NASIL
ANLATTIM, NERDEN BAŞLADIM, BODRUM MODRUM.
On
dördündeydim. ‘Ayın on dördü’ gibi pırıltılı bir
başlangıç olsun diye. Ben, herkes her nasılsa, düzenli olarak,
ısrarla, yıllardır, hiç sektirmeden, malum zincir kitapevlerinin
çoksatan (ne de sevimsiz, sinsi yılan gibi bir kelime) raflarından
“Kürk Mantolu Madonna” alıyor diye, “Kuyucaklı Yusuf” alıp
çıkmıştım, o gün girdiğim kitapçıdan. Evet, geçimsiz ve
muhalifimdir. On dördünde öyleydim, bugün de öyleyim, çok
şükür. Bana sokuşturulmaya çalışılanla barışık olamıyorum,
elimden ne gelir ki!
Sonra bir
çırpıda okudum kitabı ve aydınlandım. Ah Bay C’nin başından
geçenler (başka kitabın kahramanı mıydı yoksa bu, aman neyse
ney), Selim ile Turgut’un aşkı, Çerçi Mıristin, Bay Buluğm,
Raskolbişey. Aman Allah’ım, bu büyülü dünyaya ben de adım
atmalı, ben de böyle kahramanlar yaratmalıydım, evet. Yazar
olmalıydım ve adım, kitapların tepesine alengirli harflerle
yazılmalıydı.
Oturdum
hemen şiirler yazdım, sonra öyküler. Dergilere postaladım o
canım metinlerimi ve anne tarafından Gümüşhaneli baba tarafından
Bitlisli olmama, dahası Burdur da ikamet etmeme aldırmayan bir
dergi (çünkü o genç yaşımda anladığım kadarıyla bazı
dergiler sadece İstanbullu, Ankaralı ve İzmirlilerin eli kalem
tuttuğunu düşünüyordu), ilk öykümü daha on yedi yaşımdayken
yayınladı. Bu kelimenin doğrusu da, yayınladı mıdır yayımladı
mı, daha halen bilmiyorum. Olsun. Ve sonra, sanırım üçüncü
öykümün bir dergide yer almasının ardındandı, memleketin
üçüncü büyük yayınevi (ciro bakımından), benimle irtibat
kurdu ve kitabımı yayınlamak istediklerini bildirdiler. Aman
Tanrım, dünyalar benim olmuştu. Hemen Latife’yi aradım. Latife
de kim?
Bu yukarıda
anlattığım, benim (ben; Fuat) hikâyem değil. Böyle olsun
isterdim, ne güzel olurdu kim bilir. Kimi yazar olmuş arkadaşların,
söyleşilerde buna benzer hikâyelerini dinliyor, kitap eklerinde
böylesi başlangıçlar okuyor, gıpta ediyorum. Gıpta kelimesini
de, ‘kıskanıyorum,’ yazıp zorda kalmayayım, diye kullandım.
Ne şirin, kıvrımlı, dostlar alışverişte görsün bir kelimedir
‘gıpta’. Siz de kullanın, memnun kalacaksınız. Benim hikâyem
başka türlü, şöyle ki;
On
dördündeydim. Yok, şaka! Otuz yedisindeydim. Bildiğin otuz yedi,
kazık kadar adam yani. O güne kadar da hiç ama hakikaten hiç,
aman yazsam mı falan filan, diye aklımdan geçmemişti. Ama iyi
okurdum doğrusu. Dükkânda oturuyorum. Dükkân dediğim de,
dayımın işyeri, ben de müdürüm orda. Ama birkaç hafta içinde
de işten ayrılacağım, canım sıkkın o nedenle. Hani hepimizin
dönemleri vardır ya, şu yaşıma geldim kendim için bir şey
yaptığım yok, diye düşündüğümüz. Öyle bir dönem işte.
Can sıkıntısı, gelecek kaygısı ve sair.
Ya, dedim
kendime, kendin için ama sırf kendin için bir şeyler yap. İşte,
yap demesi kolay da, ne yapacağım?
Spor mu
yapsam, diye düşündüm, üşendim. Kalkacaksın, yürüyeceksin
koşacaksın. Uzun iş. Müzikle mi uğraşsam, diye geçti aklımdan,
insanlara da yazık bu bet sesimle, dedim. Doğru demişim. Sonra
nedense, yazmak fikri hâsıl oldu, hoşuma gitti.
İyi güzel
yazayım da, ne yazacağım? Roman yazayım desem, altından kalkamam
(o dönem), şiir yazayım desem, duygu yoğunluğu falan gerek, o da
bende yok. Dedim ki öykü yazayım iyisi mi.
Peki öykü
nasıl yazılır ki? Sait Faik gibi yazılır elbette. Deniz, kenarda
kalmışlar, İstanbul, balıkçılar ve sair. Oturdum, bir balıkçı
öyküsü yazdım. Sonra hoşuma gitti yazma fikri, bir tane de
‘Kapalıçarşı’ öyküsü yazdım. Okudum yazdıklarımı,
baktım fena değil. Biraz sağını solunu düzelttim, orasından
burasından kırptım. İyi olduğu fikrine kapıldım.
Burada araya
girmek istiyorum; yazılan öykünün en doğru eleştirmeni yazanın
kendisidir. İçine siniyorsa iyidir öykü. Bence. Devam edelim.
Öyküler
fena olmadı, en azından ben beğendim de, ondan sonra ne olacağına
dair hiç fikrim yok. Elemanlarıma mı okutsam, diye düşündüm.
Hemen vazgeçtim bu fikrimden. Bu kadar zalim olmanın gereği yok,
on gün sonra işten ayrılacağım, haklarını helal etmezler
falan, bize eziyet etti, diye. Öylesi bir durumda haksız da
sayılmazlar. Yok, bu iyi bir fikir değildi.
Sonra biraz
araştırdım. Dergilere gönderilebiliyormuş öyküler ya da
yarışmalara. Baktım ki bazı yarışmalar para ödülü de
veriyor, belli mi olur, diyerek, hayatımda yazdığım ikinci öyküyü
(Ben sana Kapalıçarşı), altı nüsha ve bir CD kopyası alıp,
şimdi burası önemli; halen çalıştığım işyerinde kullandığım
telefon ve ileti adresini de içeren özgeçmişimi yazıp, hepsini
birlikte zarflayarak, “İstanbul Mimarlar Odası”nın düzenlediği
yarışmaya gönderdim. Zarfa rumuz ne yazmıştım, bakın onu
unuttum. Bugün olsa, Kahtalı Mıçı, yazardım.
Ve sonra…
İşten ayrıldım ve her şeyi unuttum. Öykü mü yazdım, canım
mı sıkıldıydı, yarışmaya mı katılmıştım, püf, hepsi uçtu
gitti aklımdan.
Başka bir
işe girdim ki orada jeneratör satıyoruz. Jeneratörün müşteri
gruplarından birisi de mimarlardır. Bir akşam eve azıcık erken
gittim. Saat altıya yaklaşıyor. Daha kapının kilidini çevirirken
ev telefonunun sesini duydum. Zırıl zırıl çalıyor. Koşturarak
açtım telefonu ki şu an sizlere bu tuhaf hikâyeyi yazıyor
olmamın sebebidir o telefon. Karşımda bir adam, söyleniyor.
Ne biçim
adamsınız siz, diyor. Telefonlarınıza cevap vermiyorsunuz,
iletinize cevap vermiyorsunuz, kaç gündür size ulaşmaya
çalışıyoruz, ben Mimar Bilmemkim, yarın ödül töreni var,
gelecek misiniz gelmeyecek misiniz, diye ağzına ne geldiyse. Tüh,
dedim, kendi kendime, adam mimar, sattığımız jeneratörü
arızalanmış zağar, sinirlenmiş doğal olarak. Haklı. Beyefendi,
dedim, en zarif sesimle ve alttan alarak, yarın sabah erkenden
elektrik ustamızı gönderirim, arızanızı giderir. Bir de, hiç
telaş etmeyin, diye ekledim.
Adamcağız
daha da bir dellendi. Dalga mı geçiyorsunuz kardeşim, dedi. Usta
musta olmaz, bizzat gelmeniz lazım. Yazdığınız öykü ödül
aldı. Mimarlar Odası’nda tören var, deyince benim jeton düştü.
Ah, dedim, kusura bakmayın, elbette, saat kaçta, tabii ki, çok
özür dilerim, ben teşekkür ederim, ne demek.
Ertesi gün
giyindim, tıraş oldum, gittim törene. Bana ödül verdiler. Öykü
yazdım, diye bana ödül verdiler. Bu dünya hakikaten tuhaf bir
yer. Mimarlar Odası’nı sevmeyeyim de hangi kurumu seveyim,
sorarım size. Öylece havaya girdim ben. Sonra?
Sonrası,
yaz babam yaz. Harika bir duygu ‘yazmak’. Yazarlık mı? Onu
bilmiyorum. Daha henüz ‘yazar’ olmadım. Olur a olursam bir gün,
yazdıklarımı okuyanlar yazar olduğuma karar verirse, onu da
anlatırım belki bir gün.
Bir de, size
anlatmış mıydım bilmiyorum, on dördündeyim bir zamanlar…
Fuat Sevimay
Daha önce dinlemiş olsamda sevgili Fuat Sevimay' ın kaleminden okumak ayrı bir keyif verdi ..Eline sağlık..
YanıtlaSilSafiye Elber
Haklısınız.Bire bir yazar söyleşilerine katılamayanlar için hoş anekdotlarla dolu "Nasıl Yazar/Şair Oldum?" bölümü. Katkı veren tüm yazarlarımıza bir kez daha teşekkür ediyorum bu vesileyle.
SilÇok güzel bir yazı, tebrikler.
YanıtlaSilKeşke sevgili yazar, daha dikkatli yazsaydı.
"zağar" kelimesi hatalı kullanılmıştır. Dil Derneği ve öteki sözlüklere bakılırsa "zağar : bir cins çoban köpeği olarak tanımlanmaktadır." Türkçemize saygı adına yazmak istedim. Saygılar