiyle vardır. Yapmam gereken tek şey ona bakmaktır. Onu planlayamam, parça pörçük oluşturamam, envanterini çıkaramam. Onu bulurum.
İşte, Helen dizini ısırdığında William hafifçe öksürerek "Bunun konumuzla ne alakası var Helen?" diyor. William olduğuna göre başka ne diyebilir ki zaten?
Eylemle, yaratmayla ilgili bu yaklaşımım, belli ki temel bir tavır ve kitaplarımın çoğunda açıkça görülen I Ching'e ve Taocu felsefeye duyduğum ilgiyle aynı kökten geliyor. Taocu dünya kaotik değil düzenlidir, ancak düzeni insan ya da kişisel veya insancıl bir tanrı tarafından dayatılmış bir düzen değildir. Gerçek yasalar -bilimsel olduğu kadar etik ve estetik yasalar da- herhangi bir otorite tarafından yukarıdan aşağıya dayatılmaz, nesnelerin kendisinde vardır ve bulunmaları, keşfedilmeleri gerekir.
Bu ideoloji karşıtı, pragmatik teknik, insanlar için olduğu kadar mekânlar için de geçerlidir. Ben Yerdeniz'i önceden niyet edip icap etmedim. Kendi kendime "Hey, bak, ada bir arketiptir, takımada süper bir arketiptir, öyleyse haydi bir takımada yapalım!" demedim. Ben mühendis değil kaşifim. Yerdeniz'i keşfettim.
 
Kaynak: Kadınlar Rüyalar Ejderhalar Ursula K. Le Guin'den Seçme Yazılar Metis Yayınları

1 Mart 2015 Pazar

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM?(9)




NASIL ANLATTIM, NERDEN BAŞLADIM, BODRUM MODRUM.

On dördündeydim. ‘Ayın on dördü’ gibi pırıltılı bir başlangıç olsun diye. Ben, herkes her nasılsa, düzenli olarak, ısrarla, yıllardır, hiç sektirmeden, malum zincir kitapevlerinin çoksatan (ne de sevimsiz, sinsi yılan gibi bir kelime) raflarından “Kürk Mantolu Madonna” alıyor diye, “Kuyucaklı Yusuf” alıp çıkmıştım, o gün girdiğim kitapçıdan. Evet, geçimsiz ve muhalifimdir. On dördünde öyleydim, bugün de öyleyim, çok şükür. Bana sokuşturulmaya çalışılanla barışık olamıyorum, elimden ne gelir ki!
Sonra bir çırpıda okudum kitabı ve aydınlandım. Ah Bay C’nin başından geçenler (başka kitabın kahramanı mıydı yoksa bu, aman neyse ney), Selim ile Turgut’un aşkı, Çerçi Mıristin, Bay Buluğm, Raskolbişey. Aman Allah’ım, bu büyülü dünyaya ben de adım atmalı, ben de böyle kahramanlar yaratmalıydım, evet. Yazar olmalıydım ve adım, kitapların tepesine alengirli harflerle yazılmalıydı.
Oturdum hemen şiirler yazdım, sonra öyküler. Dergilere postaladım o canım metinlerimi ve anne tarafından Gümüşhaneli baba tarafından Bitlisli olmama, dahası Burdur da ikamet etmeme aldırmayan bir dergi (çünkü o genç yaşımda anladığım kadarıyla bazı dergiler sadece İstanbullu, Ankaralı ve İzmirlilerin eli kalem tuttuğunu düşünüyordu), ilk öykümü daha on yedi yaşımdayken yayınladı. Bu kelimenin doğrusu da, yayınladı mıdır yayımladı mı, daha halen bilmiyorum. Olsun. Ve sonra, sanırım üçüncü öykümün bir dergide yer almasının ardındandı, memleketin üçüncü büyük yayınevi (ciro bakımından), benimle irtibat kurdu ve kitabımı yayınlamak istediklerini bildirdiler. Aman Tanrım, dünyalar benim olmuştu. Hemen Latife’yi aradım. Latife de kim?
Bu yukarıda anlattığım, benim (ben; Fuat) hikâyem değil. Böyle olsun isterdim, ne güzel olurdu kim bilir. Kimi yazar olmuş arkadaşların, söyleşilerde buna benzer hikâyelerini dinliyor, kitap eklerinde böylesi başlangıçlar okuyor, gıpta ediyorum. Gıpta kelimesini de, ‘kıskanıyorum,’ yazıp zorda kalmayayım, diye kullandım. Ne şirin, kıvrımlı, dostlar alışverişte görsün bir kelimedir ‘gıpta’. Siz de kullanın, memnun kalacaksınız. Benim hikâyem başka türlü, şöyle ki;
On dördündeydim. Yok, şaka! Otuz yedisindeydim. Bildiğin otuz yedi, kazık kadar adam yani. O güne kadar da hiç ama hakikaten hiç, aman yazsam mı falan filan, diye aklımdan geçmemişti. Ama iyi okurdum doğrusu. Dükkânda oturuyorum. Dükkân dediğim de, dayımın işyeri, ben de müdürüm orda. Ama birkaç hafta içinde de işten ayrılacağım, canım sıkkın o nedenle. Hani hepimizin dönemleri vardır ya, şu yaşıma geldim kendim için bir şey yaptığım yok, diye düşündüğümüz. Öyle bir dönem işte. Can sıkıntısı, gelecek kaygısı ve sair.
Ya, dedim kendime, kendin için ama sırf kendin için bir şeyler yap. İşte, yap demesi kolay da, ne yapacağım?
Spor mu yapsam, diye düşündüm, üşendim. Kalkacaksın, yürüyeceksin koşacaksın. Uzun iş. Müzikle mi uğraşsam, diye geçti aklımdan, insanlara da yazık bu bet sesimle, dedim. Doğru demişim. Sonra nedense, yazmak fikri hâsıl oldu, hoşuma gitti.
İyi güzel yazayım da, ne yazacağım? Roman yazayım desem, altından kalkamam (o dönem), şiir yazayım desem, duygu yoğunluğu falan gerek, o da bende yok. Dedim ki öykü yazayım iyisi mi.
Peki öykü nasıl yazılır ki? Sait Faik gibi yazılır elbette. Deniz, kenarda kalmışlar, İstanbul, balıkçılar ve sair. Oturdum, bir balıkçı öyküsü yazdım. Sonra hoşuma gitti yazma fikri, bir tane de ‘Kapalıçarşı’ öyküsü yazdım. Okudum yazdıklarımı, baktım fena değil. Biraz sağını solunu düzelttim, orasından burasından kırptım. İyi olduğu fikrine kapıldım.
Burada araya girmek istiyorum; yazılan öykünün en doğru eleştirmeni yazanın kendisidir. İçine siniyorsa iyidir öykü. Bence. Devam edelim.
Öyküler fena olmadı, en azından ben beğendim de, ondan sonra ne olacağına dair hiç fikrim yok. Elemanlarıma mı okutsam, diye düşündüm. Hemen vazgeçtim bu fikrimden. Bu kadar zalim olmanın gereği yok, on gün sonra işten ayrılacağım, haklarını helal etmezler falan, bize eziyet etti, diye. Öylesi bir durumda haksız da sayılmazlar. Yok, bu iyi bir fikir değildi.
Sonra biraz araştırdım. Dergilere gönderilebiliyormuş öyküler ya da yarışmalara. Baktım ki bazı yarışmalar para ödülü de veriyor, belli mi olur, diyerek, hayatımda yazdığım ikinci öyküyü (Ben sana Kapalıçarşı), altı nüsha ve bir CD kopyası alıp, şimdi burası önemli; halen çalıştığım işyerinde kullandığım telefon ve ileti adresini de içeren özgeçmişimi yazıp, hepsini birlikte zarflayarak, “İstanbul Mimarlar Odası”nın düzenlediği yarışmaya gönderdim. Zarfa rumuz ne yazmıştım, bakın onu unuttum. Bugün olsa, Kahtalı Mıçı, yazardım.
Ve sonra… İşten ayrıldım ve her şeyi unuttum. Öykü mü yazdım, canım mı sıkıldıydı, yarışmaya mı katılmıştım, püf, hepsi uçtu gitti aklımdan.
Başka bir işe girdim ki orada jeneratör satıyoruz. Jeneratörün müşteri gruplarından birisi de mimarlardır. Bir akşam eve azıcık erken gittim. Saat altıya yaklaşıyor. Daha kapının kilidini çevirirken ev telefonunun sesini duydum. Zırıl zırıl çalıyor. Koşturarak açtım telefonu ki şu an sizlere bu tuhaf hikâyeyi yazıyor olmamın sebebidir o telefon. Karşımda bir adam, söyleniyor.
Ne biçim adamsınız siz, diyor. Telefonlarınıza cevap vermiyorsunuz, iletinize cevap vermiyorsunuz, kaç gündür size ulaşmaya çalışıyoruz, ben Mimar Bilmemkim, yarın ödül töreni var, gelecek misiniz gelmeyecek misiniz, diye ağzına ne geldiyse. Tüh, dedim, kendi kendime, adam mimar, sattığımız jeneratörü arızalanmış zağar, sinirlenmiş doğal olarak. Haklı. Beyefendi, dedim, en zarif sesimle ve alttan alarak, yarın sabah erkenden elektrik ustamızı gönderirim, arızanızı giderir. Bir de, hiç telaş etmeyin, diye ekledim.
Adamcağız daha da bir dellendi. Dalga mı geçiyorsunuz kardeşim, dedi. Usta musta olmaz, bizzat gelmeniz lazım. Yazdığınız öykü ödül aldı. Mimarlar Odası’nda tören var, deyince benim jeton düştü. Ah, dedim, kusura bakmayın, elbette, saat kaçta, tabii ki, çok özür dilerim, ben teşekkür ederim, ne demek.
Ertesi gün giyindim, tıraş oldum, gittim törene. Bana ödül verdiler. Öykü yazdım, diye bana ödül verdiler. Bu dünya hakikaten tuhaf bir yer. Mimarlar Odası’nı sevmeyeyim de hangi kurumu seveyim, sorarım size. Öylece havaya girdim ben. Sonra?
Sonrası, yaz babam yaz. Harika bir duygu ‘yazmak’. Yazarlık mı? Onu bilmiyorum. Daha henüz ‘yazar’ olmadım. Olur a olursam bir gün, yazdıklarımı okuyanlar yazar olduğuma karar verirse, onu da anlatırım belki bir gün.
Bir de, size anlatmış mıydım bilmiyorum, on dördündeyim bir zamanlar…
Fuat Sevimay