31 Mayıs 2014 Cumartesi

GEÇMİŞE AÇILAN GEÇİT (*)


 



Zamanın gerisinde yaşayanlar

 
Bir tarafta çölü kazarak toprağı elekten geçiren kadınlar diğer tarafta yıldızları inceleyen astronomlar... Yönetmen Patricio Guzman, Işığa Özlem (Nostalgia de la Luz) adlı belgeselde, birbiriyle hiç ilişkisi yokmuş gibi görünen bu iki grubu başarıyla bir araya getiriyor. Her iki grup da geçmişte neler olduğuna cevap arıyor. Her iki grup da kalsiyum arıyor, büyük patlamadan sonra oluşan ilk elementi. Astronomlar bigbangten, yıldızlardan kalan kalsiyumu, Calama kadınları ise sevdiklerinden geriye kalanı...

Ay ışığının dünyaya gelmesi bir saniyeden biraz fazla sürüyor, güneş ışığınınki ise sekiz dakika. Astronomlar gökyüzüne baktıklarında yıldızların o anki hâllerini görmüyorlar aslında. Geçmişi inceleyen bir arkeolog gibi yıldızlara, zamanın, şu ânın arkasından bakıyorlar. Saydam gökyüzüne bakıp geçmişi inceleyerek şimdiye dair cevaplar arıyorlar. Gaspar Galaz, Atacama Çölü'nde araştırma yapan astronomlardan biri. Kökenleri bir gizem olan dağılan galaksiler üzerine çalışıyor. Neden kendilerini yok ettiklerinin cevabınıarıyor. “Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Bir galaksi, yıldız ya da bir gezegen nasıl oluşur?”... Sorduğu her soru, cevap bekleyen başka soruları doğuruyor. Her bir geceyi geçmişi inceleyerek geçiriyor. Aradığı yanıtları bulamasa da, çölün sıcağı onu rahatsız etse de, Calama kadınlarının aksine, huzur içinde uyuyabiliyor.

Chuquicamata Madeni, Calama Kadınları

Şili'de bakırın geçmişi, çok eskilere dayanmaktadır. Yapılan arkeolojik araştırmalar, dünyanın en büyük bakır madeni olan Chuquicamata'da, günümüzden 2500 yıl önce yaşayan insanların bakır çıkardığını, çıkardıkları bakırı törenlerde ve dekorasyonda kullandıklarını göstermektedir. 1820-1900 yıllarıarasında Şili, 2 milyon ton bakır üretimi ile dünyanın en büyük bakır üreticisi ve ithalatçısı haline gelmişti. 19. yüzyılda madencilik endüstrisi, kölelik sisteminden farksızdı. İşçilerin yaşam alanları, maden arama bölgesinin etrafında oluşturulmuş barakalardan ibaretti. 1973 yılında askeri darbe oldu. Ordu, bu barakaların etrafına dikenli tel çekti ve dönemin en büyük toplama kampına çevirdi. 17 yıl süren Pinochet iktidarısüresince binlerce siyasi tutuklu öldürüldü ve cesetleri gömüldü. Cesetler bulanamasın diye, diktatörlüğün cesetleri çıkartıp yok ettiği ve denize attığı biliniyor. Calama kadınları, toplu bir mezar bulunana kadar 28 yıl boyunca çölde kayıp yakınlarını aramaya devam etti. Hâlâ kayıp yakınlarını arayan kadınlar var. Violeta Berríos(70) onlardan biri.

Vicky ve ben çöle kaç kez gittik diye saymayı bıraktım. Umut dolu yola koyulup başımız önde geri döneriz. Ama her zaman kendimizi toparlar, şöyle bir sarsılır, sonraki gün, daha umutlu ve onları bulmak için daha sabırsız bir şekilde tekrar başlarız. Bazıları merak ediyor neden kemikleri istiyoruz diye. Onları çok istiyorum! Bir tek ben değilim. Mario’nun çene kemiklerinden birini bulduklarında onu istemediğimi söyledim. Dr. Patricia Hernández’e “Onu bütün halinde istiyorum bütün halinde alıp götürdüler sadece bir parçasını istemiyorum.” dedim. Sadece onun için değil tüm kaybolanlar için söylüyorum. Hepsi için! Bugün onu bulsam, yarın ölmeye razıyım.. Mutlu ölürdüm. Ama ben ölmek, onu bulmadan önce ölmek istemiyorum. Geçen gün size söylediğim gibi, sadece gökyüzüne bakan teleskoplar istemiyorum aynı zamanda yeryüzünün içini de görebilseler böylece onları da bulabilirdik. Bunun gibi sonra, biraz daha. Bir teleskop ile çölü tarardık. Aşağıları.”

Unutmaya meyilli bir toplumda, Calama kadınları, toplumsal hafızanın cılız sesi, tıpkı Cumartesi Anneleri gibi... Oysa tek istedikleri ölülerinin kemiklerini almak, sevdiklerinin kokusunu son kez duymak ve onları hak ettikleri gibi layığıyla gömmek.



IŞIĞA ÖZLEM (Nostalgia de la luz/ Nostalgia For The Light)
Yönetmen: Patricio Guzman
Fransa-Almanya-Şili/2010/DigiBeta/ Renkli 90/İspanyolca-İngilizce
"Bu filmi yaparken yani geçmişe bakarken bu bilyeleri buldum, çocukluğumun Şili'sinin masumiyeti. O günlerde, her birimiz, ceplerinin derinliklerinde tüm evreni taşırdı. Bu anının yerçekimsel bir gücü olduğuna inanıyorum. Sürekli bizi çekiyor. Anısı olan kişi, şu ânın kırılganlığında hayatta kalmayı başarabilir. Olmayan ise  hiçbir yerde yaşayamaz."    
Patricio Guzman
 
(*)Bu yazı 31 Mayıs 2014 tarihinde altzine'de yayımlandı.





30 Mayıs 2014 Cuma

ARKADAŞLAR DA OLMASA(*)




Düşünsenize, bir zamanlar kahkahalarınızla çınlayan, sıcağıyla sizi sarıp sarmalayan yuvanızdan son paket de çıkıyor. Yaşanmışlıklarla dolu evinizden geriye kocaman bir boşluk kalıyor. Taşımaya değer bulmadığınız eşyalarınıza bakıyorsunuz. Belki eve ilk geldiği günü hatırlıyorsunuz. İçinizi derin bir sızı kaplıyor. Yerde uçuşan toz öbeklerinin içinde bir şey parlıyor. Küçük, değersiz bir cam bilye. Onu bırakırsanız bütün hatıralarınız silinecek sanki. Eğilip alıyorsunuz. Avuçlarınızın içinde sıkıca tutuyorsunuz. Kulağınıza “Korkma,” diyor “ben dünyanın her yerinde tanımaya değer insanlar bulunduğunu düşünüyorum.”* Heyecan, merak, belirsizlik birbirine karışıyor. “Geçmişi unut. Günü yakala!” sloganına inat anılarınıza sığınıyorsunuz. Biliyorsunuz ki, anısı olan kişi, şu ânın kırılganlığında hayatta kalmayı başarır. Olmayan ise hiçbir yerde yaşayamaz.**

Kapıyı ardımızdan son kez çekip çıkmak zor gelir hepimize. Ancak çocuklar için yer değiştirmek, alışkanlıklarından vazgeçmek, hayatının çok iyi bildiği, güvenli tarafından uzaklaşmak daha da zordur. Lucia Tumiati, Görünmez Arkadaşım adlı kitabında büyüme yaşlarında karşı karşıya kalınan büyük değişiklikleri ve bunun yarattığı korkuyu eğlenceli bir dille anlatıyor. Kitabın kahramanı Gianni, babasının iş değişikliği nedeniyle başka bir şehre taşınmak zorundadır. Bu durumdan hiç de hoşnut değildir. Neyse ki tüm zor anlarında ortaya çıkan ona çözümler sunan, güldüren görünmez arkadaşı Pak, bu yolculukta da yanındadır. Hikâye, kısa bir zaman dilimi içinde yaşanır ve biter. Ancak yazar, Gianni'nin gördüğü rüyalar aracılığıyla geçmişteki önemli anları bize gösterir. Gianni, yolculuk boyunca sık sık rüyalara, anılara sığınır. Yolculuk bitip yeni evlerine vardıklarında kendisini gelecekteki arkadaşlarının arasında bulan Gianni, Pak'ın elini şimdilik bırakır.

İtalyan edebiyatının önemli temsilcilerinden biri olan Tumiati'nin, yapıtlarında özgürlük, “öteki” olmak gibi temaları ele almasının sebebi, yazarın yaşam hikâyesinde gizlidir. Küçük yaşlarda anne ve babası boşanır. Lucia annesi ile erkek kardeşi Andrea ise babasıyla kalır. Henüz 13 yaşında iken ırkçı yasaların sonuçlarını öğrenir. Yahudi olan annesi Maria Luzzatto ile uzun süre saklanır. Annesi ve Andrea ile birlikte direniş mücadelesine katılır. Hekim ve yazar babası Corrado Tumiati, özgürlük mücadelesine katılmaz. Bu, boşanmanın ardından aldığı ikinci büyük darbedir. Annesi ölünce babasının yanına Floransa'ya döner. Edebiyat eğitimi alır. Çocuklar ve gençler için yazmaya başlar. Nedenini şu sözlerle açıklar. “Yazar ne bir öğretmen, ne bir akraba ne de başından geçenleri anlatan biridir. Yazar bir arkadaş, size kimsenin söylemediği, anlatmadığı şeyleri dile getiren çok özel ve biraz da gizemli bir arkadaştır. Uzlaşmanın ve adaletin olduğu bir dünyada, daha iyi koşullarda büyümeniz içindir yazdıkları.” Hikâyelerin gücü, tek başına dünyayı değiştirmeye yetmez belki. Ama tek tek insanları değiştirmeye yetebilir ve edebiyatçıların düşledikleri dünyaya günbegün yaklaşırız.

Görünmez Arkadaşım

Yazan Lucia Tumiati

Resimleyen Simone Massoni

Çeviren Filiz Özdem

YKY

* Görünmez Arkadaşım YKY 1. Baskı s. 37

**Patricia Guzman'ın Işığa Özlem adlı belgeselinden alınmıştır.


(*) Bu yazı 30 Mayıs 2014 tarihinde Birgün Kitap Ekinde yayımlandı.
http://birgunkitap.blogspot.com.tr/2014/08/arkadaslar-da-olmasa-tugba-gurbuz.html


27 Mayıs 2014 Salı

GÖREREK YAZMAK GÖREREK OKUMAK




Yakın tarihimizi, ayıplı tarihimizi öğrenmek için inceleme, tarih kitaplarına ihtiyacımız yok. İstatistik, insan yaşamını en hiçe sayan bilim dalı iken neden gereksinim duyalım belgelere, sayılara? Unutulmak değil midir belgelerin, sayıların kaderi? Hem bizim görerek yazan, görerek okuduğumuz yazarlarımız var. İstesek de unutamayız  onların yazdığı hikâyeleri. Oradaki anlar, durumlar, sahneler, boğazımızda bir düğüm olur, yutamayız. Murathan Mungan'ın Dersim Hikâyelerinin önsözünde dediği gibi “Edebiyat kin değil hafıza tazeler.” 
 

Ahmet Büke, hafıza tazeleyen yazarlardan biri. 2011'de kazandığı Sait Faik Hikâye Armağanı'nın gerekçeli kararı onun yazarlığını en iyi şekilde özetler nitelikte: “Kendine özgü anlatımı ve gündelik yaşamın tarihe tanıklık eden ayrıntılarını işleyen öyküleri nedeniyle” Unutmamak, unutturmamak için yazıyor sanki, kendi acılarıyla başa çıkabilmek için. Son kitabı Yüklük'de yüklendiğimiz toplumsal yaraları anlatıyor, ezilen, çalışan bedenleri, çocuk işçilerin dramını, güney doğuda süren kirli savaşı, hapishanede işkence gören çocuk mahkumları, devletin hantal işleyişini... İlk bölüm hâlBu Sene Her Şey İyi Olacak” öyküsüyle başlıyor. Bu, ilk bölümün en sevdiğim öyküsü oldu. Kitabın ikinci bölümü bakiye'de ise sevdiği yazarlarla konuşuyor. Bu öykülerin bir kısmını Birgün Kitap Ekinden hatırlıyorum. Onların arasında en çok Vus'at O Bener'i hikâye kahramanı yaptığı Dostumuz Yaşamasız, Kömürümüz Kara'yı sevdim.







 

23 Mayıs 2014 Cuma

YAZI EGZERSİZLERİ


Yekta Kopan'ın Kediler Güzel Uyanır isimli öykü kitabı üç bölümden oluşuyor.
Kopan'ın, Düşmüş Bir Harf adını verdiği ikinci bölümde yer alan hikâyeler, yazma hevesinde ve gayretinde olanlar için uygun birer yazı egzersizi niteliğinde.
Yekta Kopan Ün'lü Aşklar adını verdiği metinde sırasıyla ince ünlü ve kalın ünlü harf kullanmadan birer öykü yazmış. Hayır! adını verdiği öykü 119 kelime ve sadece yüklemlerden oluşuyor. “Yorulmuşum. Gerindim. Esnedim. Ağırlaştım. ...” Geometri öyküsü “g” harfi ile başlayan kelimelerden oluşuyor. Ve Matruşka. Okumadıysanız anlatmak biraz zor. Ama deneyeyim. Matruşka, biliyorsunuz Rusya'nın sembolü, en meşhur hediyelik eşya ürünü. İç içe geçen ahşap kadın figürü. Her bir parçayı açtığınızda içinden bir boy küçüğü çıkar. Açmaya devam edersiniz, eksile eksile, sonunda bölünemeyen, parçalara ayrılamayan en küçük parçacığa, “öz”üne ulaşırsınız. Yekta Kopan'ın matruşkası dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde 90 kelimelik bir metinle sevgiliye sesleniyor, her bir bölümde aradan kelimeler eksilirken, metin daralırken duygular da değişiyor. En sonunda parçalanmaz, değişmez en küçük parçaya gelindiğinde yalnızlık ve sevgisizlik kalıyor geriye. Ve kaçınılmaz itiraf geliyor! “Seni sevmiyorum.”
1)Kalın ünlü harf kullanmadan en az 150 kelimelik bir metin yazın.
2)İnce ünlü harf kullanmadan en az 150 kelimelik bir metin yazın.
3)Tek kelimelik cümlelerden oluşan en az 150 kelimelik bir metin yazın.
4)Bir harf belirleyin. Metniniz en az 150 kelimelik olsun ve o harfle başlasın.
5)Kendi eksilen metninizi, matruşkanızı yazın.
Kolay gelsin.
 
Yukarıdaki görsel www.kalemtutkusu.blogspotcom.tr den alınmıştır.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

FİL MEZARLIĞI

Twitter dünyasına adım atalı neredeyse bir yıl oluyor Bilmiyorum neden yıllarca uzak durmuştum. 140 karakterle bir şey anlatmanın ya da anlamanın zorluğuydu beni durduran, kim bilir... Hâlâ çok sıkı bir takipçi sayılmasam da twitter yoluyla yeni bilgilere, kitaplara, yazarlara, köşe yazılarına, etkinlik duyurularına, kültür sanat haberlerine ulaşmak benim için artık bir vazgeçilmez. O yüzden en azından iki günde bir girmeyi ve ne var ne yok diye bakmayı ihmal etmiyorum.
Twitter'dan bu hafta neler öğrendim?
1.Kış Uykusu filmi konusunda okuduklarımla gerçekten çok meraklandım.
2.Ercan Kesal'ın Evvel Zaman kitabının çıktığını duydum. Aklımın bir köşesine kitabı not ettim.
3.Fil Mezarlığı'nın Cannes Film Festivali'nde Kısa Film Köşesinde gösterildiğini öğrendim.
http://www.cut-online.com/2014/05/12/fil-mezarligi-cannes-yolcusu/


Fil Mezarlığı Yekta Kopan'ın Kediler Güzel Uyanır isimli öykü kitabından benim de çok sevdiğim bir hikâye... Dört beş kez okuduğumu hatırlıyorum.  Belki bu vesile ile Kediler Güzel Uyanır'ı bir kez daha okur. Okuma notlarımı, ilerleyen günlerde paylaşırım.

16 Mayıs 2014 Cuma

GÖLGELER VE HAYALLER ŞEHRİNDE


Roman 1998 yılında yazılmış bir önsözle başlıyor. M.F.A genç bir avukatken eline geçen defteri, içeriğini, yazılanların kendisini nasıl etkilediğini, beş yıl süren çeviri macerasını, bunca yıllık sessizliğini, mektupları neden şimdi okura ulaştırmak istediğini açıklıyor ve susuyor. Ardından mektuplar konuşmaya başlıyor.

21 Ağustos 1908, Cuma

Sevgili Alex,

Seyahatim boyunca her fırsatta sana yazacağıma dair söz vermiştim. İşte sözümde duruyorum ve ilk mektubumu kaleme alıyorum. ...

Marsilya'dan demir alırken deniz bir sessiz göl gibi kıpırtısızdı. Sabahın erken saatinde gemicilerin limanda yankılanan bağrışları martıların çığlıklarına karışıyordu. Güvertede durmuş, aldığım kararların doğru olup olmadığını düşünüyordum ama inanır mısın bunu yaparken hiçbir şey hissetmiyordum. Romanlarda okumuş olduğumuz o heybetli düşüncelerden, sarsıcı hislerden, iç yakan pişmanlıklardan ya da ne bileyim, köpürüp taşan ihtiraslardan eser yoktu.

Genç gazeteci Frank Chaousson, L'Illustration gazetesi adına haber yapmak için fotoğrafçı Marcel ile birlikte 2. Meşrutiyet'in ilanının ardından İstanbul'a gitmektedir. Sanatoryumda yatan arkadaşı Alex'e yazdığı mektupları o dönemde sıkça yapıldığı gibi, göndermeden önce yanından ayırmadığı bir deftere kaydeder. Bizim roman olarak okuduğumuz bu defterin çevirisidir.

Frank'ın asıl ismi Fuat'tır. Annesi bir Fransız tiyatrocu, babası Türk'tür. Babasını hiç tanımayan Fuat, dokuz yaşına kadar İstanbul'da bir Osmanlı çocuğu gibi büyümüş sonra annesi ve kız kardeşi ile Paris'e taşınmıştır. Annesinin ölümünün ardından kabul ettiği iş teklifi, doğu ile batı arasında sıkışmış gencin, geçmişine de bir yolculuktur aynı zamanda. Paris'te herkesten sakladığı, sakındığı geçmişini, kimliğini; evine, çocukluğuna giden gemi yolculuğunda açıklamakta sakınca görmez. Ancak arada kalmışlık hissi, doğuda da batıda da aynıdır, değişmeden kalır. Gemide İsabelle adında genç bir kızla tanışır, aşık olur ya da olduğunu sanır. Marsilya'dan kalkan geminin yolcuları arasında Paris'te sürgünde ölen babasının naaşını, İstanbul'a götüren Prens Sabahattin de vardır. Fuat, Sabahattin beyle tesadüfen tanışır, L'Illustration için röportaj yapar.

Bir doğulu afetin yüzünü saklayan ferace gibi bütün güzellikleri azar azar gösteren sabah sisinin yavaşça kalktığı, İstanbul'un tüm ihtişamıyla teslim olacağı günün ilk ışıklarında girmek ister kente, doğuya seyahat tertipleyen şirketlerin vaat ettiği gibi... Ancak gemi, gecenin karanlığında yanaşır limana. Sabahattin beyi karşılamaya gelenlerin taşıdığı meşaleler, gecenin karanlığını delse de küçük bir kıvılcım olmaktan öteye gidemez. Kurduğu Ahrar Partisi seçimlerde başarılı olamaz, sokaklarda eşitlik, adalet, özgürlük isteyenlerin sesi, başlarına bir çoban isteyenlerin sesini bastıramaz. Karanlık bir gecede girdiği İstanbul'da geçmişin ve geleceğin gölgeleri, lanetleri Fuat'ı bir bir bulur.

Marcel ile birlikte bir yandan haber peşinde koşarken diğer yandan şehri keşfe koyulurlar. Üsküdar'da bir derviş dergâhında Charles adında üst düzey bir İngiliz ile tanışırlar. Charles, onlara eski İstanbul'un sırlarıyla ilgili bir kitap hazırlamayı teklif eder. Verdiği yüklü avans, L'Illustration'daki işin sona ermesiyle Charles'ın himayesi altına girerler.

Fuat, mektuplarına, yüz yıl öncesinin İstanbul yaşantısını, günlük alışkanlıkları, siyasi çalkantıları, batılı seyyahların İstanbul algısını, içine düştüğü bunalımı, İsabelle ile Evelyn arasında yaşadığı ikilemi konu eder. Kimsesizliğini, kimliksizliğini, kelimelerle doldurabilirmiş gibi, her fırsatta Alex'e yazmaya devam eder. Beşir Fuad'ın oğlu olduğunu öğrendikten sonra Ahmet Mithat Efendi'nin yazdığı kitabı okur. Babasının intiharı ve büyük annesinin delirerek öldüğü gerçeği, İsabelle'in ani ölümü karşısında hissettiği suçluluk duygusu sonucunda yaşadığı hezeyanlar artar. Zihni, düşünceleri dağınıklaşır, artık bir alıcısı olmadığını bildiği mektuplara tarih atmaz, el yazısı giderek bozulur, araya çizimler serpiştirir. Karanlık bir gecede girdiği İstanbul'un karanlığından bir türlü kurtulamaz. Geçmişin ve geleceğin gölgeleri, hayalleri ve lanetleri arasında ruhu hâlâ İstanbul semalarında dolanır durur.

Buraya ait olamamaktan yoruldum.

Ama gidemiyorum da... Paris'e de ait değilim çünkü.

Charles, Marcel, Evelyn, Margaret, hepsi başka bir yere ait olmanın güveniyle istedikleri yere gidebiliyorlar. Gittikleri yerde de durmayacaklar belli ki, Ben onlara benzesem de onlardan biri değilim. Acı bir tecrübe. Hayaletlerin niçin kimi binalarda hapis kaldığını anladım. Ben ve benim gibiler bu şehrin hayaletleri. Melez mahluklar. Onlarsa seyyah. Çoktan bitmiş bir hikâyeyi tekrar yaşamak isteyen eğlence düşkünleri. Onlara boşuna kızdım Alex. Ateşe verdim her yeri. Öfkem kendimeydi biliyorum. Hiçbir yer yok benim için. Onları kıskanıyorum. Kendinden emin insanları. Herkesin bir evi, bir toprağı var. Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum. Bütün rahimler ölü benim için.

http://www.youtube.com/results?search_query=g%C3%B6lgeler+ve+hayaller+%C5%9Fehrinde
 


Ahmet Hamdi Tanpınar, Murat Gülsoy'u etkileyen yazarların başında geliyor. Hemen her söyleşisinde andığı, alıntıladığı Tanpınar'ın, kadim meselesi, “doğu ve batı arasında kalmışlık” durumunu ele alan son romanı Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, mektup türünde yazılmış. Romanın mektup türünde yazılmış olmasını bir okur olarak sevdim. Çünkü yazılan her metin, hatta daha da genelleyecek olursak ilkel ya da gelişmiş her sanat eseri, bir mektuptur. Gelecekteki okura yani bize gönderilmiş mektubu alır, okuduğumuz her satırda şimdiki andan geçmişe bakarak yazarın yarattığı hikâyenin, zihninin içine gireriz. Mektup, yazan için de alıcısı için de mahremdir. içten ve doğal bir anlatımı vardır. Bana gönderilmiş gibi hissettiğim mektupları aldım. Okuduğum her kelime, her bir cümle ile hikâyenin, kahramanın zihninin içine girerken romancı yanımdan usulca ayrıldı. Beni Fuat ile baş başa bıraktı.

Metni zihnimde canlandırmakta hiç zorlanmadım. Özellikle Fuat'ın babasının Beşir Fuat olduğunun ortaya çıkması, Ahmet Mithat Efendi'nin yazdığı kitabı okuyup babasının intiharını, büyük annesinin psikolojik rahatsızlığını öğrenmesinin ardından yaşadığı hezeyanlar, giderek dağınıklaşan zihni, düşünceleri, bozulan el yazısı, araya serpiştirdiği çizimleri, zihnimde o denli canlıydı ki bir okur olarak keşke dedim, keşke roman eski el yazısıyla yazılmış, Alex'e gönderdiği kart postalların da yer aldığı eski bir defter görünümünde olsaydı.

Romanda bahsi geçen kartpostalların bir kısmına aşağıdaki linkten ulaşmak mümkün.
Hikâye, 1908 yılında, 2. Meşrutiyet'in ilan edildiği günlerde başlıyor. Arka planda Prens Sabahattin, Beşir Fuad, Osmanlı Sultanları gibi gerçek tarihi kişilikler var. Ancak asıl anlattığı hikâye, insanın ve toplumun içinde bulunduğu karanlık, bu karanlıktan kurtulma ya da bu karanlıkla başa çıkma çabası.






13 Mayıs 2014 Salı

MUTLU BİR ÇOCUKLUK OLABİLİR Mİ?

Bu aralar kendimi iyi hissetmiyorum. Yorgunum, üzgünüm, umutsuzum, bunun kişisel sebepleri olduğu gibi toplumsal sebepleri de var. Hâl böyle olunca bazen tanışıklıklar yoruyor beni. Sahte konuşmalardan kaçıp sessiz, uzun, huzurlu okumalara sığınıyorum. Böyle zamanlarda Yusuf Atılgan'ın Evdeki öyküsünün kahramanı aklıma geliyor. “Neden bu daracık kasabadayız biz? Yoksa bütün dünya böyle mi? Kitapların dediği yalan mı?” Okuduğum bir kitabın yalan hayatından çıkar çıkmaz iyi kurgulanmış yeni yalanlar arıyorum kendime. Bunun için en güvenilir yol belli. Yazarları, yazarlarla keşfetmek... Yazarların hangi platformda (söyleşi, kişisel blog, röportaj, televizyon programı, deneme kitabı) olursa olsun “okurluk iştahlarını” bulaştırmalarını seviyorum. Takip ettiğim belli isimler var. Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy'un Diyaloglar etkinliği, Yekta Kopan'ın Filuçuşu bloğu, Hikmet Hükümenoğlu'nun bloğunda paylaştığı okuma notları gibi... Bir göz atmanızı tavsiye ederim.

Bu ay için kendime mektup edebiyatının örneklerine yer veren yeni bir okuma listesi oluşturdum. Neden mektup edebiyatı derseniz, açıklayayım. “Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy ile Diyaloglar” Nisan ayında sona erdi. (Umarım bu bir sonraki sezona kadar sürecek kısa bir moladır. Ve yıllarca ve yıllarca devam eder.) Son etkinliğin başlığı “Sen Bu Satırları Okuduğunda” idi. Ayfer Tunç, sözlerine Murat Gülsoy'un son romanı Gölgeler ve Hayaller Şehrinde'den bir pasaj okuyarak başladı. Söz konusu roman da mektup edebiyatının bir örneğiydi. Türk ve dünya edebiyatından mektup türünün örneklerine yer verilen etkinliği takiben Birgün Kitap Eki Mektup Edebiyatı dosyası hazırladı. Hal böyle olunca mektup edebiyatı okumaları yapmak kaçınılmaz oldu. Önce kendimce bir okuma listesi yaptım. İlk sıraya Gölgeler ve Hayaller Şehrinde romanını koydum, ikinci sıraya ise kış başından beri almak istediğim bir kitabı.

Saklı Bahçeler Haritası, Nermin Yıldırım'ın üçüncü romanı, benimse ilk okuduğum Nermin Yıldırım romanı. Sabitfikir'de Ömer Türkeş'in kitapla ilgili eleştiri yazısını okuduktan sonra internette kitapla ilgili başka ne var ne yok diye bakmıştım. Yetkin Dikinciler'in tanıtım videosunu izledikten sonra merakım eni konu artmıştı. https://www.youtube.com/watch?v=C-Hdj5o-E9A
O an, o dakika kitabı elime almak, okumaya başlamak istemiştim. İş çıkışı, soluğu koşa koşa kitapçıların olduğu sokakta almıştım. Kitapçılara tek tek girip sormuştum. Yanıt olumsuzdu. Bir an sonuç alacağımı düşündüğüm oldu, kitapçılardan biri (ismi lazım değil) “Bu kapağı bir yerde gördüm, bir tane var elimizde” dediğinde... Sevinç ve heyecan içerisinde beklemeye koyulmuştum. Dükkânın dağınıklığı, yayınevlerine göre düzenlenmemiş raflar ümidimi kırsa da vardır bir bildikleri diyerek beklemeye koyulmuştum. O şube, bu şube, arama, tarama derken yirmi dakika sonra “Yokmuş” cevabını aldığımda kitabı alamadığıma mı yanayım, boşu boşuna Deniz'i evde beklettiğime mi yanayım, bilemeyip evin yolunu tutmuştum. Kitabın ismi zihnimin bir köşesine kazılı bekliyordum, araya giren onca kitap siparişinden sonra İdefix'den “beklenen kitap” geldi.
Roman bir yayınevinin genel yayın yönetmeni olan Rıdvan'ın kimin bıraktığı belli olmayan eski mektuplar bulmasıyla başlıyor. Mektupların sahibi Behiye ve Suad adında iki kız kardeştir. Aynı erkeğe âşık olmuş iki kız kardeşin yolu 1933'te ayrılır. Suad'ın, babası ile birlikte cumhuriyetin onuncu yılı kutlamaları için Ankara'ya geldiği günlerde, Behiye, aşkının peşinden Berlin'e gider. Yıllar sonra Behiye, geride bıraktığı kardeşine bir mektup yazar. İki kardeş birbirlerinin yokluğunda başlarından geçenleri yazdıkları mektuplar yoluyla anlatır. Suad'ın hayatının arka planında Cumhuriyet'in ilk yılları, toplumsal ve kültürel değişim, Demokrat Parti yılları, Varlık Vergisi, gayrimüslimlerin Aşkale'ye sürülmesi, 6-7 Eylül olayları anlatılır. Behiye'nin mektuplarından ise İspanya İç Savaşı sırasında Madrid'e gittiği, George Orwell ile tanıştığı, Polonya'nın Nazilerce işgal edilmesini gördüğü, ailesi Nazilerce toplama kampına götürülen Yahudi bir çocuğu evinde sakladığı, sayısız katliama, acıya tanıklık ettiği anlaşılır.
Romanda üç farklı dil kullanılmış. Günümüzde geçen Rıdvan'ın hikâyesi 3. tekil şahıs yazarla anlatılıyor. Suad ve Behiye'nin mektupları oldukça nitelikli, edebi metinler. Sesleri iyi ayrışmış. Romanın içinde çok fazla yan karakter var. Tüm karakterlerin ortak noktası içlerinde yaralı bir çocuğu barındırıyor olmaları. Ve sürdürdükleri yetişkin hayatı o yaralı çocuğun belirliyor olması.

Bir zamanlar çocuk olduğumuzu unuttuğumuz gibi, çocukluğun neye benzediğini de hatırlamıyoruz değil mi Behiye? Çocukken ne çok şeyi düşünüp anlayabileceğimizi unutuyoruz. Biraz büyür büyümez, etrafımızdaki çocukları dertsiz tasasız mahlukatlar sanmaya başlıyoruz. Onlara dünyanın gamından uzak, aptal, mutlu, minik şeylermiş gibi davranıyoruz. Oysa dönüp bakmaya gücün yeterse, kendi çocukluğunu bir hatırlasana. Ömrümüzün en kırılgan, en zor günlerini orada geçirmedik mi? En çok o zaman incinmedik mi? Sevmeyi daha iyi bilmez miydik çocukken? Sevdiğimiz uğruna başka mutluluklardan vazgeçmeyi, sessiz bedeller ödemeyi... Bir çocuk her şey bilir Behiye, ama en çok incinmeyi... Çocukluk kadar incitici bir şey var mı şu dünyada? Mutlu bir çocukluk olabilir mi?”

Saklı Bahçeler Haritası oldukça tempolu bir kitap. Tempo bir an olsun düşmüyor. Suad'ın mektuplarını okurken içimden defalarca sayfaları atlayıp Behiye'nin başına gelenleri okumak geldi. Rıdvan ile birlikte bu mektupları kimin bıraktığına dair akıl yürüttüm. Kitabın sonunu söyleyecek değilim, ancak şaşırdığımı, itiraf etmeliyim. Olan biteni öğrendikten sonra, yazarın finale giden yolda bütün ip uçlarını azar azar verdiğini, kurgunun çok sağlam ve iyi çalışılmış olduğunu gördüm. Yeni bir yazar tanımış olmaktan dolayı çok mutluyum. Diğer kitaplarını da okumayı planlıyorum. Size de tavsiye ederim.
http://www.youtube.com/watch?v=C-Hdj5o-E9A

 
Meraklısı için mektup edebiyatı okuma listem:

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde Murat Gülsoy

Saklı Bahçeler Haritası Nermin Yıldırım

Genç Werther'in Acıları Goethe

Mektup Aşkları Leyla Erbil

Kedi Mektupları Oya Baydar

5 Mayıs 2014 Pazartesi

BİTMİŞ İLİŞKİLER MÜZESİ


Louis Aragon'un ünlü dizelerini bilirsiniz. "Mutlu Aşk Yoktur." Aragon, bu dizelerin kendisi için ne anlama geldiğini şu sözlerle açıklar. "Kendimle uzlaşmak gibi bir arzum yok, olmadı da hiç. George Brassens'in bestelediği ve yaygınlaştırdığı Mutlu Aşk Yoktur, 1942'de yazdığım bir şiirin dizesidir. Söz konusu mutsuzluk, işgal yıllarının mutsuzluğu. Fransa'nın içinde bulunduğu acıklı durumda mutlu bir aşk olabilir miydi? Ortak bir mutsuzlukta bireysel mutlulukların olamayacağı teması, o zamanlar işlediğim bu tema, aslında hemen yazdığım tüm yapıtlarda da var. Gerçekte, bu şiirde ortaya çıkan her sorun, mutlu aşkın olup olmayacağı değil, mutlu çiftin olup olmayacağıdır. Kadın-erkek çiftini, erkeğin ve kadının en yüce şekli olarak düşündüğümü söylemiştim. Umarım gelecek günler kadın-erkek çiftine mutluluk taşır."

Yaşadığımız dünya, toplum, mutsuzluk çağından çıktı mı sizce? İçimizdeki yangın söndü mü? Her bir takvim sayfası, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen yaralarımızın, ayıplarımızın yıl dönümlerine denk gelmeye devam ediyor.  Hiç bir şey olmamış gibi, canımız yanmamış gibi sonsuza kadar bireysel mutluluklarımızın peşinde koşamayacağımız aşikâr. Bu yüzden her mutlu çift bir gün ya ayrılacak ya da toplumsal ve bireysel mutsuzluklarını yan yana sürdürmenin bir yolunu bulacak. Bu sadece kadın-erkek ilişkisi ile sınırlı değil üstelik. Yıllarca arkadaşlık kurduğunuz insanlarla ilişkiniz, toplumsal bir yara karşısında aldığınız farklı tavırlar nedeniyle bitebilir, hayatınızdan insan eksiltmek isteyebilirsiniz. Yine de bitecek ilişkiler kurmaya devam ediyoruz. Yaşam bunu gerektiriyor. O yüzden Zagrep'te açılmış olduğunu duyduğum bir müze çok ilgimi çekti. Blogumda yer vermek istedim. 

Bitmiş İlişkiler Müzesi...


 
  
Sevgilinizden yeni mi ayrıldınız? Ve size bu acı deneyimi hatırlatan her şeyden bir an önce kurtulmak mı istiyorsunuz? Web sayfamıza üye olarak bağışçılığa ilk adımı atabilir; size uçup giden aşkınızı hatırlatan her şeyi bizimle paylaşabilirsiniz: Elektronik postalar, fotoğraflar, cep telefonu mesajları.."

Müzede neler yok ki? Mektuplar, takma bir bacak, oyuncak ayılar, eski sevgilinin mobilyalarını kırmak için kullanılmış bir balta... Fikir, önceden sevgili olup ayrılan Zagrebli santçılar Olinka Vistica ve Drazen Grubisic'ten çıkmış.

Siz de çekmecelerinizde bir şeyler ararken tesadüfen bulana kadar unuttuğunuz, gördüğünüzde yüreğinizi inceden sızlatan anılarınıza, objelerinize, kutularınıza güvenilir bir sığınak bulmak istiyorsanız bağışçı olabilirsiniz.