23 Nisan 2015 Perşembe

ANLATMANIN KUTSAL ÇILGINLIĞI



Bizler hikâye anlatmak için buradayız.
Kimsenin moralini bozmak istemem ama insanların hikâye anlatmayı bilenler ve bilmeyenler olarak ikiye ayrıldıklarını düşünüyorum. Ozan olarak doğulur, sonradan ozan olunmaz demek istiyorum. Nasıl olduğunu bilmem ama muhtemelen genleri ya da masalarda edilen sohbetler sayesinde ailesinden aldığı bir şeydir. Doğuştan gelen böyle bir yeteneğe sahip kişiler, belki de başka şekilde kendilerini ifade etmeyi bilmedikleri için niyetleri olmasa bile hikâyeler anlatırlar. Fazla uzağa gitmeden kendimi örnek vereyim, soyut terimlerle düşünemem. Bir söyleşide ozon tabakası hakkında ne düşündüğümü ya da gelecek yıllarda hangi etmenlerin Latin Amerika politikasının gidişatını belirleyeceği görüşünde olduğumu sorsalar, aklıma tek gelen onlara bir hikâye anlatmak olur. Neyse ki bunu artık daha kolay yapabiliyorum, çünkü bu işe yatkınlığımın yanı sıra deneyim sahibi de oldum, giderek daha kısa hikâyeler anlatıyor, böylelikle de daha az sıkıcı oluyorum.
Formasyonuma başladığım hikâyelerimin yarısını annemden dinledim. Annem şu anda seksen yedi yaşında, ne edebi söylevlerden haberi var ne de anlatı tekniklerinden, böyle şeyleri hiç bilmez ama vurucu darbeyi hazırlamayı iyi bilir, giysisinin kollarında öyle bir as saklar ki, şapkadan mendiller ve tavşanlar çıkaran sihirbazdan çok daha iyidir. Bir keresinde bize bir şey anlattığını hatırlıyorum, anlattığı şeyle hiç ilgisi olmayan birinden söz etti, sonra heyecanla hikâyesine devam etti, o kişiye de bir daha değinmedi, ama hikâyesinin sonuna yaklaştığında, paff! birden yine aynı kişi -teknik bir dille söylemem gerekirse hem de ilk planda- ortaya çıkmaz mı, herkesin ağzı açık kaldı. Kendime, annemin kimilerinin öğrenmeye bir ömür harcadığı bu tekniği nereden öğrendiğini sordum durdum. 
Ben hikâyeleri oyuncaklara benzetirim, onları şu ya da bu şekilde donatmak da bir oyuna benzer. Bir çocuğun önüne farklı özelliklerde bir sürü oyuncak konursa sanırım önce hepsiyle birden oynamaya yeltenir, ama sonunda birini tercih eder. Bu tercih ettiği oyuncak yeteneklerinin ve yapmak istediği işin ifadesi olacaktır. İşte bizlere bu yeteneğin tüm bir ömür süresince gelişebileceği koşullar sağlanabilirse mutluluğun ve uzun ömrün sırlarından birini keşfetmiş oluruz. Gerçekten hoşuma giden biricik şeyin hikâyeler anlatmak olduğunu keşfettiğim günden sonra bu arzumu gerçekleştirmek için elimden geleni ardıma koymadım. 
Alçakgönüllülükle söyleyebilirim ki kendimi dünyanın en özgür insanı olarak görüyorum. Ne kimseye verilmiş sözüm var ne de herhangi bir şeyle bağım, bunun nedeniyse tüm yaşamım boyunca sadece ve sadece yapmak istediğim şeyi yapmış olmamdır: hikâyeler anlatmak. Arkadaşlarımı ziyarete giderim ve onlara kesinlikle bir hikâye anlatırım; eve dönünce bir başkasını, belki de bir önceki hikâyeyi dinleyen arkadaşlarmın anlattığını anlatırım; duşa girip de sabunlanırken kendi kendime günlerdir kafamın içinde dönen duran bir fikri anlatırım... Yani anlatmanın kutsal çılgınlığına boyun eğerim.


Notos Öykü'nün 51. sayısında yer alan Gabriel García Márquez'in 1998'de Madrid Uluslararası Sinema ve Televizyon Okulu'nda verdiği Senaryo Atölyesi notlarını aktardığı Hikâyeler Anlatmak İçin yazısından kısaltılarak alınmıştır.
Çeviri Pınar Savaş

16 Nisan 2015 Perşembe

ŞAHMERANIN HİKÂYESİ

Şahmeran, Mezopotamya kültürlerinin ortak motifidir. Anadolu'nun farklı bölgelerinde değişik anlatım biçimlerine rastlanmaktadır. Özellikle Mardin ve Tarsus yöresinde halk tarafından benimsenmiş, yüzlerce yıldan beri sözlü olarak sonraki nesillere aktarılan, uğur ve bereket getirmesi için evlere resmi asılan sözlü halk kültürüne ait önemli bir motiftir.
1001 Gece Masalları'nda “Yılanların Kraliçesi Yemlika'nın Hikâyesi” olarak bilinir. 1001 Gece Masalları bir çerçeve masal içinde iç içe hikâyelerden oluşur. Bu tip masal biçimi tamamen Hint buluşudur. Somadeva'nın Hint mitolojisi, masalları ve halk destanlarından derlediği üç ciltlik Masal Irmaklarının Okyanusu anlamına gelen Kathâsagaritsâgara bu teknikle yazılmıştır. Bu tip masal biçiminde üç aşamalı olay örgüsü vardır. Ayrılma, Sınav ve Dönüş. 
 
Şahmeran, başında boynuzu, süslü tacı, taçlı yılanbaşlı kuyruğu ve yılanbaşlarından oluşan ayaklarıyla yarısı insan yarısı yılan olarak tasvir edilir. Bu figür hem güzelliği hem de korkulanı içinde barındırır. Başında tacıyla kadın şah, güzelliğiyle hayranlık uyandırırken, yılan gövdesi ise hepimizin bilinçaltına yerleşmiş olan soğuk yılan imgesi nedeniyle korku, tedirginlik gibi duygular uyandırır. Oysa bu hikâyede asil olan, ihanete uğrayıp ölüme giderken bile sevdiğini affeden, onu koruyan yılanların şahı Şahmeran, ihanet eden, hain olan ise insandır. Şahmeran hikâyesi bize insanın nankör olduğunu, ufacık menfaatler uğruna ihanet edebildiğini, sevginin, bağışlayabilmenin bilgeliğini ve erdemini anlatır.
Şahmeran gerek edebiyat gerekse sinemada defalarca işlenmiş bir konudur.

Çağdaş Türk Edebiyatı'nda onu ilk işleyen yazarlardan biri öykücü Tomris Uyar'dır. Tomris Uyar, henüz ikinci kitabı Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi'nde (1973) yüzünü masallara dönmüş, Gecegezen Kızlar (1983) kitabında ise Hansel ve Gretel, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler gibi bilinen masal kahramanlarını günümüz kılığına ve düşlerine sokmuştur.
1965-70 yılları arasında yazdığı İpek ve Bakır isimli ilk öykü kitabı eleştirmenlerin dikkatini çekmiş, öykücülüğünün temellerini sağlam attığı ortak görüşleri olmuştur. Füsun Akatlı "can alıcı zumlar" aracılığıyla sıradan ve mutsuz insanları anlattığını söyler. Kahramanları yalnız, genel gidişatın dışında kalan kimselerdir.
1973 yılında ikinci öykü kitabı Ödeşmeler yayımlanır. Kitabın kahramanları bir şekilde hayatın dışında kalmış kimselerdir. Kahramanların kendileriyle ya da çevreleriyle giriştikleri ödeşmeler hikâye edilmektedir. Şahmeran'ın Hikâyesi geleneğe dayalı anlatımına rağmen bu izlekten çok da bağımsız değildir. Camsap, benzerleriyle daha mutlu olacağına inanarak Şahmeran'ı gitmesi konusunda ikna eder ancak eve döndükten sonra hiç de mutlu olmaz. Şahmeran'a verdiği sözün ağırlığı yüreğini ezer. Dışarıya çıkmaz. Onu kuyuda bırakan arkadaşlarının maddi tekliflerini geri çevirir. Şahmeran'ı ele verdikten sonra vicdan azabıyla dağ, bayır dolaşır ve Lokman Hekim efsanesi doğar.



 

13 Nisan 2015 Pazartesi

DİLSİZ ANNELERİN SESSİZ ÇOCUKLARI

Edebiyat dergilerinden tanıdığımız, öykülerini severek okuduğumuz, kitabı ne zaman çıkacak diye merakla beklediğimiz Ayşegül Kocabıçak'ın ilk öykü kitabı Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları raflarda yerini aldı.
Kitap üç bölümden oluşuyor: Sessiz Çocuklar, Dilsiz Anneler, Ve Biz... Her Birimiz. 
Kocası için, çocuğu için, toplum öyle istediği için susan, susmayı nesilden nesile aktaran kadınlar ve annelerinden öğrendikleri suskunluğu minik omuzlarında taşıyan, tanıklıkları ve yaşadıkları ne denli ağır olursa olsun seslerini çıkaramayan çocuklar... Yakından tanıdığımız, bildiğimiz hayatların hikâyelerini anlatıyor Ayşegül, yalın, samimi diliyle... Sustuklarımızı yüzümüze tokat gibi çarpıyor, dilimiz çözülsün diye bizi omuzlarımızdan tutup sarsıyor. Ayşegül'le edebiyat, yazı yolculuğu ve her biri çok özenle yazılmış öyküleri hakkında konuştuk.

 
 
Elli kelimeyle bize kendini anlatabilir misin?
Elli kelime diye bir sınırlama gelince daraldım şimdi! Galiba sınırlandırılmayı sevmeyen biriyim.
Dışarıdan çok sakin, yumuşak ama içim kavga kıyamet!( Saydım yirmi kelime olmuş bile!) İçimden daralsam da kural kuraldır diye de uyarım işte, gördüğün gibi. Onun dışında kocasıyla akşam oturmalarına, annesiyle akraba kabul günlerine, çocuklarıyla oyun salonlarına, iş arkadaşlarıyla öğle yemeklerine giderken iki arada bir derede –ısrarla ve vaz geçmeden- okumaya, yazmaya çalışan hayalcinin biriyim.(Elli kelimeyi geçtim ya, rahatladım.)
 
Yazmaya başladığın andan ilk kitabın yayımlanmasına uzanan yolculuğunda yazı öğretmenlerin (sana ilham veren metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kim oldu?
İyi ki bu soruyu sordun. Çünkü onlar olmasaydı bu kitap oluşmazdı ve ben çoğu kişinin aksine “bu yolda yalnızdım” demiyorum aksine öykü yazmaya başlayalı çok kısa bir zaman geçmiş olmasına rağmen karşıma çıkan güzel insanlar sayesinde, başlangıç için şanslı olduğumu ve doğru adımlar attığımı düşünüyorum. Sayende onlara bir kez daha teşekkür etmek isterim. Başta Perşembe grubundaki tüm dostlarım, o grupla tanışmamı sağlayan Ayten Kaya, sonra yol üzerinde tanıştığım Ayşegül Tözeren, Füsun Çetinel, Abdullah Onay, Faruk Duman, Ayşe Akaltun. Hepsi bir şekilde yazma sürecimde bana güç ve ilham veren, yol gösteren isimler oldular ve değerleri paha biçilmez. Okuduklarım içinde ise Tomris Uyar, Sevgi Soysal, Füruzan ve Carver ilk aklıma gelenler.
 
Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları, öykülerin bütünlüğüne çok uyan, seni yazmaya iten temel meseleni de anlatan bir isim olmuş. Hikâyelerinde anne arketipinin ön planda olduğunu görüyorum. Bir tarafta koruyan, kollayan, besleyen, kendi ölümünü düşündüğü saatlerde dahi çocuğunun okul sıralarının örtülerini yıkayan anneler, öte yanda "El âlem ne der" kaygısıyla kızının sorunlarına sırt çeviren, uzattığı eli tutmayan, kutsal aile yalanını ve iki yüzlülüğünü nesilden nesile aktaran, susmayı, "Kol kırılır, yen içinde kalır." demeyi marifet, erdem sayan anneler var. Bu konuda ne düşünüyorsun Ayşegül? Anneler sustuğu sürece özgürleşmemiz mümkün mü?
“Hem yara bandım, hem yaram…” diye bir şarkı sözü var ya, annelerimiz de bazen öyle aslında. Her zaman bizim iyiliğimizi düşünen ama istemeden-altını çizerek söylüyorum istemeden- de olsa hayatımızın belli dönemlerinde bizi kendilerine bir şekilde bağlayan ve kendi kurallarını bize yaşatmaya çalışan melekler. Evet, onlar sustukça özgür olamıyoruz. Annelerimiz bizi düşünerek sustuklarını sanıyorlar, biz onları üzmemek adına bazı şeylere sessiz kalıyoruz ve maalesef kâğıt üstünde yazılı olmayan ama her daim geçerli çok kuralı var Anadolu’nun, kabul etsek de etmesek de hâlâ var.
 
Öykülerin Sarnıç, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Evrensel Kültür, Ekin Sanat, Tefrika, Lacivert, Kitapçı, Sancı Kültür Sanat, Galapera, Öykü Burcu, Balkon, Parşömen Sanal Fanzin, Theleme Tekkesi gibi çok sayıda dergi, fanzin ve blogta yayımlandı. Sence dergi ve fanzinler yeni yazarların olgunlaşma sürecini nasıl etkiliyor? Hangi yayınları takip ediyorsun? 
Öykü yazmaya başlayalı dört ay kadar olmuştu ki bir öyküm Ekin Sanat dergisinde yayınlandı. Bu bana güç veren ve yazmaya devam etmem gerektiğini gösteren bir işaret oldu. Kendi içimde kurup çoğalttığım kâğıda döktüğüm metinlerin başka gözlere ve yüreklere dokunduğunu görmek, iyi ya da kötü eleştirilmek beni motive ediyor. Bu anlamda da olgunlaşmayı, gelişmeyi körüklüyor diye düşünüyorum.
Sürekli takip ettiğim bir dergi yok, çünkü tamamını okumak hem zaman hem maddiyat açısından çok zor ama o ayki dosya konusuna ve yazarlarına göre almaya çalışıyorum. Notos, Sarnıç, Evrensel Kültür, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Askıda Öykü, Kitap-lık, Sözcükler en sevdiklerim. Bloglardan ise Parşömen Sanal Fanzin benim için vazgeçilmez. Onur Çalı’nın tüm paylaşımlarını her daim keyifle okurum.
 
Yeni, genç yazarlardan kimleri takip ediyorsun? Metin üzerinden gönül bağı kurduğun öykücüler kim?
Öyle çok ki! Onları okumaktan eskilere zaman bulamıyorum desem yanlış olmaz. Aysun Kara'nın Kıymık'ı dönüp dönüp okuduğum bir kitap mesela. Sonra Onur Çalı, Barış Acar, Melike Uzun, Pelin Buzluk, Senem Dere, Ercan Y.Yılmaz, Deniz D. Şimşek, Nazlı Karabıyıkoğlu, Hakkı İnanç, Suzan Bilgen Özgün, Arzu Eylem, Murat Özyaşar, Pelin Temur, Neslihan Önderoğlu, Şenay Eroğlu Aksoy, Türker Akyıldız, Ahmet Büke. Tamamı son dönem okuyup beğendiğim genç öykücüler.
 
Geliri Soma faciasında babasını kaybeden yetim çocuklara bağışlanan Ölüm Vardiyası seçkisinde yer alan Olmaz mı? öyküsü kitabının da ilk öyküsü aynı zamanda. Acı ve öfkenin çok yoğun yaşandığı, olayın henüz çok taze olduğu bir dönemde üstelik sipariş öykü yazmak, yazar açısından riskli bir durum ancak sen ustalıkla altından kalkmışsın. Yeniden belirlenen tema üzerine yazmayı düşünür müsün? Yoksa öykünün sana gelmesini beklemeyi mi tercih edersin? Öykü seçkileri hakkında ne düşünüyorsun? Teşekkür ederim.
Benden istenen konu benim de derdimse hissedebilirsem yazabilirim. Hissedemezsem yazamam, sahici olmaz. Bu anlamda Ölüm Vardiyası'ında yer alan öyküyü yazmak benim için zor olmadı. Orada yaşanan acılar, mezar başlarındaki çocuklar, siyasilerin timsah gözyaşları. Böyle bir seçki yapılmasaydı da içimdekileri bir şekilde yazıp dışa atardım galiba.
Öykü seçkilerine gelince, neden olmasın! Yalnızca ticari olarak düşünülmedikçe, edebiyat için yapılan her türlü kolektif çalışma hem yazarlar hem okurlar için bir renk diye düşünüyorum.
Ben teşekkür ederim. Sevgilerimle…

10 Nisan 2015 Cuma

KAYIP MASALLARIN İZİNDE


Bir varmış bir yokmuş. Evlerde elektrik, televizyon, internet, kapıların önünde otomobil yokmuş. Masallar varmış, sessiz ve karanlık geceleri aydınlatan, kervan yollarıyla gezen, her coğrafyada isim, yorum değiştiren. Tak Tak Deden Gabacık, Hansel ve Gratel'e, Kız Kardeş ise, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'e dönmüş. Ama her masal bu kadar şanslı değilmiş. Bir masal varmış; yüzlerce yıldır kervanlarla, göçerlerle ağızdan ağıza, gönülden gönüle aktarılan, torunlar artık nineleri, dedeleri dinlemez olunca daha az dillendirilen, neredeyse unutulan... İnsanın hırsı yüzünden yüzlerce bitkinin, hayvanın, dilin, masalın, tesellemenin yok olduğu dünyada, sonunun yakın olduğunu bilirmiş. Ama o, bir masalmış işte, inanma, umut verme gücü veren. Öylece çekip gidememiş. Unutulan her masalla iyilerin kaybedeceğini, kötülerin kazanacağını bilirmiş. Dağlara, taşlara, kuşlara fısıldanan cılız bir fısıltıymış önce, ses olmuş, feryat olmuş, "Hırs insanı kör eder, ahmak eder, ey insanlar!" diye bağırmış. Bu sesi duyan bir grup genç, yola düşmüş. Kentte başlayan, köylerde çoğalan ama bir türlü tamamı hatırlanmayan, sonunda ne olduğu bilinemeyen, yollarını kesen o masalı aramışlar, durmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Sarıkeçili bir masal dedesinin yanına varıp soluklanmışlar. Cemal dede, bir çırpıda anlatmış masalın tamamını. O gün bugündür Köse masalı iyi insanlara ulaşmak için söyleşileri, festivalleri gezer dururmuş.

Köse masalı, Çanakkale'de yeniden masal dostlarıyla buluşuyor. Masalcılar buluşmasına sayılı günler kala Kayıp Masallar projesi koordinatörü H. Çağlar İnce ile kayıp masalları, saha çalışmalarını ve Doğadabuan projesini konuştuk.
 

Neden kayıp masallar?

Masallar birçok sözlü kültür öğesine oranla daha hızlı kayboluyor. Hatta masalları bulabileceğiniz yerlerde masallar önemsenmiyor. Proje aslında, kitapçıkta da bahsettiğimiz gibi bir masal kitabı oluşturmak için hazırlanmadı. Masalların anlatıldığı yerler başta olmak üzere bu topraklarda masalların önemine dikkat çekmek için yapıldı. Bu arada Kayıp Masallar’ın isim babası, o zamanki Atlas, şimdiki Magma dergisinin yayın yönetmeni Özcan Yüksek’tir.

Her şeyin sayısallaştığı bir dünyadayız ve hayatımıza dair her şeyin kesin ve net bir ifadesi var. Elimize gelen para belli, gidecek yeri belli. İhtiyaç olunan ne ise değeri belli. Başarının bile rakamsal bir ifadesi var. Masallar da bu tüketim dünyasında bir kitap oldu. Masal kitabı alınır, okunur ve bir kenarda durur. Masal için artık zaman durmuş, sadece o zamanın masalı olarak kitaplıkta yerini almıştır. Oysa onun doğasına aykırı bir durumdur bu. Çünkü anlatıldıkça beslenen masal, her anlatıcıdan ve onun bulunduğu çağdan etkilenir. Masal, insanın tarihteki serüveni ile birlikte yol alır. İnsan değiştikçe o da değişir, kendini yeniler. Bu nedenle masallar her yeni kuşak için tazeliğini korur. Aslında masal da yaşı olmayan bir bilgedir.

Kayıp Masallar Projesi için ön araştırma yapmak üzere ilk kez bir yörük köyüne gittiğinizde evin 10 yaşındaki küçük oğlu Çağlar'la yaşadığınız ilginç bir olay var. Daha projeye başlamadan masalların nasıl silinip gittiğini, günlük hayattan elini eteğini çektiğini de gösteren bir işaret bu. Masal yolculuğunuz sırasında hayal kırıklığına uğradığınız oldu mu?

Masal için doğa ile uyumlu yaşamları olan yörükleri seçtik. İlk başta masalı bulmak çok zordu. Çünkü, efsaneler, hikayeler birbirine karıştı. Birkaç masalı bulduktan sonra onları örnek verip aramak daha kolay oldu. Masala “teselleme” dendiğini öğrendiğimizde saha çalışmamızın önemli bir kısmı tamamlanmıştı. Şehirde yaşayan ve 40-50 yıl önce yerleşik hayata geçen yörüklerde çok kısa masallar bulduk, köylerde daha uzundu. Ama en uzun masalları hâlâ göçer yaşamı sürdüren Sarıkeçili yörüklerinde bulduk.

İlk saha çalışması için Edremit civarında köylerdeydik. Bir köy evinde okul çağındaki adaşım Çağlar’a biz bir daha gelinceye kadar köyündeki masalları derlemesini istedik. O da internetten bulup indireceğini söyledi. Tam da masalın koptuğu noktayı işaret ediyordu.

Biraz saha çalışmanızdan, masal derlerken karşılaştığınız zorluklardan, ilginç olaylardan bahsedebilir misin, Çağlar?

10 yıl önce Karaman’da zorla yerleşik hayata geçirilen Sarıkeçili yörüklerinin bir ninesine masaları neden unuttuğumuzu sordum. Nine şöyle cevapladı: “bu kara kutu işte.. böyle karşısına geçer tanır dururuz…”. Kara kutu dediği televizyondu.

Bize eskiden masalcıların olduğundan, bu masalcıların köy köy gezerek masal anlattığından bahsettiler. Anlattıklarına göre masalcılık önemli bir meslekmiş. Hatta onların yetiştirdikleri çıraklar da varmış. Bu sayede masalcılık kuşaktan kuşağa gelmiş.

Yolculuğumuzun son kısmında hala göçen Sarıkeçili yörükleriyle beraberdik. Mersin’in Aydıncık İlçesi’nin etrafındaki tepelerde kışı geçiriyorlardı. Köylerde dedelerin anlattığı çadır yaşamı, tülü develeri ve kıl keçileri ile beraber karşımızdaydı. Yolculuğumuzun en güzel kısmı da burasıydı. Çünkü hayal ettiğimizin ötesinde masal dedeleri ile çadırlarında tanıştık. Bir tanesi, Yörük çadırının içerisinde masalı adeta yaşayarak, çadırın içinde döne döne bize masallar anlattı. Sarıkeçililer’le eski zaman hikayelerinden masallara oradan güncel sorunlarına kadar pek çok konudan bahsettik.

Bu arada bulduğumuz masallardan bir tanesi Anadolu’nun pek çok yerinde anlatılan “Tak Tak Eden Kabacık” masalıydı. Bu masalı birçoğumuz biliyoruz, ama Hansel ve Gratel’den.

Yörük masallarını derlerken herhangi bir editoryal çalışmadan geçirmeden, kaynak kişiden duyduğunuz hâliyle kitaplaştırdığınızı biliyorum. O yüzden kitapçıkta yer alan masalların büyük çoğunluğu başı ve sonu atılmış, edebi yönü zayıf, olay örgüsünden ibaret epizotlar aslında. Gerçek masal dedelerini ve ninelerini nerede bulacağız?

Kayıp masallarda tanıştığımız dedelerin ve ninelerin birçoğu şu an hayatta değil. Şu anda kaç kişi ninesinden duyduğu masalları zenginleştirerek anlatıyordur bilmiyorum. Ama masallar nerede doğadan bağını tam koparmayan topluluk varsa orada hayat buluyordur.

"Doğanın farkında nesiller ve doğaya daha saygılı işletmeler" amacıyla yola çıktığınız bir projeniz var, Doğadabuan. Proje nasıl ortaya çıktı?

Doğadabuan ismi aslında instagram sayfamdan geliyor. Burada doğada yaptığım basit gözlemleri an be an takipçilerimle paylaşıyorum. İnsanların doğadaki ufak değişimleri, aslında her gün yanlarından geçip gittikleri canlıların bir ismi, hikayesi olduğunu, fark etmelerini amaçlayan bir sayfa bu. Sonrasında Doğadabuan’ı bir “sosyal girişimcilik” projesi olarak özellikle öğrencilerle paylaşmak için geliştirdik.

Sosyal Girişimcilik” dedin, bu çoğumuz için yeni ve yabancı bir kavram. Sosyal girişimcilik nedir?

Topluma değer katan projeler üretmek için bir girişimci gibi hareket edip kurduğunuz sistemin para kazanmasını sağlıyorsunuz. Bir dernek değiliz. Çünkü bir yerden fon bularak çalışma yaptığınız zaman fon bitince projeyi bitirmek ya da bekletmek zorunda kalıyorsunuz. Diğer yandan yaptığımız şey tam olarak ticari bir işletme tanımına da uymuyor. Ciro hedeflerini gerçekleştirmek için çalışan bir yapı yerine toplumda, biyo-kültürel zenginliğimizin farkındalığını arttırmak için para kazanan bir sistem.

İnteraktif doğa ve kültür eğitim-etkinlik programında neler yapıyorsunuz?

Bu programda öğrencilerin sosyal bilimler ve fen bilimlerini öğrenmelerini hedefliyoruz. Burada bir öğrencinin tüm duyularını kullanarak doğayı ve kültürü hissedip öğrenmesini ve uygulamalı çalışma yapmasını sağlıyoruz. Bu bağlamda bir okul için yıllık bir program çıkarabiliyoruz. Bu programda doğa gözlem, kuş gözlem atölyelerine yer veriyoruz. Aynı zamanda masallar, gökyüzü ve mitoloji, antik kentlerde felsefe atölyeleri, sinema atölyeleri, antik ağaç resim atölyeleri gibi çalışmalarla doğa ve kültür farkındalığı oluşturmaya çalışıyoruz. Bu programın sonucunda öğrenciler doğa bilimleri ve sosyal bilimlerde araştırma yöntemlerini uygulamalı olarak hissetmiş oluyor. Bu da meslek seçimi için kendini tanımasına, istediği mesleği tanımlamasına yardımcı oluyor.

Şu anda üstün zekalı ve yetenekli çocuklara eğitim veren Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı Bilim ve Sanat Merkezi'nde (BİLSEM) bahar programı hazırladık. Burada çocuklara doğa ve kültür üzerine interaktif atölye çalışmaları yapıyoruz. İlk önce eğlenceli bir atölye çalışmamız olan "Masal Atölyesi ve Yörükler" etkinliği gerçekleştirdik. Film gösterimi, yörük kültürü, doğa dili konularını film ve drama ile işledik. Atölye çalışmasının sonucunda çocuklardan ilginç bir soru geldi; "Hocam Einstein, yörük olsa daha mı zeki olurdu?" Bir yandan da Paloma Hotels sponsorluğunda köy okullarında "Masal Atölyesi" yapıyoruz.

Daha sonraki çalışmamız; Demre Kuş Cenneti’nde Kuş Gözlem Atölyesi oldu. Bu çalışma ile doğa zekalarını işlevsel olarak kullanabilecekleri teknik ekipmanlarla profesyonel bir doğa gözlemi gerçekleştirdik. Öncesinde verdiğimiz kuş gözlemcisi eğitimi ile doğal ekosistemleri, kuşları, tanıyan öğrenciler dünyada yaygın olan kuş gözlemciliği hobisine de başlamış oldular.

Önümüzdeki süreçte neler planlıyorsunuz? Teşekkür ederim.

Otistik çocuklar için “orman banyosu” etkinliği planlıyoruz. Doğayı hissedebilecekleri bir etkinlik bu. Kemer’de bulunan Yörük Parkı ile bir program hazırladık. Bu kapsamda çocuklara ve yetişkinlere yönelik bu konularla ilgili bir etkinlik programımız var. Yazın 3 günlük doğa ve kültür kamplarımız olacak. Bu kamplara hem öğrenciler hem de aileler katılabilecekler. Birlikte doğayı dinleyip, izleyeceğiz. Geceleri baykuş dinlerken yıldızları izleyeceğiz. Gündüzleri doğa gözlemi kuşları bitkileri ağaçları, habitatları ve doğa dilini öğreneceğiz.



7 Nisan 2015 Salı

AYASOFYA KONUŞTU

"Yazar, yürüyen insandır," diyor İnez Baranay.
Başı dolu, avare yürümek, gerçekten de insana ilham veriyor. Günümüzden yüzlerce, binlerce yıl önce insanlara ev sahipliği yapan mekânları, bir yere yetişme derdi, telaşı olmaksızın, kendini akışa bırakarak gezmek, onların fısıldadıklarına kulak vermek, taşlara dokunmak, geçen zamanın bıraktığı izleri seyretmek ve hayal etmek... İstanbul bu açıdan çok renkli ve zengin bir şehir. Edebiyat severlere yazı ve tarihi mekânları birleştiren keyifli etkinlikler sunmayı da ihmal etmiyor. Bunlardan biri de Yeşim Cimcoz'un Yazıevi bünyesinde yürüttüğü "İstanbul'u Yazıyorum" atölyesi.
İlk kez 2010 yılında düzenlenen atölyede, katılımcılar, her ay şehrin bir semtine giderek sokaklara dağılmış, dolaşmış, o anda akıllarına gelen kelimeleri düşünmeden, durmadan yazmış, birbirlerini kırmadan, yazıya küstürmeden oturdukları bir kafede paylaşmışlar. Yaklaşık üç yıl boyunca... Füsun Çetinel ile o gezilerden birinde Sultanahmet sokaklarında doğurduğu, kelimeleriyle büyüttüğü Ayasofya Konuştu'nun kahramanı Veli, yazmak, çocuk kitapları ve en sevdiği roman kahramanları üzerine konuştuk. 

50 kelimeyle bize kim olduğunuzu anlatır mısınız?
Yazmayı, yazdırmayı, cesaret vermeyi, kediyi, kahveyi, çiçeği böceği, yürümeyi, yürürken öykü, şiir, roman bölümleri kurgulamayı, kelimeleri önüme gelen yere karalamayı, yemeği, kargayı, martıyı, çocukları, Burgazada'yı, Sait Faik ve diğer yazarları, sinemayı, dramayı, kitapçıları, bitpazarını, trenleri, koleksiyon yapmayı, boya kalemlerini, misket ve oyuncakları, çalışma kamplarını, sosyal sorumluluk projelerini, gülmeyi, güldürmeyi, insanların hikâyelerini dinlemeyi, İstanbul'u (sanırım 50 kelime oldu) seviyorum. Sanırım her şeyi seviyorum diyebiliriz.

Yazmaya başladığınız andan Ayasofya Konuştu'nun yayımlanmasına uzanan yazı yolculuğunda öğretmenleriniz (size ilham veren metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kim oldu?

2010 yılında sevgili Yeçim Cimcoz, İstanbul'u Yazıyorum adı altında bir etkinlik başlatmıştı. Her ay şehrin farklı bir semtini gezip bir şeyler yazıyor sonra da bir kafede birbirimize okuyorduk. Düzeltme yok, yerden yere vurma yok, yalınca alkış vardı. Üç yıl devam eden bu projeye katılanlar, yalnızca birbirinin yazdıklarını dinleyerek epey yol katettiler.
1 Kasım 2011 buluşmasında ise, mekânlar ve efsaneler üzerine bir yazı çalışması yapacaktık. İlk durağımız Ayasofya'ydı. Sultanahmet'in parke taşlı arka sokaklarını tek başıma dolaştım, bir çocuk canlandı hayalimde. Veli'nin yaşadığı ev, yürüdüğü kaldırım gözlerimin önünde beliriverdi. Bir daha da aklımdan çıkmadı Veli. Ete kemiğe büründü kelimeler sayesinde. O gün alelacele karaladığım kısa öykü, kitabın ikinci bölümü olan Deli'nin Veli'si.
O sırada Murat Gülsoy Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'ne devam ediyordum. Atölyede bu öyküyü okuduğumda arkadaşlarım Veli'yi pek sevdi. Murat Gülsoy, "Siz koca bir dünya yaratmışsınız, burada kesemezsiniz mutlaka devamını yazmalısınız," deyince, geriye Veli'nin başını dertten derde sokmak kaldı bana. Veli'nin doğumuna şahit olmuş bir sürü dostum var, bu da ayrı bir keyif veriyor bana.
Yazı Evi'nde danışmanlık, hayalet yazarlık, çocuklarla hikâye atölyesi, Öykünün Ev Hali bloğu, pek çok edebiyat dergisi ve internet sitelerinde yayımlanan öyküler ve yazılar... Sizden bir kitap haberi almak şaşırtıcı değildi ancak ben ilk kitabın bir öykü kitabı olacağını düşünüyordum doğrusu. Veli, diğer öykü kahramanlarını nasıl oldu da susturdu ve kendi hikâyesini yazdırdı? Ya da dile gelen Ayasofya'nın kendisi miydi? 
Öyküler hep olacak yaşamımda çünkü bir şekilde gelip beni buluyorlar. Beni yaz, beni yaz, diye tepinip duruyorlar, bazen bir diyalog, bazen bir sıfat, kimi kez bir metro durağı adı olarak... Geçenlerde sokaktan geçen seyyar satıcıdan bir hatıra defteri kurtardım, içinde mektuplardan oluşan bir aşk hikâyesi vardı. Milli piyango bileti çıkmış kadar sevindim. Güvenli bir yerde saklıyorum. Sonra şiir hep uyuyan bir aslan içimde, hissediyorum. Kimi kez esneyip geriniyor, iyi bir şeyler çıkıyor. Yazdıklarımı bekletmedeyim. Her şeyin zamanı, sırası var. "Acele giden, ecele gider," zihniyetindeyim.
Yazdıklarımın kitaplaşıp kitaplaşmaması pek umurumda değil, yazmak ve paylaşmak kısmıyla ilgiliyim. Ne mutlu bana ki, öykülerimi dinleyen, okuyan pek çok dostum var. Olgunlaşan armut dalında durmazmış. Bir Çin atasözü desem de inanmayın bunu da şimdi uydurdum.
Aynı anda tek bir şey yazmak gibi bir lükse sahip değilim.  Bir hafta içinde, en az beş öykü, iki roman, bir şiir..., hem kendi yazılarım, hem de öğrencileriminkiler üzerinde çalışıyorum. "Paralel düşünme", "hayatı kutucuklara ayırma", "şalter yaşam" gibi kendime ait uçuk yöntemler geliştirdim. Havuç doğrarken bir öğrencimin roman kahramanının bir falsosu düşebiliyor zihnime. Hemen telefon açıp fikrimi belirtiyorum.
Veli sabırsız bir çocuk, onun için diğerlerinin önüne geçti. Ben çocuk kitabı yazdığımı düşünmemiştim, öyle bir ayrım yapılmasını da yanlış buluyorum zaten. Romanı dinleyen herkes, bir çocuk kitabı olarak şansının yüksek olduğunda hemfikirdi. Veli'yi Günışığı'na teslim etmekle hayatımın en iyi işini yaptım. Muhteşem bir ekip. Müren Beykan, çok dikkatli, işini ciddiye alan bir editör. Sadi Güran'ın çizimlerini hep beğenirdim. Veli için yaptığı illüstrasyonları görünce "İşte," dedim "bu benim zihnimdeki Veli."
Kitabın iki kahramanı var Veli ve Ayasofya. Okumayı  bitirdiğimde yıllarca İstanbul'da yaşadığım halde Ayasofya hakkında ne kadar az şey bildiğimi fark ettim ve utandım. Yazım sürecinde Ayasofya ile ilgili epey araştırma yapmış olmalısınız. Metinde Ayasofya ile ilgili okuduklarımızın ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek?
Başkalarının bakmadığı yerlere bakmak, başkalarının görmediklerini görmeye çalışmak. Sonra çevredeki insanlarla sohbet etmek, defalarca müzeye gidip gezmek, bahçesinde oturmak, kahve içmek, arka sokaklarda dolaşmak, çokça yaptığım şeylerdi. Okumak ve internet araştırması daha sonra geldi. Arkadaşlarımın restorasyon projesinde görev alması da başka bir şansımdı. Kitapta bahsi geçen dev iskeleye çıktım. Muhteşem bir his.
Ayasofya enerjisi yüksek bir mekân. İçeri adımımı attığım andan itibaren bunu hissediyorum. İnsanların başları yukarıda, hayranlıkla dolaşmaları, fısıldayarak konuşmaları, aceleci adımların karanlık koridorda gezinmeleri, serin taşlar... Bilemiyorum belki de ben hayal ediyorum  tüm bunları. Gerçek ne ki zaten? Hepimizin, kendi içinde yaşadığı zavallı bir dünyası var. Her şey burada ne gördüğünüzü  bağlı. Ben de kendi gördüklerimi anlatma derdindeyim işte...
Sizce insanlar neden Ayasofya Konuştu'yu okumalı?
Meli, malılardan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorum. Tüm kitaplar zevk için okunur, mecburiyete dönüştüğünde, okullarda görüyoruz  bunu veya bazı entelektüel çevrelerde, "bunu okumadın mı sen" diye bir baskı uyguluyorlar etrafındakilere, işte bu tüm kitap okuma zevkini öldürüyor.
Ayasofya Konuştu'yu okuyanlar olursa hoşuma gider elbet. Bir iki gün önce bir okuyucu defalarca müzeye gittiğini ama orada bir vaftiz teknesinin olduğunu bilmediğini söyledi. En kısa zamanda gidip bakacakmış. Bir de ahşap yangın merdivenini görmek istiyormuş. Bu sevindirdi beni. Bir de yoğun istek var, bir grupla okuma gezisi yapacağım. Şöyle olacak, Veli'nin mahallesinden başlayarak Ayasofya'ya yürüyüp sayfa sayfa olayların geçtiği yerleri gezeceğiz, efsaneleri konuşacağız. Çok heyecan verici bir şey.

Çocuk Füsun ve yetişkin Füsun'un en çok sevdiği üç çocuk kitabı ve kahramanları kimdir? Birer cümleyle nedenini öğrenebilir miyim?

Çocuk Füsun'un sevdiği o kadar çok kitap var ki ancak ilk aklına gelenleri sıralayabildi... Demiryolu Çocukları, üç kardeşin en büyüğü Roberta, babalarının suçsuz olduğuna inandığı ve bir gün geri döneceği umudunu hiç yitirmediği için.
Gizli Bahçe, hayvan eğiticisi Dickon, huysuz kız Mary'yi yola soktuğu ve onun içindeki gizli bahçeyi açığa çıkardığı için.
Küçük Hafiyeler - Emil ve Detektifler, Emil, parasını çalan hırsızların peşine düşme cesareti gösterebildiği için
Yetişkin Füsun'un sevdikleri...
Konrad ya da Konserve Kutusundan Çıkan Çocuk, Bayan Bartoletti, herkesin gönlünde yatan mükemmel çocukla dalga geçtiği için.
Pıtırcık, Nicolas ve ailesi, her yerde olan çok gerçek bir aile oldukları ve sıkça kavga ettikleri için. (Kendi ailemin garipliklerini çekilir kılıyor bu kitap)
Benim Adım Manolito, iç çamaşırlarıyla evde dolaşan dedesi, ucuz diye aile fertlerine kimono satın alan annesi, kamyon şoförü babası ve feci matrak sınıf arkadaşları var... Büyük veya küçük bir çocuk daha ne ister ki?

6 Nisan 2015 Pazartesi

ŞAHMARAN SENİ ÇAĞIRIYOR


Mezopotamya coğrafyasının ortak motifi yılanların şahı, yarısı insan yarısı yılan Şahmaran'ı yakından tanımak ister misiniz? "Soğuk yılan" imgesi yüzünden bilinçaltınıza yerleşen korku, tedirginlik gibi duyguları  bir kenara atın. Okumaya, dinlemeye devam edin. Hikâyedeki asil, ihanete uğrayıp ölüme giderken bile sevdiğini affeden kahramanın Şahmaran, ihanet eden, hain olanın ise insan olduğunu göreceksiniz.
İnsan nankördür, ufacık menfaatler için ihanet edebilir!
Şahmaran, bu potansiyelin hepimizin içinde var olduğunu biliyor. Onun suretine baktıkça içimizdeki karanlıkla yüzleşiyor, sevginin gücünü, bağışlayabilmenin bilgeliğini ve erdemini hatırlıyoruz.
Onun çağrısını henüz çocuk yaşlarda alan, Mardin çarşısında Ebu Burak olarak bilinen cam altı Şahmaran ustası Tacettin Toparlı ile Şahmaran'ı, Mardin çarşısını, unutulmaya yüz tutan el sanatlarını konuştuk.



Şahmaran'la tanışma hikâyenizi öğrenebilir miyim?
Şahmaran'la tanışmam küçük yaşlarda oldu. En büyük şansım onunla en saf yaşlarımda karşılaşmamdır. Bir gün geldiğimde dükkânda asılı duruyordu. Daha önce de görmüştüm Şahmaran'ı ama o an iletişime geçtik. Bu buluşma geç mi erken mi diye hiç sorgulamadan konuştuk. Belki bilgi suyundan ikram etti ve o sudan içtim. Kim bilir...
 
Ustalığa giden yolda size ilham veren, iyi tavsiyelerde bulunan öğretmenleriniz kimler oldu?
Çarşıda büyüyünce doğal olarak bilgiyi sizden daha tecrübeli insanlardan, yaşanmışlıklardan alıyor, hep onlarla yaşıyorsunuz. Genel olarak tavsiye üzerinden ilerliyor ama daima size daha yakın birisi oluyor çünkü bir ustanın hayallerini, gerçekleştirmek istediklerini devam ettirebilmesi için hayatını, bilgisini, birikimini bir diğerine teslim etmesi, aktarması gerekir. Bu bir döngüdür.
 
El sanatlarıyla uğraşan ustaların yüzlerce yıldan beri süregelen geleneksel çizimleri taklit edip uyguladıkları, kişisel yorum katmadıkları söylenir. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Tüm cam altı Şahmaranları aynı şekilde mi çiziliyor? Yoksa her usta az da olsa kendi yorumunu katıyor mu?
Bir şeyi yapmak önemli değildir. Uzun süre aynı şeyle uğraşırsanız onun yapımı size daha kolay gelir. Bir öğretinin devam etmesi için bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde yaparsanız gelenek ortaya çıkar. Tüm insanlar birbirine benzer ama hiçbir insan birbirinin aynı değildir. Cam altı ustasının, cam altı çalışanının bir duygusu vardır. Bu yaptığı şeye yansır çünkü katmandan geçer. Her bir el sahibi katmandan geçer. Cam altı çalışanları için estetik, büyük bir amaç değildir. Esas olan öğretisi ve vermek istediği toplumsal mesajdır. Herkes neyi biliyorsa o duyguda çizer.
 
Cam altı resimleriniz hakkında teknik bilgi verebilir misiniz? Ne tip boya kullanıyorsunuz? Bir cam altı resmini ne kadar sürede tamamlıyorsunuz?
Camla çalışmak tamamen serbestliktir. Beğendiğiniz bir formu cama çiziyorsunuz ve formun iskeleti çıkıyor. Her fırça darbesiyle resimden uzaklaşıyorsunuz ama aynı anda bir başka görme yetisi kazanıyorsunuz. Yaptığınız şeyi görmüyorsunuz. O yüzden büyülü bir resimdir, cama yapılan.
Eskiden tamamen yağlı boya, seramik boyası kullanıyorduk ancak yağlı boya geç kuruyordu. Artan taleple birlikte son zamanlarda daha hızlı kuruduğu için akrilik ve cam boyası kullanmaya başladık.
Bir Şahmaran bir günde yerini almaya hazır hâle geliyor.
 
Kaybolmaya yüz tutan bakırcılık, kalaycılık, taş işçiliği, cam altı resim gibi el sanatları usta-çırak ilişkisi ile devam eden meslekler. Son yıllarda tüm  bu el sanatlarına özellikle Şahmaran cam altı resimlerine yurt içi ve dışında ilginin arttığını, yurt dışında festivallere davet edildiğinizi, Mardin Müzesi bünyesinde çocuklarla Şahmaran atölyesi yaptığınızı biliyorum. Kültürel mirası korumaya yönelik bu çalışmaların hepsi önemli ve de kıymetli ancak sizce yeterli mi? Mardin çarşısında son durum nedir? Yeni ustalar yetişiyor mu?
Tanıtım ve temsil turlarına katılıyoruz. Şahmaran, bizim yaşamımızın bir parçası. Yaşamak ve yaşatmak adına, var olan geleneğin kaybolmaması adına söylemlerde bulunuyoruz. Dünyanın neresine giderseniz gidin durum aynı. Gelenek unutuluyor. Hayata aktarılamıyor. Hatırlatmak için elimizden geleni yapıyoruz ancak bu bilgiyi, birikimi, geleneği teslim alacak kişilerin çok azaldığı, hatta neredeyse yok olduğu bir durumla karşı karşıyayız.

Çocukluğunuzdan itibaren Mardin Çarşısındasınız. Geçmişten bugüne pek çok değişikliğe tanık oldunuz. Bunlardan biri de şimdi kaybolmaya yüz tutan, neredeyse unutulan çarşıdaki ustaların kendi aralarında konuştuğu bir dil olan Kalaycılar dili. Bize biraz bu dilden bahseder misiniz? Bu dil, nasıl ve hangi ihtiyaçla doğmuş? Kayıt altına almak ve unutulmaması için özel bir çalışma yapılıyor mu?
Yapılan ticarette iyi ve kötü olayların başkaları tarafından anlaşılmaması için kendi aramızda kullandığımız bir dildi. Çarşıda ailemizle geçirdiğimiz zamandan daha fazlasını geçiriyorduk. Ustalarımızdan öğrendik. Onların kullandığı kelimeleri bir ara kullandık. Sonra yok oldu. Şu anda kimse kullanmıyor. Kullanabilecek kimse kalmadı.

Son olarak bundan sonraki çalışmalarınızla ilgili kısaca bilgi alabilir miyim? Ufukta yeni bir sergi ya da proje haberi var mı? Teşekkür ederim.
Ellerimin büyüsünün yanı sıra dilimin büyüsünü de kullanmak istedim. Artık çizimle beraber masal da anlatıyorum çünkü kimse masal anlatmamaya başladı.





2 Nisan 2015 Perşembe

YILANKALE

Yılankale Mezopotamya kültürünün ortak motifi Şahmeran'ın hikâyesini anlatan bir çocuk kitabı.
Yazarı Miyase Sertbarut, Tarsus varyantı üzerinden dillendirmiş efsaneyi. Kitabı okumayı bitirdiğinizde bir de bakıyorsunuz Şahmeran efsanesini, yöre halkının Şahmeran'ın yaşadığına dair inançlarını, efsanenin yaslandığı felsefeyi öğrenivermişsiniz.
Şahmeran, hiç yaşlanmayan, ölünce ruhunun kızına geçtiğine inanılan yarısı yılan, yarısı insan bir varlıktır, yılanların Şahıdır.
Bir ihanet sonucu kendisini yerin yedi kat altında, Şahmeran'ın sarayında bulan Camsap yıllarca onlarla birlikte yaşar. Benzerlerinin yanına dönme isteğini daha fazla bastıramayınca yalvarır yakarır, Şahmeran'a. Evine döndüğünde Şahmeran'ın yeri hakkında tek kelime etmeyeceğine dair söz verir. Ancak bir kez ihanetle çizilmiştir yolu, istemese de Şahmeran'ı ele verir. Efsanenin sonunda Şahmeran yaptığı iyiliğe karşın ölür. Bu son, belli ki içine sinmez Miyase Sertbarut'un. Hiçbir varyantta olmayan bir ilaveyle çözüm yolunu bulur. Şahmeran, ölümünden önce bir yumurta bırakır ve Şahmeran'ın ruhunu taşıyan, yumurtadan çıkan kızı, yılanların yeni şahı olur. Bu defa daha temkinlidir Şahmeran, insanlarla yeniden karşılaşmamaya yeminli. Tarsus kenti yılanlar tarafından istila edilmediğine, insanlar hâlâ oralarda çiftçilik, hayvancılık yapabildiğine göre yılanların öfkesini kontrol eden bir Şahmeran yaşıyordur belki de, kim bilir...
Miyase Sertbarut'la Yılankale kitabı, Şahmeran efsanesi ve edebiyat üzerine konuştuk. 

50 kelimeyle bize kim olduğunuzu anlatabilir misiniz?

İşte bu 50 kelimeyi bulamadığım için yazmaya devam eden biriyim. Kendini yazarak arayan, bulduğunu sandığı şeyin bir süre sonra kendisi olmadığını anlayan, sözcüklere âşık, onlarla oynamayı seven, hayal ile gerçeği harmanlayan, hangisinin gerçek hangisinin hayal olduğunu çoğu zaman karıştıran biriyim. Daha somut şeyler isterseniz Çukurova'da doğmuş, ama çoğu zaman bozkır iklimlerinde bulunmuş  52 yaşında bir kadınım.
Tuna'nın Büyülü Gemisi ve Kırmızı Kartal adlı iki uzun öyküden oluşan dosyanızla 2003 Tudem Edebiyat Ödülleri Öykü birinciliğini kazandınız ve bu öyküler iki ayrı kitap halinde yayımlandı. Yazmaya başladığınız ilk andan, kazandığınız ödül ve dosyanızın kitaplaştırılmasına uzanan süreçte yazı öğretmenleriniz (size ilham veren metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi tavsiyede bulunan dostlar) kim oldu?

Öncelikle Orhan Kemal'in romanları. Onun kısa cümleleri, yalın akan anlatımı, diyaloglarının inandırıcılığı. Sonra Mehmet Seyda. Onun da insanın iç dünyasında gezinmesi, ruhsal çözümlemeler yapması, karakterlerini derinlemesine işlemesi, kimi zaman onlarla dalga geçmesi beni hep etkiledi. Bazen kötü metinler de yol gösterdi, "Ben böyle yazmamalıyım," dedirtti. Yani çocukluğumda ilk etkisinde kaldığım masal olan "Sihirli Fasulyeler" den son zamanlarda beğeniyle okuduğum Cemil Kavukçu'nun Tasmalı Güvercin'ine kadar tüm metinlerden farkında olmadan öğrendiğim çok şey var ve bu devam edecek.
Yılankale, Tudem Yayınları'ndan çıkan 12. kitabınız. Konusunu Mezopotamya halklarının ortak motifi Şahmeran'ın hikâyesinden alıyor. Şahmeran, Anadolu'da özellikle Mardin ve Tarsus yöresinde halk tarafından benimsenen, anlatılan, uğur ve bereket getirmesi için evlere resmi asılan sözlü halk kültürüne ait önemli bir motif. Şahmeran'ı bir çocuk kitabı kahramanı yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
Şahmeran efsanesini çocukken ilk dinlediğimde "İnsan denen varlık ne kadar vefasızmış, iyilik bilmezmiş" diye düşünmüştüm. Onun öldürülmüş olması hep sızlatır içimi. Yeniden doğmalıydı, daha akıllı, daha dikkatli  olmalıydı. Yılankale romanı bu hayalimi gerçekleştirmek için bir fırsat sundu bana. Efsaneyi yeni baştan yazamazdım, halkların hafızasında yer eden hikâyeyi değiştiremezdim ama neden kendisi gibi birini emanet etmemiş olsun bu topraklara? Bu fikirle insanların var olduğunu bilmedikleri o yılan yumurtasının Yılankale'nin derinliklerinde olduğunu hayal ettim. Günü geldi ve yumurta çatladı, içinden çıkan Şahmeran'ı kızıydı, annesinin bıraktığı yerden yaşamaya devam etti. Hem içimdeki sızıya bir teselli, hem çocukluğumun Şahmeran'ına bir vefa sunmak istedim belki.
Şahmeran'ın hikâyesini anlatırken Tarsus varyantını tercih etmiş, mekân olarak da Yılankale'yi seçmişsiniz. Bunun özel bir sebebi var mı?

Yılankale gerçek bir kale olarak benim doğduğum yerde, Ceyhan'da hükmünü sürmeye devam ediyor. Taşlar uzun ömürlü, efsaneler de öyle. Aralarında böyle bir benzerlik olsa da büyük bir de fark var. Taşları görür ve dokunabilirsin, ama efsane ağızdan ağıza, kulaktan kulağa biçim, renk, motif değiştirir. Efsanenin esnekliği ve taşınabilirliği ile kalenin hantallığı ve sabitliği ilginç göründü gözüme. Yörede Yılankale'ye Şahmeran kalesi diyenler de var. Bu kaleye iki üç kez çıktım. Belki ben de iz aradım, efsanenin izini... Bulamadım, gerçek bir yılanla bile karşılaşmadım orada. Gerçekte bulamadığım şeylerle yazarken karşılaşmak hoşuma gidiyor, çünkü yazdıklarımı başka bir düzlemde yaşıyormuş hissine kapılıyorum. Romandaki çocuklar benim bulamadığımı böylece buldular, Şahmeran'ın uzun siyah saçından bir tel. Yani çocuklarla birlikte hem o kalede gerçek adımlarla yeniden dolaşmış gibi oldum, hem de aradığımı buldum.
Çocuklar ve yetişkinler neden Yılankale'yi okumalı?

İnsanların okuma gerekçeleri o kadar farklı ki, hem bunu yazar olarak ben söylememeliyim. Bazen kapak hoşuna gider okuyucunun, bazen kitabın adı, bazen "şu sıralar okuyacak bir şey yok elimde" diye bile okunabilir bir kitap. Yılankale en çok beklenmedik sonu için okunmalı belki de.
Son olarak okur Miyase Sertbarut'u tanıyabilir miyiz? Kimleri okumayı sever? Teşekkür ederim.

Çok karışık bir okuma düzenim var. Daha doğrusu düzensiz ve plansız okurum. Hani Yılankale'de Sahaf Sami var ya, işte onun gibi ben de bazen kitap avcılığı yapar bitpazarlarında kitap yığınlarını karıştırırım. Oralarda eski, yeni, çok satan ya da keşfedilmemiş kitaplar vardır. İşte o yığınların başında kitap keşfetmeyi severim. Pek çok sevdiğim yazar var. Latife Tekin, Cemil Kavukçu, Hasan Ali Toptaş, Emrah Serbes, Hakan Günday, Şebnem İşigüzel, Johne Boyne, Neil Gaiman ve daha pek çok...

Söyleşi için ben de teşekkür ederim. Yılankale'de bir daha dolaşmamı sağladınız; kim bilir o hüzünlü Şahmeran da sevinmiş olabilir yeniden kendinden bahsedilmesine.