16 Mayıs 2014 Cuma

GÖLGELER VE HAYALLER ŞEHRİNDE


Roman 1998 yılında yazılmış bir önsözle başlıyor. M.F.A genç bir avukatken eline geçen defteri, içeriğini, yazılanların kendisini nasıl etkilediğini, beş yıl süren çeviri macerasını, bunca yıllık sessizliğini, mektupları neden şimdi okura ulaştırmak istediğini açıklıyor ve susuyor. Ardından mektuplar konuşmaya başlıyor.

21 Ağustos 1908, Cuma

Sevgili Alex,

Seyahatim boyunca her fırsatta sana yazacağıma dair söz vermiştim. İşte sözümde duruyorum ve ilk mektubumu kaleme alıyorum. ...

Marsilya'dan demir alırken deniz bir sessiz göl gibi kıpırtısızdı. Sabahın erken saatinde gemicilerin limanda yankılanan bağrışları martıların çığlıklarına karışıyordu. Güvertede durmuş, aldığım kararların doğru olup olmadığını düşünüyordum ama inanır mısın bunu yaparken hiçbir şey hissetmiyordum. Romanlarda okumuş olduğumuz o heybetli düşüncelerden, sarsıcı hislerden, iç yakan pişmanlıklardan ya da ne bileyim, köpürüp taşan ihtiraslardan eser yoktu.

Genç gazeteci Frank Chaousson, L'Illustration gazetesi adına haber yapmak için fotoğrafçı Marcel ile birlikte 2. Meşrutiyet'in ilanının ardından İstanbul'a gitmektedir. Sanatoryumda yatan arkadaşı Alex'e yazdığı mektupları o dönemde sıkça yapıldığı gibi, göndermeden önce yanından ayırmadığı bir deftere kaydeder. Bizim roman olarak okuduğumuz bu defterin çevirisidir.

Frank'ın asıl ismi Fuat'tır. Annesi bir Fransız tiyatrocu, babası Türk'tür. Babasını hiç tanımayan Fuat, dokuz yaşına kadar İstanbul'da bir Osmanlı çocuğu gibi büyümüş sonra annesi ve kız kardeşi ile Paris'e taşınmıştır. Annesinin ölümünün ardından kabul ettiği iş teklifi, doğu ile batı arasında sıkışmış gencin, geçmişine de bir yolculuktur aynı zamanda. Paris'te herkesten sakladığı, sakındığı geçmişini, kimliğini; evine, çocukluğuna giden gemi yolculuğunda açıklamakta sakınca görmez. Ancak arada kalmışlık hissi, doğuda da batıda da aynıdır, değişmeden kalır. Gemide İsabelle adında genç bir kızla tanışır, aşık olur ya da olduğunu sanır. Marsilya'dan kalkan geminin yolcuları arasında Paris'te sürgünde ölen babasının naaşını, İstanbul'a götüren Prens Sabahattin de vardır. Fuat, Sabahattin beyle tesadüfen tanışır, L'Illustration için röportaj yapar.

Bir doğulu afetin yüzünü saklayan ferace gibi bütün güzellikleri azar azar gösteren sabah sisinin yavaşça kalktığı, İstanbul'un tüm ihtişamıyla teslim olacağı günün ilk ışıklarında girmek ister kente, doğuya seyahat tertipleyen şirketlerin vaat ettiği gibi... Ancak gemi, gecenin karanlığında yanaşır limana. Sabahattin beyi karşılamaya gelenlerin taşıdığı meşaleler, gecenin karanlığını delse de küçük bir kıvılcım olmaktan öteye gidemez. Kurduğu Ahrar Partisi seçimlerde başarılı olamaz, sokaklarda eşitlik, adalet, özgürlük isteyenlerin sesi, başlarına bir çoban isteyenlerin sesini bastıramaz. Karanlık bir gecede girdiği İstanbul'da geçmişin ve geleceğin gölgeleri, lanetleri Fuat'ı bir bir bulur.

Marcel ile birlikte bir yandan haber peşinde koşarken diğer yandan şehri keşfe koyulurlar. Üsküdar'da bir derviş dergâhında Charles adında üst düzey bir İngiliz ile tanışırlar. Charles, onlara eski İstanbul'un sırlarıyla ilgili bir kitap hazırlamayı teklif eder. Verdiği yüklü avans, L'Illustration'daki işin sona ermesiyle Charles'ın himayesi altına girerler.

Fuat, mektuplarına, yüz yıl öncesinin İstanbul yaşantısını, günlük alışkanlıkları, siyasi çalkantıları, batılı seyyahların İstanbul algısını, içine düştüğü bunalımı, İsabelle ile Evelyn arasında yaşadığı ikilemi konu eder. Kimsesizliğini, kimliksizliğini, kelimelerle doldurabilirmiş gibi, her fırsatta Alex'e yazmaya devam eder. Beşir Fuad'ın oğlu olduğunu öğrendikten sonra Ahmet Mithat Efendi'nin yazdığı kitabı okur. Babasının intiharı ve büyük annesinin delirerek öldüğü gerçeği, İsabelle'in ani ölümü karşısında hissettiği suçluluk duygusu sonucunda yaşadığı hezeyanlar artar. Zihni, düşünceleri dağınıklaşır, artık bir alıcısı olmadığını bildiği mektuplara tarih atmaz, el yazısı giderek bozulur, araya çizimler serpiştirir. Karanlık bir gecede girdiği İstanbul'un karanlığından bir türlü kurtulamaz. Geçmişin ve geleceğin gölgeleri, hayalleri ve lanetleri arasında ruhu hâlâ İstanbul semalarında dolanır durur.

Buraya ait olamamaktan yoruldum.

Ama gidemiyorum da... Paris'e de ait değilim çünkü.

Charles, Marcel, Evelyn, Margaret, hepsi başka bir yere ait olmanın güveniyle istedikleri yere gidebiliyorlar. Gittikleri yerde de durmayacaklar belli ki, Ben onlara benzesem de onlardan biri değilim. Acı bir tecrübe. Hayaletlerin niçin kimi binalarda hapis kaldığını anladım. Ben ve benim gibiler bu şehrin hayaletleri. Melez mahluklar. Onlarsa seyyah. Çoktan bitmiş bir hikâyeyi tekrar yaşamak isteyen eğlence düşkünleri. Onlara boşuna kızdım Alex. Ateşe verdim her yeri. Öfkem kendimeydi biliyorum. Hiçbir yer yok benim için. Onları kıskanıyorum. Kendinden emin insanları. Herkesin bir evi, bir toprağı var. Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum. Bütün rahimler ölü benim için.

http://www.youtube.com/results?search_query=g%C3%B6lgeler+ve+hayaller+%C5%9Fehrinde
 


Ahmet Hamdi Tanpınar, Murat Gülsoy'u etkileyen yazarların başında geliyor. Hemen her söyleşisinde andığı, alıntıladığı Tanpınar'ın, kadim meselesi, “doğu ve batı arasında kalmışlık” durumunu ele alan son romanı Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, mektup türünde yazılmış. Romanın mektup türünde yazılmış olmasını bir okur olarak sevdim. Çünkü yazılan her metin, hatta daha da genelleyecek olursak ilkel ya da gelişmiş her sanat eseri, bir mektuptur. Gelecekteki okura yani bize gönderilmiş mektubu alır, okuduğumuz her satırda şimdiki andan geçmişe bakarak yazarın yarattığı hikâyenin, zihninin içine gireriz. Mektup, yazan için de alıcısı için de mahremdir. içten ve doğal bir anlatımı vardır. Bana gönderilmiş gibi hissettiğim mektupları aldım. Okuduğum her kelime, her bir cümle ile hikâyenin, kahramanın zihninin içine girerken romancı yanımdan usulca ayrıldı. Beni Fuat ile baş başa bıraktı.

Metni zihnimde canlandırmakta hiç zorlanmadım. Özellikle Fuat'ın babasının Beşir Fuat olduğunun ortaya çıkması, Ahmet Mithat Efendi'nin yazdığı kitabı okuyup babasının intiharını, büyük annesinin psikolojik rahatsızlığını öğrenmesinin ardından yaşadığı hezeyanlar, giderek dağınıklaşan zihni, düşünceleri, bozulan el yazısı, araya serpiştirdiği çizimleri, zihnimde o denli canlıydı ki bir okur olarak keşke dedim, keşke roman eski el yazısıyla yazılmış, Alex'e gönderdiği kart postalların da yer aldığı eski bir defter görünümünde olsaydı.

Romanda bahsi geçen kartpostalların bir kısmına aşağıdaki linkten ulaşmak mümkün.
Hikâye, 1908 yılında, 2. Meşrutiyet'in ilan edildiği günlerde başlıyor. Arka planda Prens Sabahattin, Beşir Fuad, Osmanlı Sultanları gibi gerçek tarihi kişilikler var. Ancak asıl anlattığı hikâye, insanın ve toplumun içinde bulunduğu karanlık, bu karanlıktan kurtulma ya da bu karanlıkla başa çıkma çabası.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder