8 Ağustos 2014 Cuma

MUTFAK BÜYÜCÜLERİMDEN MASALLAR


Türkiye hızlı bir kentsel dönüşümden geçiyor. Başımızı hangi yöne çevirsek bir yıkım-yapım süreci var. Eskilerimizi alıyorlar. Yerine ne yıldız yapıyorlar, ne musîki, ne de şiir, varsa yoksa bina, bina, bina... Sokaklarımızı, mahallelerimizi, pastanelerimizi, kitapçılarımızı, anılarımızı kaybediyoruz, belleksizleşiyoruz. Bayram, yıl başı sofralarımız küçülüyor, eski tarifler siliniyor defterlerden, hatıralardan. Daha kolay, daha pratik olanlarla doluyor sofralar. Elimde tuttuğum kitabı, Birten Engin Naliş'in Haziran 2013'de Cinius Yayınlarından çıkan Mutfak Büyücülerimden Masallar'ını bu yüzden daha çok önemsiyorum. Bir yemek masalı olduğu için, geniş bir ailenin yurdun dört bir yanına dağılmış zengin mutfağından örnekler sunduğu, sayısı giderek azalan Hristiyan, Yahudi komşularımızın yemeklerini, âdetlerini hatırlattığı, sokaklarda artık duyamadığımız farklı aksanları bize işittirdiği, geçmiş tatların, kokuların, mekânların peşine düştüğü, hatırladıkları ve hatırlattıkları için. Bir ailenin kim olduğunu, nasıl yaşadıklarını anlamak istiyorsanız sofralarına oturmanız, çocuklarına bakmanız gerekir. Naliş'in kitabına giren sofralar renkli ve zengin, çocuklar mutlu.
Mutfak Büyücülerimden Masallar iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Naliş, bizi büyük ailesinin mutfaklarına davet ediyor, bu mutfakların sihirbazları ve büyücüleriyle tanıştırıyor. Bir yemeğin olmazsa olmazı en iyi malzemeyi bulmak için İstanbul'un pek çok semt pazarına çıkarıyor. Gidenlerin, dönmeyenlerin hikâyelerini serpiştiriyor satır aralarına. Kah gülümsüyorsunuz kah hüzünleniyorsunuz. İkinci bölümde ise ailenin büyücülerinin ve ilerleyen yıllarda yaşantısına tat-tuz katan dostlarının yemek tariflerini bir araya getiriyor.
Yemek masallarımı ve yemek tariflerimi tamamladığımda; bu eserin sadece benim hikâyelerim olmadığını hissettim. Arkada görünmeyen destekçilerim hep vardı. Onların soluklarını, “Afferin!”, “Eline sağlık.”, “Emeğimize değmiş.” sözlerini hep işittim. Ben de artık bazı yemekleri onlar kadar “lezzetli” yapabiliyorum diyor; hatta “el verme” cesaretini, bu özel hakkı da tanıyorum kendime...
Çoğu geçmişte kalan insanlarım büyük bir keyifle izliyor beni, ben de “kâğıt helva”mı yavaş yavaş bitirmeye çalışıyorum. Ben ısırdıkça; ne kadar dikkat edersem edeyim, ufacık parçacıklar dökülüyor yerlere kuşlar için, helvanın hışırtısı “rüzgâr devi”nin sesine karışıyor...
Birten, Mario Levi'nin Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'nden metinlerini, dilini, dostluğunu çok sevdiğim bir arkadaşım. Birten'in kitabını elime aldığımda, okuduğumda Mario Levi'nin, atölyeyi bitirirken söylediklerini hatırladım. “Yazamıyorsanız iki sebebi vardır. Bir yazacak şeyiniz yoktur, yazmayı bırakıp okuyun ya da yazacak çok şeyiniz vardır, nereden başlayacağınızı bilmiyor, korkuyorsunuzdur.” Görüyorum ki sevgili Birten, bir yerden başlamış. Yazacağına çok inandığım romanını beklerken ona ilk kitabıyla, edebiyata bakışıyla ilgili merak ettiklerimi sordum. O da beni kırmayıp cevapladı.


Okur Birten Engin Naliş'i tanıyabilir miyiz? En çok kimleri okumayı sever? Kütüphanesinin en kıymetli yazarları, şairleri kimdir? Kimleri dönüp dönüp okur?
Ben kendimi kitap kurdu olarak tanımlamasam da yakınlarında dolaştığımı biliyorum. Ortaokul yıllarından beri önce ders kitapları arasında çizgi romanlarla başlayan okuma keyfim yıllar içinde farklılaşarak ve seçerek okumaya döndü.
Olmazsa olmaz diye adlandırdığım yazarlarımı yazayım. İlk anda aklıma gelenler şöyle:
Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, W.Woolf, G.G.Marques, A.Maalouf, I.Yalom’u sayabilirim. (Maalesef hepsini çeviri olarak okuyabiliyorum. Çevirileri ustalarının yaptığını bilmeme rağmen yazıldığı dilde okuyabilmek isterdim.)
Tezer Özlü, Yusuf Atılgan, Yaşar Kemal, Oğuz Atay, Ferit Edgü, Selim İleri, Sait Faik, Haldun Taner, Leyla Erbil, Orhan Pamuk, Murathan Mungan ve Cem Mumcu anadilimin güzel sesleridir. Mehmet Uzun’u da Türkçe çeviri ile bu kervana katayım.
W.Reich’tan Dinle Küçük Adam, S. Exupery’den Küçük Prens ara ara kendini okutur.
Nâzım Hikmet, Özdemir Asaf ve Cemal Süreya’nın şiirlerinin gönlümdeki yerleri başkadır.
Mario Levi İstanbul Bir Masaldı kitabıyla beni büyülemiş ve bir o kadar da kıskandırmıştır.
Mine Söğüt’ün hikâyeleri çarpıcı ve besleyicidir.
Özcan Yurdalan gezi-anlatı kitapları ile yolculuklarımda yoldaşımdır ve ufuk açar. Onun, Bir Seyyahın Kaybolma Kılavuzu adlı kitabını dönüp dönüp okurum.
Son dönemlerde Birhan Keskin, Oruç Aruoba, Tagore, Ece Temelkuran’ın kitaplarını didiklemeye ve anlamaya çalışıyorum.
 
Yazmaya nasıl başladın? Edebiyatın senin için işlevi, anlamı nedir? Neden yazıyorsun? Seni Mutfak Büyücülerimden Masallar'ı yazmaya iten nedir?
Uzun yıllardır yazmayı bir iç dökme, kendimle baş başa kalma eylemi olarak gerçekleştirdiğimin farkındaydım. Daha önceleri yazdığım bazı yazıları yırtıp attığım da olmuştu. Yazdıklarımın duygu ve farkındalık açısından biraz daha uzaklaşması gerekiyormuş galiba. Emeklilik sonrası YAZAN olabileceğimi düşündüm. Yırtmadan, yok etmeden ve dili anlamlı kullanarak bunun olabileceğini hissettim. Ve denemeye başladım. İnanıyorum ki “yaratma cesareti”ne güvenirsek ve sabır gösterirsek yazmak mümkün. Bu aşamada doğru yerde ve doğru kişilerle buluştum. Mim Sanat Merkezinde dostum Mario Levi ile çalıştım.
Edebiyatın dünyamı zenginleştirdiğini, anlam kattığını, algılarımı genişlettiğini, doğallığımı pekiştirdiğini ve oyun oynamamı sağladığını düşünüyorum. Ayrıca M.Duras’ın dediği gibi;
“Yazmak susmaktır
Sessiz bir çığlıktır.”
Bir romanın ön çalışmalarını yapıyordum. Yazarken yemek, mutfak, çarşı pazar vb konuların çokça yer almaya başladığını fark ettim. Bu arada uzun süredir ailemin çok yaşlı üyeleri ile sohbetler yapıp notlar alıyordum. Ayrıca da verebilecekleri fotoğraf, kitap gibi ufak anı eşyaları topluyordum. Bana yemek tarifleri de yapıyorlardı bolca… Bu notları kitap yapmam konusunda öneriler getirdiler. Ben de gönül borcumu bu kitapla az da olsa ödeyeceğime inandım.
 
Yazarken nasıl bir metod izledin? Anıları, anları nasıl sıraladın? Başlarken ve bitirirken Özdemir Asaf'tan kullandığın epigraf hangi aşamada ortaya çıktı?
Oturdum ve anılarımı serbest bıraktım. Yazmaya başlamadan neleri hatırlayacağımı bilmiyordum. Kendiliğinden koşa koşa geldiler ve sıralandılar diyebilirim. Bir anı diğerini tetikledi. Sadece düzeltmeler yaparken aralarda bağlayıcı olabilecek cümleler ekledim.
Ö. Asaf çok sevdiğim şairlerimizdendir. Ezberimde şiirleri vardır. Anılara başlarken bu şiirlerin yer almasının anlam zenginliği katacağını düşündüm.
 
Yazmaya başladıktan sonra kendine engel olmadığına, hatıraların bir bir gizlendikleri yerlerden çıkmalarına izin verdiğinden bahsediyorsun metnin bir yerinde. Gizlendiği yerden çıktığında seni şaşırtan, hüzünlendiren, nasıl olup da hatırlayabildiğine şaşırdığın anılar olmuştur elbette. Seni en çok şaşırtan mutfak anın hangisiydi?
Hiçbiri şaşırtmadı beni. Detayları bu kadar net hatırlıyor olmanın güzelliğini yaşadım. Bir kez daha anladım ki doğaçlama, serbest çağrışım inanılmaz bir zenginlik. Hüzün demişken; hem hikâyelerdeki hem yaşantıdaki hüznü sevdiğimi söylemeliyim. Dipteki gülümsemeyi saklı tutarak tabii ki…
 
Tarifler arasında artık tadının aynı olmadığını, olamayacağını hissettiğin, düşündüğün, en özlediğin reçete hangisi?
Birçok yemeğin tadı artık aynı değil. Çünkü onlar yapan insanların ellerinden geçen sihirle tat alıyorlardı.
Özlediğim reçete yok, ben hepsini yapabiliyorum. Ara ara özlediğimi hissettiğimde ya da özel günlerde o kişileri ve mutfaktaki hâllerini de hayal ederek yapıyorum. Hatta adlarını anarak dağıtıyorum. Özlemden kasıt eğer farklıysa; hepsi…
 
Neden insanlar Mutfak Büyücülerimden Masallar'ı okumalı?
Ben kitabımın bu ülkenin kolektif belleğinden örnekler verdiğini düşünüyorum. Yemek olgusunun sadece karın doyurmak olmadığına, iletişimin en önemli mecralarından olduğuna ve ayrıca yaratıcılık açısından da besleyicine inanıyorum.
Geçmişle gelecek buluşması açısından da çok kültürlü ve çok dilli bir tadı barındırdığına ve kolektif hafızaya katkısına inanıyorum.
 
Belki seni, yazdıklarını, yazmayı planladıklarını bildiğim için tarafsızlığımı yitirmiş olabilirim. Ancak metni okumayı bitirdiğimde _olabildiğince tarafsız bakarak_ bir okur olarak şunu hissettim. Bu el ulağının gördükleri, hatırladıkları, anlatacakları bu kadar değil! Devamı var. Ve bir okur olarak hayal kırıklığına uğradım. Neden bu malzeme bir anlatı ve yemek tarifleri ile sınırlandırılmış diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Malzeme, anılar ve dilin zenginliği pekala bu tarifleri bir romanın ya da hikâye kitabının içine yedirebilirdi. Biz adını bilmediğimiz halaların, teyzelerin, anneannelerin, babaannenin evine küçük bir kız çocuğunun gözünden konuk olabilirdik. Bizi bu büyük aileyle, hikâyenin kalanıyla ne zaman buluşturacaksın?
Yorumlarına katılmamak mümkün değil. Ancak bir “yazan” olarak bu kadarını kotarabildiğimi söylemeliyim. Teknik açıdan belirttiğin metin oldukça zor ve ustalık gerektiriyor. Sevgili Mario Levi’ye ve metin irdelemesine güvendiğim arkadaşlarıma ham metni gönderdiğimde onlardan da ilk istek bu olmuştu. “Yapabilirsin, çalış” demişlerdi. Ancak dediğim gibi ben sınırlarımı zorlayamadım ve haddimi bildim.
Şu anda bu hikâyenin devamını ya da kalanını yazmayı düşünmüyorum. Böyle bir planım yok. Başka bir mecrada ya da başka bir zamanda fikir olarak ne gelişir bilemem!
Bir roman taslağı uzun süredir beni bekliyor. Kıvamında olduğumu hissediyorum. Kendime ve çok özel iki insana verilmiş sözümü tutmanın zamanıdır…
Ben sıkça “yollarımız uzun ve açık olsun” derim.
Tüm yazanların yolları uzun ve açık olsun.
Teşekkür ederim. Sevgiyle kal.







 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder