Türkiye
hızlı bir kentsel dönüşümden geçiyor. Başımızı hangi yöne
çevirsek bir yıkım-yapım süreci var. Eskilerimizi alıyorlar.
Yerine ne yıldız yapıyorlar, ne musîki, ne de şiir, varsa yoksa
bina, bina, bina... Sokaklarımızı, mahallelerimizi,
pastanelerimizi, kitapçılarımızı, anılarımızı kaybediyoruz,
belleksizleşiyoruz. Bayram, yıl başı sofralarımız küçülüyor,
eski tarifler siliniyor defterlerden, hatıralardan. Daha kolay, daha
pratik olanlarla doluyor sofralar. Elimde tuttuğum kitabı, Birten
Engin Naliş'in Haziran 2013'de Cinius Yayınlarından çıkan Mutfak
Büyücülerimden Masallar'ını
bu yüzden daha çok önemsiyorum. Bir yemek masalı olduğu için,
geniş bir ailenin yurdun dört bir yanına dağılmış zengin
mutfağından örnekler sunduğu, sayısı giderek azalan Hristiyan,
Yahudi komşularımızın yemeklerini, âdetlerini hatırlattığı,
sokaklarda artık duyamadığımız farklı aksanları bize
işittirdiği, geçmiş tatların, kokuların, mekânların peşine
düştüğü, hatırladıkları ve hatırlattıkları için. Bir
ailenin kim olduğunu, nasıl yaşadıklarını anlamak istiyorsanız
sofralarına oturmanız, çocuklarına bakmanız gerekir. Naliş'in
kitabına giren sofralar renkli ve zengin, çocuklar mutlu.
Mutfak
Büyücülerimden Masallar iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde
Naliş, bizi büyük ailesinin mutfaklarına davet ediyor, bu
mutfakların sihirbazları ve büyücüleriyle tanıştırıyor. Bir
yemeğin olmazsa olmazı en iyi malzemeyi bulmak için İstanbul'un
pek çok semt pazarına çıkarıyor. Gidenlerin, dönmeyenlerin
hikâyelerini serpiştiriyor satır aralarına. Kah gülümsüyorsunuz
kah hüzünleniyorsunuz. İkinci bölümde ise ailenin büyücülerinin
ve ilerleyen yıllarda yaşantısına tat-tuz katan dostlarının
yemek tariflerini bir araya getiriyor.
Yemek
masallarımı ve yemek tariflerimi tamamladığımda; bu eserin
sadece benim hikâyelerim olmadığını hissettim. Arkada görünmeyen
destekçilerim hep vardı. Onların soluklarını, “Afferin!”,
“Eline sağlık.”, “Emeğimize değmiş.” sözlerini hep
işittim. Ben de artık bazı yemekleri onlar kadar “lezzetli”
yapabiliyorum diyor; hatta “el verme” cesaretini, bu özel hakkı
da tanıyorum kendime...
Çoğu
geçmişte kalan insanlarım büyük bir keyifle izliyor beni, ben de
“kâğıt helva”mı yavaş yavaş bitirmeye çalışıyorum. Ben
ısırdıkça; ne kadar dikkat edersem edeyim, ufacık parçacıklar
dökülüyor yerlere kuşlar için, helvanın hışırtısı “rüzgâr
devi”nin sesine karışıyor...
Birten,
Mario Levi'nin Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'nden metinlerini,
dilini, dostluğunu çok sevdiğim bir arkadaşım. Birten'in
kitabını elime aldığımda, okuduğumda Mario Levi'nin, atölyeyi
bitirirken söylediklerini hatırladım. “Yazamıyorsanız iki
sebebi vardır. Bir yazacak şeyiniz yoktur, yazmayı bırakıp okuyun ya da yazacak
çok şeyiniz vardır, nereden başlayacağınızı bilmiyor,
korkuyorsunuzdur.” Görüyorum ki sevgili Birten, bir yerden
başlamış. Yazacağına çok inandığım romanını
beklerken ona ilk kitabıyla, edebiyata bakışıyla ilgili
merak ettiklerimi sordum. O da beni kırmayıp cevapladı.
Okur
Birten Engin Naliş'i tanıyabilir miyiz? En çok kimleri okumayı
sever? Kütüphanesinin en kıymetli yazarları, şairleri kimdir?
Kimleri dönüp dönüp okur?
Ben kendimi
kitap kurdu olarak tanımlamasam da yakınlarında dolaştığımı
biliyorum. Ortaokul yıllarından beri önce ders kitapları arasında
çizgi romanlarla başlayan okuma keyfim yıllar içinde
farklılaşarak ve seçerek okumaya döndü.
Olmazsa
olmaz diye adlandırdığım yazarlarımı yazayım. İlk anda aklıma
gelenler şöyle:
Dostoyevski,
Tolstoy, Çehov, W.Woolf, G.G.Marques, A.Maalouf, I.Yalom’u
sayabilirim. (Maalesef
hepsini çeviri olarak okuyabiliyorum. Çevirileri ustalarının
yaptığını bilmeme rağmen yazıldığı dilde okuyabilmek
isterdim.)
Tezer Özlü,
Yusuf Atılgan, Yaşar Kemal, Oğuz Atay, Ferit Edgü, Selim İleri,
Sait Faik, Haldun Taner, Leyla Erbil, Orhan Pamuk, Murathan Mungan ve
Cem Mumcu anadilimin güzel sesleridir. Mehmet Uzun’u da Türkçe
çeviri ile bu kervana katayım.
W.Reich’tan
Dinle Küçük Adam, S. Exupery’den Küçük Prens ara
ara kendini okutur.
Nâzım
Hikmet, Özdemir Asaf ve Cemal Süreya’nın şiirlerinin gönlümdeki
yerleri başkadır.
Mario Levi
İstanbul Bir Masaldı kitabıyla beni büyülemiş ve bir o
kadar da kıskandırmıştır.
Mine
Söğüt’ün hikâyeleri çarpıcı ve besleyicidir.
Özcan
Yurdalan gezi-anlatı kitapları ile yolculuklarımda yoldaşımdır
ve ufuk açar. Onun, Bir Seyyahın Kaybolma Kılavuzu adlı
kitabını dönüp dönüp okurum.
Son
dönemlerde Birhan Keskin, Oruç Aruoba, Tagore, Ece Temelkuran’ın
kitaplarını didiklemeye ve anlamaya çalışıyorum.
Yazmaya
nasıl başladın? Edebiyatın senin için işlevi, anlamı nedir?
Neden yazıyorsun? Seni Mutfak Büyücülerimden
Masallar'ı yazmaya iten nedir?
Uzun
yıllardır yazmayı bir iç dökme, kendimle baş başa kalma eylemi
olarak gerçekleştirdiğimin farkındaydım. Daha önceleri yazdığım
bazı yazıları yırtıp attığım da olmuştu. Yazdıklarımın
duygu ve farkındalık açısından biraz daha uzaklaşması
gerekiyormuş galiba. Emeklilik sonrası YAZAN olabileceğimi
düşündüm. Yırtmadan, yok etmeden ve dili anlamlı kullanarak
bunun olabileceğini hissettim. Ve denemeye başladım. İnanıyorum
ki “yaratma cesareti”ne güvenirsek ve sabır gösterirsek yazmak
mümkün. Bu aşamada doğru yerde ve doğru kişilerle buluştum.
Mim Sanat Merkezinde dostum Mario Levi ile çalıştım.
Edebiyatın
dünyamı zenginleştirdiğini, anlam kattığını, algılarımı
genişlettiğini, doğallığımı pekiştirdiğini ve oyun oynamamı
sağladığını düşünüyorum. Ayrıca M.Duras’ın dediği gibi;
“Yazmak
susmaktırSessiz bir çığlıktır.”
Bir romanın
ön çalışmalarını yapıyordum. Yazarken yemek, mutfak, çarşı
pazar vb konuların çokça yer almaya başladığını fark ettim.
Bu arada uzun süredir ailemin çok yaşlı üyeleri ile sohbetler
yapıp notlar alıyordum. Ayrıca da verebilecekleri fotoğraf, kitap
gibi ufak anı eşyaları topluyordum. Bana yemek tarifleri de
yapıyorlardı bolca… Bu notları kitap yapmam konusunda öneriler
getirdiler. Ben de gönül borcumu bu kitapla az da olsa ödeyeceğime
inandım.
Yazarken
nasıl bir metod izledin? Anıları, anları nasıl sıraladın?
Başlarken ve bitirirken Özdemir Asaf'tan kullandığın epigraf
hangi aşamada ortaya çıktı?
Oturdum ve
anılarımı serbest bıraktım. Yazmaya başlamadan neleri
hatırlayacağımı bilmiyordum. Kendiliğinden koşa koşa geldiler
ve sıralandılar diyebilirim. Bir anı diğerini tetikledi. Sadece
düzeltmeler yaparken aralarda bağlayıcı olabilecek cümleler
ekledim.
Ö. Asaf çok
sevdiğim şairlerimizdendir. Ezberimde şiirleri vardır. Anılara
başlarken bu şiirlerin yer almasının anlam zenginliği katacağını
düşündüm.
Yazmaya
başladıktan sonra kendine engel olmadığına, hatıraların bir
bir gizlendikleri yerlerden çıkmalarına izin verdiğinden
bahsediyorsun metnin bir yerinde. Gizlendiği yerden çıktığında
seni şaşırtan, hüzünlendiren, nasıl olup da hatırlayabildiğine
şaşırdığın anılar olmuştur elbette. Seni en çok şaşırtan
mutfak anın hangisiydi?
Hiçbiri
şaşırtmadı beni. Detayları bu kadar net hatırlıyor olmanın
güzelliğini yaşadım. Bir kez daha anladım ki doğaçlama,
serbest çağrışım inanılmaz bir zenginlik. Hüzün demişken;
hem hikâyelerdeki hem yaşantıdaki hüznü sevdiğimi söylemeliyim.
Dipteki gülümsemeyi saklı tutarak tabii ki…
Tarifler
arasında artık tadının aynı olmadığını, olamayacağını
hissettiğin, düşündüğün, en özlediğin reçete hangisi?
Birçok
yemeğin tadı artık aynı değil. Çünkü onlar yapan insanların
ellerinden geçen sihirle tat alıyorlardı.
Özlediğim
reçete yok, ben hepsini yapabiliyorum. Ara ara özlediğimi
hissettiğimde ya da özel günlerde o kişileri ve mutfaktaki
hâllerini de hayal ederek yapıyorum. Hatta adlarını anarak
dağıtıyorum. Özlemden kasıt eğer farklıysa; hepsi…
Ben
kitabımın bu ülkenin kolektif belleğinden örnekler verdiğini
düşünüyorum. Yemek olgusunun sadece karın doyurmak olmadığına,
iletişimin en önemli mecralarından olduğuna ve ayrıca
yaratıcılık açısından da besleyicine inanıyorum.
Geçmişle
gelecek buluşması açısından da çok kültürlü ve çok dilli
bir tadı barındırdığına ve kolektif hafızaya katkısına
inanıyorum.
Belki
seni, yazdıklarını, yazmayı planladıklarını bildiğim için
tarafsızlığımı yitirmiş olabilirim. Ancak metni okumayı
bitirdiğimde _olabildiğince tarafsız bakarak_ bir okur olarak şunu
hissettim. Bu el ulağının gördükleri, hatırladıkları,
anlatacakları bu kadar değil! Devamı var. Ve bir okur olarak hayal
kırıklığına uğradım. Neden bu malzeme bir anlatı ve yemek
tarifleri ile sınırlandırılmış diye düşünmekten kendimi
alıkoyamadım. Malzeme, anılar ve dilin zenginliği pekala bu
tarifleri bir romanın ya da hikâye kitabının içine
yedirebilirdi. Biz adını bilmediğimiz halaların, teyzelerin,
anneannelerin, babaannenin evine küçük bir kız çocuğunun
gözünden konuk olabilirdik. Bizi bu büyük aileyle, hikâyenin
kalanıyla ne zaman buluşturacaksın?
Yorumlarına
katılmamak mümkün değil. Ancak bir “yazan” olarak bu kadarını
kotarabildiğimi söylemeliyim. Teknik açıdan belirttiğin metin
oldukça zor ve ustalık gerektiriyor. Sevgili Mario Levi’ye ve
metin irdelemesine güvendiğim arkadaşlarıma ham metni
gönderdiğimde onlardan da ilk istek bu olmuştu. “Yapabilirsin,
çalış” demişlerdi. Ancak dediğim gibi ben sınırlarımı
zorlayamadım ve haddimi bildim.
Şu anda bu
hikâyenin devamını ya da kalanını yazmayı düşünmüyorum.
Böyle bir planım yok. Başka bir mecrada ya da başka bir zamanda
fikir olarak ne gelişir bilemem!
Bir roman
taslağı uzun süredir beni bekliyor. Kıvamında olduğumu
hissediyorum. Kendime ve çok özel iki insana verilmiş sözümü
tutmanın zamanıdır…
Ben sıkça “yollarımız uzun ve açık
olsun” derim.
Tüm
yazanların yolları uzun ve açık olsun.
Teşekkür
ederim. Sevgiyle kal.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder