30 Aralık 2013 Pazartesi

BABAM CAMUS



Babam, ünlüymüş meğer, ölene kadar bilmiyordum. Öldüğü zaman anladım. İmrenilecek bir durum değil. Benim için babaydı o. Tuhaf, amma tuhaf şey. Gülüşüne bayılırdım. Başkaları için, Albert Camus bir efsaneydi, baba değil. Bilincinde olmadığım ve babamın bizden uzak tuttuğu şöhret, erkek kardeşimle benim üstümüze düştü ve ezdi bizi. 14 yaşındaydım. Hiç kimse, hiç ama hiç kimse benim acı çekebileceğimi düşünmedi. Annem bile. Darmadağın olmuştu. Babamın ölümünden hemen sonra, Agathe’ı, küçükken babamın bana verdiği dişi kediyi ameliyat ettirmek gerektiğini söyledi bana. Babamın şöyle bir şarkı mırıldanışını hâlâ duyar gibiyim: “Agathe, cici kedi, ne güzel patileri...” Sağa sola yavrular dururdu Agathe –bizim evde özgürlük vardı, kedilere bile– yavruları vermeden önce iki ay evde tutardık. Kedi yavrularına bayılırdım. Annem bana “Ne yapacağız bunları? Baban veriyordu. Bizden kimse almaz ki” dedi. Haklıydı. İşte o zaman hayat neymiş anladım. Annem kediyi ameliyat ettirdi.
Okulda babamın mesleği sorulduğu zaman, ben de “yazar” diye yanıt verdiğimde dert oluyordu bu bana. Marangoz bir meslek erbabıdır. Ya yazar? Evde kalıp çalışma masasının başında bir şeyler karalayan adam miskinin teki sayılır... Babamı rahatsız etmememiz beklenirdi. Ama rahatsız ettiğimizde de hiçbir şey demezdi. Oturup kalkmak, yemek yemek ve başkalarına saygı göstermek konusunda hem dikkatliydi hem de ciddi. Annemin ya da anneannemin tokatlarını yeğlerdim fazlasıyla. Onlarlayken, bir aptallık ettiğimde kesilecek faturayı bilirdim. Öderdim, gönül rahatlığıyla sıfırdan başlardım yeniden. Babamlayken ela gözlerinin bir bakışı ve birkaç sözü yeterdi insanın kendini yerin dibine geçmiş hissetmesi için. İlk komünyon ayinimi gerçekleştirmek istediğimi söylediğimde bana Tanrı’ya inandığım için mi yoksa güzel bir elbisem ve hediyelerim olsun diye mi bunu istediğimi sormuştu. İşin sarpa sardığını hemen anladım. “Pek mi parlak bir şey bu sence?” En azından mesele açıktı. Ona göre, başımızı sokacak bir yerimiz ve kitaplarımız varsa, bize gereken her şeyimiz var demekti. Bizim evde lüzumsuz nedir bilinmezdi. Yararlı hediyeler istemek gerekirdi. Noel’de bir okul çantası, güzel bir okul çantası bile çok sevinilecek bir şey değildir. Babamın bana son yaş günü hediyesi bir çalışma masasıydı. Güzel bir masa elbette... Ama ağır hastalanıp yattığımda bana bir pikap hediye etti, Teppaz marka. O kadar tarzımız olmayan bir şeydi ki bu, öleceğime büsbütün inanmıştım.
Anneme yardımcı olan bir hanım vardı. Yataklarımızı yapardık, ayakkabılarımızı cilalardık ve o hanımın emrine amadeydik. Olağandı bu. Babam, dolaylı yoldan, bu hanıma mesleğinden ötürü –temizlikçiydi kadın, babamın annesiyle aynı meslektendi– saygı göstermemizi isterdi. Annesi sağırdı, ne okuma bilirdi ne yazma. Kocası Birinci Dünya Savaşı’nda öldürüldüğünde, yönetim, dedemin kafatasını parçalayan şarapnelin bir parçasını göndermiş ona. Babaannem, çocuklarıyla birlikte, yaşça büyük olan Lucien ve kundaktaki Albert’le, annesinin yanına, Cezayir’de Belcourt mahallesinde yaşamaya dönmüş. Tatlı bir boyun eğişten ibaretti babaannem. Hepsi yoksulmuş, çok yoksul, başka da bir şey düşünmüyorlarmış. Babam bir yerlerde “baskı görenlerin zekâsı aslolana yönelir” diye yazmıştı. Burada aslolan, karın doyurmaya yetecek para bulunup bulunamayacağıdır. Yarın değil, bu akşam. Babam bana büyükannesinden söz ederken nefret ederdim o kadından çünkü sığır sinirinden yapılma bir kamçıyla dövermiş babamı. Babaannem –genellikle sadece hareketlerle kendini ifade eden biriydi– sırf “Kafasına vurma” diyebiliyormuş usulca. Daralmış, kendi içine kapanmış bir dünyaymış bu, dışarıdayken içeride olduğundan daha iyiymiş babam. Belcourt’lu bir oğlanmış o. Arkadaşlarıyla birlikte, barınağın adamı Bay Galoufa’nın iki tekerlekli yük arabasıyla yarışırmış, başıboş köpeklerle kedileri özgürlüğe kavuşturmak için. Mahalledeki herkes gibi, pataouète konuşurmuş. Fransızca onun için büyük bir başarı olmuş. 11 yaşındayken (!) ilkokul sona ermiş: Büyükannesi eve para getirsin diye çalışmasını istemiş. Ama öğretmeni Louis Germain babamı fark etmiş. Onun hakkını savunmuş ve kazanmış: Babam eğitimine devam edecektir böylece. Lisede ilk defa adaletsizliği sezmiş. Başkalarının dünyasıyla kendisininki arasında bulunan uçurumu. Daha sonraları Saint-Germain-des-Prés’de de aynı şey olacaktır. Cüzamlı gibi bakarlar ona. Babam kendini cüzamlı gibi hissetmiyordu ama. Morali tamdı. Ama adaletsizlik yerli yerindeydi, daima. Fotoğraflarda, öğrencilerin çoğunda kocaman kravatlar var. Onda yok. Daha o zamanlarda özgürmüş. Sonraları, “güzellik var, bir de aşılananlar” dediğinde ve “ne güzelliğe ne de aşılananlara sadakatsizlik etmek” istemediğinde, işte o zaman başladı her şey galiba.
17 yaşındayken, kan tükürmeye başlar. Verem. Ölümcül hastalık, utanılası hastalık. O dönemde veremden ölünüyordu, veremliler de vebalıymış gibi görülüyordu. O zamana kadar hiçbir şeye sahip değilmiş babam, yaşıyordur işte. Ona doğal geliyormuş bu. Ama yaşamanın bile pek o kadar garanti olmadığını öğrenir. Michelet sokağında kasap olan, teyzesinin kocası Acault’nun yanına gider çünkü en azından orada iyi et yiyebilecektir. Enişte masondur, evinde bir sürü kitap vardır. Babam o zamana kadar bir evde kitap görmemiştir hiç. Daha sonraları agregasyon sınavına girmesine izin verilmez, hastalığı bulaşıcı diye. 1939’da askere de alınmaz. Roger Nimier’nin yorumu: “Savaşı Camus’nün akciğerleriyle yapmadık...” Nasıl, harika değil mi?
Futbolu bırakmak zorunda kalır. Oysa seviyormuş. Kaleciymiş. Ona “Bastıbacak” diyorlarmış çünkü geç boy atmış. Sablettes plajı vardır hayatında, deniz ve güneş. Ve daha o zamanlar, inanılmaz bir özgürlük duygusu, kadın bedenlerinin, “bağlanma”nın, tiyatronun birbirine karıştığı. Alger républicain gazetesinde sürdürdüğü gazeteciliğin bir de. Daha sonraları şöyle yazacaktır: “Öncelikle, yoksulluk hiçbir zaman bir mutsuzluk kaynağı olmadı benim için: Işık zenginliklerini yayıyordu onun üstüne.” Théodore de Banville’in Gringoire oyununda Olivier le Daim’i oynadığı sırada günde 85 frank kazanıyormuş. Fena sayılmaz! Ders veriyor, meteorolojide çalışıyor, bir de güreşiyormuş, burnunun kırıldığı güne kadar.
 23 yaşındayken, ki 1930’ların sömürge toplumunda inanılmaz ölçüde modern gelen bir şey bu, ikisi eşcinsel üç kadınla birlikte ortak bir ev tutar. Bu “Esaslı Ev”in taraçası Cezayir koyuna bakar. Louis Bénisti “Dünyanın Karşısındaki Ev” adıyla resmetmişti evi. Babamın, adını Kierkegaard’dan alan Kirk diye bir köpeği vardır. Yazmaya karar verir. İlk, Tersi ve Yüzü’nü yayınlar, 350 adet basılır yapıt. Kuşkusuz Oran’lı bir hanım arkadaşı aracılığıyla tanışır annem Francine Faure ile, 1937’de. Annem Cezayir’de yüksek matematik öğrenimi yapıyormuş. Piyanistmiş. Baksanıza, nefis bir kadın.

Babamla ilk yıllarına ilişkin hiçbir şey anlatmadı bana. Onu hep sevdiğini biliyorum sadece. Babam da onu seviyordu bence. Başka kadınlar, başka aşklar yaşadı. Ama annemi hiç bırakmadı. Sanırım derin bir dostluk ve dayanışma vardı aralarında. Onları kardeş sanıyordu görenler. Annem çok mutlu değildi bence ama bundan bütünüyle babamın sorumlu olduğunu da sanmam. Annem bana birbirlerini hep sevdiklerini ve bu sevginin hiç de vasat bir sevgi olmadığını söylemişti. 1 Kasım 1936’da babam arkadaşı Pascal Pia ile birlikte Alger républicain’i kurar. Ekmek ve de sardalya almak için tam denk gelir bu... “Kabiliye’de Sefalet” başlıklı röportaj dizisini orada yazar. Adaletle, adaletsizliklerle, çeşitli olaylarla ilgilenir. Hoş görülmez. Gazete sansürlenir. İş bulamaz ve Cezayir’den ayrılıp 1940’ta Paris’e gitmek zorunda kalır. Çalıştığı Paris-Soir gazetesi, bürosunu Lyon’a taşımıştır. Annemle babam Lyon’da evlenir. Gazetenin dizgicileri anneme bir demet menekşe hediye ederler. Annem Cezayir’e döndüğünde bir arkadaşına şöyle yazacaktır: “Hiç kuşku yok ki temkinsizlik ettik. Savaş yokmuş gibi davranmak istedik. Ve savaş bizi ayırdı.” İki yıl boyunca bildikleri tek bir şey vardır: hayattadırlar, hepsi bu.
Veremi nükseden babam Pannelier’de Chambon-sur-Lignon bölgesine yerleşmek zorunda kalır. Çevredeki çiftliklerde köylüler 5000 Yahudi çocuğu saklayıp kurtaracaktır. Direniş hareketi orada, çok yakındadır. Babam Direniş’e katılacaktır. Şöyle yazar: “İyice düşünüp taşındım ve dupduru bir zihinle hareket ettim, çünkü görevim buydu.” Henri Frenay’nin Combat hareketine girer. Hem Gallimard Yayınları’nda yeni kitap önerilerini okuyup değerlendirmektedir, hem de yeraltı gazetesinin başyazarlığını yürütmektedir. Müthiş riske girer. Épinay-sur-Orge doğumlu, Jacques ve Madeleine’den olma, makale yazarı “Albert Mathé” adına düzenlenmiş sahte evraklar taşır üstünde. Tutuklanan, toplama kamplarına gönderilen arkadaşları olur. Kimileri geri dönmez. İşte bu yüzden Direniş madalyasının kendisine verilmesini istemediğini söylerdi hep. Yine de nişan ona verildiğinde, Fransa Alman işgalinden kurtulduktan sonra bir gün, Combat gazetesine gelir ve Ravensbrück’e sürgün gönderilen bir hanım arkadaşına “Kim ihbar etti beni?” diye sorar.
 


1944’te babam Maria Casarès’le tanışır. Tiyatroda birlikte çalışırlar. Severler birbirlerini, insanı yiyip bitiren bir tutkuyla. Annem Cezayir’den Fransa’ya döndüğünde ne babam ne de annem bilir nasıl buluşacaklarını. André Gide babama Vaneau sokağında bir stüdyo daire kiralamıştır. Annem, “öyle soğuk olurdu ki parkenin çatlakları buz tutardı” diye anlatırdı bana. Annemle babam yine de buluşmuş olsalar gerek ki birkaç ay sonra, 1945 Eylülü’nde ikiz kardeşim Jean ve ben dünyaya gelmişiz. Hayat kolay değilmiş. Annem hamileyken iki bebek için yemek karnesi istemiş. “Gerek yok, biri ölebilir” diye yanıt vermişler. Annemle babamın kendilerine ait bir dairesi yokmuş. Paris’te ya da şehir dışında, arkadaşlarının evlerinde kalıyorlarmış. Michel Gallimard’ın evinde, emeklerken, İnsanlık Durumu’nu kemirmişiz. Hem de sıradan bir nüshayı değil, orijinalini! Babam 1946’da Amerika’ya uzun bir yolculuğa çıktığında kilolarca çikolata, şeker, un, pirinç ve yumurta tozu; 14 kilo sabun, 15 kilo da bebe maması getirmişti.

 Babam kitaplarını, oyunlarını yazmaya devam eder. Maria da oyunculuğa. Beni ilgilendirmez bu, hayat işte. Ama evde, Maria aleyhinde tek bir söz duymadım. 1980’li yıllarda, annemin ölümünden sonra tanıştım onunla. Nice’teydim. Bir oyun oynuyordu orada. Tiyatroya not bıraktım. Birbirimize bir sürü şey anlattık. Güzel oldu biraraya gelişimiz. Son derece hayat dolu, sıcak, komik bir insandı. Çikolata yedik. Sigara içiyordu, korkunç öksürük krizlerine tutuluyordu. Bir sigarayı söndürür söndürmez yenisini yakıyordu. Babam ve o birbirlerine benziyorlardı. Ne olursa olsun, delice bir yaşama aşkı vardı her ikisinde de. İnsan katlanıyor. Ama kabulleniyor da.
Fransa’nın Alman işgalinden kurtulduğu sıralarda babam Sartre ve Beauvoir’la çok sık görüşür. Saint-Germain-des-Prés’de hep eğlence, hep dans, hep içki âlemleri vardır. Ama babam onların arasında hep biraz aykırı düştüğü izlenimini taşımıştır. Akdenizliydi, École normale’de okumamıştı, burjuva kökenli değildi. Sartre ona “sokak serserisi” dediğinde büsbütün yanlış sayılmazdı söylediği. Arkadaşı Camus’nün yanındayken kendisinin de alçaldığı duygusunu taşıyordu biraz. Beauvoir’a gelince, onun babama zaafı vardır, karşılık görmeyen. Bu gerçekten bir zaaf mıydı yoksa entelektüel bir merak mı? Bir erkeği tanımak için diyordu –Beauvoir’da bilimseldi her şey!– onunla yatmak gerek. Brassaï’nin şu fotoğrafına bakın: Babam Picasso’nun bir oyununu sahneye koymuştu: Kuyruğundan Yakalanan Arzu. Lacan, Cécile Éluard, Picasso, Valentine Hugo, Leiris’ler, Sartre ve Beauvoir var karede. Peki babam kime bakıyor? Köpeğe.


 Yazmak, kendini yanlış anlaşılmaya ve anlaşılmamaya maruz bırakmak demektir. Bunu iyi biliyordu babam. Küçük bir kızdım ama çevresindeki saldırganlığı seziyordum. 1951’de Başkaldıran İnsan yapıtıyla bir tabuyu sarstı. O dönemde Sovyetler Birliği’ne dokunma hakkınız yoktu. Oysa herkes gulag’ın varolduğunu biliyordu. İyi bir amaç uğruna deniyordu. Susuluyordu. Babam konuşmaya karar vermişti. Bu da kimsenin hoşuna gitmiyordu. Bir gün –daha sonraları anladım ki Francis Jeanson’un Sartre’ın emriyle kitabı inanılmaz ölçüde sert eleştirdiği, Les Temps Modernes ile aralarındaki korkunç polemikten sonraymış– babamı salonda, alçak bir koltukta, başını eğmiş otururken buldum. “Üzgün müsün baba?” dedim ona. Başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı ve “Hayır, yalnızım” diye yanıt verdi. Hiç unutmadım bunu. Öyle çileden çıkartıyordu ki bu durum beni! Benimleyken yalnız olamayacağını ona nasıl söylemeli, bilmiyordum.
1956’nın Ocak ayında, L’Express’te “Siviller İçin Ateşkes” başlıklı yazısını kaleme aldığında sadece yazmakla kalmadı. Her iki cepheden sivillerin korunmasını önermek üzere Cezayir’e gitti. Genel valilik önceden belirlenmiş salonda bulunmasını engelledi. Babam, aşırı uçların “Camus’ye ölüm!” diye bağırışları arasında toplantıyı Kazba’ya kaydırdı. İş bir kan gölünde sona erecek diye çok korktu. Camus’nün Cezayir hakkında hiçbir şey söylemediği iddiasında bulunmaya cüret edenleri düşünüyorum da! 1945’te, Setif katliamlarını ifşa ettiğinde de yapayalnız bırakılmıştı. Dolayısıyla babam, her sözcüğün şiddeti daha da artırdığını düşünmeye başladığı âna kadar yazmaya devam etti. FLN’nin (Milliyetçi Kurtuluş Cephesi) Messali Hacı yanlılarını tasfiye ettiğini biliyordu; tek partiyle ve devlet diniyle bir Cezayir kurulursa ilk kurbanların Cezayirliler olacağını da biliyordu. O zamandan beri olup bitenlere bakınca, belki de büsbütün yanılmadığı söylenebilir. 1960’tan itibaren hiçbir şey söylemediği bir gerçektir. Ama haklı bir gerekçesi vardı. Mezardaydı da ondan.
Büyükannem Nobel edebiyat ödülünden “İkramiyeni aldığın zaman...” diye söz ederdi... Babam yaşça biraz küçük buluyordu kendisini. “Şahsen ben Malraux’ya oy verirdim” derdi. O gün lisede herkes bana bir acayip bakmıştı. Bir arkadaşıma, elbisemin kenarı falan mı söküldü, yoksa tuhaf bir şeyim mi var diye sorunca güldü: “Paris-Match’a çıkmışsın!” Paris-Match bana bir şey ifade etmiyordu. Evde okunan bir dergi değildi. Olup bitenlerin farkına varamamıştım kesinlikle. Babam kardeşimle beni İsveç’e götürmek istemedi çünkü Nobel Akademisi’nin bizim yol masraflarımızı ödemesi için herhangi bir neden göremiyordu. Cor de Chasse’tan bir smokin kiraladı. Anneme de Balmain’in o çok güzel fildişi elbisesini hediye etti. Elbise hâlâ bende, sadece rengi biraz sarardı. Neyse, annemle babam bütün dünyanın bakışları altında Stockholm’e gittiler. Törende yaptığı konuşmayı, Cezayir’deki ilkokul öğretmeni Louis Germain’e ithaf etti babam.

Hiç mal mülk sahibi olmamış olan babam, uzun zaman civarda bir ev aradı. Yaklaşık yirmi kilometre ilerideki Isle-sur-la-Sorgue’a, arkadaşı René Char’ı görmeye çok sık giderdi. En sonunda 1958 yılında Lourmarin’deki bu eski çiftliği buldu. Babam eski eşya almaya bayılırdı. Annemle biz iki kardeş eve ilk geldiğimizde her yeri dayayıp döşemiş, mobilyaları, perdeleri, yatak örtülerini, hepsini yerleştirmişti. Hatta tencereleri ve süzgeçleri bile satın almıştı. Bir sürü tuhaf nesne vardı, bitpazarından gelme: azizlerden kalma eşyalar, kutsal ekmek kapları. Bayılmıştım. Bir odam vardı, babamın seçtiği güzel mobilyalarla döşeli. Tıpkı hediye paketi gibi bir ev.
[4 Ocak 1960’ta Yonne bölgesinde düz ve çorak bir yolda, Camus’nün arkadaşı Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka araba bir çınara tosladı. Michel Gallimard ölümcül biçimde yaralandı. Albert Camus kaza yerinde can verdi. 46 yaşındaydı. Çantasında İlk Adamın bitmemiş elyazılı metni vardı, “bu kitabı asla okuyamayacak olan kişiye” yani annesine ithaf edilmişti yapıt.]
Odasında yazı takımı vardı. Babam ayakta yazardı, siyah ya da lacivert mürekkeple. Ama burada, bu taraçada, yere oturarak yazdı İlk Adam’ı. Serviye karşı. Servi hâlâ yerli yerinde.
 
Fransızcadan çeviren: Elif Gökteke
 
Babam Camus
 
Kitap-lık Dergisi Sayı:143 Kasım 2010
 
Copyright © 2011 Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş. Tüm Hakları Saklıdır.
 
 


27 Aralık 2013 Cuma

VEJETARYEN KÜLKEDİSİ




Bilinen en eski Külkedisi hikâyesi 9. yy.dan kalma bir Çin masalıdır.
Dünyada sayısız kez işlenmiş bu masal pek çok değişik biçimde anlatılır. Külkedisi'ne yardıma gelen doğaüstü varlık bir peri, ölen annesi, sevdiği ve iyi davrandığı bir hayvan şeklinde karşımıza çıkabilir.
Avrupa Edebiyatı'nda en bilinen versiyonu, Fransız yazar Charles Perrault'ya ait olandır.
Charles Perrault, 12 Ocak 1628'de Paris'te varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Babası tanınmış bir avukattı. Kendisi de hukuk eğitimi aldı. 1651'de Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Paris Baro'suna kaydoldu. Kısa bir süre avukatlık yaptı. Sanata büyük ilgisi vardı.Gelecekte çocuk masallarıyla ünleneceğinden habersiz masal yazmaya başladı. Sebebi basitti. Mevcut örnekleri beğenmiyordu. Kendi çocuklarına okuyabilmek için yazıyordu. Yazmaktan zevk aldığını görünce devam etti. En önemli masalları Külkedisi, Kırmızı Başlıklı Kız, Çizmeli Kedi ve Uyuyan Güzel'di. Yazdığı masallar "Peri Masalları"nın ilk örneklerindendir. Yakışıklı prens, cam ayakkabının tekini Perrault'nun masalında bulur. Diğer masallarda cam ayakkabı yerine, altın veya gümüş ayakkabı, yüzük kullanılmıştır. 1001 Gece Masalları'nda ise cam ayakkabı yerine halhal, küçük ayak yerine ince ayak bileği tasviri karşımıza çıkar.
Külkedisi masalı, yazılı Alman Edebiyatı'na Grimm kardeşler tarafından kazandırılmıştır.
Jacop (1785-1863) ve Wilhelm (1786-1859) Grimm tanınmış iki Alman masal yazarıdır. Köyleri ve kasabaları gezerek yüzyıllardır sözlü olarak anlatılan Alman masal, şiir ve efsanelerini derleyip 1812'den sonra Çocuk ve Yuva Masalları (Kinder und Hausmärchen) adı altında bir kitapta toplamışlardır. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Külkedisi, Rapunzel, Hansel ve Gretel, Parmak Çocuk, Bremen Mızıkacıları, Kırmızı Başlıklı Kız, Çizmeli Kedi, Fareli Köyün Kavalcısı, Kurbağa Prens derledikleri eserler arasında en çok bilinenleridir.
Külkedisi'nin konusunu hepimiz biliriz. Annesi ölmüş, babası yeniden evlenmiştir. Kıskanç üvey annesi ve iki üvey kız kardeşi ona kötü davranmaktadır. Bir gün Prens kendisine eş seçmek için bir balo düzenler. Baloya ülkenin bütün genç kızları davetlidir. Külkedisi giyecek uygun bir kıyafeti olmadığı için çok istediği halde, baloya gidemeyeceğini düşünüp üzülmektedir. Aniden bir iyilik perisi belirir. Külkedisi'ne yardım eder. Külkedisi baloda güzelliğiyle Prens'in başını döndürür.

 YA SONRA?
 















Sonrasını Nunila Lopez anlatıyor.
Bütün gece dans edip dağıtan Külkedisi, saat 12'de evine döndü. Ama ertesi gün öğlen 12'de. İki beyefendi tam karşısında durmuş ellerinde tuttukları cam ayakkabıları giymesini bekliyordu. Ayakları şiştiği için başta ayakkabılar dar geldi ama zorlaya zorlaya ayağına geçirdi. Çünkü Prensle evlenmek zorundaydı. 
Prens keklik yemeye bayılıyordu. Günleri prense keklik pişirmekle geçiyordu. Üstelik Külkedisi vejetaryendi. Prens bir gün bile "Bugün yemek pişirme, vejetaryen pizza söyleyelim." demedi. İlle de o kekliği yiyecekti. Huysuz prens bağırıp duruyordu."Bu yemek çok tuzlu!", "Bu et pişmemiş!", "Bu et yanmış!" Külkedisi asla keklikleri onun ağzına layık pişiremedi. Bütün gün topuklu cam ayakkabılarla gezmekten ayakları yara bere içindeydi. Külkedisi kendini giderek daha kötü hissediyordu. Hasta, bunalımlı ve şaşkın...Vücudunu sıkıca saran kıyafetlerinden, ayaklarını yara bere içinde bırakan topuklu cam ayakkabılarından kurtulabilecek miydi? Neyseki kendisine vejateryen olduğunu ve yalınayak yürümekten hoşlandığını hatırlatan dogmatik olmayan bir arkadaşı vardı.
Böylece Külkedisi "YETER!" dedi ve birden "Yeter Perisi" beliriverdi.
Gerisi kitapta. Alın ve okuyun.
 
Vejetaryen Külkedisi Büyüklere Gerçekçi Bir Masal
Yazan Nunila Lopez Çizer Myriam Cameros
Notabene Yayınları
 
ÖNEMLİ NOT:Yeter Perisi tombul, kıllı ve esmerdir. İçimizde yaşar. "Yeter!" diye seslendiğimizi duyduğu anda bize yardıma koşar. Çok sıkışırsanız ondan yardım istemeyi unutmayın.

23 Aralık 2013 Pazartesi

SİNE SÖZLÜK: "F"

A'dan Z'ye  En Sevdiğim Filmler

Bu sabah birdenbire Chad Gadia'nın melodisi dilime dolanınca, Sine Sözlük'te alfabetik sırayla ilerlemekten vazgeçtim.
Serbest Bölge orijinal adıyla Free Zone filmi, Amerikalı Rebacca'nın (Natalie Portman) bir taksiye binmesiyle başlar. Fonda bir İsrail halk türküsü olan Chad Gadia çalmaktadır. Genç kadının yaşadıklarını, hayal kırıklıklarını taksinin penceresine yansıyan flu görüntülerden izleriz. Nişanlısının mülteci bir kadına tecavüz ettiğini öğrenmiştir. Üzgündür. Nereye gideceğinin önemi yoktur. Sadece oradan uzaklaşmak istemektedir. Taksi şoförü İsrailli bir kadın Hanna'dır. Uğradığı saldırı sonucunda yaralanan kocasının iş ortağı olan Amerikalıyla Ürdün'ün doğusunda bulunan Serbest Bölge'de buluşacaktır. Amerikalıdan 30.000 dolarlık alacakları vardır. Rebacca, Hanna'ya yolculuğunda eşlik eder. Serbest bölgeye vardıklarında parayı alacağı Amerikalıyı bulamaz. Filistinli Leyla da aralarına katılır. Yola devam ederler.
Filmin en çarpıcı diyalogu Hanna ve Leyla arasında geçmektedir.
"Demek İbranice biliyorsun."
"Düşmanının dilini bileceksin. Onlar biraz olsun Arapça bilselerdi bu noktalara gelinmezdi.
Filmin künyesi:
Yönetmen: Amos Gitai
Yapımcı:    Nicolas Blanc, Michael Tapuah, Laurent Truchot
Senarist:    Amos Gitai, Marie-Jose Sanselme
Oyuncular: Natalie Portman, Hiam Abbas, Hanna Laslo
Dağıtıcı:    Bac Film
Süre:          93 dk.
Dil:            İngilizce, İbranice
Yeni yıl yaklaşıyor. Kuzuyu yiyen kediyi boğan köpeği döven sopayı kül eden ateşi söndüren suyu içen öküzü kesen kasabın canını alan Ölüm Meleği'nin hepimizden uzak durduğu, bütün kanlı coğrafyalara baharın geldiği, bu delilik halinin bittiği güzel bir yıl diliyorum.



 



19 Aralık 2013 Perşembe

DÜNYAYI MASALLAR KURTARACAK


 
Çanakkale Kent Müzesi, ÇAYEK, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ortaklığıyla düzenlenen masal söyleşilerinin ilki 18 Aralık 2013 tarihinde Çanakkale Kent Müzesi'nde gerçekleşti. "1001 Gece ve Kent Ütopyaları" başlıklı ilk söyleşinin konuğu Atlas Dergisi'nin genel yayın yönetmeni Özcan Yüksek'ti.
Özcan Yüksek, söze "1001 Gece Masalları'nın Bağdat'ı, Sultan Harun Reşid, onun veziri ve celladı, bütün bunlar bir kent ütopyasının benzersiz tarifidir." diyerek başladı.
Söyleşi süresi bir saat, konu da 1001 gece masalları olunca laf lafı açtı. Özcan Yüksek, kah masallar anlattı, kah 1001 Gece Masalları'nın peşinde yol anılarını. Gezi direnişini Bremen Mızıkacıları masalına benzetti. Bildiklerini aktardı, yorumları dinledi, soruları cevapladı. Bana da bu keyifli akşamın notlarını derlemek düştü. 
 
1001 Gece ve Kent Ütopyası
Rönesans'la birlikte Avrupa'da bir "ütopya" kurgusu belirdi. Oysa 1001 Gece Masalları çok daha önce bu soyutlamayı yapmıştır. Adalet, özgürlük, toplumsal vicdan, akıl, kibir, bütün bunlar, hiçbir edebiyat yapıtında böylesine derinlikli işlenmemiştir. Üstelik bu masalların bir yazarı da yoktur.

Masal nedir?
Masal kelimesinin kökeni Arapça “mesel” sözcüğüdür. Mesel, ibret alınacak, örnek teşkil edecek kısa anlatı demektir. Masal, sözlü halk hikâyesidir. Olağanüstü öğe, kahraman ve olaylara yer veren yaşanmamış öykülerdir. Masalların ortak özellikleri vardır:
Olağanüstü konuları vardır.
Kahramanlar gerçeküstü özelliklere sahiptir.
Yer ve zaman belirsizdir. (1001 Gece Masalları hariç)
Her masaldan bir öğüt, bir ders çıkarılabilir.
Masallar kalıplaşmış bir tekerleme ile başlar.
Masallarda olağanüstü varlıklar(cin, peri, melek) bulunabilir.
Masallar kalıplaşmış tekerlemelerle biter.
Masallar hep mutlu sonla biter, iyiler her zaman kazanır.
Niteliği ne olursa olsun her şeyiyle hayal ürünüdürler.

Masallar bizi kandırıyor mu?
Masalı masal yapan şey bir yazarının olmamasıdır. Masal tüm çağlardan, bilgilerden geçer, ağızdan ağıza aktarılır, yazanı çizeni belli değildir, zamansız, sahipsiz sözlü anlatılardır. Masallar dikte etmez, parmağını sallayarak gözümüze soka soka bize bir şey öğretmez. Biz hikâyenin içinden bilgeliği, bilgiyi kendimiz keşfederiz. Masalların sonunda her zaman iyiler kazanır. Kötülerin kazandığı masallar nesiller boyu ağızdan ağıza aktarılmaz. Çünkü masal, bir iyilik propagandasıdır.
Sadece kötülerin yaşadığı bir toplum, dünya yaşayamaz. Dünyanın devamlılığı için iyilerin çoğalması ve hayatta kalması şarttır. Masallar yüzlerce, binlerce yıldır insanların bildiği, inandığı öğretileri gelecek kuşaklara aktarmak için vardır.

1001 Gece Masalları
8. yy.da Arap Abbasi Halifesi Harun Reşid zamanında Bağdat önemli bir ticaret şehriydi. İran, Çin, Hindistan, Afrika ve Avrupa'dan gelen tüccarlarla dolup taşmaktaydı. Bu dönemde şehrin kültürel yapısı gelişti. Arap kültürü diğer Doğu kültürleriyle harmanlandı. 1001 Gece Masalları bu dönemde halk hikâyeleri olarak çıktı. Ticaret, kervan yolu üzerinde yolculuk yapan, taşınan bu sözlü hikâyeler, sonunda tek bir eserde derlenmiştir. Hikâyelerin çekirdeğini eski bir Fars (İran) kitabı olan Hazâr Afsâna (Bin Efsane) oluşturduğu bilinir. 9. yy. civarında hikâyeleri derleyen ve Arapçaya çevirenin masalcı Ebu Abdullah Muhammed el-Gahşigar olduğu söylenir. Eserdeki hikâyelerin çerçevesini oluşturan Şehrazad öyküsünün esere 14. yy. civarında katıldığı düşünülmektedir. İlk modern Arapça derlemesi ise 1835'te Kahire'de yapılmıştır. Fransızcaya ilk kez 1704'de çevrilse de hikâyelerin bir kısmının daha önce Avrupa'ya gittiğine inanılmaktadır.
1001 gece masalları Arap Edebiyatı'nın en güzel eserlerinden biridir. Ali Baba ve Kırk Haramiler, Alaaddin'in Sihirli Lambası 1001 gece masalları içinde en çok bilinen, pek çok dile çevrilmiş olan masallardır. O zamanlarda Arap matematik çevresinde 1000 sayısı kavram olarak sonsuzluğun sembolüydü. 1001'i  ise sonsuzluğun ötesi olarak yorumlamak yanlış olmaz. Belki de bu yüzden eserdeki tüm eserleri okuyan kişinin delireceğine dair bir efsane çıkmıştır.     
                                                                    
1001 Gece Masalları gerçek şehirlerde yaşanmıştır, (Bağdat, Şam, Kahire gibi), gerçekten yaşamış insanlar masal kişisidir (Harun Reşid gibi). Bu yönleriyle klasik masallardan ayrılırlar.
Hikâyeye göre; Fars kralı Şah Şehriyar, karısının kendisini aldattığını öğrenir ve öfkelenir, tüm kadınların sadakatsiz, nankör olduğuna inanmaya başlar. Önce karısını öldürtür. Vezirine her gece kendisine yeni bir eş bulmasını emreder. Her gece saraya yeni bir eş gelir. Her tan vakti, Şehriyar yeni eşini idam ettirir. Bir süre bu böyle devam eder. Vezirin akıllı kızı Şehrazad bu kötü gidişata son vermek için bir plan yapar. Şehriyar'ın bir sonraki eşi olmaya aday olur. Babası itiraz eder. Bakar ki kızı kararlıdır. Ona bir hikâye anlatır.
Şehrazad, evlendikleri gece, kardeşi Dünyazad'ın hikâye dinlemeden uyuyamadığını söyler. Her gece Dünyazad'ın da yardımıyla çok güzel ve heyecanlı hikâyeler anlatmaya başlar. Tam şafak vakti geldiğinde, en heyecanlı yerinde hikâyeyi anlatmayı bırakır. Hikâyenin sonunu merak eden Şehriyar, Şehrazad'ın idamını erteler. Şehrazad hayatta kalabilmek için her gece bir önceki masalın devamını anlatıp yeni bir hikayeye başlar. Gün ağarırken hikâyeyi, en heyecanlı yerinde yarım bırakır. 1001 Gece Masalları Şehrazad'ın Şehriyar'a anlattığı hikâyelerdir. Sona gelindiğinde, evliliklerinde uzunca bir süre geçmiş ve üç oğulları olmuştur. Şehriyar'ın kadınlara olan öfkesi ve kötü düşünceleri geçmiş, Şehrazad'ın sadakatine güvenmiştir.
Özcan Yüksek'in söyleşi sırasında anlattığı iki masal da başka bir yazının konusu olsun.
Gökten üç elma düştü. Biri benim, biri bu organizasyonu gerçekleştirenlerin, biri de bu yazıyı okuyanların başına... Masal anlatanınız bol olsun.



 















 



18 Aralık 2013 Çarşamba

SİNE SÖZLÜK: "A"

A'dan Z'ye En Sevdiğim Filmler:

Bu film, uçan balıklar, gülümseyen kaplumbağalar, büyümek istemeyen çocuklar, uçmak isteyen bir büyük kadın, üst üste koyduğu Cadilaclarla aya ulaşmak isteyen bir amca, hayaller ve hayal kırıklıkları üzerine...
FİLMİN KÜNYESİ:
Yönetmen:  Emir Kustirica
Yapımcı:     Claudie Ossard, Yves Marmion
Senarist:      David Atkins, Emir Kustirica
Oyuncular: Johny Depp, Jerry Lewis, Faye Dunaway, Lili Taylor
Müzik:        Goran Bregoviç, Iggy Pop
Dağıtıcı:     Warner Bross
Yapım yılı: 1993
Süre:           143 dk.
Dil:             İngilizce



14 Aralık 2013 Cumartesi

PORTAKALI SOYDUM BAŞ UCUMA KOYDUM


                                   


BUKALEMUN NASIL LE CHALEMEON OLDU?
    
Bukalemun sürüngenler sınıfının Chamaeleonidae familyasındandır. En yakın akrabası kertenkelelerdir. Bukalemunları, kertenkelelerden ayıran en önemli özellik ayakların, dilin ve gözlerin alışılmadık biçimi ve renk değiştirebilme özelliğidir. Kolaylıkla renk değiştirebilirler. Derileri sarı, yeşil, kırmızı, kestanerengi ve kahve tonlarına dönebilir, derilerinde benekler, çizgiler oluşabilir.
Bukalemun bulunduğu ruh halini ifade etmek için renk değiştirir. Kendini tehlikede hissettiğinde ya da öfkelendiğinde kademeli veya ani renk değişiklikleri olabilir. Tehlikede olduklarını hissettiğinde kendini gizlemek için, deri değiştirme zamanlarında, çiftleşme döneminde, hatta sıcaklık ve ışığa göre bile renk değiştirebilir. Bukalemunların renk değiştirmesi tamamen kendi kontrollerinde gerçekleşmez. Renk değişimi sinir sistemi tarafından yönetilir. Bukalemunlar doğaları gereği çok farklı renk pigmentlerine sahiptir. Farklı pigmentler içeren hücreler, sıcaklık, ışık ve vücuttaki kimyasal değişimlere bağlı olarak küçülüp büyüyebilir.
Renk değiştirme nedenleri
Vücut sıcaklığını ayarlama: Soğukkanlı hayvanlardan olan bukalemunların vücut sıcaklığı dış etkenlere bağlıdır. Koyu renkler ısıyı daha çok emer. Bu yüzden bir bukalemun vücut sıcaklığını artırması gerektirdiğinde rengini koyulaştırır.
 Tehlike: Bukalemun savunma ya da saldırı anında ciğerlerindeki hava keseciklerini doldurarak kendini olduğundan büyük gösterir. Derisinde çizgi ve noktalar oluşturarak rakibini korkutmaya çalışır.
Karşı cinsi etkileme: Bukalemunlar çiftleşme dönemlerinde karşı cinse kur yaparken onu etkilemek amacıyla göz alıcı renklere bürünür. Renk ve desen diliyle iletişim kurarlar. Bir anlamda büründüğü renklerle duygularını ifade ederler.
Gizlenme: Bir bukalemun, üzerinde bulunduğu çalılığın gölgesinin renkleriyle uyumlu olmak için uçuk kahverengi veya siyah lekelerle yeşile dönüşür. Akşam olurken donuk, sarımsı bir kahverengiye bürünür. Karanlıkta ise kendini gizlemek için siyah rengi kullanır.
Bukalemun ismi, Arapça "bü kalemün" den gelir. "Bü", Arapça'da hayvan isimlerinde genellikle kullanılan bir ön ektir. "Kalemun" ise Arapça'da yutan anlamına gelir. Bukalemun kelimesinin Fransızcada "le chaleomon"a dönmesinin ilginç bir de hikayesi vardır.
Bukalemun Fransa'da bilinen ve yaşayan bir tür değildi. Fransa'ya ilk bukalemun sömürgesi olan kuzey Afrika sahillerinden hediye olarak gönderilmiştir. Afrikalılar, beyaz Avrupalılar'ın renk değiştirmesine çok şaşırır. Onların fiziksel koşullara göre değişen renkleri Afrikalılara bir hayvanı hatırlatır. Ormana gidip bir bukalemun yakalarlar. Paris'e giderek bu hediyeyi İmparator'a sunmaya karar verirler. Bir kafile yakaladıkları bukalemunla beraber Paris'e doğru yola koyulur. İmparator'un huzuruna çıkarlar. Sepetten çıkardıkları  bukalemun, korkar ve renk değiştirir. İmparator ve yanındakiler ilk kez renk değiştirebilen bir hayvan görürler. Bu hayvanın ismini öğrenmek isterler. Ancak bir sorun vardır. Kafilede kimse Fransızca bilmez. Hemen Arapça bilen biri aranır. Sonunda çat pat Arapça bilen bir Fransız bulunur.
"Bu nedir?" diye sorar tercüman.
"Bukalemun" der Arap.
"Bu  kalemon'dur majesteleri." diye çevirir tercüman. Böylece bukalemun olur "le chalemoun".

Bu yalan nereden mi aklıma geldi?
 
                             

8 Aralık 2013 Pazar

ÜTOPYA

 
Ülkelerin, sınırların, dinlerin, uğruna ölünecek ya da ölecek hiçbir şeyin olmadığı; bütün insanların barış içinde yaşadığı bir dünya... Hiç bitmeyecek hayalimiz....
 
 

7 Aralık 2013 Cumartesi

UNUTULAN HİKÂYESİ ÜZERİNE NOTLAR





Oğuz Atay'ın roman ve hikâye kahramanlarının ortak özellikleri vardır: Bu kişiler entelektüeldir. İnsan davranışlarının altında yatan asıl nedeni görürler. Mutsuzdurlar. Uyum göstermeye çalıştıkları zaman bile sistemle, toplumla tam bir bütünleşme yaşayamazlar. Bu kişileri “tutunamayan” olarak genelleyebiliriz.

Unutulan hikâyesinde iki kahraman vardır. Biri tavan arasına çıkan kadın (yani tutunan) diğeri de tavan arasında intihar eden unutulan eski sevgili (yani tutunamayan). Unutulan artık yaşamayan bir karakter olsa da biz onu tavan arasına çıkan kadının hatırlamaları ile tanırız.

Unutulan hikâyesi, kadın kahramanın eski kitaplara bakmak amacıyla bir gün tavan arasına çıkmasıyla başlar. Kocasının verdiği fener tavan arasını aydınlatır! Hikâye boyunca kadın geçmişinde hatırladığı olayların önemine göre bu feneri yaklaştırır ya da uzaklaştırır. Orada bulduğu eskiye ait, unutulmuş çeşitli objeler aracılığıyla bir çeşit iç hesaplaşmaya girişir. Tavan arasında unutulanlar arasında eski sevgilinin cesedi de vardır. Bunlardan yola çıkarak kadın, yaşamını, geçmişini, bugününü sorgular. Oğuz Atay, bizlere kadın kahraman aracılığıyla yaşamı, evlilikleri, insanın acımasızlığını, duyarsızlığını, vurdumduymazlığını, modern yaşamı, insanı, özünden nasıl çıktığını göstermiştir.

Öyküdeki temel izlek: İnsanın yaşamın olağan akışı içinde pek çok şeyi ıskalaması, kendisi için önemli olması gereken pek çok şeye duyarsızlaşıp yabancılaşmasıdır.

Hikâye, kadın karakter ve onun iç konuşmaları üzerinden ilerler. Orta yaşlarındaki bu kadın iki evlilik yapmıştır. İki evliliğin arasında unutulan sevgili ile bir aşk yaşamıştır. Şu an yaşadığı adamın ikinci kocası olup olmadığına dair çok net bir bilgi verilmez. Ancak ikinci kocasıyla birlikte yaşadığını varsaymak hikâyede bir anlam bozukluğuna da yol açmaz. Birlikte yaşadığı adam hikâyenin kahramanı değildir. Yalnızca bir figürdür, tamamlayıcı unsurlardan biridir. Öyküde yeri yoktur. Kadın kahramanımız bir gün tuhaf bir dürtüyle tavan arasına çıkma isteği duyar. Bu isteğin onda bir gerilim yarattığını görürüz: “Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. Korktu, fakat yararlı olacağını düşünmek kuvvetlendirdi onu.”

Öyküde asıl olan kahramanın tavan arasında karşılaştığı objeler yoluyla hayata ilişkin bir muhasebeye girmesidir. Tavan arasında pek çok eski eşya, obje, fotoğraf bulur. Bunların yarattığı çağrışımlar aracılığıyla geçmişe gider. Yaşadıklarını inceler, eleştirir.

Anne ve babasının resimleri ile karşılaştığında şunları düşünür: “Neden hiç sevmediler birbirlerini?”

Bu cümle, kahramanın kendi evlilikleri de dahil etrafındaki bütün diğer evliliklere yöneltilmiş bir sorudur. İnsanlar mutsuz evliliklerini şu veya bu nedenle, çeşitli bahanelerle sürdürürler. Neden sürdürürler? Neden birbirlerini sevmedikleri halde bir ömür birlikte yaşarlar? Neden sevmediğimiz biriyle yaşamayı sürdürürüz? Anne ve babası ile ilgili bunu sorduktan sonra, tavan arasında gördüğü objelerle ilgili pek çok şey düşünür. Anlatım sırasında anlatıcı sık sık değişir.

1Torbayı karıştırdı: 2Tuvaletle gittiğim ilk baloda giymiştim bunları. 3Her gece biriyle dışarı çıkardım dans etmek için. 4Aman Allah'ım! 5Nasıl yapmışım bunu? 6Ellerinin tozunu elbisesinin üstüne sildi. 7Mor ayakkabılara baktı: 8Buruşmuşlar, küflenmişler. 9Sol ayağına giydi birini: 10Ölçülerim hiç değişmemiş. 11Utandı; gene de çıkaramadı ayağından. 12Topallayarak bir iki adım attı. 13Sonra resimlere yaklaştı, diz çöktü, yan yana getirdi onları. 14Dirseğiyle tozlarını sildi biraz. 15Beni de kendilerini de anlamadılar.

Dış anlatıcı(Tanrı yazar): 1-6-7-9-11-12-13-14

İç ses: 2-4-5-8-10-15

Anlatıcının bu şekildeki değişmelerine klasik roman anlatımlarında rastlamayız. Metnin geneline “Bilinç akışı” tekniği hakimdir. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi kahramanımız aynı anda farklı şeylerle ilgilenmekte, zihninden farklı düşünceler geçmekte, çeşitli çağrışım sıçramaları yaşamaktadır.

Yukarıda bahsettiğimiz tüm ayrıntılardan sonra tekrar anne ve babasıyla ilgili düşüncelerine geri döner. “Beni de kendilerini de anlamadılar” der. Bu ifade, iletişimsizliğin, kendine yabancılaşmanın açık bir göstergesidir. Kadın bir yandan kendini suçlamaya devam eder. Ailesine karşı vefasız olduğunu düşünmektedir. Şu düşünceler, suçluluk psikolojisini doğrular niteliktedir.

Aşağıda onlara bir yer bulabilir miyim? Koridorda, sandık odasında... saçmalıyorum. Onları unutmadım, onları unutmadım.” Onları hayatının merkezine, salona ya da yatak odasına koymayı düşünmez. “Onları unutmadım, onları unutmadım” vurgusu aslında onları yıllarca ihmal ettiğine dair suçluluk psikolojisini yansıtır.

İlk eşinin fotoğrafını bulmasıyla onunla ilgili olaylar, anılar canlanır. Kendi biten evliliğinin anne babasının evliliğinden bir farkı yoktur. Anlamsız, mutsuz, boşuna birlikte yaşanmış yıllar...

Boş yere kavga edilmiş, kahramanımız çekip gitmiş, sonrası yoktur. Onunla ilgili başka bir şey hatırlamamaktadır. “Demek sonra hiçbir şey olmadı onunla ilgili. Ne kötü ne de iyi bir şey: demek ki hiçbir şey. Ama bunu hissetmedim; geçişler öyle sezdirmeden oldu ki...” Bitmiş evliliği ile ilgili temel düşüncesi sıradanlıktır. Evlilik kurumuna doğrudan yöneltilmiş bir eleştiri yoktur. Ancak satır aralarına mutsuzluk ve kanıksayış sinmiştir. Var olandan daha anlamlı, daha mutluluk verici bir şey yoktur. İlişkiler herhangi bir duygu inişi yaratmadan bir alışkanlığın sürdürülmesinden ibarettir.

Bütün bu eşyaların arasında birden eski sevgilinin cesedi ile karşılaşılmasıyla hikâye doruk noktasına çıkar. Bu gerçeküstü, gerçek olmayacak kadar sıra dışı bir şeydir. Tavan arasında ölmüş ve unutulmuş eski bir sevgili. Fakat yazar bunun gerçeküstü bir unsur olmadığını, çeşitli detaylara inerek açıklar. Bizi bunun gerçek olduğuna inandırmak ister. Burada absürd kavramı ile Kafka ve Camus ile buluşulur. Bir hikâyede fantastik bir öge kullanılacaksa diğer bütün özellikler gerçekçi olmalıdır. Betimlemeler inandırıcı olmalıdır.

Bu noktada hikâyenin unutulanı ile tanışırız. Entelektüel, Türkçe'nin doğru kullanılmasına özen gösteren (s.30-32), konuşmaktan çok düşünen tipik Oğuz Atay karakteridir.

Kadın ölümü aslında fark etmiştir. s.32 “Duydum mu yoksa?...Ateş etmişti demek...”

Kadın unutulanı gerçekten unutmuştur ama sevmeye devam eder. Tesadüfen görmemiş olsa onu hatırlamayacaktır. O yüzden unutulanın kalbi yerindedir. Çünkü kadın onu sevmeye devam etmiştir. Ancak onu düşünmediği için beyni çürümüştür. Suçluluk duygusunu bastırmaya çalışır. Kendini haklı görme çabası içindedir. Mağdur dilini bile kullanır. “Sonra köşemde kaldım. ... Belki de böylece kendimi cezalandırmış oldum.” s.33

“Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?” diyerek suçu başkalarına atar, kendini aklar.

Sonuç: Kadın karakter tavan arasında bulduğu eski objeler vasıtasıyla geçmişiyle bir hesaplaşma yaşar. Ancak bu hesaplaşma sonucunda hayatında hiçbir anlamlı değişiklik olmaz. Yükümlülüklerle dolu sıradan hayatına geri döner. Çünkü o bir tutunandır.

Unutulan kısa filmini izlemek için buraya 

 Kaynak:

“Korkuyu Beklerken” Gelenler Oğuz Atay Öyküleri Üzerine Yazılar

Derleyen Hilmi Tezgör


28 Kasım 2013 Perşembe

SENELERCE SENELERCE EVVELDİ

ANNABEL LEE
It was many and many a year ago,
In a kingdom by the sea,
That a maiden there lived whom you may know
By the name of Annabel  Lee;
And this maiden she lived with no other thought
Than to love and be loved by me.

I was a child and she was a child,
In this kingdom by the sea;
But we loved with a love that was more than love-
I and my Annabel Lee;
With a love that the winged seraphs of heaven
Coveted her and me.

Senelerce senelerce evveldi. Hazırlıktaydım, belki de 6. sınıfta tam hatırlayamıyorum. İngilizce dersinde Annabel Lee şiirini okumuştuk. Okuduğum kitaplarda altını çizdiğim bölümleri ve sevdiğim şiirleri yazdığım bir defterim vardı. O deftere düzgün bir el yazısıyla önce İngilizcesini sonra Melih Cevdet Anday'ın özenli çevirisiyle Türkçe'sini yazdım. Düzenli günlük tutma alışkanlığım olmadığı için bir müddet sonra araya üzgün olduğum zamanlarda yazdığım içlenmeler girdi ve ben defteri yırtıp attım. Sonra sevdiğim şiirleri ve yazıları tekrar el yazısıyla yeni bir deftere yazdım. Bir sonraki, hatta bir sonraki defterin akıbeti de aynı oldu elbette.

Seneler, seneler sonra Murathan Mungan'ın “Yaz Geçer” kitabında Kadırga diye bir şiir okudum:

Senelerce, senelerce evveldi;
Bir deniz ülkesinde... ve belki de
birbirine aktardığım defterlerin hepsinde
bu şiir vardı:
Senelerce, senelerce evveldi;
Biz seninle orada, o deniz ülkesinde tanıştık

Bu satırları okumak beni sevindirdi. Sevdiğim bir yazar, şairle aynı dizeleri sevmek, kayıt altına almak, onunla bir ânı paylaşmak... Çocukça bir şaşkınlık, sevinç...
Bunları neden mi hatırladım?
Bugün 28 Kasım...
Melih Cevdet Anday'ın 11. ölüm yıldönümü...

ISLIK ÇALMAK

Balıklar için deniz lazım,
Sevişmek için işsiz olmak
Ve geceleri yatakta
Duymamak için tabanının sızısını
Zengin olmak lazım.
Halbuki ıslık çalmak için
Bir şey lazım değil.

MELİH CEVDET ANDAY



24 Kasım 2013 Pazar

CAMUS'NÜN İZİNDE


     Bu yaz Çanakkale'de bir kitap kulübü kurduk. "Tavanarası buluşmaları" adını verdiğimiz toplantılarda ele aldığımız ilk yazar Albert Camus idi. Yabancı ve Veba'yı okumuş, Camus'nün   absürt felsefesini tartışmıştık.

(www.tavanarasi.org dan okuma grubumuzla ilgili detaylı bilgi alabilirsiniz.)

    Albert Camus'nün izinde ikinci ve daha büyük adımım 100. doğum gününde Yekta Kopan eşliğinde Paris turuna katılmak oldu. Onun dolaştığı sokakları, oturduğu kafeleri, romanlarını yazdığı otelleri gördüm. Bir yazarı anlamanın yolu onun bir dönem yaşadığı şehirde, ayak bastığı mekanları dolaşmak değil belki. Ancak kahve içtiği, yazı yazdığı, dostlarıyla edebiyat tartıştığı kafelerde romanlarından bölümler okumak, Yekta Kopan'dan Camus okumaları dinlemek ve sohbet etmek hayatıma hoş anılar, tatlar kattı. Biz okurlar, bize dokunan, hayatımızda iz bırakan yazarları takip etmeyi severiz. Onların kurduğu bir cümle, sorduğu bir sorudan yola çıkıp düşünmüş, yazmışızdır.
Kurmaca metinleri aracılığıyla bizimle doğrudan konuşmuş yazarlara yaşadıkları mekanlarda dokunabileceğiz sanırız. Ve düşeriz ardına adım adım.
      Bu düşüş, yaşadığı şehre gitmek gibi fiziksel de olabilir. Yazdığı metinlerin içine girmek gibi düşünsel de olabilir. Bu yolculuğa Feridun Andaç'la çıkmak ister miydiniz? Atölye Ceres'in edebiyat seminerleri bize bu imkanı sağlıyor.

    "Herkesin bir yazarı olmalı" sloganı ile her ay farklı bir yazarın incelendiği seminerin, Aralık ayı yazarı Albert Camus. Feridun Andaç'ın yönetiminde sürdürülen seminer programıyla ilgili daha detaylı bilgiyi aşağıda paylaşıyorum.


1. Karşılayan Bakış: Göçmen Dil

*”Sanatçı ve Çağı”

*”Defterler”e yansıyan Camus

*1899’dan 1986’ya Uzanan Süreçte Borges

*Bağlanma ve Zaman/Düş Yolculuğu

*Cezayir’den İzler/ Yansılar
Okuma Metni:“Sanatçı ve Yazar”, Albert Camus

2. Yaşamın Anlamı: Varoluş Sorgusu

*Etkileyici Kaynak: Felsefe

*Din Sorgusu:Tez’ine Yansıyanlar

*İçyaşamın Sezgi Kapıları

*Mutlu Ölüm’le Gelen Yabancı

Okuma Metni: Düşüş’ten bir bölüm, Albert Camus

3. Kurban’ın Yolculuğu

*Arayış ve Sorgu

*Akdenizlilik Duyumu: Düğün

*1940’lara Gelince Camus

*Paris Yüzleşmesi: Bireysel Özgürlük

*Caligula’dan Sıkıyönetim’e…

Okuma Metni: “Albert Camus’ye Övgü”, John Cruickshank                                                                                                                                                          4. SavaştanArınma Yolu

*Veba’nın Kuruluş Öyküsü

*Bir Alman Dosta Mektuplar’a Yansıyan Bakış

*Çağın Duyarlığı

*Başkaldıran İnsan Miti

*Birey/Sorumluluk/Özgürlük/Absürd ve Yabancı

Okuma Metni: Yabancı’nın Açıklaması, Jean-Paul Sartre

Adres: Merkez Mah. Abide-i Hürriyet Cad.

Üçler Apt. No:141 Kat:5 D:9

Şişli-İstanbul 0.212.296 41 30 - 0 532 325 97 18

www.atolyeceres.com
















21 Kasım 2013 Perşembe

SULTAN ABDÜLAZİZ VE EUGENİE


YASAK AŞK

Sultan Abdülaziz, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde temaslarda bulunmak ve ikili ilişkileri geliştirmek amacıyla seyahate çıkan ilk ve tek Osmanlı İmparator'udur. 3. Napolyon'un 1867'de Paris Evrensel Sergisi'ne daveti üzerine 46 gün süren Avrupa gezisine çıkmış İngiltere'ye kadar gitmiştir. Bu gezi sırasında Sultan, Paris'te Eugenie ile tanışır.

İki yıl sonra Süveyş Kanalı'nın açılışı için Mısır'a giden İmparatoriçe, İstanbul'u da ziyaret etmeye karar verir. Sultan Abdülaziz, Beylerbeyi Sarayı'nı hazırlatır. Eugenie'yi denizde Saltanat Kayığı içinde karşılar. Ona sunduğu hediyeler arasında binlerce altın değerinde mücevherlerle kaplı oldukça şık şal, tüm İstanbul halkının dilindedir. Sultan'ın bir akşam Beylerbeyi sarayına gidip sabaha kadar misafir olduğu da yüzlerce yıldır söylene durur.
     Hikâye eski. Ancak ben ilk kez geçen haftaki Paris ziyaretimde duydum. 3.Napolyon'un Paris'teki ünlü Garnier Opera Binası'nı, İstanbul'da misafirliği uzamış Eugenie'ye olan aşkının bir işareti olarak yaptırdığı rivayet edilince hikâye ilgimi çekti. Cinsellik, soyluluk, gizem...
    Somerset Maugham'ın anektodunu bilirsiniz. Yeri gelmişken bir kez daha hatırlatalım.
Yazar, bir okulda yaptığı konuşmada iyi bir öykünün şu unsurları barındırması gerektiğini söyler: din, cinsellik, gizem, soyluluk, edebi olmayan bir dil ve kısalık
Ertesi gün bir öğretmen heyecanla gelir. Bu formüle göre bir öykü yazdığını söyler. Maugham, ilk fırsatta okuyup değerlendireceğini söyler. Öğretmen ısrar eder. Öykü, çok kısadır hemen okur.
'Aman Tanrım,' dedi Düşes. 'Hamileyim! Kimden acaba?'”

Sultan Abdülaziz ve Eugenie'nin aşkıyla ilgili daha fazla bilgi almak için şu kitapları okuyabilirsiniz.
Mavi Sütunlu Saray 1867 Evrensel Sergisi'nden Boğaziçi'ne Pablo Martin Asuero (Dost Kitapevi Yayınları)
Saltanat Gecesi: İmparatoriçe Eugenie ve Sultan Abdülaziz Ay Han/ Arif Oruç (Erciyaş Yayınları)
    
   AŞK, İLHAM VERİR.    
    Kapalı kapılar ardında Eugenie ile tutkulu bir aşk yaşayan Abdülaziz, onun aracılığıyla İmparator Napolyon'a bir hediye göndermek istemiş. Yakut ve zümrütle bezeli bir kılıç yaptırmış. Kılıcın kabzasına adaleti ve mücadeleyi simgeleyen 'Pese et Veinque' (Tart ve Yen) sözünü altın harflerle işletmiş.
    Türkçe'de 'Pez-e- Venk' diye okunan bu "ironik"  hediye ve aşk hikâyesi İtalyan ressam Gianluca Malgeri'ye ilham vermiş.
    
     GEÇ GELEN SERGİ HABERİ
     Gianluca Malgeri(d. 1974) İtalyan bir ressam. Floransa Güzel Sanatlar Akademisi'nde resim eğitimi aldı.Venedik'te görsel sanatlar üzerine lisans programına katıldı. Performans sanatçısı Marina Abramoviç ile çalıştı.
     Malgeri'nin "Pese et Veinque" adını verdiği sergi 17 Ocak-  18 Şubat 2011 tarihleri arasında Galeri Artist İstanbul'da ziyaretçilerle buluştu.
Kurumuş ağaç dallarından yaptığı Antlers çalışması ile korku ve ihtirası, Love Letter adlı çalışması ile hüznü anlatan sanatçı, Oriental Tower ve Anphora adlı seramiklerini ışık oyunları ile birleştirdi. Sultan ve imparatoriçenin Çırağan Sarayı'ndaki portrelerinden esinlendiği kolajında ise mimari ilgisini ön plana çıkardı.


Sergiyi kaçıranlar sergilenen eserlere şu linkten ulaşabilir. www.k-w-y.org