24 Kasım 2015 Salı

Hakan Gönül ile söyleşi

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali bitti ancak etkisi içimizde çoğalarak devam ediyor. Kaplumbağa ve Turist filminin ardından bizimle kişisel deneyimlerini paylaşan Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği gönüllüsü Hakan Gönül ile festivalin ardından sıcağı sıcağına sürdürülebilir yaşam, Doğa Dostu Kent Bahçeleri-Tohumlar Kampüse Projesi, dijital ortamda bıraktığımız ayak izlerimiz ve şehirde yapabileceklerimiz hakkında konuştuk.

 
 
50 kelimeyle otobiyografini öğrenebilir miyiz?

İstanbul'da doğdum, büyüdüm, okudum, çalıştım ve onu terk ettim. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği aktif gönüllüsüyüm. Derneğin, Doğa Dostu Kent Bahçeleri - Tohumlar Kampüse Projesi'nin koordinasyon ve yürütücülüğünü yapıyorum. Çanakkale Küçükkuyu'da Adatepe köyüne yakın bir yerde doğayla barışık ve bütüncül yaşamaya çalışıyorum.

 
1 Mart 2015 tarihinde Antalya Maratonu Runanatolia’da Doğa Dostu Kent Bahçeleri projesinin ilk ayağı olan Tohumlar Kampüse kampanyası için koştun. Bu projenin önemini ve neden koştuğunu anlatan mektubunda, “Herhangi bir bitkinin tohumdan bir sonraki tohumuna olan döngüsüne şahit olabilen insan, o tohumla birlikte doğanın ritmini, güneşi, rüzgârı, böceği, toprağı, suyu atalarından kalan içsel bilgiyi, sevgiyi, aidiyeti tekrar hatırlayan şanslı insandır,” diyorsun. Senin hatırlama, doğayla bütüncül yaşama sürecin nasıl gelişti Hakan?

Çocukluk yıllarımdan beri doğada olmayı, onunla beraberken dinlemeye, etrafımda olup biten şeylerden bir şeyler öğrenmeye çalışırdım. Sonrasında şehrin ve iş hayatının benden alıp götürdüğü güzel günler oldu o günler. 2009 yılında İstanbul Acıbadem'de bahçe içinde bir ev kiralama şansı bulduk. İlk yıl bahçedeki ne olduğunu bilmediğim bir ağaç ile süreç hızlandı diyebilirim. Kuru olan o ağaç baharın gelmesiyle yapraklandı, sonra beyaz çiçekler açtı ve o çiçekler yeşil eriğe dönüştü. O tek bir erik ağacının bereketi inanılmazdı. Tüm mahalle çocukları, komşular, gelip geçen kim varsa o eriklerden yedi. Biz erik ile ne yapılacaksa, sirkesinden şarabına her türlü şeyi denedik ama o ağaçtaki erikleri bitiremedik. O ağaç ve bahçe, derinlerde unuttuğum o aidiyet duygusunu tekrar ortaya çıkardı. Sonrasında, yükseltilmiş yataklar yaparak şehir bahçeciliği yapmaya, tohum yetiştirmeye ve döndürmeye başladık. Kentli insanın kırsala göç hikâyesinde dönüşümün kentten başlaması gerektiğine olan inancım bu deneyimle de daha da güçlendi. Kırsala göçtüğünüzde balkabağına dönüşmüyorsun, tüketim alışkanlıklarından, temiz gıdaya ulaşıma kadar tüm her şey kentte iken de hatta mutlaka kentte iken dönüşmeye başlamalı.

 
Buğday Ekolojik Yaşam Derneği’nin “Doğa Dostu Kent Bahçeleri-Tohumlar Kampüse” projesi ikinci sezonunda. Biraz saha çalışmalarından bahsedebilir misin? Proje nasıl gidiyor? Bugüne kadar neler yaptınız? Bu yıl neler yapacaksınız?

Geçen bahar 4 kampüs ile başladık. Mersin Üniversitesi, Adana Çukurova Üniversitesi, O.D.T.Ü., İ.T.Ü Taşkışla.

4 kampüs de yaz bahçesi olması dolayısıyla okullarda göreceli az insan kalmasına karşın ürünlerini aldı, 4 kampüs de kışlık ekimlerini gerçekleştiriyor şu anda. Eylül ayında kampanyaya başvuran tüm okullara bir çağrı yaparak Çamtepe Ekolojik Yasam Merkezi (camtepe.org) 'nde bir araya getirdik. Hem kampüs hikâyelerini dinledik, hem gelecek yılın planlamalarını yaptık. Sürdürülabilirlikten, görünür bilinir olmaya kadar bir çok konuda 4 gün boyunca sunumlar, konuşmalar yaptık. Son gün bostanlar kendi hasat ettikleri ürünlerden aldıkları tohumları takas ettiler. Çok eğlenceli ve bir o kadar eğitici günlerdi. Gelecek sene de yapmayı planlıyoruz.

Kampanya'nın hedefi 20 Kampüs. Dolayısı ile 16 Kampüs daha bizi bekliyor. Kişisel bağışlarla yürüyen bir proje bu. Adım Adım koşucuları projenin ana destekçileri, geçen mart ayında Antalya Maratonu Runatolia'da, geçen haftalarda da İstanbul Maratonu'nda yine kampanya için koştular. Ben de her iki koşuda vardım. Kampanyaya bağışlar halen devam ediyor. Çorbada benim de tuzum olsun diyenler bugday.org adresine girip destek verebilirler.

İnsan nüfusunun büyük çoğunluğu kentlerde yaşıyor. Kırsal alan ve kırsal alanın üretme gücü azalıyor. Şehirlerin ve şehirlilerin tüketici konumundan üretici konumuna geçmesi acil, ötelenemez bir ihtiyaç aslında. Hepimiz konvansiyonel tarımın gıdalarımızı zehirlediğinin farkındayız ancak bir toprak parçasına sahip değilsek gıdamızı üretebileceğimize dair tahayyülümüz yok. Kent Bahçeleri, Hobi Bahçeleri bize bu konuda ne derece yardımcı olur? Yaygınlaştırmak için neler yapabiliriz?

Kent bahçeciliği dünyada çok yaygınlaşmaya başladı. Yeni paradigmada daha önce başkalarına havale ettiğimiz, "Gıda, Sağlık, Eğitim" gibi hayati önem taşıyan konuları tekrar kendi elimize almak var. Dolayısıyla gıdanın da üreten toplulukların elinde olması gerekiyor. Gelecek için başka bir şansımız da yok. Gıda toplulukları, Topluluk destekli tarım (gidatopluluklari.org ) meselesi çok önemli. Topluluk bahçeleri, mahalle bostanları çok önemli. Sökülüp yerine manasız yerel olmayan türlerin dikildiği meyve ağaçları çok ama çok önemli.

Sağlıklı gıda üretimi, sadece bizim için değil, o gıdayı üretirken tüketilen, toprak, su, ekosistem için de çok önemli. Artık sürdürülebilirlik yerini onarıcılığa bırakmak zorunda. Yani insanlık sadece sürdürülebilir değil onarıcı tarım yapmak durumunda artık.

Atalık/yerel tohumun değeri de iklim değişikliği ile birlikte çok daha önem kazanmaya başladı.

Basit bir örnek ile, doymak için değil sadece o tohumu korumak için balkon ya da terasında bir tohumun hamisi olarak yetiştiricilik de yapabilirsin mesela.

 İş yerlerimizde ve evlerimizde alabileceğimiz basit önlemleri artık pek çok kimse biliyor ve dikkat ediyor. Tasarruflu ampul kullanmak, çöpleri ayrıştırmak, kompost yapmak gibi ancak dijital dünyada  ayak izi bıraktığımızın çok da farkında değiliz. Bu konuda neler söylemek istersin?

Çok önemli bir konu gerçekten.

2010 yılı verilerine göre internet her sene 300 milyon ton CO2 açığa çıkarıyor. Bu rakam Türkiye veya Polonya'da bir yılda tüketilen kömür, benzin ve gazın toplam karbon salınımı ile eşit. Veya başka bir deyişle bu rakam İngiltere'deki herkesin Amerika'ya uçakla iki kere gidip gelmesinde ortaya çıkardığı karbon miktarına eşit. Toplam 30 milyar watta denk gelen bu tüketim 30 nükleer santralin gücüne eşit.

GSM endüstrisi de 5 milyar abonesiyle her sene 183 milyon ton CO2 açığa çıkarıyor.  Bu da dünya üzerindeki toplam emisyonu %0.7'sine denk geliyor.

İnternetteki tüm verileri toplayan ve sunan sunucuların yoğun şekilde barındırıldığı data center (veri merkezleri), dünya üzerindeki karbon salınımının %23'ünü gerçekleştiriyor. (2007-Gartner). Veri merkezlerinde çok sayıda ve enerji ihtiyacı yüksek hızlı sunucu bilgisayar ve bunları birbirine ve diğer internet ağlarına bağlayan modem/router cihazlar bir arada ve yoğun şekilde çalışıyor. Bu düzenden ötürü ortaya ayrıca yüksek bir ısı çıkıyor ve düzeni sağlamak için çok büyük kapasiteli klimalar 365 gün boyunca 7/24 çalışıyor. Tüm bu yapı da yüksek bir elektrik sarfiyatı ve karbon salınımına neden oluyor. Ayrıca bu merkezlerde kullanılan aşırı miktarlarda pestisiti de hesaba katmak gerekiyor.

Google'ın elektrik harcaması sürekli olarak 260milyon watt. Bu da bir nükleer santralin kapasitesinin dörtte biri. Veya başka bir deyişle 260bin evin enerji tüketimine eşit. Google arama, youtube veya maili her kullandığınızda bu tüketime ortak oluyorsunuz. Bu rakamın 12.5 milyon wattı sadece google arama için kullanılıyor. Gmailin 2012 sonu itibariyle 425 milyon aktif kullanıcısı var.

Facebook'un veri tüketimi de 60milyon watt. 2012 itibariyle bunun %19'u yeşil enerji ancak 2015'de %25e çıkacak. Facebook'un 1.1 milyar toplam, 650milyon aktif kullanıcısı var. Twitter'ın 2013 sonu itibariyle aktif kullanıcı sayısı 241 milyon. Bunun 184 milyonu mobil.

Çocuklar için sürdürülebilir yaşam, bilinçli olarak aşırı tüketimden uzak durmak, gönüllü sadelik gibi konular fazla soyut, algılaması zor konular ancak onlara belli bir bilinç ve perspektif kazandırmak da çok önemli. Çocuklar söz konusu olduğunda nasıl davranmalı, nereden başlamalıyız? Teşekkür ederim.

Çocuklarla doğa gözlemini (camtepe.org), Analı kuzulu ( analikuzulu.com) gibi kampları çok önemsiyorum.

Evde gıda ile ilgili herhangi bir yetiştiriciliğinde çok faydalı olduğunu biliyorum. Eskiden yaptığımız fasulye, mercimek çimlendirme deneyleri çok keyifli idi. Küçük saksıda özellikle tohumdan yetiştirilen bir maydanoz, bir tere çocuğun gıda ile olan ilişkisini, ona emek verirken yaşadığı döngüyle gıdanın değerini anlayıp, tabakta bıraktığı artıkların azaldığına tanıklık ettiğim çocuklar var mesela.

Oyun ile (doğa arkadaşımın kutusu gibi) tür gözlemleri yapılabilir. Tatuta çiftliklerinde ekolojik tatillere gidilebilir. ( tatuta.org )

 

23 Kasım 2015 Pazartesi

11mecmua ile SYFF üzerine söyleşi



Haftalık dijital dergi 11mecmua 6. sayısında bu yıl ikinci kez Çanakkale'ye gelen Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'ne yer verdi. Söyleşiyi buradan okuyabilirsiniz.
 
 

17 Kasım 2015 Salı

İyi bir metin için her zaman bir yer bulunur

Son günlerde yapmam gereken işler çoğaldı.  Kafamın içi kaynayan bir kazan gibi, desem abartmış olmam. Okuduğum metinlere ilgimi bir balık gibi ancak kısa süreyle yoğunlaştırabildiğim için daha çok eski dergileri karıştırıyorum. Notos Öykü, Haziran-Temmuz 2007 tarihli dördüncü sayısında, yazmaya yeni başlayanların içinden çıkamadığı bir konuyu, yayımlatabilme meselesini ele almış. Semih Gümüş'ün "Yazar olabilir miyim?" denemesi, genç yaşta ilk kitapları yayımlanan Nedim Gürsel ve Selim İleri'nin birinci ağızdan ilk kitaplarına dair aktardıkları, yazarlardan yazma önerileri ve genç yazarlarla hangi yolu izlediklerine dair söyleşiler, yaratıcı yazarlık kursu bilgileri ile içeriği dolu, ilgi çeken bir dosya. Derginin yayımlandığı dönem Everest yayınlarının editörlüğünü yapan Sırma Köksal ile yapılan söyleşi dikkat çekici.  Bir yayınevinden içeriye girmenin ön şartı o yayınevinin editörüne dosyayı beğendirmek olduğuna göre, yazar adayları Sırma Köksal'ın sözlerine kulak vermeli.
 
 
Genç yazarların Everest yayınları gibi büyük yayınevlerinin kapısından içeri girmesinin koşulları nelerdir? Zor mudur kapıyı açtırmaları?
Genç yazarların herhangi bir yayınevinin kapısından içeri girmesinin ilk koşulu yazdıkları metne gönlünü verecek bir editördür. Eğer dosyanızı yolladığınız yayınevinin editörü o dosyayı beğenmezse, o dosyayı sahiplenmezse pek bir şansınız kalmaz. Bu kapıları hem zorlaştıran hem de kolaylaştıran bir durum. Eğer dosyanızı yollarken, o yayınevinin yayımladığı özellikle genç yazarların yazdıklarına dikkat ederseniz daha doğru hamleler yapmanız, sizin edebiyat görüşünüze daha yakın bir editörü seçmeniz kolaylaşır ki bu da şansınızı artırır. Eğer bu anlamda kişisel görüşümü belirtmem gerekirse, bir metinde ilk aradığım şey atmosfer duygusudur. Eğer bir metin okurda sadece o metne ait bir dünyaya dahil olma duygusu uyandırmıyorsa, ne konunun ne başka bir şeyin önemi kalıyor. Çünkü bir metnin dili, olay örgüsündeki sarkmalar her şey düzeltilebilir ama bir metne yazarının katamadığı atmosfer duygusu eklenemez. O olmadan da hiçbir anlatı edebiyat değildir, çünkü edebiyat bir olayın nakledilmesi meselesi değildir. En azından benim edebiyata ilişkin fikrim bu. Bu kapının zor ya da kolay olmasının bir yüzü. Diğer bir yüzü de, genç yazarlara yer açan bir yayınevi olduğunuzda bir çok dosya alıyorsunuz okurlardan ve bu bir yığılmaya yol açıyor. Bir diğer zorluk da, yayınevi büyüdükçe yayın programı yoğunlaşıyor ve çok daha titiz bir seçmeye zorlanıyorsunuz. Bunun için pek kolay bir kapı değil ama iyi bir metin için her zaman yer bulunur. Yoksa editörlük çok sıkıcı bir iş olurdu, kimse de kitap okuyup keyif çatmak dururken böyle bir işkencenin içine girmezdi.
Dipnot: Notos Öykü'ye gönderilen ve yayımlanmayan kimi öykülerin değerlendirildiği "Atölye" bölümünü bilirsiniz. Yolu atölyeden geçen, yürüyüşüne devam eden, basılı kitapları okurla buluşan öykücüler kimmiş gibi kişisel bir merak nedeniyle eski sayıları karıştırırken (Çünkü bir dergiyi asla baştan sona alıp okumuyorum. Yıllara yayılan bir karıştırma benimkisi) Atölye'ye bakmayı da âdet edindim. Dördüncü sayıda bakın kimler var: Aysun Kara, Gamze Güller, Murat Taş, Şenay Eroğlu Aksoy.
 

12 Kasım 2015 Perşembe

Kurmacabiyografiler 2 yaşında!


Kendimi bir blogger olarak hayal etmemiştim doğrusu. İyi ve düzenli bir blog okuru olmadığım için bloglarla ilgili genel kanım çok da olumlu değildi. Bloglar, bol fotoğraf, az yazı, bozuk Türkçe, bol emolojiden ibaret gezi, çocuk ve yemek web günlükleriydi bana göre.  Bazen ilgilendiğim konularla ilgili arama yaparken nitelikli, bilgilendirici metinlere rastladığım olurdu ama bu dünyaya dahil olma, ben de varım deme arzusu taşımıyordum hâlâ. 2013'ün eylülünde okumayı ve yazmayı yeniden, bu kez  kalıcı olarak hayatıma yerleştirme kararı aldıktan birkaç ay sonra, bir sohbet esnasında doğdu blog fikri.
Hemen blogspotu inceledim. Benim bile kullanabileceğim kadar basit bir program olduğunu gördüm. Anında, hiçbir yayın kurulunun onayını beklemeden okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, günden bana kalanlar hakkında usul usul konuşmak bana iyi geliyordu. Zamanla yayımlanan yazılarımı ekledim. Kurmaca yazmak hakkında yazılar derledim. Tesadüfen "Nasıl yazar/şair oldum?" bölümüne başladım. İlk iki yazı alıntı idi. Sonrasındaki metinlerin hepsi Kurmacabiyografiler'e özel yazıldı. Bu bölümü ilk yayımlamaya başladığımda ne sıklıkla güncelleyebileceğimi hiç bilmiyordum. Utana sıkıla Twitter mesajlarıyla ulaştığım yazarların pek çoğu teklifimi kabul etti. Hepsine teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Ancak güzel insan Hakkı İnanç'a ayrıca teşekkür etmeliyim. Kısa sürede bana, hâlâ her okuduğumda gözlerimi nemlendiren, boğazıma minik bir yumru oturmasını sağlayan ve gülümseten bir metin yolladığı yetmezmiş gibi, yeni yazarlarla bağlantı kurmamı da sağladı. Bu yazı ve teşekkür listesi çok uzar gider, diyeceğim o ki, değişim istiyorsanız, hemen yola çıkın, yol açık.
 
 
#festivalgeliyor
Çanakkale'nin bir köyünde yaşayan, kendi elleriyle evini inşa etmeye, gıda ormanını kurmaya çalışan, son dört yıldır Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nin gönüllü çevirmeni sevgili İlknur ile geçen sene eylül ayında tanıştık. Köyde yaşadığı için bir kez toplantı ve çokça yazışmayla  10 ille eşzamanlı olarak SYFF 2014'ü gerçekleştirdik. Yaptığımız işten, gördüğümüz ilgiden ve birbirimizden memnun kaldık ve SYFF 2015 için yeniden kolları sıvadık. Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi'nin "Siz de yapabilirsiniz!" çağrısını alan 20 il/ilçede eş zamanlı bir gösterim için geçtiğimiz yıldan daha kalabalık bir ekiple çalışıyoruz. Pan Görsel Kültür Derneği, ÇOMÜ Sinema ve Medya Topluluğu, ÇOMÜFOT, Aykan Özener, Emine Sürücü, İdil Ateşli, İlknur Urkun Kelso ve Timuçin Şahin ve ben (Tuğba Gürbüz), yerel destekçilerimiz ÇAYEK, İda Dayanışma Derneği, Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Nusrat-der, Organik Üreticiler Derneği, Tohumdan Sofraya hepimiz işin bir ucundan tuttuk. Filmler yola çıktı, afişler yavaş yavaş kente dağılıyor.
20-22 Kasım 2015 tarihinde Erkan Yavuz Deneysel Sanat Atölyesi'nde gösterilecek filmler ücretsiz ve davetiyesiz. Aralarda söyleşiler, dans gösterileri, müzik dinletileri, ÇAYEK ve Organik Üreticiler Derneği üyelerinin ve Tohumdan Sofraya'nın ikramlarıyla renklenecek festivali kaçırmayın! Çünkü aradığımız bilgiler verilerde değil, hikâyelerde saklı.
 
 
 

9 Kasım 2015 Pazartesi

GABO'DAN ÖNERİLER


1. Uzun bir hikâye ile uzatılmış bir hikâye farklı şeylerdir.
2. Bir yazının sonu ortasına gelindiğinde yazılmalıdır.
3. Bir yazar, bir yazının nasıl başladığından çok nasıl bittiğini anımsar.
4. Bir tavşanı tuzağa düşürmek, okuyucuyu tuzağa düşürmekten daha kolaydır. 
5. Yazmaya başlamaya şu âna dek yazılanların en iyisi olacağı istenciyle başlamak gerek, çünkü o istenç her zaman ardından bir şeyler bırakır.
6. Yazarken yazanı sıkan, okuyucuyu da sıkar.
7. Okuru bir tümceyi baştan okumak zorunda bırakamayız.

Kaynak: Notos Öykü Haziran-Temmuz 2007 Sayı: 4

7 Kasım 2015 Cumartesi

Genç Bir Şaire Mektuplar

 
Şiirlerinizin iyi olup olmadığını soruyorsunuz. Bana yöneltiyorsunuz bu soruyu. Daha önce de başkalarına yönelttiniz. Dergilere yolluyorsunuz şiirlerinizi. Onları başka şiirlerle karşılaştırıyorsunuz ve kimi dergilerin yazı işleri kurullarının şiirlerinizi geri çevirmeleri sizi tedirgin ediyor. Mademki bir öğüt için başvurdunuz bana, size bu tür girişimlerden tümüyle el çekmenizi salık vereceğim. Gözlerinizi dışarı çevirmişsiniz; ama işte en başta vazgeçmeniz gereken şey. Kimse akıl veremez, yardım elini uzatamaz size, hiç kimse. Tek çıkar yol, gözlerinizi kendi üzerinize çevirmenizdir. Size yazmanızı buyuran nedeni araştırıp ele geçirmeye bakınız. Yüreğinizin ta en dip köşesinde kök salıp salmadığını araştırınız bu nedenin. Yazmanız diyelim yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize. Özellikle şunu yapın: Gecelerinizin en kuytu saatinde kendinize şu soruyu yöneltin: İlle de yazmanız gerekiyor mu? Deşin içinizi, diplere inin, derinlerden bir yanıt elde etmeye çalışın. Ve bu yanıt onaylayıcı nitelik taşıyorsa, sorduğunuz sorunun karşısına, "Evet yazmam gerekiyor" gibi güçlü ve yalın bir yanıtla çıkabiliyorsanız, o zaman bu zorunluluğa göre kurun yaşamınızı; en sudan, en değersiz saatine varıncaya dek yaşamınızı bu içsel dürtünün simgesi ve kanıtı yapın. O zaman yeryüzündeki ilk insan sizmişsiniz gibi, göründüğünüz ve yaşadığınız, sevdiğiniz ve yitirdiğiniz ne varsa dile getirmeye çalışın. Aşk şiirleri yazmaya özenmeyin, herkesin pek aşinası olduğu, pek alışılmış biçimlerden kaçın, hepsinden zordur bunlar çünkü geçmişten eli yüzü düzgün, hatta kimisi nefis denecek yığınla şiirin elde bulunduğu bir alanda özgür eserler yaratabilmek büyük bir gücü, olgun bir beceriyi gerektirir. Dolayısıyla, genel temalardan kurtulup kendi günlük yaşamınızın temalarına sığınınız; hüzünlerinizi, isteklerinizi, geçici düşüncelerinizi, herhangi bir güzelliğe karşı duyduğunuz inancı anlatın; içten, çığırtkanlıktan uzak, alçakgönüllü bir yüreklilikle anlatın bütün bunları; ruhunuzdakileri dışa vurabilmek için çevrenizdeki nesnelerden, düşlerinizdeki imgelerden, anımsamalarınızdaki görüntülerden yararlanın. Günlük yaşamınız size yoksul görünüyorsa suçlamayın onu; kendi kendinizi suçlama konusu yapın, günlük yaşamın zenginliklerini sahneye davet edebilecek kadar şair sayılamayacağınızı söyleyin kendinize; çünkü yaratıcı kişiler için sefalet diye bir şeyin, sefil ve üzerinde durulmaya değmez diye bir şeyin sözü edilemez. Diyelim bir tutukevindesiniz de duvarlar dış dünyanın seslerinden hiçbirini içeri koyvermiyor, duygularınız tarafından algılanmasını önlüyor bunun. Böyle bir durumda bile çocukluğunuz, bu olağanüstü; bu krallara yaraşır zenginlik, bu anımsamaların hazinesi hâlâ sizin içinizde değil midir? Dikkatinizi bu hazineye yöneltin. Geçmişin derinliklerine gömülmüş uzak duyumsamaları içinizden çekip çıkarın gün ışığına; böylelikle kişiliğiniz sağlamlaşacak, yalnızlığınız açılıp yayılarak loş bir eve dönüşecek ve başkalarının şamatası bu evin uzağından geçip gidecektir.
Genç Bir Şaire Mektuplar Rainer Maria Rilke
Çeviren Kâmuran Şipal

2 Kasım 2015 Pazartesi

TÜYLER


...
Fran kadehini Bud'dan alıp "Teşekkürler," dedi. Gözleri yeniden dişlere takıldı. Bud onun nereye baktığını gördü. Arabalar pisti inletiyordu. Siyah birayı aldım ve dikkatimi ekrana verdim. Dişler beni ilgilendirmezdi. "Diş tellerini takmadan önce Olla'nın dişleri de bunlara benziyordu," dedi Bun, Fran'e. "Ben onlara alıştım. Ama galiba orada tuhaf görünüyorlar. Bütün çabalarıma rağmen, onları neden ortalıkta tuttuğunu anlamıyorum." Olla'ya bir göz attı. Sonra bana bakıp göz kırptı. Baba koltuğuna oturup bacak bacak üstüne attı. Siyah birasını içerek Olla'ya uzun uzun baktı.
Olla bir kez daha kızardı. Alkolsüz bira şişesini elinde tutuyordu. Bir yudum aldı. Sonra şöyle dedi: "Bud'a ne çok şey borçlu olduğumu hatırlatıyorlar bana."
"Ne dedin?" dedi Fran. Kuruyemiş kutusunu karıştırıp kaju cevizi arıyordu. Yaptığı şeyi bırakıp Olla'ya baktı. "Pardon, duyamadım." Fran gözlerini kadına dikip baktı ve söyleyeceği bir sonraki şeyi bekledi.
Olla'nın yüzü yine kızardı. "Minnettar olduğum bir sürü şey var," dedi. "Bu da minnettar olduğum şeylerden biri. Bud'a ne çok şey borçlu olduğumu bana hatırlatsınlar diye onları ortalıkta tutuyorum." Alkolsüz birasını içti. Sonra şişeyi indirip şöyle dedi: "Güzel dişlerin var, Fran. Hemen fark ettim. Ama benim dişlerim çocukken çarpık çıktı." Tırnağıyla ön dişlerinin birkaçına hafifçe vurdu. Dedi ki: "Annemle babam dişlerimi yaptırmam için gerekli parayı karşılayamadı. Dişlerimin her biri başka yöne bakıyordu. İlk kocam nasıl göründüğümü umursamıyordu. Kesinlikle umursamıyordu! Bir sonraki, içkisinin nereden geleceği dışında hiçbir şeyi umursamıyordu. Bu dünyada tek bir dostu vardı, o da şişesiydi." Başını iki yana salladı. "Sonra Bud çıkageldi ve beni bu dertten kurtardı. Birlikte olmaya başladıktan sonra, Bud'ın söylediği ilk şey, 'Şu dişleri yaptıracağız,' oldu. O kalıp ortodontiste yapacağım ikinci ziyaret vesilesiyle Bud'la buluşmamızdan hemen sonra yapıldı. Teller takılmadan hemen önce."
Olla'nın yüzünün kırmızılığı geçmedi. Ekrandaki görüntüye baktı. Alkolsüz birasını içti, başka söyleyecek şeyi yok gibiydi.
"Şu ortodontist çok becerikli olmalı," dedi Fran. Televizyonun tepesindeki korku filmi dişlerine tekrar baktı.
"Harikaydı," dedi Olla. Koltuğunda dönüp, "Bakın," dedi. Ağzını açıp dişlerini bir kez daha gösterdi, utangaçlığından eser kalmamıştı.
Bud televizyonun yanına gidip dişleri almıştı. Olla'nın yanına gidip onları Olla'nın yanağına tuttu. "Öncesi ve sonrası," dedi Bud.
Olla uzanıp kalıbı Bud'dan aldı. "Biliyor musunuz, ortodontist bunları alıkoymak istedi." Konuşurken onları kucağında tutuyordu. "Olmaz, dedim. Onların benim dişlerim olduğuna dikkatini çektim. O da bunun yerine kalıbın resimlerini çekti. Resimleri bir dergiye vereceğini söyledi."
Bud, "Ne tür bir dergi olduğunu siz düşünün. Bu türden bir yayının pek revaçta olduğunu sanmıyorum," dedi ve hepimiz güldük.
Tüyler öyküsünden
Katedral / Raymond Carver

1 Kasım 2015 Pazar

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (17)


Yazarlık Macerası
Yazar olma arzusu ilk ne zaman uyandı içimde bilmiyorum. Sanatla ilişkim çocukken resim yaparak başlamıştı. Özel bir yeteneğim olmadığını hemen fark etmiştim. Ama yine de resim yapmak hoşuma gidiyordu. Ayrıca hikâyeleri seviyordum, hele ki resimli olurlarsa... Masalları dinlerken onları gözümün önünde canlandırmak hoşuma gidiyordu. Okumayı çok seviyordum. Okudukça çevremdeki çocuklardan farklılaştığımı hissediyordum. Önümde başka dünyalar açılıyordu. Dünyam genişliyordu. Hayatı çoğaltan bir tarafı vardı okumanın. Ama yazmak? Yazmak çok uzaklardaydı henüz. Çok önemli bir meziyet olduğunun farkındaydım ama... Çünkü yazmak, evde çok övülen bir özellikti. Babamın defalarca anlattığı bir olay vardı: Amcalarımdan biri orta okulda kendi sınıf arkadaşlarına hatta üst sınıflara matematik dersleri veren çok zeki bir öğrenciymiş. Üstelik kalemi de çok kuvvetliymiş. Bir gün Türkçe hocası derste bahar konulu bir kompozisyon ödevi vermiş. Amcam hem kendisi için hem de sınıftaki kırk arkadaşı için kırk kompozisyon yazmış ve hoca aynı kalemden çıktığını anlamamış. Babam, ayrıca amcamın Ordu’da başlayıp Bastille zindanlarında biten bir roman yazmış olduğunu ama bu romanın kaybolduğunu da anlatarak övünürdü. Amcam, o kadar sert mizaçlı biriydi ki bu romanı kendisine asla soramadım. Bu hikâyeler üzerimde derin iz bırakmıştı. Öncelikle matematik ve yazının birbiriyle ilişkili, ikisinin de yüksek zihinsel çaba gerektiren işler olduğuna inanmıştım. Sonra, hayatın kırk farklı şekilde anlatılabileceğini öğrenmiştim. Bunlar benim çocukluk mitolojimde önemli olaylardı. Ama hemen yazmaya girişmedim.

Orta okulda ilk öykülerimi yazdığımı hatırlıyorum. Türkçe derslerinde kompozisyon ödevleri olurdu, genellikle “kalem kılıçtan keskindir” gibi atasözleri verilir ve öğrenciden bu konuyla ilgili bir deneme yazması beklenirdi. Ben can sıkıntısından bu kompozisyon ödevlerini öykü olarak yazmaya başlamıştım. Epeyce de uzun yazıyordum. Her hafta Türkçe hocamız dersin son beş on dakikasını benim öykümün okunmasına ayırıyordu. Arkadaşlarım da merakla dinliyorlardı. Bu benim için ilk yazarlık deneyimidir. İnsanın yazdıklarını yüksek sesle okumasının şöyle bir yararı vardı: dinleyicilerin dikkatlerinin yoğunlaşıp gevşemesi size yazınızın ilgi çekiciliği hakkında anında bir bilgi veriyordu. Hemen sonrasında yorumlar yapmaları da çok değerliydi, çünkü yazdıklarınızın okurlarınızın üzerinde nasıl etkiler bıraktığını anlamak çok öğreticiydi.

 Lise yıllarında okumayı sürdürdüm ama kurmaca yazmaktan uzak durdum. Benim yapabileceğim bir şey değil gibi geliyordu. Neden bilmiyorum... Ama edebiyatın çok önemli olduğunu, duygularla olduğu kadar akılla da ilgili olduğunu bize müthiş bir şekilde anlatan bir edebiyat hocamız vardı. Kendisi de bir şair olan sevgili hocamız Oktay Tuncer’den aslında eleştirel okumayı öğrendim diyebilirim. Edebiyat metninin sadece pasif bir şekilde okunup geçilecek metinler olmadığını, gerek dilbilimsel gerek sosyolojik ve tarihsel olarak okunabileceğini bize lise düzeyinde harika bir söylev yeteneği ile birleştirerek anlatırdı. Tabii o sırada çok da farkında değildim bu öğrendiklerimin üzerimde nasıl bir iz bıraktığının.

Ardından üniversiteye başladım. Sınavlarda çok başarılı olmuş, zor bir mühendislik bölümüne girmiştim ama ilk yıl Boğaziçi’nde hazırlık sınıfına kaydolmuştum. Orada hem dünya edebiyatının önemli eserlerini okudum hem de Oğuz Atay’ın edebiyatı ile tanıştım. Yıl 1984. Müthiş bir yıldı benim için. George Orwell, Albert Camus, Borges, John Fowles, Oğuz Atay, Sevim Burak gibi yazarlar o yıl dağarcığıma katılmıştı. Bütün yıl, sadece edebiyat değil, edebiyat dışı okumalarda da müthiş bir okuma maratonuydu benim için. Tarih, siyaset, felsefe, psikoloji alanında klasikleri okuyor arkadaşlarımla tartışıyordum. Yıllarca sürecek bu okuma tartışma grupları daha sonra bir dergi çevresinde bir araya gelecekti. Ama dönüştürücü olan, beni yazmaya başlatan Oğuz Atay oldu. Onun edebiyatı beni çok heyecanlandırdı. O güne kadar okuduğum kimseye benzemiyordu ve düşünceleri, üslubu, dünyaya bakışı bana çok yakın gelmişti. Evet, demiştim, böyle bir edebiyat varsa, bana da bu edebiyatın içinde bir yer olabilir. Ben de yazabilirim, dedim ve yazmaya başladım. Zaman geçtikçe yazmak meselesinin en üst düzey entelektüel etkinlik olduğuna dair inancım pekişti. Edebiyat yoluyla sadece hayatımızı ve dünyamızı anlamakla kalmıyorduk aynı zamanda yeni dünyalar yaratabiliyorduk. Yeni diller, bakış açıları, düşünce sistemleri... Hepsi edebiyatın içinde mümkündü. Felsefe, tarih, psikoloji edebiyatın içinde bambaşka bir hâl alıyor, canlanıp ete kemiğe bürünüp hayat memat meselesi haline geliyordu.

 Yazmaya devam ettim.

Mühendisliği bitirdikten sonra Psikoloji alanında eğitimime devam etmeye karar verdim. Yüksek lisans çalışmalarını yürütürken yazmaya da hız verdim. İlk kez bir yarışmaya katıldım, 1989-90 Yunus Nadi Öykü ödülünü Aslı Erdoğan’la paylaştık. Bu kısacık öykümün ödül kazanması kendime güvenimi tazeledi. Ayrıca, oralarda uzaklarda bir yerde, erişilmez gibi duran edebiyat dünyasının kendi içine kapalı havasının bir yanılsama olduğunu, iyi bir şey yazınca, hiç tanınmasa da kişinin ödüllendirileceğini gördüm.

1992 yılında bir grup arkadaş Hayalet Gemi adında bir dergi çıkarmaya başladık. Burada hem öyküler yazıyor hem de derginin içeriği ile ilgileniyordum. Artık okurlarım vardı. Yazdıklarımı alıp okuyan, merak eden, bir sonraki sayıyı bekleyen okurlar. Hayalet Gemi dönemi benim için tam bir okul oldu. Sadece öykü yazmanın inceliklerini öğrenmedim bu dönem. Çünkü dergi çıkarmak her şeyden önce kolektif bir çabanın ürünü. İnsanlarla beraber iş yapabilmeyi öğrendim. İnsanların düşüncelerinden, görüşlerinden yararlanmayı keşfettim.  Yazıları yayına hazırlamak, dergiyi tasarlamak, masa üstü yayıncılığın abecesini öğrenmek, matbaacılarla, dağıtımcılarla, kitabevleriyle, ilan veren yayınevleriyle, yazarlarla ve elbette okurlarla çok farklı düzeylerde ilişkiler geliştirmek çok önemli bir deneyimdi benim için. Tüm bunları yaşarken henüz kitabımı yayımlatmayı başaramamış, kendimi yayınevlerine kabul ettirememiştim. Uzun bir süre de ettiremeyecektim, ama umursamıyordum. Dergi okurları bana yetiyordu. Genç, eğitimli, meraklı, kültürlü bir okur kitlesine ulaşıyorduk.




Sonunda ilk kitabımı 1999 yılında bastırabildim. Kitabım temmuz ayında piyasaya çıktı. Yıllar sonra en nihayet kitabım basıldığı için çok sevinçliydim ama kısa bir süre sonra öyle bir olay oldu ki benim için, hepimiz için hayatın anlamı bir anda değişti. Büyük bir yıkıma neden olan 17 Ağustos Marmara depremi yaşandı. O korkunç olayın şokunu yıllarca atlatamadık. Sevincim kursağımda kalmıştı.

Sonraki yıllarda birikmiş öykülerim kitap halinde peş peşe yayımlanmaya devam etti. Ardından romanlar geldi, incelemeler... Önce genç yazar demeye başladı insanlar ve zamanla “genç” sıfatı kendiliğinden düştü. Ama ben hiç bir zaman bilgi formlarında “mesleği” kategorisine “yazar” yazamadım. Kendimi o şekilde tanımlamadım. İnsanın kendine yazar demesi gereksiz bir böbürlenme gibi geliyor, ama bu söylediğim son derece kişisel bir takıntı. Belki de henüz birbirinden farklı kırk tane bahar konulu yazı da yazamadığım için böyle düşünüyorum... Kim bilir...
                                                                      Murat Gülsoy