30 Aralık 2018 Pazar

Philip Pullman'dan Yazar Adaylarına Öneriler


Fikirler yazarların aklına nasıl gelir? 

Sanırım, bu soruyu on farklı yazara sorsanız, on farklı yanıt alırsınız. Çok eski zamanlarda ozanlar, ilham perisi olduğu düşünülen Musa'lara inanırlardı. Şiir, tragedya, dans ve diğer sanat dalları için toplam dokuz Musa olduğuna inanılırdı. Ozanlar ve müzisyenler, ilham vermesi için kendi Musalarına dua eder ya da belki kurban keserlerdi. 
Günümüzde hâlâ Musa'lara inananların olduğunu zannetmiyorum ama bir zamanlar insanların neden onlara inandığını anlayabiliyorum. Akla bir fikrin gelmesi gizemli bir olaydır; "ben yazarım" demeniz ille de yazacak bir fikir bulacağınız anlamına gelmez. Fikirler sanki dışarıdan bir yerlerden, karanlıktan, sebepsiz yere çıkagelir. 
Fakat hazırlıklı olmakta fayda var. İnsanlar bana fikirlerimin nereden geldiklerini sorduğu zaman onlara bazen şöyle derim: "Nereden geldiklerini bilmiyorum ama nereye geldiklerini biliyorum: Çalışma masamın üstüne geliyorlar ve ben orada değilsem gerisin geri dönüp gidiyorlar." 
Demek istediğim şu: "İster masa başında olun ister başka bir yerde, aklınıza iyi bir fikir geldiğinde hazırlıklı ve ne yapacağınızı biliyor olmalısınız." 
Okuldayken kriket oynadığım zamanlarda aklıma iyi fikirler gelirdi. Çünkü ne doğru dürüst atış yapabiliyordum ne de topu yakalayabiliyordum. Onun için de beni sahanın en uzak köşesine gönderirlerdi ve ben de orada yarı hayal âlemine dalmış, yarı oyuna dikkatimi vermiş halde vakit geçirirdim. Zaten galiba hayatımın büyük bölümünü bu şekilde geçirdim. 
Bazı yazarlar, akıllarına bir fikir gelir gelmez yazabilmek için yanında bir defter taşır. Bu yöntem sizin de işinize yarayabilir. Zaman zaman ben de denedim ama çok işime yaramadı çünkü bir öyküyle ilgili iyi bir fikir yakaladığımda o fikir zihnime yapışıp kalır, tıpkı kırlarda yürürken üstünüze başınıza takılan pıtraklar gibi. İstesem de ondan kurtulamam. 
Fikirler her yerden gelebilir. Okuduklarımdan pek çok fikir alırım; bir başka yazarın yazdıklarından ilham almakta hiçbir sakınca yoktur. Çoğumuz okuduğumuz bir yazıdan çok etkilendiğimiz için benzer bir yazı yazma isteğiyle başlarız bu işe. Sadece insanları seyretmek ve dinlemek bile aklınıza pek çok fikir getirir. 
Fakat aklınıza iyi bir fikir gelmesi yalnızca bir başlangıçtır. O fikirden yola çıkarak bir öykü kurgulamanız gerekir. Kimileri yazar olmak için gereken tek şeyin esinlenmek olduğunu düşünür. Hiç de değil! Pek çok kişinin aklına iyi fikirler gelir ama bunların pek azının gerisi gelir ve bir öyküye dönüşür. İşte sıkı çalışma bu noktada devreye girer. 
Ama sakın endişelenmeyin; düzenli ve sıkı çalışırsanız ve istediğiniz gibi yazamadığınızı hissettiğiniz  anlarda bile yılmadan devam ederseniz Musa'nız sizi görecek, yeni fikirlerle size ilham verecektir. Ve yaşayacağınız en güzel duygulardan biri, haftalardır üzerine uğraştığınız sorunu çözmenizi sağlayacak fikrin aklınıza gelmesi olacaktır. Bunun ne olduğunu gerçekten de olabildiğini biliyorum ve Musa'lara bir açıdan hâlâ inanmamın nedeni de bu zaten. Öyle ya da böyle, ilham perilerine saygı duyuyorum. 

Kaynak:
Küçük İnsanlardan Büyük Sorular 
Hayli Mühim İnsanlardan Basit Cevaplar 
Derleyen Gemma Elwin Harris 
Çeviri Şiirsel Taş 
Domingo Yayınevi 

26 Aralık 2018 Çarşamba

Andrew Clements'ten Yazar Adaylarına Tavsiyeler



Genç yazara verebileceğim en iyi tavsiye: Okumak. Ulaşabildiğiniz tüm iyi kitapları okuyun. İyi yazının nasıl göründüğünü ve hissettirdiğini öğrenin, dikkatinizi iyi yazının size nasıl hissettirdiğine ve nasıl düşündürdüğüne verin. Ve bir sonraki aşamaya geçin, yazarın kullandığı unsurları keşfetmeye çalışın. Bir kitapta olan her şeyin bir amacı olduğunu hatırlayın. Kelimeler öylesine sayfada belirmez. Başkalarının binlerce ve binlerce kez yaptığı seçimlere bakıyorsunuz ve bir yazar gibi düşünmeye başlayacaksanız o cümlenin neden öyle yazıldığını keşfetmek zorundasınız. 

*Bu tavsiye, yazarın www.andrewclements.com adlı şahsi web sitesinden alınarak tarafımdan Türkçeye çevrilmiştir.


SAKAR CADI VİNİ VE DİŞ PERİSİ

Edebiyatta diş hekimliği teması "Sakar Cadı Vini ve Diş Perisi" hikâyesinden tadımlık bir bölümle devam ediyor.
Vilbur patisini ağzına götürdü. Gözlerinde bir telaş ifadesi vardı.
"Eyvah, Vilbur!" dedi Vini. "Yoksa dişlerini mi döktüm?"
Vilbur patilerini yavaşça ağzından çekti. Sonra da ağzını açıp diliyle tek tek dişlerini yokladı. Hepsi yerli yerindeydi.
"Bunun için kokmuş peynirlere şükret!" dedi Vini. "Yine de seni Dişçi Parıldakdiş'e götüreyim mi, bir kontrol etsin?"
"Mırrıv-ov-ov!" dedi Vilbur.
Yakalanmamak için hemen perdeden yukarı tırmandı.
"Tamam, tama!" dedi Vini. "Ama dikkatli olsan iyi edersin. Dişlerin gevşemiş olabilir. En iyisi şu güzelim sıcak kabaklardan ye ve kamışla portakal suyundan iç."
Vini tekrar koltuğa yerleşti.
"Çelme tak! Pas ver" diye bağırırken bir havuç dilimini yoğurt sosuna batırdı, sonra da ağzına attı. Nam-nam! "Gıdıkla onu!" dye haykırırken susamlı gevreklerden biraz aldı ve onu da katır kutur yemeye başladı.
Ama birden, "Aıııı!" yaparak elini ağzına götürdü Vini. Uzun parmaklarını ağzına sokup bir şey çıkardı...
"Bir diş!"
"Miyoov!" dedi Vilbur. Diş çok ilgisini çekmişti.
Vini elindeki dişe bakarak, "Şimdi ben dişsiz ne yapacağım?" dedi. "Bu dişe ihtiyacım vardı! Televizyondaki güreşçiler gibi görüneceğim şimdi! Bir daha asla güzel olamayacağım! Üstelik açlıktan öleceğim. Ne olacak şimdi?"
Vilbur onu dürtükleyerek su içme kamışını vermek istedi.
"Hayır!" diye sızlandı Vini. "Her şeyin suyunu kamışla içmek istemiyorum!" Ama Vilbur bu sefer elinde bir telefon rehberi tutmuş ona bir telefon numarasını gösteriyordu.
"YOK, yok, yok!" diye çığlık çığlığa bağırdı Vini. "Hayatta Dişçi Parıldakdiş'e gitmem! Katiyen olmaz!"
...

Bu hikâye Sakar Cadı Vini'inin Fotoğraf Albümü kitabından alınmıştır.



Yazan Laura Owen
Resimleyen Korky Paul
Çeviren Bülent O. Doğan
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları


21 Aralık 2018 Cuma

CANIM AĞACIM*


Canım Ağacım Kanadalı yazar ve illustratör Jacques Goldstyn’in Türkçeye çevrilen ilk eseri. Jacques Goldstyn’in yazıp resimlediği Can Sanat Yayınları’ndan yayımlanan kitabın çevirisi Mehmet Erkurt’a ait. 

Kitap pek çok yönüyle Cömert Ağaç kitabını çağrıştırıyor. Her iki kitap da ismi bilinmeyen bir çocuk ve ağacın dostluğunu ele alıyor, kısa ve yalın bir hikâye anlatıyor, anlatıya sade çizgiler eşlik ediyor ve her iki hikâye de ağacın ölümüyle bitiyor.

Cömert Ağaç’ta çocuk ve ağacın bir ömür boyu süren arkadaşlığı ele alınırken Canım Ağacım kısa bir zaman diliminde geçiyor ve çocuğun Bertolt adını verdiği ağacın son kışının ardından hikâye nihayetleniyor. Cömert Ağaç’ta ağacın ölümü bizzat çocuğun elinden (maddi hırslarını gidermek için) gelirken, Canım Ağacım’da çocuk, ölümünün ardından yakın arkadaşı Bertolt’u onurlandırıyor.

Cömert Ağaç’taki çocuğun aksine onu asla terk etmiyor çünkü o bir münzevi, farklılıklarıyla yaşadığı toplumda göze battığının, insanların onunla alay ettiğinin farkında ama bu onu hiç de rahatsız etmiyor. Yalnızlığından memnun, ilgi alanları var.



Ağaca tırmanmak en sevdiği şeylerin başında geliyor. Elbette Bertolt’a ve elbette ilkbaharda. Çünkü bahar gelince, tepeden tırnağa yeşile keser Bertolt. Harika bir gizlenme yerine döner. Gizlenme yeri yeterli değil onu tarif etmeye. Bertolt, bu koca meşe, bir ev, sığınak, labirent, hatta bir kale, bir çocuğa, sincap ailesine, bir kargaya, puhu kuşuna, ağustos böceklerine, sıvacık kuşlarına ve diğerlerine… Bir 500 yılı var ki ayakta, dimdik ve de dilsiz. O sustukça dile gelir çocuk, bir bir anlatır yaşadıklarını, baharda, yazda, sonbaharda ve de kışta.


İlkbaharda, yaprakların arasına saklanmak gibisi yoktur. Kimselere görünmeden, tepeden görür kasabanın tüm gizli saklısını, kilometrelerce öteyi, hatta yer yuvarlağını… Fırtınanın koptuğu günlerse bir masal gibidir! Dante’nin şiirleri gibi. Rüzgâr sizi önüne katıp götürmesin diye sımsıkı tutunmanız gerekir. Dalı budağı, tıpkı fırtınaya yakalanmış bir kalyonun direkleri gibi gıcırdasa ve çatlasa da Bertolt güvenli bir sığınak gibidir. Ona sığınanları yarı yolda bırakmaz ama asıl cümbüş baharda, onun da eli kulağında. 

İlkbaharın gelişi ilk kez neşelendirmez çocuğu. Tüm ağaçları çiçekler, tomurcuklar, yapraklar basar, Bertolt hariç. Günler, haftalar geçer, ümitle bekler çocuk ama bir gün gerçeği kabullenir. Bertolt ölmüştür.

Şöyle dillendirir içinden geçenleri: 

Bir kedi öldüğünde, bunu hemen anlarız. 

Aynı şey bir kuş için de geçerli. 

Ama bir ağaca baktığınızda, 

bunu hemen anlamazsınız. 

Karşınızda hareketsiz, 

dev bir sırık gibi dikilir. 

Nefesini tutuyormuş gibi... 

Bize bir oyun oynuyormuş gibi... 

Oysa oyun oynamıyordur Bertolt. Yalnızca yeryüzündeki zamanı bitmiştir. Ölen bir kediye, kuşa veda etmek gibi değildir ayakta ölmüş bir ağaca veda etmek ama bir mobilyaya ya da yakılacak oduna dönüşmeden önce sevgili dostunu onurlandırmanın bir yolunu bulacaktır çocuk. 


Canım Ağacım

Yazan ve resimleyen Jacques Goldstyn

Çeviren Mehmet Erkurt

Can Çocuk

+8

* Bu yazı 14/12/2018 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar köşesinde yayımlanmıştır. 

19 Aralık 2018 Çarşamba

Çocuk ve Kitap

Sık sık velilerden çocuklarının kitap okumayı sevmediğini söylediklerini işitiyorum. Çocukların kitap okumayı sevmesi için okul öncesi kitaplarla bağ kurmaya başlaması, evde mütevazi de olsa bir kitaplık olması, ebeveynlerini kitap okurken görmesi şart. Okumayı sökene kadar kitaplarla, anlattıkları hikâyelerle bağ kurmamış bir çocuğun yetişkin desteği olmadan kitap okumaktan zevk alır hâle gelmesi her zaman mümkün değil. Çocuğunuzun içine kitap okumaktan zevk alma tohumları ekmek için yapabileceğiniz bazı basit yöntemler ya da bizim evin hâlleri:
Birlikte düzenli kitap okuyun
İki yaşından beri Deniz'e düzenli olarak kitap okuyorum. Elbette iki yaşlarındayken bu tam bir okuma olmuyordu. Çoğunlukla resimler üzerinden takip edebileceği şekilde kısaltarak okuyor ya da anlatıyordum. Bazen yalnızca tek bir sayfaya bakmak istiyor. Bir resim üzerine konuşuyorduk. Zamanla onu gözlemledim ve dikkatini okuduğumuz metne vermeye başladığında kısa hikâyeleri baştan sona okumaya başladık. Ve "bir daha oku anne" çağı başladı. "Bir kere oku, iki kere oku, bir kitap daha oku" evresi oldukça uzun sürdü. Aynı kitapları döne döne okuduğumuz, tutkuyla bağlandığı kitapların olduğu dönemlerde birlikte okuduğumuz kitapları paylaştığım bir de blog vardı: bikipak
İsim annesi Deniz. Kitap yerine kipak dediği, yatağa girerken "Ben bi kipak alayım, oku" dediği günlerde açtığım bloğa bir başka isim vermek de aklıma gelmedi doğrusu. Blog bugünlerde atıl. Belki ileride Deniz okuduğu kitaplar hakkında kendi yazmaya başlar. 
Kitaplar ulaşabileceği bir yerde bulunsun. 
Kitapları odasında ulaşabileceği yerde bulundurmak çocuğun kitaplarla bağını arttırıyor. İstediği zaman istediği kitabı bulmasını sağlıyor. Siz okumasanız bile kitabı elinde eviriyor çeviriyor, resimlerine bakıyor. Onlarca kez dinlediği kitabı ezberden oyuncaklarına ya da evcil hayvanlarına okuyabiliyor. 
Kitap okumayı uyku öncesi ritüeline dahil edin.
Kitap okumadan uyuyakaldığı geceler hariç Deniz'e hep kitap okudum. Yolculukta, tatilde, her nerede olursak olalım. Geç yattığını düşündüğüm bir iki istisnai gece "Hadi geç oldu, bu gece kitap okumayalım" dediğimde "Annoş bana kitap okumuyor" diye ağlaması, yaygara koparması beni kendime getirdi. Bu saate kadar ayakta durduysa, beş on dakika daha durabilir diye düşündüm ve kitap okuma keyfimizi sabote etmedim. 
Birlikte kitap okumak üzere yatağa girmek, birlikte heyecanlanmak, meraklanmak ve hikâyelerden keyif almak özel bir zaman. Bu çocuğunuzun ona değer verdiğinizi, sevdiğinizi anlamasını sağlıyor. 
Günümüzde çocuk kitapları çok eğlenceli. Birlikte kitap okumanın size de kendinizi iyi hissettireceğinden eminim. 
Bir kütüphane kartı olsun.
Deniz üç yaşlarından beri Halk Kütüphanesi'ne üye. İlk defa üye kartı çıkartmak istediğimizde okula gitmediği için üye olamayacağını, kendi kartımla çocuk bölümünden ödünç kitap alabileceğimi söylemişlerdi. Konuşup ısrarcı olunca kendi üyelik kart çıktı. 2015 yılında "En Çok Kitap Ödünç Alan Üye" ödülü bile aldı. Kütüphane yıkılıp yeni yerine taşındığından beri çok nadiren kullanıyoruz. Çocuk Kültür Evi'ne ve Çocukluk Bizde Kalsın Derneği'ne düzenli gittiğimiz için onların kütüphanesinden faydalanıyoruz. Böylece kitap karıştırma, bir arı gibi kitaplar ve raflar arasında gezinme Deniz'de huy ediyor.  
Okumayı söktükten sonra da ona kitap okumayı sürdürün. 
Okumayı öğrendikten sonra da ona kitap okumaya devam ettim. Çünkü Deniz artık iyi bir dinleyiciydi ve bölümlü hikâyeleri, kısa romanları takip edebiliyordu. Onları okumaya çalışsa, çok yavaş okuyacak, harfleri çözmeye çalışmaktan hikâyenin anlamını kaçıracak, belki de kitaplardan soğuyacaktı. İşin aslı birlikte kitap okumaktan ben de keyif alıyordum. Kendi becerene kadar eşlik ettiğim, zorunluluk olarak gördüğüm bir süreç değildi. O yüzden devam etti. Bunun yanı sıra eskiden benim ona okuduğum kitapları onun bana okuması konusunda onu cesaretlendirdim. Bu bir süre devam etti. Okuması hızlanınca, daha önce okuduğu, konusunu bildiği kitapları okumanın onun için heyecan verici olmadığını, sıkıldığını (bir kez daha oku anne yaşını geçmişti) ifade edince her ikimiz de birbirimize yeni kitaplar okumaya başladık. Ve daha sık kütüphane yolunu tutar olduk. Çünkü okuma hızı gereği az yazılı, iri puntolu erken çocuk kitaplığı kitapları okuması gerekiyordu ama okuduğunu anlama, zevk alma yaşı daha ilerideydi. Bu kısa dönemi çok fazla yeni kitap almadan kütüphaneyle geçirmek daha akılcıydı. 
Deniz şimdi ikiye gidiyor. Hâlâ her gece birbirimize kitap okuyoruz. Bu sayede Deniz öğretmenin her gün 20 sayfa kitap okuma önerisini bir ödev, zorunluluk olarak görmüyor, kaç sayfa daha okumam gerek diye sormuyor. Bazen 10 sayfa okuyor, bazen 20, bazen 30... Bir bölüm bittiğinde çok heyecanlandıysa, meraktan çatlayacaksa bir bölüm daha okuyor. Böylece sayfalar çoğalıyor. Telaffuz düzeliyor. Kelimelerin hakkını vererek, noktalama işaretlerine özenerek, bir dinleyicinin varlığını da gözeterek okumaya çalışıyor. 


Çocuklar hikâye dinlemekten hoşlanır. Kitaplar aynı çizgi filmler gibi onlara hikâye iletmenin bir aracıdır. Çocuklar iyi hikâyeleri avlamaktan hoşlanır. Bir kez buldular mı ellerinden düşürmez, kısa sürede yalayıp yutarlar. Kitap okumak keyif vermenin yanı sıra kelime dağarcıklarını, kendilerini ifade etme becerilerini, olayları, durumları ve insanların ne hissettiğini anlama kapasitelerini arttırır. Tüm bunlar okul başarılarını da olumlu etkiler.
Rengârenk çizimler, şahane illüstrasyonlar çocukların sanata ilgi duymasını, taklit etmesini, sonra kendi özgün çizimlerini ortaya çıkarma cesareti göstermelerini sağlar. Kısa sürede okumaya başlayınca kelimelerin canlandığını, gözünün önünde yepyeni bir dünya canlandığını görürler. 
Evet, iyi kitaplar pahalıdır ama bir Lol bebek kadar değil. Bir Lol bebek fiyatına alacağınız 5-6 şahane kitap, çocuklarınıza yaratma cesareti verir, onlara ilham olur. İçinde didaktizm barındırmayan iyi bir hikâye, hümanizm, eşitlik, dayanışma vb evrensel davranış ve değerlerle tanışmasını, içselleştirmesini, üzerine düşünmesini sağlar. 



16 Aralık 2018 Pazar

ÇOCUK OLMAK ZOR (mu acaba?)

Çocuk Olmak Zor! 
Jennifer Moore-Mallinos'un yazdığı, Marta Fabrega'nın resimlediği Tübitak Popüler Bilim Kitapları'na ait bir yayının ismi bu. Hikâyenin anlatıcısı Tatiana'nın gözünden çocuk olmanın zorluklarına değinilen kitabın çevirisi Ebru Kılıç'a ait.


Tatiana çocuk olmanın zor olduğuna çok emin. Zorunluluklardan, kurallardan ve onları her an, her yerde izleyen büyüklerden şikâyetçi. 
Oysa biz yetişkinler pek de fazla sorumluluğumuzun olmadığı, sokakta doyasıya oynadığımız, vara yoğa güldüğümüz o günleri mumla arıyoruz. Çocukluk ne bizim anımsadığımız kadar dertsiz, tasasız ne de Tatiana'nın düşündüğü kadar zor. Hikâye ilerledikçe kitabı okuyan yetişkin de, hikâyenin kahramanı Tatiana ve çocuk okur da ortada bir yerde buluşuyor zaten. 
Hepimiz anlam arayışı içindeyiz, çocuklar da dâhil. Çocuklara herhangi bir şeyi yapmalarını buyurmak yerine, onlara neden-sonuç ilişkisini gösterdiğimizde, bu eylemi neden yapmaları gerektiğini söylediğimizde gerek ev gerek okul yaşamında şahane iş ortaklarına dönüyorlar. Tecrübeyle sabit. Bu açıklamaları yapmaya biz yüksünüyoruz bazen. Yüksündükçe çocuk olmak zor nidaları yükseliyor. Açıklamalar çoğaldığında ise "yetişkinler ve kuralları" algısı siliniyor, yerini daha düzenli, planlı, kolay, güvenli, huzurlu ortamlar yaratmak için gücü birlikte kullanmak, işbirliği, dayanışma, yardımlaşma, destek olma kavramları alıyor. İşte o zaman çocuklar, yetişkinlerin yalnızca çocuklara kurallar koymadığını, kendilerinin de uyduğu bir dizi kural olduğunu, bu kuralların da toplumsal bir mutabakatın güvencesi olduğunu rahatlıkla görebiliyor. İşte o zaman çocuk yetişkinliği göklere çıkarma hevesine kapılmaz ve çocuk olmanın iyi yanlarına odaklanır.
Uzun yaz tatilleri, oyunlar, saçmalama hakkı... Büyümek kesinlikle bekleyebilir!




Çocuk Olmak Zor!
Yazan Jennifer Moore-Mallinos
Resimleyen Marta Fabrega
Çeviri Ebru Kılıç
Tübitak Erken Çocukluk Kitaplığı
+6

4 Aralık 2018 Salı

İYİ ÖYKÜLERİN ORTAK ÖZELLİKLERİ




“Dil”

Diğer yazınsal türlerde olduğu gibi öykünün de genel geçer kuralları yok. Ancak tüm iyi öykülerin mutlaka belli başlı özellikleri var. Bunların başında “dil” gelir. İyi öykülerin en önemli özelliği dil başarılarıdır.

“Tavır, duruş, teklif”

İyi öykülerin aynı zamanda bir tavrı, bir duruşu, bir teklifi, sunumu, tercihi vardır. Değilse insani durumları sorgulamayan, bizi rahatsız etmeyen, bir teklifi ve sunumu olmayan insansız bir öykünün/metnin bir anlamı olamaz. 
“Atmosfer”
İyi öykülerde, dille, anlatımla, kurguyla, atmosferle bir güzellik yaratılır. Öykü ister gerçek ister fantastik/gerçeküstü öğelere yaslansın, ister lirik ister dramatik olsun, gerek duyduğu yegâne şey, her tercihin gereklerine uygun “atmosfer”in varlığı ve kendi içinde tutarlılığıdır. 
“Tek etki”
İyi öyküde odaklaşma ve tek etki yaratma gerçekleştirilmiştir. Öykücü tek bir “merkezi nokta” tespit eder ve öyküsünü ona göre kurgular. Artık öyküye giren her şey o merkezi noktayı sağlamlaştırmak, güçlendirmek ve açığa çıkarmak için kullanılır. 
“Ayrıntı/yoğunluk”
İyi öyküler, öncelikle “ayrıntı”nın gücünden yararlanır. Ayrıntı önemlidir, zira öykü aslında bir ayrıntı sanatıdır. İyi öyküler bir olayı, durumu, küçük bir ayrıntıyla bütün bir hayatı özetleyen, temsil eden bütünlüğe ulaştırır. 
“Azaltma/rafineleşme”
Kuşkusuz hayatın özünü damıtmaktır öykü. Hayatı tanımlayacak o ayrıntı, o seçim ne kadar yerindeyse öykü de o kadar başarılı olur. Çünkü öykü biraz da ayrıntı, rafineleşme sanatıdır ve sıkıştırılmış bir cevher gibi parlar. 
“Biçim/yenilik”
Bir kurmaca değerini, yalnızca konunun iyi seçilişinden değil, iyi bir biçimde sunuluşundan, biçimlenişinden alır. Yeni teknik, olayları yeni bir bakış açısından kavrayıştır. Bir anlamda kişiseldir ve devrede olan yaratıcı kişiliktir.
“Zenginleştirme-çoğaltma”
İyi öykünün çoğaltmaya, zenginleşmeye uygun bir yapısı vardır. Çünkü öykü formunu benimseyen bir yazarın “yapması” gereken şey, sadece hayatı yansıtmak değil, onu çoğaltmak, üretmek olmalıdır. 
“Zamanın dili”
İyi öyküler, her dönemde, hayatın akışı, anlamı ve ritmi üzerine söz alır. Bulunduğu coğrafyanın dili, gerçekliği ve koşulları içerisinde değişmez duyguları, o çağın, o anlayışın verileriyle yeniden, yeniden üretir. 
Buraya kadar saydıklarımız, öykünün kuralları değil, iyi bir öyküden çıkarabildiğimiz anlamlı, temel belirlemelerdir. Dil başarısı, anlatıma denk düşen atmosfer, tek etki, ayrıntının gücünden yararlanmak, hakikatin “yeni dili”ni bulmak, azaltma/rafineleşme, duruş, yenilik, çoğaltmaya uygun yapı iyi öykülerin ortak özellikleridir.
                                                                                                                                  NECİP TOSUN

30 Kasım 2018 Cuma

ERKEN YAZ*


“Bir boşluk oluştu çocuğumun ağzında.”

Ayten Bilici, Alp’in sınıf arkadaşının annesi. Saçlarını başının tepesinde dağınık bir topuzla toplamış. Gergin, ince bir yüzü var. Hormonlu çileği andıran iri elmacık kemikleri sanki bir başkasından aşırılmış gibi duruyor. Gözlerimi, aşırı ince, belli ki bir hastalıktan dolayı eğrilmiş, romatoid artrit olmalı, parmaklarından alamıyorum. Sırf parmakları değil, tüm ekstremiteleri rahatsız ediyor beni. Üçüncü sınıfa geldiğimde tıp fakültesinde yapamayacağımı anlamıştım. Normalden sapan her türlü düzensizlik, gözümü rahatsız ediyor. O yüzden kadına biraz olsun hak veriyorum.

Bir boşluk oluştu çocuğumun ağzında, diye yineliyor.

Gerisini takip edemiyorum. Sesi bulanıklaşıyor. İlk kez duyduğum bir yabancı dilden farkı yok. Jülide’nin dürtmesiyle bana yöneltilen soruya cevap veriyorum.

“Evet lütfen. Demli olsun. İki de şeker.”

Çay koymak üzere ayağa kalktığında şortundan görünen çırpı bacaklarına takılıyor gözlerim. Keşke kışın gelseydik, diye düşünüyorum. Kollarını, bacaklarını saran kalın kazaklar, bol eşofmanlar içinde olduğunu hayal ediyorum. Sonuç yine de tatmin etmiyor beni. Bir mumyanın etrafını saran beyaz şeritler gibi, üzerine et giydirdiğimi hayal ediyorum. İşimi sağlama almak için birkaç tur doluyorum. Tık tık, kırıyorum parmakları. Elimde düzeltiyor ve yerlerine takıyorum. Şişkin elmacık kemiklerinin üzerindeki tıpayı açıyorum. Havası boşalıyor usulca. Sonuç neredeyse mükemmel.

Nihayet, gözlerimi değil ama zihnimi, bulunduğum âna ve yere verebiliyorum.

“Cam bardakta mı içersiniz çayınızı, fincanda mı?”

İster istemez sesin kaynağına yöneliyorum. Psişik estetik ameliyatımın harikulade görüntüsünden eser yok.

Mutfak penceresinden süzülen akşam güneşi kadının etrafında bir hare oluşturuyor. Hayır, bir melek gibi görünmüyor. Daha çok bir cadıya benziyor, engizisyon kararıyla yakılan kadınlara. Kedisi sürünüyor şimdi sıska bacaklarına. Kedi seven kadınları sevmiyorum. Ayağımın altında gezinirse bu hayvan, gizlice tekmeyi basacağımdan kimsenin kuşkusu olmasın.

On beş dakikadır, yani geldiğimizden beri, kibarlığı elden bırakmadan (ki yapay, rahatsız eden bir kibarlık bu: Hey sınırlarımı aştın ama ben batılı, uygar bir insanım, içimden ağzını, burnunu kırmak, dağıtmak geliyor, ama bunun yerine çocuğunun neden bunu yaptığını anlamaya çalışıyorum diyen bir kibarlık) bize biteviye sorular soruyor: Can bu yaptıklarından pişman mı acaba? Ne düşünüyor? Ona bir ceza vermeyi düşünüyor musunuz? Onunla konuşmam mümkün mü? Hayır, sizin için bir sakıncası olacaksa asla konuşmayı düşünmem. Alp’ten özür dileyecek mi? Oğlumun şeklini bozduğunun farkında mı?

Karşımızda durmadan eli kolu oynayan, belli etmemeye çalışsa da sinirden gözü seğiren ama gülümsemeyi de ihmal etmeyen kadının sözlerini bölmüyor, bize yönelttiği suçlamaları üzerimize alınmıyor, iki kreş çocuğunun kavgasını fazlaca büyütmemeye, taraf tutmamaya çalışıyoruz. Altı yaşındaki oğlunuz bir sınıf arkadaşının ön dişlerini döktüyse, öyle davranmanız gerekir.  Tüm kabalıklarını duymazdan geliyoruz. Jülide ile yıllar sonra nihayet, bir konuda uzlaşıyoruz. Bu müttefiklik hâli hoşuma gidiyor. Boşanırken beni donuma kadar soyup soğana çevirdiğini, anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdiğini unutuyorum. Bedenini sıkıca saran gömleği, açık düğmelerinden belli belirsiz görünen çatalı içimi gıcıklıyor. Bu müttefikliğin sonu yatağa varır mı diye heyecanlanıyorum. Evliyken Jülide’nin en çok şikâyet ettiği şey geliyor aklıma. Olayın pasif seyircisi olmak yerine kontrolü elime alıp Jülide’nin gözüne girmeyi düşünürken, Ayten Bilici atağa kalkıyor. 

“Sizce Can’ın psikolojik sorunları olabilir mi?”

“Yeter artık! Çizmeyi aştınız,” diyor Jülide. “Çocuklar didişirken oğlunuzun sallanan süt dişleri düşmüş. Eline bir beyzbol sopası alıp çocuğun çenesini kırmış gibi davranmayı kes!”

Siz ile başlayıp sen ile devam edecek kadar öfkeli ve kontrolü yitirmeye yakın. Araya girmeliyim. Beş dakika içinde bir çözüm yolu bulmalı, Jülide ile kendimi erken yazın sokakları saran tatlı telaşına bırakmalıyım.

 “Bizden tam olarak ne istiyorsunuz? Diş hekimi ücretinizi ödeyebiliriz.”

Jülide söyleniyor.

“Ne hekimi, ne ücreti! Çocuğun süt dişleri düşmüş sadece. Birkaç hafta içinde yerine yenilerinin geleceğine eminim.”

Ayağa kalkıyor. Bir çözüme varmadan tartışma mahalini terk etmeyi düşünmem normal koşullarda, ancak Jülide ayağa kalktığı anda yerimden fırlıyorum. Yanında olduğumu görmeli. Koridor boyunca takip ediyorum onu. Evin içindeki kasvetin, tüm koridoru kaplayan kahverengi lambriler ve az sevişmek yüzünden olduğuna eminim. Yeterince sık aynı kadınla sevişmediğim için kendi evim de kasvetli, biliyorum. Jülide’ye bakıyorum arkadan. Her sinirlendiğinde yaptığı gibi saçlarını eliyle toplamasını izliyorum. Topuz yapıp saçını yeniden salması arasında yalnızca birkaç saniyeliğine görünen ensesinden öpmek, tüm olanları boş ver, benimle gel sevişelim, demek istiyorum.

Kocası arkamızdan sesleniyor.

“Çocukları yüzünden kavga eden yetişkinlere dönmeyelim. Ev yapımı bir şişe kırmızı şarabım kaldı. Gelin birlikte içelim. Bu gergin havayı dağıtalım.”

Başka şartlar altında dost olabileceğimize emin değilim ama Jülide’nin arabasına binip gitmesi, beni sokağın ortasında bir başıma bırakması olasılığını göze alamadığım için öneri makul geliyor. Adamın iyi niyetli çabası, kadınları da yumuşatmışa benziyor. Hep beraber mutfağa geçiyoruz. Şarap kadehleri, peynir tabağı, kuruyemiş kâseleri, meyve tabakları… Kısa sürede el birliğiyle mükellef bir masa donatıyoruz.

“Beni takip edin, dostlar,” diyor, Bay Bilici. Geldiğimizden beri söz almadığını, ismini dahi söylemediğini fark ediyorum. Karısının nefesini her an ensesinde hissedenlerden, belli.

“Sizi bu evin en iyi yerinde ağırlayacağım.”

Tuvalet kapısı sandığım kapıyı açıyor. Üst kata çıkan merdivenleri tırmanıyoruz. Duvarlar çok hoş suluboya resimlerle bezeli. Gelincikler, menekşeler, günebakanlar…

“Ben yaptım,” diyor Ayten Bilici.

“Bunlar çok hoş madam, siz gerçek bir dehâsınız.”

Elini öpüyorum, kemikli parmaklarını tenimde hissetmek içimi bulandırıyor. Utanmasam ağzımı sileceğim. O denli abartıyorum içine düştüğüm durumu. Tam o anda teras kapısı açılıyor. Önümüzde şahane bir boğaz manzarası uzanıyor. Jülide’ye bakıyorum. Birkaç kadeh sonra benimle eve gelir mi acaba?

* Bu öykü Edebiyatist dergisinin 8. sayısında (Kasım-Aralık 2016) yayımlanmıştır.

29 Kasım 2018 Perşembe

Ödev Yapmak Hiç de Zor Değil

"İki anne de sana aynı şeyi söylüyor."
"Ne demek istiyorsun?" 
"Senin annen ve benimkisi. İkisi de senin yükseğe uçmanı istiyor." 
Diyalog dün bir solukta okuyup bitirdiğim, kimi zaman güldüğüm, yer yer duygulandığım, gözlerimin dolduğu Sınıfta İsyan Var kitabından. Orijinal ismi Class Action olan kitap, ödev baskısı altında ezilen Sam ve arkadaşlarının ödevlerin kaldırılması için verdikleri hukuk mücadelesini anlatıyor. (Sınıfta İsyan Var Yazan Stephen B. Frank Çeviren Gülfer Kırbaş NotaBene Yayınları Ağustos 2018)
Öğretmenler, ebeveynler hepimiz çocukların yükseklere uçmasını istiyoruz. Onların iyi eğitim almalarını, sorumluluk sahibi olmalarını istiyoruz. Bunun için derste öğrendiklerini pekiştirecek günlük 10-15 bilemedin 20 dakikalık alıştırmalar verilmesinde bir sakınca görmüyoruz. Gel gör ki henüz kreşten çıkmış, günde 240 dk (daha da fazlalaşabiliyor) poposunun üzerinde oturup öğretmeni dinleyen, dinlemeye çalışan çocuklar, uzun okul gününden sonra oynamak, gevşemek ve rahatlamak istiyor. Ve bu 10-20 dakikalık alıştırmaların süresi sündükçe sünebiliyor. Bu yıl, okullar başlarken ebeveynlik niyetlerimden birisi kızıma düzenli çalışma alışkanlığı vermek, diğer konularda olduğu gibi  fikir birliğine vararak dengeli ve sürdürülebilir bir rutin oluşturmak ve alınan kararları uymaktı. Bu konuda iki kitaptan çok faydalandığımı ve işlerin yolunda gittiğini söyleyebilirim. 
İlki bir hikâye kitabı: Annie'nin Planı 


Annie akıllı, meraklı, ilgili ve duyarlı. Bununla beraber sınıf içinde zaman zaman dikkatini toplamakta, o ânın içinde mevcut olmakta ve konsantre olmakta zorlanıyor. Olağan sonuçlar: 
Sınıf içi çalışmalarda süreyi verimli kullanamamak, alıştırmaları zamanında bitirememek
Ev ödevlerini unutmak, eksik yapmak ya da öğretmene zamanında teslim etmeyi unutmak 
Giderek düşen bir motivasyon ve özgüven
Annie de durumdan şikâyetçi ama nereden başlayacağını, işleri nasıl yoluna sokacağını bilmiyor. Neyse ki Bayan Boyer var. Buradan sonra öğretmen, öğrenci ve ebeveyn işbirliğinin en güzel örneğine tanık oluyor, en zor, çetrefil konularda bile rutin oluşturmanın iyi ve yeterli bir başlangıç olduğunu görüyoruz. 
Kitaptan alınan bir görselle bazı ipuçlarına ulaşmak mümkün. Her okulda bir Bayan Boyer olmadığı için daha fazlası için kitabı incelemenizi, kendinize uygun çözümleri belirlemenizi öneriyorum.



Annie'nin Planı 
Yazan Jeanne Kraus 
Resimleyen Charles Beyl 
Çeviren Selim Yeniçeri 
Okuyan Koala 
Çalışma becerileri/ Ödev 
6-12 yaş 

Yazıda bahsi geçen ikinci kitap (Pozitif Pedagoji ile Öğrenmek) bir başka yazının konusu olsun. 

OKULLARDA MINDFULNESS UYGULAMALARI




Okullarda mindfulness uygulaması giderek yaygınlaşıyor. Mindfulness uygulamaları basit ve ucuzdur. Herhangi bir ekipman gerektirmez.  Her yerde yapılabilir.
Okullarda mindfulness uygulamaları ile çocukların farkındalıkları artar. Empati, zihne odaklanma ve sakinleşme, iletişim becerileri gelişir. Okulda mindfulness uygulamaları öğrenen çocuklar bunları günlük yaşamlarına taşıyabilir.
Okullarda mindfulness uygulamalarının başarılı olması için öğretmenlerin profesyonel mindfulness eğitmenleri tarafından eğitime tabi tutulması, eğitim alan öğretmenlerin öğrencilerini uygulamalar için desteklemeleri ve cesaretlendirmeleri, ailelerin bu konuda bilgi sahibi olmaları ve evde uygulamaları devam ettirmeleri önem arz eder.
Yapılan araştırmalar, okullarda mindfulness uygulamaları neticesinde çocuklarda dikkat, odaklanma, empati becerilerinin, iyi davranışların arttığını, çocukların duygu durumlarını daha iyi yönettiğini, notların yükseldiğini, stresin azaldığını, sınav kaygılarının düştüğünü ortaya koyuyor.
2015 yılında yapılan bir başka çalışma mindfulness uygulamaları sayesinde çocukların stresle daha kolay başa çıktığını, çok kısa birkaç dakikalık uygulamaların dahi sağlık sorunlarının azalmasında etkili olduğunu ve çocukların bilişsel gelişiminin arttığını, çocuğun iç huzurunun arttığını  gösteriyor.

Erken çocukluk çağında mindfulness uygulamaları:

Mindful Nefes Egzersizi:
Bu aktivite için çocuklar ayakta durabilir ya da oturabilir. Ellerini göbek deliğinin üzerine koyarlar. Gözlerini kapatmalı ya da ellerine bakmalıdırlar. Üçe kadar sayarak derin bir nefes alırlar ve üçe kadar sayarak yavaşça nefes verirler. Nefes alma verme esnasında neler olduğuna dikkat etmelerini isteyin. Ellerin hareket ediyor mu? Hava ciğerlerine doluyor mu? Havanın burnundan içeri girişini hissedebiliyor musun? Peki çıkışını hissedebiliyor musun? Hava içeri girerken daha soğuk, dışarı çıkarken daha ılık mı? Aradaki ısı farkını hissedebiliyor musun? Nefesinin sesini duyabiliyor musun? Nefesinin sesi neye benziyor?

(Body Scan) Bedenini Tarama Egzersizi:
Çocuklar yere yatar. Gözleri kapalıdır ya da kapalı ortamdaysa tavana, dışarıdaysa gökyüzüne bakmaları istenir. Ayaklardan başlayarak yukarıya doğru bedenlerini taramaları, hissetmeleri istenir. Her bölgeye 5-10 sn dikkatle bakmaları istenir.
Bu bölge nasıl hissediyor? Sıcak mı, soğuk mu? Gevşek mi, sıkışık mı? Bu bölgenin yerle ilişkisi nasıl? Her yeri mi değiyor, bir kısmı mı? Neresi değiyor? Bu bölümün kıyafetlerle ilişkisi nasıl? Nasıl hissediyor?
Sırayla ilerle ayaklar, topuk, bacak, diz, kalça, sırt, omuzlar, boyun, kafa
Sonra bu deneyim hakkında sırayla konuşun.

Mindful Adımlar Egzersizi:
Açık havada yapılması daha uygundur. Ayakkabıları çıkarın. Kesici, delici şeyler olmamasına özen gösterin. Yürüme alanı temiz olsun. Her çocuk için 5-6 adım atıp geri döneceği bir alan belirleyin. Birbirlerinin yürümesine engel olmayacak şekilde ayarlayın. Üçe kadar sayarak derin nefes alıp, üçe kadar sayarak nefes verecek şekilde yürümeye başlayın. Yürürken dikkatini nefesine ve bedenine ver. Adım attığında ayağının hangi kısmı önce yere değiyor? Bugün bedenini nasıl hissediyorsun? Ağır mı, hafif mi? Nasıl yürüyorsun? Bedenin dik mi? Kambur mu? Sırtın nasıl duruyor? Yürüyüşünü değiştirmeden bedeninin doğal yürüyüşünü hissetmeye çalış. Dikkatini buna ver. Yürümeye devam et. Sonra bu deneyim hakkında konuş.

Kalbine kulak ver egzersizi:
Elini ya da parmaklarını nabzını hissedecek şekilde boynunun kenarına, bileğinin ya da kalbinin üzerine koy. Gözlerini kapa. Kalbinin nasıl attığını hissetmeye çalış. Yavaş mı, hızlı mı? Duygularına bak. Heyecanlı mısın, sakin mi? Gergin misin? Korkuyor musun? Kalp atış hızının duygularınla ilgisi var mı? Fark etmeye çalış. Ayağa kalk ve on kez olduğun yerde zıpla. Kalbin şimdi nasıl atıyor? Değişiklik var mı? Gözlerini kapa. Kalp atışların normale dönene kadar dikkatini kalp atışlarına ver.

Tibet çanı dinleme egzersizi:
Tibet çanını çalın. Çocuklara çalan zil sesinin titreşimini dikkatle ve sessizce dinlemelerini söyleyin. Çanın titreşimini daha fazla duyamadıklarında ellerini kaldırmalarını söyleyin. Zil sesi durduktan sonra bir dakika boyunca sessiz kalmalarını ve neler duyduklarına dikkat etmelerini söyleyin. Sonra çemberde toplanın ve sırayla bu deneyim hakkında konuşun. Bu alıştırma çocukların deneyimleri hakkında birbirleriyle konuşmalarına olanak sağladığı için eğlenceli ve heyecanlı olduğu kadar onları şimdi, şu anda yaşadıklarını fark etmeleri, algılarının açılması konularında da yardımcı olur.

Nefes Arkadaşım Alıştırması:
Çocuklara pelüş bir hayvan ya da başka bir küçük obje verin. Oda uygun ise çocukların yere yatmasını ve pelüş hayvanı karınlarının üzerine koymalarını söyleyin. Bir dakika sessiz kalmalarını ve nefeslerine odaklanmalarını ve nefes arkadaşlarının inip kalktığını fark etmelerini sağlayın. Bu esnada başka neler olduğunu fark etmeleri için teşvik edin. Alıştırma sırasında zihinlerine bir başka düşünce gelirse, bu düşünceyi bir baloncuk gibi hayal etmelerini ve uçup gitmesini izlemelerini söyleyin. 

Bu yazı Positive Psychology Program'da yer alan "Eğitimde mindfulness" adlı makaleden kısaltılarak derlenmiştir. 



28 Kasım 2018 Çarşamba

En iyi okul eve en yakın okul mu?

İlköğretimde hâlâ en iyi okulun eve en yakın olduğu görüşü yaygınlığını koruyor. Biz de tercihimizi bu yönde yaptık. Deniz, adrese göre, kaydının düştüğü devlet okuluna kaydoldu. Kura ile öğretmeni belli oldu. Kurada erkek öğretmene düşünce çok üzüldü ve ağladı. Sorusu dün gibi aklımda: "Neden böyle oldu? Ben kız öğretmen istiyordum." 
Tanışmak üzere sınıfa girip dışarı çıktığında kara bulutlar çoktan dağılmıştı. Sonrasında aşağı yukarı hep böyle gitti. Gökyüzü her zaman açık, masmavi değil elbette. Olması da gerekmiyor. Bu, bir başka yazının konusu olsun. Şimdi, başlıktaki soruya dönelim ve deneyimimizin olumlu yanlarını sıralayalım. Zira aksi örnekler şehir efsanesi gibi yayılırken olumlu deneyimler yeterince sık dile getirilmiyor. 
Mahalle mektebine gitmenin bazı güzel yanları: 
Okula yürüyerek gitmek 
Öğlen ve okul çıkışı bizim çalışma saatlerimiz nedeniyle servis kullansak da, sabahları okula yürüyerek gitme fırsatını kaçırmıyoruz. Oturduğumuz mahalle kentin eski mahallelerinden ve günün erken saatlerinde özel otomobiller ve servis araçları nedeniyle trafikte tıkanıklık yaşanıyor. Mesafe de kısa olunca yürümek çok daha keyifli ve konforlu hâle geliyor. Araba kullanırken tüm dikkatimi yola ve trafiğe vermem gerekirken yürürken tam tersi oluyor. Koştura koştura bir servis aracına binmek yerine, yol boyu konuşma fırsatı buluyoruz, böylece güne daha sakin ve keyifli başlamak mümkün oluyor. 
Yeterli teneffüs süresi 
Sabah 4, öğleden sonra 2 ders olmak üzere toplam 6 ders var. Ders süreleri 40 dakika. Toplam 60 dakika teneffüs, 60 dakika öğle tatili var. En güzeli de dersler 2.45'te ders bitiyor.
Okul bahçesi 
Dersler bitince okulda oynamaktan hoşlanmayan tek çocuk yoktur, sanırım. Özel okullarda çocuklar servislere binip kampüsten son sürat uzaklaşırken devlet okulunda hayat devam ediyor. Okul bahçesi hem çocuklar hem de veliler için bir toplanma ve sosyalleşme alanına dönüyor.
Oyuna zaman
Deniz yürüme mesafesinde bir okula gittiği, trafikte zaman geçirmediği, erken evde olduğu, yoğun bir İngilizce programı olmadığı için koleje giden akranlarına göre oyun oynamak ve dinlenmek için günde 2,5 saat fazladan zamanı var. 
Daha tatminkar çocuklar
Okullar derslik ve bir bahçe dışında herhangi bir (kapalı spor salonu, seramik, robotik atölye vs.) olanak sağlamıyor. Hava güneşliyse beden eğitimini okul bahçesinde yapmak, yağışlıysa sınıfın içinde oyun oynamak, şarkı söylemek, mutlu olmalarına yetiyor. 

Sonuç olarak bu seçimimiz sayesinde,  servis, forma ve kırtasiye dışında herhangi bir eğitim giderimiz yok. Ödev stresi yok. Aile katılımlı projeler yok. Marka düşkünlüğü yok. Rekabet yok. Başka bir arzumuz da yok. 


27 Kasım 2018 Salı

Isabella ile Çetesi*


Isabella ve çetesi ile tanışın.

Isabella 8 yaşında. Şehirde yaşıyor ama şimdi annesinin çocukluğunun geçtiği köyde, onun eskiden yaşadığı evde. Her yaz, tatilin bir bölümünü burada geçiriyorlar ancak bu yaz daha uzun kalacaklar. Çünkü Isabella’nın babası bir yazar ve bu bol pencereli, aydınlık evde daha verimli çalışabileceğini düşünüyor. İlham perileri izne çıkmış olmalı zira şimdilik tek satır yazamadı. Uzayan sakallar ve buruşturulmuş, yere atılmış kâğıtlar onu ele veriyor. Yazmak yerine evi temizliyor ve yıllar içinde yığılmış, gereksiz ıvır zıvırları ayıklamak konusunda karısına yardım ediyor. Atılacak ne çok şey var: eski kasetler, şilte, kırık bir elbise dolabı, irili ufaklı naylon sepetler, perdeler, damla taşlı bir avize ve daha neler neler…

Yaz tatili Isabella için hiç de iyi geçmiyor. Öğle uykusu baskısı da cabası. Bir karar veriyor. Ya tüm yazı evde sıkıntıdan patlayarak geçirecek ya da bir çete kuracak. Çetenin kimlerden oluşacağı ve ne yapacakları hakkında bir fikri yok ama ilk adımı atmak konusunda kararlı. Öğle saatlerinde evden gizlice kaçıyor ve köydeki tek arkadaşı Tullia’nın yanına gidiyor, aklından geçenleri onunla paylaşıyor. Çete olabilmek için en azından bir kişiye daha ihtiyaç var. Üçüncü kişi şöyle gözü pek, korkusuz, macera peşinde koşmayı bilen biri olsa hiç de fena olmayacak. Tullia’nın aklında biri var, sınıf arkadaşı Mazi.

Mazi, kızları dinliyor ve kararını veriyor.

“Anlaştık! Yarın sabah okulun arkasındaki hendekte görüşürüz.”

Çeteyi kurma meselesi gibi neyi araştıracakları meselesi de Mazi sayesinde kolayca çözülüyor. Mazi’nin dediğine göre hendeğin içindeki su çok pis ve dönüşüme uğrayan balıklarla dolu.

Çete ertesi sabah olay yerinde. İnceleme başlıyor. Kocaman başlı, minicik kuyruklu, yüzgeci dahi olmayan balıklar… Üstelik kuyruklarının yanından çıkan iki de minik ayak var. Mazi, henüz yakalayamasa da üç başlı olanlarını bile gördüğünü söylüyor. Hendeğin etrafı atık yağlarla kaplı. Bu işin sorumlusu aksi ve çoğu zaman içkili Marmitta adında bir oto tamircisi. Balıkların dönüşümünün Marmitta’nın yol açtığı kirliliğe bağlı olduğu kesin ancak kimsenin gücü onu durdurmaya yetmiyor.

Yanlarına dönüşüm geçiren balık ve su numunesi alan çete, düşünmek ve Marmitta’yı  durdurmak için işe yarar bir plan yapmak üzere geri çekiliyor. Önce Isabella’nın ailesinin atmak üzere ayırdıkları eski eşyalarla kendilerine bir ağaç ev inşa ediyor sonra da korkunç Marmitta’yı dize getirecek dahiyane bir planı ailelerinin de yardımıyla adım adım uyguluyorlar. Ödü patlayan Marmitta, bundan böyle çevreye bir damla yağ dahi atmıyor. Geriye, dönüşüm geçiren balıkları suya bırakmak kalıyor.

İtalyan yazar Silvia Vecchini’nin yazdığı, kendisine mahlas olarak “masal kuşu” anlamına gelen Saulzo’yu seçen Antonio Vincenti’nin resimlediği Isabella ile Çetesi Dönüşüme Uğrayan Balıkların Sırrı kitabının çevirisi Yelda Gürlek’e ait. Su gibi akıp giden, akıcı, bir o kadar da heyecanlı hikâye, gücünü ayrıntılardan ve sahici kahramanlardan alıyor. Hikâye Isabella’nın bakış açısından anlatılıyor. Bu yerinde tercih, okuru hızlı bir şekilde hikâyenin içine sokuyor. Bir anda kendimizi çetenin dördüncü üyesi gibi hissediyor, soluk soluğa onların peşine düşüyoruz. Vecchini, yalnızca sürükleyici bir anlatı ile çıkmıyor okurun karşısına. Aynı zamanda bir seçimi, hayatta durmamız gereken yeri de işaret ediyor. Anlamı hikâyenin içine gömerek iletiyor mesajını. Eğlenirken farkında olmadan doğa etiğine dair güçlü mesajları da alıyoruz. Gücünü ve seçimini doğadan yana kullanmak, eski şeyleri yararlı hâle getirmek ve dönüştürmek, teşhis etmekle yetinmeyip olaylara çözüm odaklı yaklaşmak, mücadele etmek ve doğa ile arkadaş olmak, oynamak …

Isabella, Tullia ve Mazi… Bu üç çocuğu çok sevecek, onların yerinde olmak isteyeceksiniz.

Isabella ile Çetesi Dönüşüme Uğrayan Balıkların Sırrı

Yazan Silvia Vecchini

Resimleyen Sualzo

Çeviren Yelda Gürlek

YKY Doğan Kardeş

7-8-9 yaş 

* Bu yazı 24 Kasım 2018 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar köşesinde yayımlanmıştır. 


15 Kasım 2018 Perşembe

GÜNDEN KALANLAR 1

Üniversite yıllarında bir arkadaşım vardı. Nazik, çıtı pıtı, sevecen ve konuşkan, anlatacak şeyi hiç bitmeyenlerden... Anlatacak şeyi hiç bitmeyenlerden dediysem, gereksiz detaylarla kafa şişiren, geveze biri canlanmasın gözünüzde. Anlattığı şeyleri, çok ilgi çekici olarak tanımlayamam. Daha ziyade günlük şeylerdi, havadan sudan diye nitelediklerimizden ama sıkıldığımı ya da dikkatimin dağıldığını da söyleyemem. Onun önderliğinde konuşma akar giderdi. Bana kalsa uzun esler verirdim çünkü. Okul bahçesinde merdivenlere oturmuşken gelen gideni izler, yaprakların hışırtısını dinler, bulutları seyrederdim. Bundan da gocunmazdım dahası. Ama arkadaşım konuşmayı seviyordu ve bana da ona uymak kalıyordu. 
Bir gün, kaç kişiydik, kim kimdik, hatırlamıyorum ama konu, sessizliğe geldi. O zaman cemiyet içinde suskunluğun arkadaşımın nazarında büyük kabalık olduğunu öğrendim. Artık hiçbir şey aynı değildi. Araya sessizlik girdiği anda üzerinde bir baskı hissettiğini, yeni bir konu açma zorunluluğu duyduğunu biliyordum. Bunu duymak beni sarstı. Birlikte sessiz kalamadığınız (sessiz kalmaya katlanamadığınız) bir ilişki gerçekten sahici olabilir mi?
                                                                              *
Çocuklarla bir atölye yapmaya başladım. İsmi, "Duygularıyla Arkadaş Olan Çocuk". Adını, Okuyan Koala Yayınları'ndan çıkan aynı isimli kitaptan alıyor. Okul öncesine hitap eden bu kısa kitap,  bizi hancıya, duygularımızı yolcuya benzetiyor. Her bir duygunun bize gelip gittiğini anlatıyor ve her birini nezaketle, sakince ağırlamaya, zamanı geldiğinde de uğurlamaya davet ediyor. Basit ama kıymetli bir tavsiye.


Mevlana Celaleddin Rumi'nin Misafirhane adlı şiirinden esinlenerek yazılmış. Şöyle sesleniyor Mevlana şiirinde: 

İnsan kısmi bir misafirhane, 
Her sabah yeni birisi gelir.
Bir sevinç, bir bunalım, bir zalimlik.
Aniden fark etmek bir şeyin,
Hepsi beklenmedik misafir.
Hepsini karşılayıp eyle! 
Evini vahşetle süpürüp,
Bütün mobilyalarını boşaltan 
Bir kederler kalabalığı bile gelse. 
Her geleni alnının akıyla misafir et. 
Olur ki yeni bir zevk getirmek için,
Boşalttılar evini. 
Karanlık düşünce, utanç ve garez,
Hepsini gülerek karşıla kapıda
Ve buyur et içeri. 
Minnettar ol her gelene, 
Kim gelirse gelsin. 
Çünkü, bunların her birisi 
Öte taraftan bir kılavuz olarak gönderildi. 
Mevlana Celaleddin Rumi 
                                                                        *
Can Kazaz'ın Sürsün Bahar albümünde yer alan iki şarkı, döne döne dinliyorum.
Sürsün Bahar ve Leylek özellikle Leylek. Şarkı sözlerinin güzelliğine bakar mısınız?

Leylek
Serpildim bir bahçeye tohum gibi
Kök salsam gidemem beni bulur biri
Âşıktım fidandım meyvelendim
Dalıma çaput bağladı kızın biri
Şimdi yola çıksam yetişir miyim leyleklere?
İsmini yazarlarken gökyüzüne
Sabrım yeter mi bilmem
Bu kara günlerin havasını döndürmeye
Yağmurda yıkansa da silinmez
Gövdeme kazınmış gibi hüzünleri
Kısıldım, ağırlaştım toprak gibi
Ardından ağlardım gidenlerin
Şimdi yola çıksam yetişir miyim leyleklere?
İsmini yazarlarken gökyüzüne
Sabrım yeter mi bilmem
Bu kara günlerin havasını döndürmeye
                                                                   


5 Kasım 2018 Pazartesi

NASIL YAZIYORLAR? (12)

Yazarların yazma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte on ikincisi: Road Dahl 


Benim için kurmaca yazarlığının en önemli ve güç yanı, olay örgüsü oluşturmak. Özgün ve iyi olay örgüsü bulmak zor. Aklınıza ne zaman iyi bir fikrin geleceğini bilmiyorsunuz, aman Tanrım, geldiği zaman ona dört elle sarılıyorsunuz. En önemli numara onu hemen bir yere not etmektir, yoksa unutursunuz. İyi bir olay örgüsü düş gibi bir şeydir. Uyanır uyanmaz gördüğünüz düşü bir yere kaydetmezseniz, büyük olasılıkla onu unutursunuz düş aklınızdan çıkar gider. 
O yüzden aklıma birden bir öykü düşüncesi geldiği zaman hemen koşar bir kurşun kalem, bir boya kalemi, bir ruj ya da yazan herhangi bir şey arayıp bulur, daha sonra o öykü düşüncesini bana hatırlatacak birkaç sözcük karalarım bir yere. Çoğu kez tek bir sözcük yeterlidir. Bir keresinde ıssız bir kır yolunda araba kullanıyordum, aklıma, boş bir evde, bir asansörde iki kat arasında kalmış biriyle ilgili bir öykü geldi. Arabada kalem gibi bir şey yoktu. Bunun üzerine arabadan indim. Arabanın arka tarafı toz içindeydi. Tozun üzerine parmağımla tek bir sözcük yazdım: ASANSÖR. Bu kadarı yeterliydi. Eve döner dönmez doğruca çalışma odama  koştum, etiketinde yalnızca "Öyküler" yazan kırmızı kaplı bir alıştırma defterime o öykü düşüncesini kaydettim. 
Ciddi şekilde yazmaya başladığım günden beri o defteri saklıyorum. Doksan sekiz yapraklı bir defter. Saydım. Arkalı önlü bütün yapraklar bu notlarla dolu. Bir çoğu işe yaramaz. Ama yazdığım bütün öyküler, çocuk kitapları o küçük, kırmızı kaplı, eskimiş defterden çıktı. 

Tuhaf harika şeyler yapan bir çikolata fabrikası nasıl olur - çılgın bir adamın yönettiği bir fabrika? 
Charlie'nin Çikolata Fabrikası buradan çıktı. 

Köydeki bütün dükkânlara açılan yeraltı tünelleri ağına sahip yaman tilkiyle ilgili bir öykü. Adam geceleri döşeme tahtalarının arasından yukarı tırmanıyor be her şeyi aşırıyor. 
Yaman Tilki 

Jamaika ve yerli balıkçıların yakaladığı  dev bir kaplumbağa gören küçük bir oğlan. Oğlan babasına yalvarır, kaplumbağayı satın alıp salıverilmesini ister babasından. Pekiyi sonra? Belki de oğlan kaplumbağayla birlikte gider ya da sonradan kaplumbağayı bulur. 
Hayvanlarla Konuşan Çocuk 

Bir adam oyun kartlarını arka yüzlerinden okuma becerisi kazanır. Kumarhanelerde milyonlar kazanır. 
Şeker Henry'nin İnanılmaz Öyküsü buradan çıktı.

Bazen bu küçük karalamalar beş ya da hatta on yıl o defterde kullanılmadan durur. Ama umut verici olanlar sonunda her zaman kullanılır. Bu notlar başka hiçbir şey göstermiyorsa bile, bence, bir çocuk kitabının ya da öykünün sonuçta ne kadar ince ipliklerle örülmesi gerektiğini gösteriyor pekâla. Siz öyküyü yazarken öykü bina gibi yükselmeye ve genişlemeye başlar. En iyi sonuç veren kısımlar masa başında yazılanlardır. Ama o olay örgüsü başlangıcı olmasaydı, siz o öyküyü yazmaya başlayamazdınız bile. O küçük not defterim olmasa bir şey yapamazdım. 

Kaynak: Bu alıntı yazarın "Arka Kapıdan Girmek Nasıl Yazar Oldum" adlı öyküsünden alınmıştır. Öykü, Şeker Henry'nin İnanılmaz Öyküsü kitabında yer almaktadır. 

Şeker Henry'nin İnanılmaz Öyküsü
Çeviri Ülker İnce 

4 Kasım 2018 Pazar

ROAD DAHL'DAN YAZMA ÖNERİLERİ*



Canlı bir hayal gücüne sahip olmalısınız. 
Yazmayı bilmelisiniz. Bununla demek istediğim şu: Betimlediğiniz sahneyi öyle betimlemelisiniz ki o sahne okurun zihninde canlansın. Bunu becerme yeteneği herkeste yoktur. Bu bir Tanrı vergisidir, sizde ya vardır ya yoktur. 
Dayanıklı olmalısınız. Bir başka deyişle, yapmakta olduğunuz işe dört elle sarılmalı, asla vazgeçmemelisiniz; nice saatler, günler, haftalar, aylar sürse de, o işe devam etmelisiniz. 
Kusursuzluk tutkunuz olmalı. Bunun anlamı şudur: Yazdığınız bir şeyi defalarca düzeltmeden, elinizden gelenin en iyisi hâline getirmeden o şeyle asla yetinmemektir. 
Güçlü bir özdisiplininiz olmalı. Tek başınıza çalışıyorsunuz. Bir işvereniniz yok. İşe gelmediğiniz zaman sizi işten atacak ya da kaytardığınız zaman sizi paylayacak biri olmayacak ortalıkta. 
Keskin bir mizah duygunuzun olması çok yararlıdır. Büyükler için yazıyorsanız bu gerekli değildir ama çocuklar için yazıyorsanız çok önemlidir. 
Bir dereceye kadar alçakgönüllü olmalısınız. Yazdığı şeyin harika olduğunu düşünen yazar sorun yaşayacak demektir. 

* Road Dahl'ın yazma önerileri "Arka Kapıdan Girmek Nasıl Yazar Oldum" hikâyesinden alınmıştır. Söz konusu öykü, Şeker Henry'nin İnanılmaz Öyküsü kitabında yer almaktadır.


Şeker Henry'nin İnanılmaz Öyküsü
Road Dahl
Çeviri Ülker İnce
Öykü
Can Yayınları

28 Ekim 2018 Pazar

HER DAİM KABUĞUNU ARAYANLAR

Uzun zamandır evine gitmediğim bir arkadaşıma uğradım geçenlerde. Kendiliğinden, bir akşam üzeri gezintisinin ardından. Eve girer girmez kendimi salona yığılı kitapları incelerken buldum. Aynı kitapları sevmenin birleştirici bir yanı var, fersah fersah kapatıyor arayı.
Evde okunmayı bekleyen nice kitap yokmuş gibi, yığının içinden okuyabileceğim bir kitap aradı gözlerim. Öyle buluştuk Melisa Kesmez’in son kitabı Nohut Oda ile.  
Melisa Kesmez benim de kendimi ait hissettiğim mekânları ve hayatları anlatıyor. Genellikle 1. tekil şahıs kadın anlatıcının ağzından anlatılıyor olaylar. Yanı başımızda bir kadın arkadaşımızla dertleşiyor gibi hissettiriyor. Bu kadınlar kıskanç, rekabetçi değil üstelik, tam özlediğimiz, hep yanı başımızda durmasını istediğimiz gibi anlayışlı, dayanışmacı...
Bir anla başlıyor öyküler, ilmek ilmek örülüyor. Sık sık şimdiki andan, geçmişe ve yeniden şu âna dönüyor. Her gidiş gelişte kahramanların hayatına dair bilgimiz biraz daha artıyor. Bu esnada ne olay örgüsü sarkıyor, ne anlatı gücünden bir şey kaybediyor. Dolayısıyla okur ve yazarın uyumlu birlikteliği sürüyor.
İnsana dair ne varsa merakla ve dikkatle bakan bir yazarın elinden çıkmış bu  öyküler. Hepimizin çok iyi bildiği, tanıdığı bir yaranın içinden usul usul anlatıyor gidenleri, kalanları, her daim kabuğunu arayanları...
Bir anlatıcısına şöyle dedirtiyor nitekim:
Bir gün bozmak için kurmamıştı orayı şüphesiz. Daha taşındığı gün bir ömür orada kalacakmış gibi dizmişti mutfak dolaplarına bardaklarını yan yana. 
Her seferinde o kupkuru evleri daha ilk günden yaşayan bir yer haline getirmenin yollarını ayırıyorduk. Çünkü orayı bir an evvel senin kılman, seninle nefes alıp veren, sen kokan bir yer haline getirmen gerekiyordu. Sonsuz yuva arayışımızın kurallarından biriydi bu. Daha kolileri açmadan başlıyordun mekânla arandaki boşluğu doldurmaya, bir örümcek gibi örüyordun ağını, duvardan duvara, odadan odaya. 
Sıcak, yalın bir anlatımla, duyguları abartmadan, trajikleştirmeden anlatısını inşa ediyor, Kesmez. İlk iki kitapta yer alan öykülere göre anlatının hacminin uzadığı, derinliğin arttığı görülüyor. Aile içi hesaplaşmalar, baskın anneler, erken yitirilen babalar, babalarına kırgın kız çocukları, sevgisiz evlilikler, tek taraflı sevgiler hikâyelerde kendine yer buluyor. Ama illa ki özlem, eski güzel günlere duyulan özlem anlatının içinde usul usul atıyor.
Karamsar,  kederli başlıyor öyküler, öyle ilerliyor. Bununla beraber kahramanlarına karşı çok da acımasız bir yazar değil.  Çok büyük değişimler mevzu bahis olmasa da hemen her öyküde kahraman bir aydınlanma ânı yaşıyor, bir şeyler tık ediyor, yerli yerine oturuyor. Kopkoyu bir karanlıktan seslenmiyor, ışığın sızdığı, umudun inceden filizlendiği bir yerden sesleniyor.
Melisa Kesmez hikâyelerini okumak hoşuma gidiyor. İlk kitaptan bugüne anlatının uzamasını, âna hapsedilmeyip hikâyeleştirilmesini, metnin içine gereksiz düşüncelerin sızmamasını başarılı buluyorum, belki biraz da cesaret verici. Nohut Oda için düşebileceğim tek şerh var. 
Bir yazar belli bir anlatım biçimini benimseyebilir, benzer temaların etrafında yeniden üretebilir. Her defasında yeni bir hikâye olacaktır hiç kuşkusuz. Bununla beraber peş peşe birinci tekil şahıs kadın hikâyeleri dinlemek, hemen hemen aynı çevrenin insan ilişkilerini izlemek, insanda hep aynı kahramanın hayatından farklı kesitler okuyorum düşüncesi uyandırıyor ve hikâyelerin kalıcı etkisi azalıyor.




Nohut Oda 
Melisa Kesmez 
Öykü 
Sel Yayıncılık 




ŞEFKATLİ ANNE GÜNLÜĞÜ:30



Çocukla Barış, Bodrum BBOM Öğretmen Okulunda tanışan Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerin orada öğrendikleri, araştırdıkları, derinleşmek istedikleri konuları ve sınıfa taşıdıklarını paylaştıkları dijital bir platform. Farklı yerlerde, farklı koşullarda çalışan üç öğretmen Sura Hart'ın rehberliğinde çıktıkları yolculuğu "Şefkatli Öğretmenin Günlüğü" köşesinde hafta hafta paylaşıyor. Gündemin ağırlığından kaçmak, umudunu arttırmak, çocuklarla ilişkilerinde fark yaratmak isteyen ebeveynler ve öğretmenler için küçük tavsiyelerle dolu günlükleri, kendi pratiğimize dökebilmek, sürecimizi gözlemlemek için bu şablonu kendi ev hâlimize uygulamak istedim. Adını da Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerden ilhamla "Şefkatli Anne Günlüğü" koydum.

Sura Hart ne diyor? 
Öğrencilerinize üç basit beceriyi öğreterek sınıf içi çatışmaların %99'unu sona erdirme gücüne sahip olur ve onlara yaşamları boyu hizmet edecek becerileri kazandırmış olursunuz.
Onlara;
1 Duyguların farkına varma becerisini (kendilerinin ve başkalarının)
2 İhtiyaçların farkına varma becerisini (kendilerinin ve başkalarının)
3 Herkesin en çok ihtiyacını karşılayacak şekilde strateji geliştirme becerisini öğretebiliriz.
Bugünden başlayarak bu becerileri geliştirmek için neler yapabilirsiniz?

Ben ne düşünüyorum?
Kelin merhemi olsa diye başlayabilirim söze...
Bu, benim için kolay iş değil çünkü hiç kimse bana bunu yapmayı öğretmedi. Eğitim fakültelerinde de öğretilmediğine de eminim. Şiddetsiz iletişim biraz ışık tutuyor ama bilgiye sahip olmak başka bir şey uygulamak bambaşka. Şiddetsiz iletişim bir grupla birlikte öğrenilebilecek bir şey, alıştırma yaptıkça, paylaştıkça, yavaş yavaş hayatından içeri süzülecek bir şey. İşte bu yüzden bir grupla beraber şiddetsiz iletişim alıştırmaları yapıyor, bu buluşmaların kolaylaştırıcılığını üstleniyorum. Bu vesileyle Compassion Online Eğitimine başladım ve Duygularıyla Arkadaş Olan Çocuk adında bir atölyenin yürütücülüğünü üstlendim. Üç basit beceri diye geçiştirilemeyecek olanın peşine düştüm.

Denizle nasıl paylaşıyorum?
Her gece uyumadan önce, "Bugün en yoğun duygun/ların ne?" ve "Bugün olan güzel şeyler ne?" sorularına cevap arıyoruz. Basit ama etkili.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Bu rutin, Deniz'in duygu sözcükleri dağarcığını arttırmakla kalmadı, hoşnutsuzluğu ve karşılanmayan ihtiyaçları arasında bağ kurmasına da olanak sağladı. Her zaman çok net ve belirgin değil belki ama o bağlar ince ince örülüyor ve ihtiyacım var Deniz'in gündelik kelime seçimleri arasında kendisine bariz yer buluyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Duygularıyla Arkadaş Olan Çocuk atölyesi beni heyecanlandırıyor. Sık sık yeni fikirler uç veriyor. Merakla ve heyecanla yaklaşıyorum bu sürece.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Sura Hart alıntılarının sonu geldi. 30 günlük yazdım toplamda. Ara ara teşvik eden yorumlar alsam da yalnız bir yolculuktu. Öncelikle neredeyse bir yıldır düzenli bir şekilde bu günlükleri yazdığım için kendimi tebrik ediyorum. Şiddetsiz iletişim konusunda öğrendiklerimi çocuklarla ve arkadaşlarımla paylaşma konusundaki azmim ve sürekliliğim için de kendimi tebrik ediyorum. Gerek Denizle gerek başkalarıyla iletişim sıkıntısı çektiğim, öfkeme ya da önyargılarıma yenik düştüğüm her ân içim içimi yiyor, dürüstlüğümü sorguluyorum. Bu konularla bu kadar ilgileniyorsun bak bir arpa boyu yol alamadın diye kendimi sorguluyorum. Ama biliyorum ki hayatın her ânında, her yerde, her insanla şefkatli iletişim kuramayacağım. Bu önyargıları, tetikleyicileri kendimi daha iyi tanımak, sınırlarımı öğrenmek için kullanacağım ve kendime nazik davranmayı, her koşulda kendime şefkat duymayı unutmayacağım.

Eski Günlüklere aşağıdan ulaşabilirsiniz