31 Temmuz 2015 Cuma
AZINLIK OLMAK
Tuhaf bir şey olmalı
azınlık olmak
diyordu adam.
Çevreme bakındım
hiçbir azınlık göremedim.
O zaman dedim ki
Eveet...
gerçekten öyle olmalı
Mitsuye Yamada
25 Temmuz 2015 Cumartesi
SİNE SÖZLÜK:"H"
A'dan Z'ye En Sevdiğim Filmler
Bırakın güneş içeri girsin! Savaşa hayır...
Filmin Künyesi
Yönetmen: Milos Forman
Senarist: Michael Weller
Oyuncular: John Savage, Treat Williams, Nicholas Ray, Beverly D'Angelo, Annie Golden
Müzik: Galt MacDermot
Yapım yılı: 1979 Almanya, ABD
Süre: 121 dk
Dil: İngilizce
Bırakın güneş içeri girsin! Savaşa hayır...
Filmin Künyesi
Yönetmen: Milos Forman
Senarist: Michael Weller
Oyuncular: John Savage, Treat Williams, Nicholas Ray, Beverly D'Angelo, Annie Golden
Müzik: Galt MacDermot
Yapım yılı: 1979 Almanya, ABD
Süre: 121 dk
Dil: İngilizce
22 Temmuz 2015 Çarşamba
CAN SIKINTISI, EDEBİYAT DERGİLERİ VE DİĞER ŞEYLER
0.Şu sıra canım çok sıkkın. Okuyorum ama yazamıyorum. Kafamın içinde bir sürü fikir dolanıyor, onlarca yarım kalmış paragraf... Bu ay bloğa yazdığım tek bir özgün yazı yok. Senem Tepe'nin kaleminden kendi yazı yolculuğu, bir Şükrü Erbaş şiiri ve yazarların yazma önerileri... Tembelim ama sorumsuz değilim. Kendime verdiğim "ayda sekiz yazı" sözünü tutuyorum. Bunu fark etmek utandırıyor beni. Maddeler halinde ilerleyebileceğimi düşünüyorum. (İşin aslı bazı bloglarda gördüğüm -özellikle Hikmet Hükümenoğlu'nun Okuma Notları- bu maddelerle yazma işini günün birinde yapmak istiyordum.)
1.Dün Cazkedisi dergisinin ikinci sayısı geldi. Çanakkale'ye gelen diğer dokuz sayı Kedikulağı Kitabevi'nde şiir severleri bekliyor. Hüseyin Peker, ilk sayıda Türk Şiirinin 'H'lerden Çektiği başlıklı yazısına sığdıramadığı şairleri yazmaya devam etmiş: türk şiirinde "H"lerin ardı arkası kesilmez
Bir de yeni bölüm var: genç kedi Hülya Deniz Ünal köşesinden genç şairleri gözetliyor. İlgiyle okudum.
Hakan Cem'in kaleme aldığı kyoto'dan istanbul'a satori şiiri haiku yazısı, uzun süredir bloğa haikuyla ilgili yazmak istediğimi hatırlattı.
2.Cazkedisi'ni karıştırırken bir yeni edebiyat dergisi daha geldi postayla: Öykülem. Sevgili Eyüp bir sayısını da bizim dükkâna hediye göndermiş, sağ olsun. Okuma köşesine, diğer dergilerin yanına koydum. Bekleyen hastaların korkusunu, gerginliğini alır, bolca okunur ümidiyle... İçinde o kadar çok sevdiğim öykücü vardı ki, nereden kimden başlayacağımı bilemedim bir an. Mehmet Fırat Pürselim'in Katmer öyküsünü okudum önce. Hazır sayfa açıkken yan komşusu Onur Çalı'nın Beni Niye Kırıyorsunuz? ile devam ettim. Bir koşu Hakkı İnanç'ın kapısını çaldım. Köpekler'i okudum hevesle. Güzel bir ilk sayı. Kaçırmayın.
3.Ve Sarnıç Öykü kapandı. Edebiyat dergilerinin, kitabevlerinin vedası hüzün veriyor insana. Türkiye'de dergicilik hiç kolay iş değil. Kemikleşmiş okur kitlesi olmayan, yeterli reklam desteği alamayan dergilerin uzun yıllar ayakta durması zor. İşin tuhaf yanı öykülerinin o dergilerde yayımlandığını görmek isteyenlerin sayısı, o dergilerin düzenli okur sayısından fazla (tahminimce). İtiraf etmek gerekirse ben de onlardan biriyim. Sıkı bir Sarnıç okuru değildim. Birkaç sayısını almıştım sadece. Okur olarak onlarca dergiyi almaya, okumaya ne zaman yeter ne de para... Haliyle seçiyor insan, dosya konusuna göre, içindeki yazarlara göre... Bu yüzden Sarnıç'ın vedasının ardından sosyal medyada kimilerince yapılan yorumların okurun bünyesine hak ettiğinden fazla suçluluk zerk ettiğini düşündüm.
Sarnıç Öykü veda etti ama şu hayatta pek az şey beni mart ayında Mevsim Kadar Sıcak Öpücükler isimli öykümün yayımlanacaklar listesine girdiğini haber almam kadar sevindirdi. İlk kez bir öykümün yayımlanmasını beklerken derginin kapandığı haberini aldım ancak bu yürüyüş devam edecekse eğer son olmayacağı kesin.
Sarnıç Öykü veda etti ama şu hayatta pek az şey beni mart ayında Mevsim Kadar Sıcak Öpücükler isimli öykümün yayımlanacaklar listesine girdiğini haber almam kadar sevindirdi. İlk kez bir öykümün yayımlanmasını beklerken derginin kapandığı haberini aldım ancak bu yürüyüş devam edecekse eğer son olmayacağı kesin.
4.Kahveyi azaltmalıyım. Çarpıntı yapıyor.
19 Temmuz 2015 Pazar
BİR YAZAR KENDİNİ NASIL EĞİTEBİLİR?
Önünde olup biteni izle. Balığa gittik diyelim, herkesin tam olarak ne yaptığını gör. Balığın zıplaması seni keyiflendiriyorsa bu duyguyu uyandıran eylemi net olarak bulana dek hafızanı tara. Oltanın sudan yükselişi mi, misinanın üzerindeki damlalar düşene dek bir keman teli gibi gerilmesi mi, yoksa suya vurması ve zıpladığında sıçrattığı sular mı? Etraftaki sesleri ve söylenenleri hatırla. Sende duygu uyandıran şeyi, heyecanı yaratan eylemi bul. Sonra bunu net olarak okuyucunun da anlayabileceği ve seninle aynı şekilde hissedebileceği şekilde yaz. Bu dört dörtlük bir egzersizdir.
Veya değişiklik olsun diye başkasının kafasına gir. Sana fırça attığımda kendini nasıl hissettiğin kadar benim kafamdan geçenleri de duyumsamaya çalış. Carlos Juan'a küfrederken ikisinin tarafından da bak. Sadece kimin haklı olduğunu düşünme. Bir insan olarak kimin haklı kimin haksız olduğunu bilirsin. Karar vermen ve bu kararları uygulaman gerekir. Bir yazar olarak yargılayamazsın, anlamalısın.
Şimdiyi dinle. İnsanlar konuşurken onları tamamıyla dinle. Kendi söyleyeceğin şeyi düşünme. İnsanların büyük kısmı çoğu zaman ne dinler ne de izler. Bir odaya girdikten sonra çıktığında odadaki her şeyi biliyor olmalısın ve üstelik sadece bununla kalmamalısın. Eğer o oda sana bir şey hissettirdiyse, sana o hissi verenin ne olduğunu net bir şekilde bilmelisin. Bunun pratiğini yap. Şehre indiğinde tiyatronun önünde bekle ve insanların taksi veya otomobillerden inişlerinin bile birbirinden ne kadar farklı olduğuna bak. Pratik yapmanın binlerce yolu vardır. Ayrıca daima diğer insanları düşün.
İnsanların sorularına verdikleri cevaplar dışında söylediklerini dinlemeyi uzun zaman önce bıraktın. Dinlemene gerek bıraktırmayacak kadar iyi malzemen de vardı. Bir yazarı kurutan budur işte, (hepimiz kururuz, bunu kişisel bir hakaret olarak alma) dinlememek. Her şeyin kaynağı budur. İzlemek, dinlemek. Yeterince iyi görüyorsun. Ama dinlemeyi bıraktın.
Kaynak: Yazmak Üzerine Ernset Hemingway Altıkırkbeş Yayınları
Hazırlayan Deniz Cansever
Çeviriler Deniz Kurt
16 Temmuz 2015 Perşembe
YAZARLARIN ÇALIŞMA ALIŞKANLIKLARI
Eğer Büyük Emir "Çok oku, çok yaz" ise -ki temin ederim öyle- ne kadar yazmak çok yazmak anlamına gelir? Elbette bu yazardan yazara değişir. Bu konuyla ilgili en sevdiğim öykülerden biri-muhtemelen gerçek olmaktan ziyade bir mittir- James Joyce ile ilgili (Joyce hakkında muhteşem öyküler vardır. Kesinlikle en sevdiklerimden biri, görüşü zayıfladığı zaman bir sütçü üniforması giyerek yazıyor olması. Bu üniformanın güneş ışınlarını yakalayıp kâğıda yansıttığına inandığı sanılıyor.) Hikâyeye göre bir gün bir dostu ziyaretine gelmiş ve büyük adamı son derece umutsuz bir halde yazı masasının başına serili halde bulmuş.
"James ne oldu?" diye sormuş. "İşle mi ilgili?"
Joyce kafasını kaldırıp arkadaşına bakmaya bile zahmet etmeden başıyla onaylamış. Tabi ki sorun işle ilgiliymiş, zaten hep öyle değil midir?
"Bugün kaç kelime yazdın?" diye kurcalamış arkadaşı.
Joyce (hâlâ umutsuz hâlâ kafası masada) "Yedi," demiş.
"Yedi mi? Ama James ... bu iyi, en azından senin için!"
"Evet," demiş Joyce sonunda başını kaldırıp. "Sanırım öyle ama onları nasıl bir sıraya sokacağımı bilmiyorum!"
"Evet," demiş Joyce sonunda başını kaldırıp. "Sanırım öyle ama onları nasıl bir sıraya sokacağımı bilmiyorum!"
Yelpazenin diğer ucunda da Anthony Trollope gibi yazarlar vardır. Trallope devasa kitaplar yazardı (Onu Bağışlayabilir misin? yeterli bir örnek; modern okurlar için bu kitabın adı, Acaba Bu Kitabı Bitirmeniz Mümkün mü? şeklinde değiştirilebilir.) ve şaşırtıcı bir şekilde art arda kitap bitirirdi. İngiliz Posta İdaresi'nde memur olarak çalışıyordu. (İngiltere'nin dört bir yanındaki kırmızı resmi posta kutuları Anthony Trollope'nin girişimidir.); her sabah işe gitmeden önce iki buçuk saat yazardı. Bu program asla şaşmıyordu. İki buçuk saati dolduğunda bir cümlenin yarısında kalmış bile olsa, ertesi sabah devam etmek üzere bırakıyordu. Ve eğer altı yüz sayfalık kalın kitaplarından biri, günlük çalışma programının bitmesine on beş dakika kala tamamlanmışsa, o kitaba Son yazıp kalan on beş dakikada yeni kitabını yazmaya başlıyordu.
Benim (Stephen King) kendi programım da oldukça nettir. Sabahlarım, yeni ne işle uğraşıyorsam ona aittir. Öğleden sonraları kestiririm ve mektuplarımla ilgilenirim. Akşamlarım ise okumak, aile, televizyonda Red Sox maçları ve beklemesi mümkün olmayan düzeltmeleri yapmakla geçer. Temel olarak, sabahlar benim en iyi yazı zamanlarımdır.
Röportajlarımda, Noel, Dört Temmuz ve doğum günüm dışında her gün yazdığımı söylemiştim. Bu bir yalandı. Onlara öyle dedim, çünkü bir röportajı kabul etmişseniz bir şeyler söylemeniz gerekiyor ve en azından yarı akıllıca bir şeyler söylemekte fayda var. Ayrıca bir işkolik olarak görünmek istemedim. İşin doğrusu her gün yazarım.
Eskiden şimdikinden daha hızlıydım; kitaplarımdan biri (The Running Man) bir haftada yazılmıştı, belki John Creasey* bile bunu bir başarı olarak kabul eder (ama Creasey'in o esrarlı kitaplarının birçoğunu iki günde yazdığını okumuştum. Sanırım sigarayı bırakmak yavaşlattı beni; nikotin büyük bir uyarıcı. Tabi ki sorun, bir yandan yazmanıza yardım ederken bir yandan sizi öldürüyor olması. Yine de, bir kitabın ilk müsveddesinin -uzun bir kitabın bile- üç aydan, yani bir mevsimden uzun sürmemesi gerektiğine inanıyorum. Daha uzadığı takdirde -en azından benim için- hikâye bir garip yabancılığa bürünüyor.
Ben günde 2000 kelime, yani on sayfa yazmayı severim. Bu da üç ayda ortalama 180.000 kelime eder ki, bir kitap için iyi bir uzunluk sayılır. Bazı günler o on sayfa kolayca çıkar; saat on bir buçukta yazmayı bırakıp ciğer sucuğu bulmuş bir fare gibi keyifle dışarıdaki ufak tefek işlerimi görmeye giderim. Yaşım ilerledikçe, kendimi masamda öğle yemeği yerken ve günün yazılarını on üç otuzda bitirirken bulmaya başladım. Bazen, kelimeler zor çıktığında, çay vakti geldiğinde hâlâ masamda oturur oluyorum. Benim için hepsi uygun, ama gerçekten çok gerekmedikçe o günlük 2000 kelimeyi yazmadan yerimden kalkma izni vermem kendime.
*Gizemli bir İngiliz yazarı olan John Creasey on değişik isim altında beş yüz adet kitap yazmıştır.
Bu yazı Stephen King'in Yazma Sanatı (Altın Kitaplar çeviri Pınar Öcal) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
*Gizemli bir İngiliz yazarı olan John Creasey on değişik isim altında beş yüz adet kitap yazmıştır.
Bu yazı Stephen King'in Yazma Sanatı (Altın Kitaplar çeviri Pınar Öcal) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
15 Temmuz 2015 Çarşamba
ERNEST HEMINGWAY'DEN YAZAR ADAYLARINA TAVSİYELER
Yazar tıkanıklığını aşmak için
... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: "Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz," diye düşünürüm. Sonunda o cümleyi yazar ve böylece devam ederim. O sıralarda kolaydı bunu yapmak, çünkü daima bildiğim, gördüğüm ya da birinden işittiğim doğru bir cümlem olurdu. Titizlikle veya bir şeyi tanıtır, takdim edermiş gibi yazmaya başlarsam o özenilmiş süslü püslü kısmı kesip atabileceğimi ve yazmış olduğum ilk doğru, yalın açıklayıcı cümle ile yeniden başlayabileceğimi keşfettim.
Kaynak: Yazmak Üzerine Ernest Hemingway
Altıkırkbeş Yayınları
Hazırlayan Deniz Cansever
Çeviriler Deniz Kurt
2 Temmuz 2015 Perşembe
KİMSE TEMİZİM DEMESİN
Sonra onlar çılgınlık bitip
Sürü dağılınca, yapayalnız gecelerde
Durgun ve dilsiz, yastıklara çivili
Bir mızıka sesiyle uyanmazlar mı
Asaf'ın ateşlere karşı çaldığı?..
Bir otel odasında gencecik çocuklar
Çırpındıkça bir yudum soluk için
Üzerine benzin döküp oynayanlar
Onlar birgün öpmeye eğilince çocuklarını
Dudaklarında duman ve yanık et kokusu
Boğum boğum tıkamaz mı soluklarını?..
Sevgisiz bir Tanrının kinle büyüttüğü
Ölüme tapınan o siyah adamlar
Onlar birgün yağmurlardan sonra
Güneş salkım salkım dallarda yanarken
Rüzgârdan utanıp sudan korkmazlar mı?..
Ayrılık herkesin kapısını çalar birgün
Dağlar kararırken ya da günün eşiğinde
Onlar, saz kırıp şiir yakanlar
İçlerinde gezinen kederi bir türküyle
Bastırmak isterlerse derinden ve sessiz
Çalmazlar mı duvarlara kirli bedenlerini?..
Kimse temizim demesin, kimse
Bütün bir ülke odun taşıdı Behçet'in yangınına...
Onlar, secdesi küf kıblesi korku olanlar
Onlar birgün ölüm menevişlenince içlerinde
Tütmez mi kirpiklerinde "dumanı lekesiz biri"?..
Şükrü Erbaş
1 Temmuz 2015 Çarşamba
NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (13)
BİR YÜRÜYÜŞÜN ÖYKÜSÜ
Yazar
oldum mu ya da hayatımın bir yerlerinde “Ben yazar olayım” dedim mi hiç, bilmiyorum. Ama çocukluğumdan
beri yazma duygusuyla dolaşmayı
sevdiğimi, dünyayı, onu zihnimde sürekli yeniden yazarak anlamaya çalıştığımı biliyorum.
Yazıyla
ilk münasebetim sanırım ilkokul üçüncü sınıftayken bir kompozisyon ödeviyle
başlamıştı. Öğretmenimiz bizden büyüyünce ne olmak istediğimizle ilgili bir
kompozisyon yazmamızı istemişti. Çocukken doktor olmak istiyordum. Doktor
olmaya ilişkin yazdığım bu kompozisyon öğretmenim tarafından özellikle seçilmiş
ve veli toplantısında okunma şerefine
nail olmuştu. Özellikle “Doktorlar hiç utanmadan kadınların karnından bebekleri
nasıl çıkarıyorlar, hiç anlamıyorum” gibi cümlelerim herkesi güldürmüştü. Annem
çok mutlu olmuş, eve geldiğinde bunları babama büyük bir heyecanla anlatmıştı.
Ondan sonra yine veli toplantısında okunur ve annem sevinir diye bir sürü
kompozisyon daha yazdım ama ün gelip geçici bir şeymiş, tekrar aynı başarıyı
yakalayamadım. Bu hayal kırıklığıyla
epey bir süre yazmadım, ta ki orta
ikinci sınıfta Türkçe öğretmenimiz karşı cinse yönelik bazı duygularımızın
ortaya çıktığı bir yaşta olduğumuzu söyleyerek bizi aşk şiiri yazmaya zorunlu
kılana kadar. Bir aşk şiiri yazma yarışmasıydı ve bu şiirden alacağımız not
aynı zamanda sözlü notu olacaktı.
Beklediğim fırsat sonunda gelmişti ama çok düşünmeme rağmen yazacak bir şey
bulamadım. Yarışma günü öğretmenimiz yazmayanların zayıf not alacağını son
derece ciddi bir yüz ifadesiyle tekrar vurguladığında biraz da tepki olarak şu
nadide dizeler dudaklarımdan döküldü:
Seviyor musun?
Hayır.
Sevmiyor musun?
Hayır.
Şeytan diyor ki
tut bacaklarını ayır.
Türkan
Hoca karmakarışık bir yüzle “Otur, dört” demişti. Böylece şanlı ineklik
tarihimin en zayıf notunu alarak ama arkadaşlarım tarafından takdirle karşılanarak
yerime oturdum.
Babamın
sık sık kardeşimle beni Gençlik Parkı’na
götürme vaadi ile kandırması ve parka götürmek yerine bize kitaplar alması aynı
yıllara denk düşer. Sosyal Yayınları’nın çocuk ve gençlik klasiklerini böylelikle okumaya başladım.
Bana okumayı o kitapların sevdirdiğini söyleyebilirim. Galiba ilk defa Bir
Çalgıcının Seyahati'ni okuduktan sonra böyle kitaplar yazabilmeyi düşledim. Ama çok uzak, gerçekleşmesi neredeyse imkânsız
bir düştü bu…
Sonraki yıllarda, lisede, kendi kendime şiirler yazdığımı ve bunları kimseye gösteremediğimi hatırlıyorum. Ama ikinci sınıfın son günü, bir cesaret hoşlandığım bir çocuğa şiirlerimden hediye etmiştim. Tabii olumlu ya da olumsuz herhangi bir dönüş olmamıştı. Bu defa gerçekten içimde bir ses, "Tut bacaklarını ayır." diyordu; okulların açılmasını sabırsızlıkla ve merakla bekliyordum. Ama yaz tatilleri o zaman uzun sürerdi.
Sonraki yıllarda, lisede, kendi kendime şiirler yazdığımı ve bunları kimseye gösteremediğimi hatırlıyorum. Ama ikinci sınıfın son günü, bir cesaret hoşlandığım bir çocuğa şiirlerimden hediye etmiştim. Tabii olumlu ya da olumsuz herhangi bir dönüş olmamıştı. Bu defa gerçekten içimde bir ses, "Tut bacaklarını ayır." diyordu; okulların açılmasını sabırsızlıkla ve merakla bekliyordum. Ama yaz tatilleri o zaman uzun sürerdi.
Okullar
açıldığında o çocuğun benimle bir daha konuşmamasının nedenini ona hediye
ettiğim şiirlere bağlasam da şiir yazmaktan vazgeçmedim. Ama şiirlerimdeki şiddet söylemi yerini sitemlere, anlaşılamamış olmanın
sızısına bırakmıştı. Üniversitede şiirlere
mektuplar ve denemeler de eklendi. Ama kurgusal
bir metin yazmak bana hâlâ uzaktı. Üniversitede birkaç sayı çıkabilen başarısız
dergi girişimlerinden sonra epeyce bir süre yazmayı bir kenara bıraktım. Çünkü
araya tiyatro aşkı girmişti.
Ankara
Barosu’nun tiyatro topluluğunu kurmuş ve çalışmalara başlamıştık. İlk oyunumuz
Haldun Taner’in Eşeğin Gölgesi isimli oyunu oldu. Çalışmalar sırasında en çok
keyif aldığım şeyin metin çözümlemesi yapmak olduğunu fark ettim. Karakterler
üzerinde düşünmek ve onları yorumlamak aslında bir nevi yazmak anlamına
geliyordu benim için. Öykü yazmaya ilk defa o zaman kalkıştım. İlk yazdığım
öykü, eski tip bir fotoğraf dükkânı ve onun vitrininde hapsolmuş, siyah beyaz
bir fotoğraftaki kadın hakkındaydı. Tiyatro macerası dört yıl sürdü. Baro
Tiyatrosu’ndan ayrıldığımda Uğur Mumcu Vakfı’nın düzenlediği yazma
seminerlerinden haberdar oldum. Aslında çok da bilinçli olmayarak ve merak
duygusuyla seminere başladım. Yazma seminerlerinin, atölyelerin faydası, zararı
elbette çok tartışılır ama bu seminerlerin yazma cesareti kazanma ve
yazabileceğimi görme açısından bana iyi geldiğini söyleyebilirim. Sonra, aslen orada
tanıştığımız arkadaşlarla toplanmayı, yazdıklarımızı, okuduklarımızı paylaşmayı
sürdürdük. 10 yıllık bu süreç içerisinde öykülerimiz dergilerde yayımlanmaya başladı.
Ardından kitaplar geldi...
Başta
dediğim gibi hâlâ kendimi yazar olarak görmüyorum. Öykü benim için hep uzaktaki
bir düş ve yazmak da ancak benim ona doğru yürüyüşüm olabilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)