7 Nisan 2015 Salı

AYASOFYA KONUŞTU

"Yazar, yürüyen insandır," diyor İnez Baranay.
Başı dolu, avare yürümek, gerçekten de insana ilham veriyor. Günümüzden yüzlerce, binlerce yıl önce insanlara ev sahipliği yapan mekânları, bir yere yetişme derdi, telaşı olmaksızın, kendini akışa bırakarak gezmek, onların fısıldadıklarına kulak vermek, taşlara dokunmak, geçen zamanın bıraktığı izleri seyretmek ve hayal etmek... İstanbul bu açıdan çok renkli ve zengin bir şehir. Edebiyat severlere yazı ve tarihi mekânları birleştiren keyifli etkinlikler sunmayı da ihmal etmiyor. Bunlardan biri de Yeşim Cimcoz'un Yazıevi bünyesinde yürüttüğü "İstanbul'u Yazıyorum" atölyesi.
İlk kez 2010 yılında düzenlenen atölyede, katılımcılar, her ay şehrin bir semtine giderek sokaklara dağılmış, dolaşmış, o anda akıllarına gelen kelimeleri düşünmeden, durmadan yazmış, birbirlerini kırmadan, yazıya küstürmeden oturdukları bir kafede paylaşmışlar. Yaklaşık üç yıl boyunca... Füsun Çetinel ile o gezilerden birinde Sultanahmet sokaklarında doğurduğu, kelimeleriyle büyüttüğü Ayasofya Konuştu'nun kahramanı Veli, yazmak, çocuk kitapları ve en sevdiği roman kahramanları üzerine konuştuk. 

50 kelimeyle bize kim olduğunuzu anlatır mısınız?
Yazmayı, yazdırmayı, cesaret vermeyi, kediyi, kahveyi, çiçeği böceği, yürümeyi, yürürken öykü, şiir, roman bölümleri kurgulamayı, kelimeleri önüme gelen yere karalamayı, yemeği, kargayı, martıyı, çocukları, Burgazada'yı, Sait Faik ve diğer yazarları, sinemayı, dramayı, kitapçıları, bitpazarını, trenleri, koleksiyon yapmayı, boya kalemlerini, misket ve oyuncakları, çalışma kamplarını, sosyal sorumluluk projelerini, gülmeyi, güldürmeyi, insanların hikâyelerini dinlemeyi, İstanbul'u (sanırım 50 kelime oldu) seviyorum. Sanırım her şeyi seviyorum diyebiliriz.

Yazmaya başladığınız andan Ayasofya Konuştu'nun yayımlanmasına uzanan yazı yolculuğunda öğretmenleriniz (size ilham veren metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kim oldu?

2010 yılında sevgili Yeçim Cimcoz, İstanbul'u Yazıyorum adı altında bir etkinlik başlatmıştı. Her ay şehrin farklı bir semtini gezip bir şeyler yazıyor sonra da bir kafede birbirimize okuyorduk. Düzeltme yok, yerden yere vurma yok, yalınca alkış vardı. Üç yıl devam eden bu projeye katılanlar, yalnızca birbirinin yazdıklarını dinleyerek epey yol katettiler.
1 Kasım 2011 buluşmasında ise, mekânlar ve efsaneler üzerine bir yazı çalışması yapacaktık. İlk durağımız Ayasofya'ydı. Sultanahmet'in parke taşlı arka sokaklarını tek başıma dolaştım, bir çocuk canlandı hayalimde. Veli'nin yaşadığı ev, yürüdüğü kaldırım gözlerimin önünde beliriverdi. Bir daha da aklımdan çıkmadı Veli. Ete kemiğe büründü kelimeler sayesinde. O gün alelacele karaladığım kısa öykü, kitabın ikinci bölümü olan Deli'nin Veli'si.
O sırada Murat Gülsoy Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'ne devam ediyordum. Atölyede bu öyküyü okuduğumda arkadaşlarım Veli'yi pek sevdi. Murat Gülsoy, "Siz koca bir dünya yaratmışsınız, burada kesemezsiniz mutlaka devamını yazmalısınız," deyince, geriye Veli'nin başını dertten derde sokmak kaldı bana. Veli'nin doğumuna şahit olmuş bir sürü dostum var, bu da ayrı bir keyif veriyor bana.
Yazı Evi'nde danışmanlık, hayalet yazarlık, çocuklarla hikâye atölyesi, Öykünün Ev Hali bloğu, pek çok edebiyat dergisi ve internet sitelerinde yayımlanan öyküler ve yazılar... Sizden bir kitap haberi almak şaşırtıcı değildi ancak ben ilk kitabın bir öykü kitabı olacağını düşünüyordum doğrusu. Veli, diğer öykü kahramanlarını nasıl oldu da susturdu ve kendi hikâyesini yazdırdı? Ya da dile gelen Ayasofya'nın kendisi miydi? 
Öyküler hep olacak yaşamımda çünkü bir şekilde gelip beni buluyorlar. Beni yaz, beni yaz, diye tepinip duruyorlar, bazen bir diyalog, bazen bir sıfat, kimi kez bir metro durağı adı olarak... Geçenlerde sokaktan geçen seyyar satıcıdan bir hatıra defteri kurtardım, içinde mektuplardan oluşan bir aşk hikâyesi vardı. Milli piyango bileti çıkmış kadar sevindim. Güvenli bir yerde saklıyorum. Sonra şiir hep uyuyan bir aslan içimde, hissediyorum. Kimi kez esneyip geriniyor, iyi bir şeyler çıkıyor. Yazdıklarımı bekletmedeyim. Her şeyin zamanı, sırası var. "Acele giden, ecele gider," zihniyetindeyim.
Yazdıklarımın kitaplaşıp kitaplaşmaması pek umurumda değil, yazmak ve paylaşmak kısmıyla ilgiliyim. Ne mutlu bana ki, öykülerimi dinleyen, okuyan pek çok dostum var. Olgunlaşan armut dalında durmazmış. Bir Çin atasözü desem de inanmayın bunu da şimdi uydurdum.
Aynı anda tek bir şey yazmak gibi bir lükse sahip değilim.  Bir hafta içinde, en az beş öykü, iki roman, bir şiir..., hem kendi yazılarım, hem de öğrencileriminkiler üzerinde çalışıyorum. "Paralel düşünme", "hayatı kutucuklara ayırma", "şalter yaşam" gibi kendime ait uçuk yöntemler geliştirdim. Havuç doğrarken bir öğrencimin roman kahramanının bir falsosu düşebiliyor zihnime. Hemen telefon açıp fikrimi belirtiyorum.
Veli sabırsız bir çocuk, onun için diğerlerinin önüne geçti. Ben çocuk kitabı yazdığımı düşünmemiştim, öyle bir ayrım yapılmasını da yanlış buluyorum zaten. Romanı dinleyen herkes, bir çocuk kitabı olarak şansının yüksek olduğunda hemfikirdi. Veli'yi Günışığı'na teslim etmekle hayatımın en iyi işini yaptım. Muhteşem bir ekip. Müren Beykan, çok dikkatli, işini ciddiye alan bir editör. Sadi Güran'ın çizimlerini hep beğenirdim. Veli için yaptığı illüstrasyonları görünce "İşte," dedim "bu benim zihnimdeki Veli."
Kitabın iki kahramanı var Veli ve Ayasofya. Okumayı  bitirdiğimde yıllarca İstanbul'da yaşadığım halde Ayasofya hakkında ne kadar az şey bildiğimi fark ettim ve utandım. Yazım sürecinde Ayasofya ile ilgili epey araştırma yapmış olmalısınız. Metinde Ayasofya ile ilgili okuduklarımızın ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek?
Başkalarının bakmadığı yerlere bakmak, başkalarının görmediklerini görmeye çalışmak. Sonra çevredeki insanlarla sohbet etmek, defalarca müzeye gidip gezmek, bahçesinde oturmak, kahve içmek, arka sokaklarda dolaşmak, çokça yaptığım şeylerdi. Okumak ve internet araştırması daha sonra geldi. Arkadaşlarımın restorasyon projesinde görev alması da başka bir şansımdı. Kitapta bahsi geçen dev iskeleye çıktım. Muhteşem bir his.
Ayasofya enerjisi yüksek bir mekân. İçeri adımımı attığım andan itibaren bunu hissediyorum. İnsanların başları yukarıda, hayranlıkla dolaşmaları, fısıldayarak konuşmaları, aceleci adımların karanlık koridorda gezinmeleri, serin taşlar... Bilemiyorum belki de ben hayal ediyorum  tüm bunları. Gerçek ne ki zaten? Hepimizin, kendi içinde yaşadığı zavallı bir dünyası var. Her şey burada ne gördüğünüzü  bağlı. Ben de kendi gördüklerimi anlatma derdindeyim işte...
Sizce insanlar neden Ayasofya Konuştu'yu okumalı?
Meli, malılardan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorum. Tüm kitaplar zevk için okunur, mecburiyete dönüştüğünde, okullarda görüyoruz  bunu veya bazı entelektüel çevrelerde, "bunu okumadın mı sen" diye bir baskı uyguluyorlar etrafındakilere, işte bu tüm kitap okuma zevkini öldürüyor.
Ayasofya Konuştu'yu okuyanlar olursa hoşuma gider elbet. Bir iki gün önce bir okuyucu defalarca müzeye gittiğini ama orada bir vaftiz teknesinin olduğunu bilmediğini söyledi. En kısa zamanda gidip bakacakmış. Bir de ahşap yangın merdivenini görmek istiyormuş. Bu sevindirdi beni. Bir de yoğun istek var, bir grupla okuma gezisi yapacağım. Şöyle olacak, Veli'nin mahallesinden başlayarak Ayasofya'ya yürüyüp sayfa sayfa olayların geçtiği yerleri gezeceğiz, efsaneleri konuşacağız. Çok heyecan verici bir şey.

Çocuk Füsun ve yetişkin Füsun'un en çok sevdiği üç çocuk kitabı ve kahramanları kimdir? Birer cümleyle nedenini öğrenebilir miyim?

Çocuk Füsun'un sevdiği o kadar çok kitap var ki ancak ilk aklına gelenleri sıralayabildi... Demiryolu Çocukları, üç kardeşin en büyüğü Roberta, babalarının suçsuz olduğuna inandığı ve bir gün geri döneceği umudunu hiç yitirmediği için.
Gizli Bahçe, hayvan eğiticisi Dickon, huysuz kız Mary'yi yola soktuğu ve onun içindeki gizli bahçeyi açığa çıkardığı için.
Küçük Hafiyeler - Emil ve Detektifler, Emil, parasını çalan hırsızların peşine düşme cesareti gösterebildiği için
Yetişkin Füsun'un sevdikleri...
Konrad ya da Konserve Kutusundan Çıkan Çocuk, Bayan Bartoletti, herkesin gönlünde yatan mükemmel çocukla dalga geçtiği için.
Pıtırcık, Nicolas ve ailesi, her yerde olan çok gerçek bir aile oldukları ve sıkça kavga ettikleri için. (Kendi ailemin garipliklerini çekilir kılıyor bu kitap)
Benim Adım Manolito, iç çamaşırlarıyla evde dolaşan dedesi, ucuz diye aile fertlerine kimono satın alan annesi, kamyon şoförü babası ve feci matrak sınıf arkadaşları var... Büyük veya küçük bir çocuk daha ne ister ki?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder