30 Ağustos 2014 Cumartesi

BULUT



Bir Eylül sabahı.
Saat erken. Güneş doğmuş. Isıtamamış henüz günü.
Üşüyorum. Ellerimle çıplak kollarımı ısıtmaya çalışırken göz göze geliyoruz.
Anlıyor. Bulutları gösteriyor.
Önüme geçti,”
Neden bu kadar üşüdüğümün cevabını buluyorum.
Kaçıyorum gölgesinden bir adamın.
 

29 Ağustos 2014 Cuma

9 ADIMDA KIKIRDATAN ÇOCUK KİTABI YAZMANIN SIRLARI


Yukarıdaki sahne nasıl yaşatılır? Bir kitap bir çocuğu nasıl kıkırdatır?
Deniz ile okuduğum onlarca başarılı, eğlenceli okul öncesi kitaptan sonra bir anne ve okur olarak gözlemlerimdir:

Karakteri tanıtın.

Karakter bir sorun yaşasın.

Sorununu çözmek için bir yolculuğa çıksın. (Kısa ya da uzun)

Yolda birileriyle karşılaşsın.

Yolun sonunda mutlaka değişsin ve sorunu çözülsün.

Şiirli, şekerli, kafiyeli bir dili, tekrarlayan, hatırda kalacak nakaratları olsun.
 
"Iykk, böyk, iğrenç" gibi çocukları kıkırdatacak kelimeleri kullanmayı unutmayın.

Hikâyenin sonunda iyiler kazansın, kötüler kaybetsin.

Hikâye resimlerden muhakkak takip edilebilir olsun.


14 Ağustos 2014 Perşembe

VELHASIL MUTLUYDUM DÜN GECE

Dün gece 51. Troia festivalinin resmi açılış töreni için Troia'ya gittiğimde karışık duygular içindeydim. Heyecan, merak, utanç... Evet, utanç! Çocukluğum ve ilk gençliğim Çanakkale'de geçti. Çanakkale'ye geri döneli dört yıl oldu. Hâlâ Troia hakkında çok az şey biliyorum. Hesaplıyorum, antik kenti en son yirmi iki yıl önce gezmişim. Geçen yirmi iki yılda anfi tiyatro kalıntıları kısmen ortaya çıkarılmış. Efes ya da Side'deki gibi görkemli anfi tiyatrolar gelmesin aklınıza. Gene de meşe ağaçlarının arasından anfi tiyatroya doğru yürümek, binlerce yıl önce inşa edilmiş merdivenleri tırmanmak, kendimize oturacak yer bulmak ve Kazak asıllı piyanist Anjelika Akbar'ı böyle bir ortamda dinleyecek olmak heyecan vericiydi. Belediye başkanı Ülgür Gökhan'ın açılış konuşmasının geneline kardeşlik ve barış özlemi hâkimdi. “Kardeşliğin bu topraklarda mayası, bu havada kokusu vardı. Troya savaşında da Anadolu'nun tüm halkları kardeşti. Troialıların zor anlarında yanlarında Likyalılar, Mysialılar, Frigyalılar ve daha niceleri vardı. Çanakkale cephesindeki mücadelede de Anadolu'nun tüm hakları kardeşlikle birleşti. İşte Türkler, Kürtler, Aleviler, Sünniler ve daha niceleri şu karşıda koyun koyuna yatıyor. Onun için bu ülkede ayrımcılık yapanları işitebilecek kulaklarımız yok. Ne mutlu ki sağırız. Kimseyi fikrinden, kökeninden dolayı horlayacak dilimiz de yok. Onur duyuyoruz ki dilsiziz, lâlız. Kimseye inancından dolayı küçümseyerek bakacak gözlerimiz yok ve körlüğümüzle şeref duyarız. Onun için ben de bir Aleviyim, Sünniyim, Türküm, Kürdüm. Affınızı beklemeden Ermeniyim. Sıkılmadan Rumum. Ezanım, hazanım, çanım. Biz hepimiz adımız ne olursa olsun soy adı Türkiye olan kocaman bir aileyiz.” diye konuştu.
Tören 51. Troia Festivali Afiş Yarışması birincisi İdil Dilan Soyer'e ödülünün takdim edilmesiyle devam etti.
2002 yılından beri dağıtılan Homeros Bilim Sanat Kültür Ödülü Anjelika Akbar'a verildi. Ödülü alırken Akbar çok heyecanlıydı. "Şimdiye kadar bir çok ödül aldım. Ama  bu hayatımda aldığım en güzel ödül. Ben şuna inanıyorum: Dünyada savaş ne zaman bitecek? İçimizdeki barışı bulduğumuz zaman. Ben de içimdeki barışı bulmaya çalışacağım. Bu ödüle de layık olmaya çalışacağım." Piyanosunun başına oturduğunda ilk iş ayakkabılarını çıkardı. "Ayakkabılarımı çıkardım. Ben evimde böyle piyano çalıyorum, çıplak ayakla. Burası benim evim, siz de misafirimsiniz."
Ben kendi adıma Anjelika Akbar'ın evine misafir olmaktan çok hoşnut oldum. Çalacağı parçaya dair küçük açıklamalarına, her şarkı sonrasında kalkıp selam vermesine, gözleri kapalı, notalara bakmaksızın, müziği içinde duyarak çalmasına bayıldım. Heyecanı, coşkusu bana da geçti. Sözlerinin boğazına düğümlendiği, gözlerinin dolduğu her an, aynı şeyleri hissettim. Troia festivali için bestelediği Luvi bestesiyle ışık insanlarına, Luvilere bir selam yolladı. Gelibolu yarımadasında toprağın altında yatan binlerce genç huzurla uyumaya devam etsin diye Çanakkale Türküsü'nü bir ninni gibi çaldı. İki yıl önce kaybettiği felsefe profesörü ve orkestra şefi babası için Ukraynalı besteci Igor Shamo'nun  Türkçede "Şimdi nerelerdesin?" anlamına gelen bir valsini çaldı. Yalnız Çınar'ı dinlerken sahneler vardı gözlerimin önünde, Nâzım'a dair; 1951'de bir denizde genç bir arkadaşla ölümün üzerinde yürüyen, İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? adlı oyunu ilk gecenin ardından yasaklanan, Stalin'i eleştirdiği için rejim muhalifi damgası yiyen, Varna'dan "Karadeniz akıyor durmadan,/ deli hasret deli hasret,/ oğlum sana sesleniyorum?/ işitiyor musun,/ Memet! Memet!" dizeleriyle İstanbul'da bıraktığı oğluna seslenen, vatan haini olduğu için Türk vatandaşlığından çıkarılan, çok sevdiği partisinden ihraç edilen, Sovyet pasaportu alamayan, yıkılan putların altında ezilmeyen...
Aşk uğruna yıkılmış, yakılmış bir şehirde Aşk'ı dinledik, sonra Bachlike bestesini.
Eve dönüş yolunda ayın bize bir de sürprizi vardı. Neden ay, ufka yakın çok büyük görünüyor, bilmiyorum, muhtemelen bir göz yanılsaması, ama öyle büyük ve sarı-kırmızı görmek her defasında beni büyülüyor. Evin sokağına girdiğimde havaya karışan yasemin kokusunu da içime çekince... Velhasıl mutluydum dün gece.
 
 
 
 




9 Ağustos 2014 Cumartesi

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (2)


TAMAM, BENİM HAYATIM BU!

Doğan Kardeş dergisine bir şiirimi gönderdim: “Ne güzeldir şu dersler, bize bilgi verirler / Türkçe en önemlisi öğretir bize dilimizi” diye ilerleyen hece ölçüsü ile yazılmış bir şiirdi. Bu şiir Doğan Kardeş dergisinde yayımlandı; köşenin adını tam hatırlamıyorum ama Okurlardan Gelenler gibi bir şeydi. Tek bir vesikalığım vardı, ilkokula başlarken çekilmiş vesikalığım, onu koymuşlar, altında da şiirim. O süreçte benim için çok önemli bir şey oldu, babam bir hafta sonu “Gel bakalım, seni İstanbul'a götürüyorum.” dedi. O yolculuk hayatımı değiştiren yolculuklardan biridir. Bunu yaptığı için babamı bir kez daha rahmetle anıyorum. Ankara'dan trene bindik. İstanbul'a geldik. Haydarpaşa'da indik. Vapurla karşıya geçtik. Ver elini Cağaloğlu. Sonra Doğan Kardeş'in çıkarıldığı yere gittik. Babam orada bir beyefendiyle konuştu. Kimdi o beyefendi bilmiyorum ama beyaz saçları dökük, babacan biri var gözümün önünde. Yanıma geldi “Aferin” deyip başımı okşadı. Sonra döndü, o anda odada çalışmakta olan iki üç kişiye “Arkadaşlar, Ankara'dan yazar arkadaşımız gelmiş.” dedi. Benim hayatımı gerçekten değiştiren cümlelerden biridir. Bir anda herkes döndü selam verdi, “Merhaba evladım,” deyip yanağımı okşadılar filan. Birden şöyle bir şey hissettim; ben bir yazarım. O çocuksu sevgi ihtiyacının çok farklı bir şekilde giderildiği bir an yaşadım orada. Sonra matbaaya indirdi bizi. Derginin daha piyasaya verilmemiş sayısını aldı ve bana verdi. O noktada “Tamam, benim hayatım bu!” dedim.
Yekta Kopan
kaynak: Özgür Edebiyat Eylül-Ekim 2012 sayı no:35 
Söyleşinin tamamına ulaşmak için aşağıdaki linki tıklayın.

8 Ağustos 2014 Cuma

MUTFAK BÜYÜCÜLERİMDEN MASALLAR


Türkiye hızlı bir kentsel dönüşümden geçiyor. Başımızı hangi yöne çevirsek bir yıkım-yapım süreci var. Eskilerimizi alıyorlar. Yerine ne yıldız yapıyorlar, ne musîki, ne de şiir, varsa yoksa bina, bina, bina... Sokaklarımızı, mahallelerimizi, pastanelerimizi, kitapçılarımızı, anılarımızı kaybediyoruz, belleksizleşiyoruz. Bayram, yıl başı sofralarımız küçülüyor, eski tarifler siliniyor defterlerden, hatıralardan. Daha kolay, daha pratik olanlarla doluyor sofralar. Elimde tuttuğum kitabı, Birten Engin Naliş'in Haziran 2013'de Cinius Yayınlarından çıkan Mutfak Büyücülerimden Masallar'ını bu yüzden daha çok önemsiyorum. Bir yemek masalı olduğu için, geniş bir ailenin yurdun dört bir yanına dağılmış zengin mutfağından örnekler sunduğu, sayısı giderek azalan Hristiyan, Yahudi komşularımızın yemeklerini, âdetlerini hatırlattığı, sokaklarda artık duyamadığımız farklı aksanları bize işittirdiği, geçmiş tatların, kokuların, mekânların peşine düştüğü, hatırladıkları ve hatırlattıkları için. Bir ailenin kim olduğunu, nasıl yaşadıklarını anlamak istiyorsanız sofralarına oturmanız, çocuklarına bakmanız gerekir. Naliş'in kitabına giren sofralar renkli ve zengin, çocuklar mutlu.
Mutfak Büyücülerimden Masallar iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Naliş, bizi büyük ailesinin mutfaklarına davet ediyor, bu mutfakların sihirbazları ve büyücüleriyle tanıştırıyor. Bir yemeğin olmazsa olmazı en iyi malzemeyi bulmak için İstanbul'un pek çok semt pazarına çıkarıyor. Gidenlerin, dönmeyenlerin hikâyelerini serpiştiriyor satır aralarına. Kah gülümsüyorsunuz kah hüzünleniyorsunuz. İkinci bölümde ise ailenin büyücülerinin ve ilerleyen yıllarda yaşantısına tat-tuz katan dostlarının yemek tariflerini bir araya getiriyor.
Yemek masallarımı ve yemek tariflerimi tamamladığımda; bu eserin sadece benim hikâyelerim olmadığını hissettim. Arkada görünmeyen destekçilerim hep vardı. Onların soluklarını, “Afferin!”, “Eline sağlık.”, “Emeğimize değmiş.” sözlerini hep işittim. Ben de artık bazı yemekleri onlar kadar “lezzetli” yapabiliyorum diyor; hatta “el verme” cesaretini, bu özel hakkı da tanıyorum kendime...
Çoğu geçmişte kalan insanlarım büyük bir keyifle izliyor beni, ben de “kâğıt helva”mı yavaş yavaş bitirmeye çalışıyorum. Ben ısırdıkça; ne kadar dikkat edersem edeyim, ufacık parçacıklar dökülüyor yerlere kuşlar için, helvanın hışırtısı “rüzgâr devi”nin sesine karışıyor...
Birten, Mario Levi'nin Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'nden metinlerini, dilini, dostluğunu çok sevdiğim bir arkadaşım. Birten'in kitabını elime aldığımda, okuduğumda Mario Levi'nin, atölyeyi bitirirken söylediklerini hatırladım. “Yazamıyorsanız iki sebebi vardır. Bir yazacak şeyiniz yoktur, yazmayı bırakıp okuyun ya da yazacak çok şeyiniz vardır, nereden başlayacağınızı bilmiyor, korkuyorsunuzdur.” Görüyorum ki sevgili Birten, bir yerden başlamış. Yazacağına çok inandığım romanını beklerken ona ilk kitabıyla, edebiyata bakışıyla ilgili merak ettiklerimi sordum. O da beni kırmayıp cevapladı.


Okur Birten Engin Naliş'i tanıyabilir miyiz? En çok kimleri okumayı sever? Kütüphanesinin en kıymetli yazarları, şairleri kimdir? Kimleri dönüp dönüp okur?
Ben kendimi kitap kurdu olarak tanımlamasam da yakınlarında dolaştığımı biliyorum. Ortaokul yıllarından beri önce ders kitapları arasında çizgi romanlarla başlayan okuma keyfim yıllar içinde farklılaşarak ve seçerek okumaya döndü.
Olmazsa olmaz diye adlandırdığım yazarlarımı yazayım. İlk anda aklıma gelenler şöyle:
Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, W.Woolf, G.G.Marques, A.Maalouf, I.Yalom’u sayabilirim. (Maalesef hepsini çeviri olarak okuyabiliyorum. Çevirileri ustalarının yaptığını bilmeme rağmen yazıldığı dilde okuyabilmek isterdim.)
Tezer Özlü, Yusuf Atılgan, Yaşar Kemal, Oğuz Atay, Ferit Edgü, Selim İleri, Sait Faik, Haldun Taner, Leyla Erbil, Orhan Pamuk, Murathan Mungan ve Cem Mumcu anadilimin güzel sesleridir. Mehmet Uzun’u da Türkçe çeviri ile bu kervana katayım.
W.Reich’tan Dinle Küçük Adam, S. Exupery’den Küçük Prens ara ara kendini okutur.
Nâzım Hikmet, Özdemir Asaf ve Cemal Süreya’nın şiirlerinin gönlümdeki yerleri başkadır.
Mario Levi İstanbul Bir Masaldı kitabıyla beni büyülemiş ve bir o kadar da kıskandırmıştır.
Mine Söğüt’ün hikâyeleri çarpıcı ve besleyicidir.
Özcan Yurdalan gezi-anlatı kitapları ile yolculuklarımda yoldaşımdır ve ufuk açar. Onun, Bir Seyyahın Kaybolma Kılavuzu adlı kitabını dönüp dönüp okurum.
Son dönemlerde Birhan Keskin, Oruç Aruoba, Tagore, Ece Temelkuran’ın kitaplarını didiklemeye ve anlamaya çalışıyorum.
 
Yazmaya nasıl başladın? Edebiyatın senin için işlevi, anlamı nedir? Neden yazıyorsun? Seni Mutfak Büyücülerimden Masallar'ı yazmaya iten nedir?
Uzun yıllardır yazmayı bir iç dökme, kendimle baş başa kalma eylemi olarak gerçekleştirdiğimin farkındaydım. Daha önceleri yazdığım bazı yazıları yırtıp attığım da olmuştu. Yazdıklarımın duygu ve farkındalık açısından biraz daha uzaklaşması gerekiyormuş galiba. Emeklilik sonrası YAZAN olabileceğimi düşündüm. Yırtmadan, yok etmeden ve dili anlamlı kullanarak bunun olabileceğini hissettim. Ve denemeye başladım. İnanıyorum ki “yaratma cesareti”ne güvenirsek ve sabır gösterirsek yazmak mümkün. Bu aşamada doğru yerde ve doğru kişilerle buluştum. Mim Sanat Merkezinde dostum Mario Levi ile çalıştım.
Edebiyatın dünyamı zenginleştirdiğini, anlam kattığını, algılarımı genişlettiğini, doğallığımı pekiştirdiğini ve oyun oynamamı sağladığını düşünüyorum. Ayrıca M.Duras’ın dediği gibi;
“Yazmak susmaktır
Sessiz bir çığlıktır.”
Bir romanın ön çalışmalarını yapıyordum. Yazarken yemek, mutfak, çarşı pazar vb konuların çokça yer almaya başladığını fark ettim. Bu arada uzun süredir ailemin çok yaşlı üyeleri ile sohbetler yapıp notlar alıyordum. Ayrıca da verebilecekleri fotoğraf, kitap gibi ufak anı eşyaları topluyordum. Bana yemek tarifleri de yapıyorlardı bolca… Bu notları kitap yapmam konusunda öneriler getirdiler. Ben de gönül borcumu bu kitapla az da olsa ödeyeceğime inandım.
 
Yazarken nasıl bir metod izledin? Anıları, anları nasıl sıraladın? Başlarken ve bitirirken Özdemir Asaf'tan kullandığın epigraf hangi aşamada ortaya çıktı?
Oturdum ve anılarımı serbest bıraktım. Yazmaya başlamadan neleri hatırlayacağımı bilmiyordum. Kendiliğinden koşa koşa geldiler ve sıralandılar diyebilirim. Bir anı diğerini tetikledi. Sadece düzeltmeler yaparken aralarda bağlayıcı olabilecek cümleler ekledim.
Ö. Asaf çok sevdiğim şairlerimizdendir. Ezberimde şiirleri vardır. Anılara başlarken bu şiirlerin yer almasının anlam zenginliği katacağını düşündüm.
 
Yazmaya başladıktan sonra kendine engel olmadığına, hatıraların bir bir gizlendikleri yerlerden çıkmalarına izin verdiğinden bahsediyorsun metnin bir yerinde. Gizlendiği yerden çıktığında seni şaşırtan, hüzünlendiren, nasıl olup da hatırlayabildiğine şaşırdığın anılar olmuştur elbette. Seni en çok şaşırtan mutfak anın hangisiydi?
Hiçbiri şaşırtmadı beni. Detayları bu kadar net hatırlıyor olmanın güzelliğini yaşadım. Bir kez daha anladım ki doğaçlama, serbest çağrışım inanılmaz bir zenginlik. Hüzün demişken; hem hikâyelerdeki hem yaşantıdaki hüznü sevdiğimi söylemeliyim. Dipteki gülümsemeyi saklı tutarak tabii ki…
 
Tarifler arasında artık tadının aynı olmadığını, olamayacağını hissettiğin, düşündüğün, en özlediğin reçete hangisi?
Birçok yemeğin tadı artık aynı değil. Çünkü onlar yapan insanların ellerinden geçen sihirle tat alıyorlardı.
Özlediğim reçete yok, ben hepsini yapabiliyorum. Ara ara özlediğimi hissettiğimde ya da özel günlerde o kişileri ve mutfaktaki hâllerini de hayal ederek yapıyorum. Hatta adlarını anarak dağıtıyorum. Özlemden kasıt eğer farklıysa; hepsi…
 
Neden insanlar Mutfak Büyücülerimden Masallar'ı okumalı?
Ben kitabımın bu ülkenin kolektif belleğinden örnekler verdiğini düşünüyorum. Yemek olgusunun sadece karın doyurmak olmadığına, iletişimin en önemli mecralarından olduğuna ve ayrıca yaratıcılık açısından da besleyicine inanıyorum.
Geçmişle gelecek buluşması açısından da çok kültürlü ve çok dilli bir tadı barındırdığına ve kolektif hafızaya katkısına inanıyorum.
 
Belki seni, yazdıklarını, yazmayı planladıklarını bildiğim için tarafsızlığımı yitirmiş olabilirim. Ancak metni okumayı bitirdiğimde _olabildiğince tarafsız bakarak_ bir okur olarak şunu hissettim. Bu el ulağının gördükleri, hatırladıkları, anlatacakları bu kadar değil! Devamı var. Ve bir okur olarak hayal kırıklığına uğradım. Neden bu malzeme bir anlatı ve yemek tarifleri ile sınırlandırılmış diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Malzeme, anılar ve dilin zenginliği pekala bu tarifleri bir romanın ya da hikâye kitabının içine yedirebilirdi. Biz adını bilmediğimiz halaların, teyzelerin, anneannelerin, babaannenin evine küçük bir kız çocuğunun gözünden konuk olabilirdik. Bizi bu büyük aileyle, hikâyenin kalanıyla ne zaman buluşturacaksın?
Yorumlarına katılmamak mümkün değil. Ancak bir “yazan” olarak bu kadarını kotarabildiğimi söylemeliyim. Teknik açıdan belirttiğin metin oldukça zor ve ustalık gerektiriyor. Sevgili Mario Levi’ye ve metin irdelemesine güvendiğim arkadaşlarıma ham metni gönderdiğimde onlardan da ilk istek bu olmuştu. “Yapabilirsin, çalış” demişlerdi. Ancak dediğim gibi ben sınırlarımı zorlayamadım ve haddimi bildim.
Şu anda bu hikâyenin devamını ya da kalanını yazmayı düşünmüyorum. Böyle bir planım yok. Başka bir mecrada ya da başka bir zamanda fikir olarak ne gelişir bilemem!
Bir roman taslağı uzun süredir beni bekliyor. Kıvamında olduğumu hissediyorum. Kendime ve çok özel iki insana verilmiş sözümü tutmanın zamanıdır…
Ben sıkça “yollarımız uzun ve açık olsun” derim.
Tüm yazanların yolları uzun ve açık olsun.
Teşekkür ederim. Sevgiyle kal.







 

7 Ağustos 2014 Perşembe

ÇİZGİLERLE FİLİSTİN


 
 
Bazen bir kitap okursunuz ya da film izlersiniz hakkında konuşmak, yazmak istersiniz. Ama imkânsızdır. Çünkü söylenecek çok şey vardır ve siz nereden başlayacağınızı bilmiyorsunuzdur. İsrail'in, Gazze'yi yeniden havadan, karadan ve denizden hiç durmaksızın bombalamaya başladığı günlerde Joe Sacco'nun Filistin çizgi romanını okumaya başladım. Hiç de kolay bir okuma süreci olmadı. Bazen kitabın kapağını kapatıp düşündüm. Bazen arka planlardaki çizgilere daldım gittim. Anlatılan hikâyeleri sindirmeye çalıştım. İçinden kan, dehşet fışkıran bir anlatı değil. Sadece Filistinli olduğu için ortalama bir Filistinlinin her gün başından geçebilecek hikâyeler bunlar. Acının ya da mağduriyetin dili kullanılmamış çizgilerde, muhabir çizer Sacco işgal altındaki toprakları tam da gördüğü, olduğu gibi çizmiş. Aradan geçen onlarca yılda hiçbir şeyin düzelmediği ve şartların giderek daha da zorlaştığını bilmenin ağırlığıyla okuduğum, izlediğim Filistin hakkında çok şey söylemek, durup kocaman bir virgül koymak istiyorum. Ancak nereden başlayacağımı hiç bilmiyorum. Muhakkak geri dönüp yazacağım, burada yer vereceğim. Şimdilik yazarı ve çizeri Joe Sacco'nun Al Jazeera gazetesinde yayımlanmış olan röportajının çevirisiyle yetiniyorum. Röportajı olabildiğince aslına sadık kalarak çevirmeye çalıştım. Ufak tefek eksiklikler olabilir ancak anlam kaymasına sebep olabilecek maddi bir hata yapmadığıma inanıyorum. İsterseniz orijinalini okuyup kendiniz karar verebilirseniz. Bir yanlışlık olduğunu düşünürseniz yorum yazıp bana iletmeyi unutmayın. Röportajın orijinal metnine ulaşmak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın.
 
 

Filistin ile ne yapmaya çalışıyordun?

Ne yapmaya çalıştığımı açıkçası bilmiyordum. Amerikan medyasının İsrail ve Filistin arasındaki durumu doğru resmetmediğine dair güçlü bir inancım vardı. Bu beni şoke etti.

Filistinlilerin terörist olduğunu düşünerek büyüdüm. Bu inancı değiştirmek zaman aldı. Doğru şeyleri okudum. Orta doğudaki dinamikleri anladım. Ve düşündüğüm şeyin doğru olmadığını gördüm. Bu beni çok üzdü. Gitmek, Filistin'in sesi olmak, oradaki insanların nasıl yaşadığını gösterebilmek istedim.

Filistinliler iki şekilde resmediliyor: Terörist ve kurban

Her iki tanım için de doğru durumlar olabilir ancak Filistinliler ayrıca insan, okula gidiyorlar, aileleri var, bir yaşamları var, sizi evlerine davet ediyorlar, ne yiyeceklerini düşünüyorlar.

Orada neler olup bittiğini düşününce gerçekten üzülüyorsunuz. Bu, Bosna'da da böyleydi.

Filistin'i yaratırken metodunuz neydi?

İşgal altındaki Filistin'e gittiğimde ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilmiyordum, emin değildim. Bir karikatürist olarak deneyimim pek azdı. İnsanlarla konuşmam, notlar almam gerektiğini biliyordum. Oraya gidince gazetecilik reflekslerim öne geçti. Röportajlar yaptım, hikâye topladım. İşgale odaklandım. Bu konuda deneyimleri olan, söyleyecek sözleri olan insanları buldum. Fotoğraf çektim. Maceralarım rastlantısaldı. Bir şehre gitmek üzere taksiye bindim ve şöyle düşündüm. Kim bana gelecek görelim. İnsanlara “Sizin nasıl yaşadığınızı görmek için buradayım.” dedim. Sıklıkla tanıştığım Filistinliler eğer görmek istiyorsan takip et.” dediler. O zaman insanlar onların hayatıyla ilgilendiğinizde daha az endişeli ve paranoyaktı.

İşiniz sizce İsrailliler ve Filistinlileri barıştırabilir, uzlaştırabilir mi?

Bunu yapmaya çalışmıyordum. İşgali anlatan bazı yayınlar yapmak istedim. Ancak çok spekülatif bir şey göstermedim. Çok acı işkence hikâyeleri duydum, ancak bunları kullanmamaya karar verdim. Daha az şok eden, daha herkesin başına gelebilen hikâyeleri, deneyimleri aktardım. İnsanların bu tür deneyimlerle daha kolay ilişki kurabileceğini düşündüm. Psikolojik travmaları göstermek okurun anlatıya tutunmasını zorlaştırır.

Edward Said'in önsözü yazması nasıl oldu?

Filistin, henüz fasikül hâlinde yayımlanırken, damdan düşer gibi bir gün ondan Filistin'in yayımlanması ile ilgili hoş bir notun yazılı olduğu bir kitap, Peace and Discontents, aldım. Anlaşılan oğlu çizgi romanlarımı okuyormuş.

Yıllar sonra Filistin tek ciltte toplanacağı zaman bana önsözün kimden istenebileceği soruldu. Edward Said'e yazdım. O dönemde hasta olduğunu bildiğimi, yazarsa onur duyacağımı söyledim. Açıkçası evet demesini beklemiyordum. Yaptığında çok etkilendim.

Kitabı filme çevirmeyi düşündünüz mü?

Filistin kitabının film yapılabileceğini düşünmüyorum. Kitap çok epizodik. Birkaç kere düşündüm ama kimse gelip kitabı filme almayı ciddi bir şekilde teklif etmedi.

Çizmeyi seviyorum. Bu işte iyiyim ve yalnız çalışmaya alıştım. Kontrol tamamen benim elimde. Sahneyi ve ışığı planlarım. Bunu yapmak için milyonlarca dolara ihtiyacım yok. Bir üst kurulun bana nasıl yapacağımı söylemesini sevmiyorum. Bir çizer olarak işimin en harikulade yanı tek kişilik bir şov olması.

6 Ağustos 2014 Çarşamba

KİTABI OLAN BLOGGERLAR

Bloğu olan yazarlarla ilgili listeyi hazırlarken tam tersi de gelmişti aklıma, önce bloğu olan sonra kitabı çıkan bloggerları düşünmüştüm, bloglardan çıkan kitapları, dizüstü edebiyatını...
"Blog" kelimesi web-log kelimesinden türetilmiştir ve web günlüğü anlamına gelir. Blog yazarları, geleneksel günlük sahiplerinin aksine web günlüklerini herkese açar. Bir blogunuz varsa, dilediğiniz konuda yazabilir, gündemde olup bitenlerle ilgili anında tepki verebilir, fikirlerinizi paylaşabilirsiniz. Görüşlerinizi, yazınızı bir editöre ya da yayın kuruluna beğendirmek zorunda kalmadan paylaşırsınız. Üstelik  dünyanın pek çok yerinden milyonlarca insan yazdıklarınızı okuyabilir. Ve bu bloglardan bazıları çok da başarılı olabilir. Takipçi sayısını arttırabilir. Bloglarında yazdıklarını çoğaltıp basılı hâle bile getirebilir. Ahmet Büke'nin önce internet ortamında yazmaya başladığını biliyor muydunuz? Eğer anlattığınız farklı bir hikâye varsa, sizi yazdıran meselenizin ne olduğunu biliyorsanız,  yüzlerce, binlerce seçenek arasında okurunuz gelip sizi bulacaktır. (Ben hâlâ emin değilim. O yüzden de biraz ondan biraz bundan yazmaya devam ediyorum. Madem burada biz bizeyiz.) Belki şu soruların cevabını bulmalıyız önce. Neden insanlar blog okuyor, takip ediyor? Başarılı blogların sırrı ne? Bloglardan nasıl bir edebiyat doğar? Bence blogların başarısı ve sırrı, samimiyetinde ve özgürlüğünde gizli. İnternet insanların özgürce yazılarını, görüşlerini paylaşabildiği bir ortam. (Bunun kötü yanları da var elbette. Takma bir isimle hoşlanmadığınız insanlar hakkında olumsuz düşüncelerinizi yazabilir ve yayabilirsiniz. Edebiyle yazan blog yazarlarının neden başarılı olduğuna, yazdıklarının ilgi çektiği konusuna ve buradan doğan edebiyat konusuna geri dönelim şimdi.) 
Blog yazarları, içlerinden geçen, canlarının çektiği her konuda düşüncelerini yalın, doğal bir dille yazıyor. Çünkü hedef bir kitleleri, o kitleye kendini beğendirmek, yaranmak gibi bir kaygıları yok. İnsanlar en gerçek hâlleri, duygu ve düşünceleri ile oradalar. Bu samimi, gerçek dilden etkilenen psikiyatr, yazar, Okuyanus yayınevinin sahibi Cem Mumcu, ilgisini çeken üç bloggera (Pucca, Sami Hazinses, Her Boku Bilen Adam) mesaj atmış ve buluşmuşlar. (Sene 2010) Onlardan tıpkı bloglarında yazdıkları gibi samimi metinler yazmalarını istemiş. Ortaya dizüstü edebiyatı ve kitabı olan bloggerlar çıkmış.
Bu yazının amacı tıpkı "blogu olan yazarlar listesi" gibi "kitabı olan bloggerlar listesi" hazırlamaktı. Ancak bu iş çok da kolay değil benim için. Birincisi düzenli takip ettiğim blog sayısı çok az. Kitabı basılan bloggerlar olduğunu duyuyorum ancak çok yakından takip etmiyorum. Ne yazsam, ne söylesem eksik kalacak. Bu yazıyı tasarlarken aklımda iki blog kahramanı vardı; Pucca ve Bedo. Aradan geçen bunca haftadan sonra hâlâ yeni bir örnek de yok doğrusu. O yüzden  kitabı olan bloggerlar listemi küçük tutacağım ve blogu olan yazarlar listesinde olduğu gibi güncellemeyeceğim. Bu uzun giriş ve açıklamadan sonra sıra geldi dört maddelik listemi açıklamaya.
Kitabı Olan Bloggerlar:
 
1)Küçük Aptalın Büyük Dünyası Pucca
 
2)Piç Güveysinden Hallice Sami Hazinses
 
3)Bizim De Renkli Televizyonumuz Vardı Onur Gökşen
 
4)Mevzumuz Derin Ahmet Büke
 
Küçük Aptalın Büyük Dünyası dizüstü edebiyat serisinden yayımlanan ilk kitap. Pucca bir ara Milliyet'in Cadde ekinde de yazıyordu. Babam kendimi bildim bileli sadık bir Milliyet okuyucusudur. Onlara gittiğimde rastladığımda okurdum. Pucca ile tanışıklığım bu kadar. Şu anda sayısı dördü bulan kitaplarından herhangi birini okumuşluğum yok. Elime geçse okurdum muhtemelen. Tıpkı  Bridget Jones'un Günlükleri'ni okuduğum gibi. Dizüstü edebiyatı serisinden yeni kitaplar yayımlanmaya devam ediyor. Listeme serinin ilk üç kitabını aldım. Meraklıları Okuyanus Yayınevinin sayfasından diğer kitapları inceleyebilir.
Dördüncü sıraya Ahmet Büke'nin Mevzumuz Derin'i koydum. Çünkü Mevzumuz Derin isimli gençlik romanının kahramanı Bedo, roman yayımlanmadan önce, ilk kez ON8 blogta İzmirli lise öğrencisi bir blogger olarak okurun karşısına çıktı. Bedo'nun maceraları önce burada tefrika edildi, sonra bir roman olarak yayımlandı. Bir yazarın yarattığı blog kahramanı Bedo, bir roman kahramanına dönüştü ve bu listeye girmeye hak kazandı.
 
 
 
 
 



 

3 Ağustos 2014 Pazar

FİLİSTİN

 

*Carlos Latuff, bu karikatürüyle 2006 yılında Tahran'da Hamshahri gazetesi sponsorluğunda düzenlenen Ululararası Holokost Karikatür Yarışması'nda ikincilik ödülü elde etti. Geçtiğimiz pazar günü (27 Temmuz) Birgün Pazar ekinde Selçuk Özbek ile gerçekleştirdiği röportajda Carlos Latuf, bakın bu çalışması hakkında neler söylemiş.

“Nazilerin milyonlarca insanı öldürdüğüne inanmakta herhangi bir zorluk çekmiyorum. Örneğin Rusya'da yaptıklarına bakın. Benim için Nazilerin Holokost'u gerçekleştirdiği tarihsel bir olgudur. Benim karşı çıktığım şey ise Holokost'un, dünyanın en güçlü ordularından birine sahip İsrail tarafından manipüle edilerek, sonsuz mağduru oynamalarını sağlayan bir araç hâline getirilmesi. Bu sayede kendilerini kötü çirkin Araplara karşı savundukları imajını yaratıyorlar. Benim ödül alan karikatürümde toplama kampı üniforması giyen yaşlı bir Filistinli vardı. Ben bu karikatürle hem Holokost'un varlığını bir kere daha onaylıyor, hem de Filistinlilerin maruz kaldığı katliam ile paralelliğini gösteriyorum.”

Yarışmada ödül alan eserlerin tamamına ulaşmak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın.
http://irancartoon.com/120/holocaust/index.htm
Carlos Latuff'un kişisel bloguna ulaşmak için aşağıdaki bağlantıya tıklayın.
http://latuffcartoons.wordpress.com/