30 Haziran 2020 Salı

FOTOĞRAFIN HİKÂYESİ:1






Bu fotoğraf bana güç ve cesaret veriyor. Kış bitmiş, bahar gelmiş. Saçlarım uzuyor. Yorgun değilmişim gibi gülüyorum. O ânın içinde değilim belli. Çünkü arkadaşım gelmiş bebeğiyle. Uzaklardan, taa Almanya'dan. Düğününden sonra ilk kez görüyorum. Sarılıyorum. Bebek gülüyor dişsiz ağzıyla, biz de... O, yeni bir başlangıcın eşiğinde. Atlıyor ve başarıyor. Sonra sıra bana da gelecek. 

NotaBene Yazar Soruşturması


NotaBene Yayınları bünyesindeki öykü ve roman yazarlarına pandemi günlerinin nasıl geçtiğine dair birtakım sorular yöneltti. Çektiğimiz videoları İnstagram üzerinden yayınladı. Teknik konularda pek iyi sayılmam. Video çekme ve transfer işi teknik meselelere takıldığı için instagramdan paylaşma imkânı bulamadığım yanıtları buradan paylaşmış olayım. Ev karantinasının daha sıkı olduğu bahar günlerini hayal ederek okumanızı tavsiye ediyorum.



Korona günleri nasıl geçiyor?
Pandemi, hepimizin hayatında köklü değişikliklere yol açtı. Okullar kapandı, sokağa çıkma kısıtlamaları geldi. Kimi sektörler ise neredeyse durma noktasında. Diş hekimliği de onlardan, biri. İlk haftalar, kaygıyı yatıştırıp mesleği güvenli hâle getirmenin yollarını arayarak, araştırarak, yeni olana adapte olmaya çalışarak geçti. Şimdi haftanın iki günü çoğumuzun televizyon ekranlarından bildiği tulumların, N95 maskelerin içinde acil diş hekimliği hizmetini sürdürüyorum. Diğer günlerde ise kızımla beraber arkadaşlarımızın arazisine çektiğimiz karavanda yaşıyorum. Bu sayede günlerim kentte ve kırsalda olmak üzere ikiye ayrıldı. İlkinde pandeminin bireysel ve toplumsal etkilerini, ikincisinde ise doğanın uyanışını izliyorum.
Yazmasaydın deli olur muydun?
Yazma eylemi süresince, kendime virüsün ve günlük kaygıların erişemediği korunaklı bir alan yaratıyor, aynı zamanda küresel ölçekte süregidenin bireysel etkilerini kayıt altına almış oluyorum. Yazmasaydım deli olmazdım belki ama daha kaygılı ve vesveseli olacağım ve tüm bunları unutacağım da kesin.
Kitabın çıktıktan sonra hayatında neler değişti?
İkinci kitapla beraber evde yazar olarak kabul görüyorum sanırım. Yazmaya koyulmak için ev bireylerinin uyumaya geçmesini beklemeden çalışma odama kapanma lüksüne kavuştum. Bu da az şey değil.
Yazarken sana yol gösteren birileri oldu mu, ona buradan el sallamak ister misin?
Başta atölye eğitmenlerim Mario Levi ve Yeşim Cimcoz, ham metinlerin ilk dinleyicisi, ilk okuru olan atölye arkadaşlarım olmak üzere çok sayıda insanın üzerimde emeği var. Öykülerime isim bulmakta zorlandığım zamanlarda metnin içinden tereyağından kıl çeker gibi başlık bulan Ömür, kimi öykülerimin ilk okuru olup yapıcı eleştirileriyle metnin gelişmesine destek veren Sibel, Füsun, Reyhan, Onur, Gaye ve Sakine iyi ki varsınız. Teşekkür ederim. 

Çalışma masan var mı? Gösterebilir misin?
Evet, bir çalışma odam ve masam var. İlk kitabı gece herkes uyuduktan sonra, yemek masasının bir köşesinde, ikinci kitabı ise kızımı okula bıraktıktan sonra kordonun kafelerinde, çay bahçelerinde yazdım. Bu günlerde daha çok karavanın önündeki bu küçük masada yazıyorum. Mekân konusunda pek kaprisli değilim. Doğrudan müdahale gelmediği sürece, her yerde, her koşulda yazabilirim.
Eleştiri nerede yaşıyor biliyor musun, hiç yolda karşılaştın mı?
İyi bir yazarın elinden çıkan her deneme ve kuram kitabı, yazarı yaşamıyor dahi olsa, çağını aşan bir anlayış ve kavrayışla, yazmaya ve yazılı metinlere dair kayda değer bir eleştiri sunuyor. Eleştiri kütüphanelerde, kitap kapaklarının altında, kimi dergi köşelerinde, kendi özelimde ise dost sohbetlerinde, mektuplarında yaşıyor.
Eleştirmek isteseydin, Türkiye edebiyatında neyi eleştirirdin?
Toplumsal bir gerçeği, bir gazete ya da televizyon haberi gibi aktaran, bir anda tüketilen ve daha fazlasını vaat etmeyen metinlere ve yazarlara fazladan paye verildiğini görüyorum. Oysa edebiyatta önemli olan neyi anlattığın değil, nasıl anlattığın. Sözün özü, metnin niyetinin, yazarın tarafının, içeriğin önüne geçmesine, yazarın yakasına “meselesi olan yazar” rozeti takılmasına itirazım var.
Şu an ne okuyorsun?       
Sevinç Sayan Özer’in İmge Kitabevi’nden çıkan Çağdaş Kısa Öykü Sanatı ve Politikaları adlı kitabını okuyorum. Sevinç Hanım, Kadın Çalışmaları, Mit Araştırmaları, Karşılaştırmalı Edebiyat, Edebiyat Kültür ve Politika konularında çalışan bir akademisyen. Dergilerde okuduğum, sunumlarda dinlediğim, her defasında ufkumu açan birikimlerini, deneyimlerini bu kapağın altında toplamış. Severek, öğrenerek, altını çize çize okuyorum.
Notabene’yi birkaç cümle ya da sözcükle tanımlamak ister misin?
Notabene, genç, dinamik, öyküye ve yeni yazarlara kapısı açık, verilen sözlerin tutulduğu bir yayınevi. Bünyesinde çalıştığı yazarların özgünlüğünü koruyan, onları tırpanlamayan, güven veren, özgür hissettiren, kaleminin uçuş uçuş olabilmesine izin veren dünyalar tatlısı bir de kadın var, Sibel Öz. Dolayısıyla bence Notabene ismiyle müsemma, buraya dikkat dedirten bir butik yayınevi.

29 Haziran 2020 Pazartesi

FRAGMAN


Nicelik, niteliği doğurur, derler.
Doğrudur, hemen her konuda olduğu gibi edebiyatta da nicelik niteliği beraberinde getirir. Ne kadar çok okursanız, o kadar iyi bir okur hâline gelirsiniz.  Yeterince yazarsanız, içlerinden biri gelişir, büyür ve içinize sinen bir verime dönüşür. İnanırım, bu sözün doğruluğuna. Ve fakat okurluk söz konusu olduğunda, bir kitaptan diğerine peşinden atlı koşturuyor gibi geçmek, üzerinde düşünmeden, sindirmeden, dünyası içinde kaybolmadan bir yenisinin içinde kaybolmak yerine öykü öykü ilerlemek, durmak, düşünmek, anlamak için, sana değen yerleri bulmak için, daha iyi yazmak için, yazı masasına geçmeye kışkırtılmak için duraksamak, ağırdan almak da yeğdir. Bazen hiçbir şey yapmadığını, “yeterince” eyleme geçmediğini düşündürtse dahi iyidir.
O yüzden haftada, ayda, yılda kaç kitap okuduğumu, kitaplıkta kaç okunmamış kitap bıraktığımı, hangi yenileri sıralayacağımı düşünmeyi bir kenara bırakıyor, kayıt altına alma, kendim için not tutma arzumun peşinden klavyenin başına geçiyorum, bu konuda da hayal ettiğimin, umduğumun gerisinde kaldığımı bilerek.
Kısa kısa bu aralar okuduğum kitaplar hakkında fragmantal yazılara bakmak isteyenler beri gelsin:

Çocuklar İçin Yazmak
Fatih Erdoğan bu kez çocuklar için yazmaya niyet eden yetişkinlere sesleniyor. İçinizde uyanan ilk yazma kıpırtılarına kulak vermekten, ilk verimlere, yayımlanmaya ve sonrasına uzanan yolu sohbet eder gibi kaleme almış. Yalın, samimi dil, işlevsel tavsiyeler… Çocuklar İçin Yazmak Atölyesi evime gelsin diyenlere öneriyorum.
Künye
Yazar Fatih Erdoğan
Binbir Kitap
Deneme

Bir Kalem Kuş Olmuş
Bir Kalem Kuş Olmuş, Serkan Gezmen'in ilk öykü kitabı. NotaBene Yayınları'ndan çıkan kitap iki bölümden oluşuyor: Nihayetsiz Öyküler ve Soğukmuş. İnce bir kitap, 65 sayfa. Dil yalın, sade, bir o kadar da yoğun. Betimlemeden yana zengin bir anlatım tutumunu benimsemiş, Gezmen. Realistler gibi bire bir mekânı anlatmak, tanımlamak, öykü kahramanlarıyla ilişkisini kurmaktan ibaret bir tür fotoğraflama, belgeleme değil, yaptığı. Daha ziyade mekândan seçtiği nesneleri, öykü kişilerinin durumlarını ya da eylemlerini niteleyerek anlatıyı zenginleştirmeyi tercih etmiş. Virginia Woolf'un “Şiir olmayan bir şey niçin edebiyata girsin?” sorusunu hatırlatan, dilin gücüne yaslanan, ifadeyi iletmenin estetik yollarını arayan  çağdaş öyküler, bunlar. Anlam arayışı yerine dilin kullanım olanaklarına bakmaktan hoşlanan kısa öykü severlere öneriyorum.
Künye                                                                                                                                   
Yazar Serkan Gezmen
NotaBene Yayınları
Öykü

Yeni Öğretmen
Deniz’in tavsiyesi üzerine okudum. Yeni Öğretmen Dadı McPhee’yi andırıyor biraz. İhtiyacınız var ama istemiyorsanız geliyor, ihtiyacınız yok ama istiyorsanız gidiyor. Bu kitaptan bana kalanlar:
İçinde oyun ve eğlence varsa çocuklar öğrenmeye çok daha açıktır. Merak öğrenmenin ateşleyicisidir. Sevgi, korkudan çok daha iyi bir yol göstericidir. Ve fırsat tanındığında çocuklar kafa kafaya verip sorun çözme becerilerini geliştirirler.
Kitabın bir de ekürisi var: Gizemli Kütüphaneci
Yeni Öğretmen’e atıfta bulunan yerleri anlayabilmek için onun ardından okunması tavsiye edilir.
Künye
Yazar Dominique Demers
Resimleyen Tony Ross
Çeviri İpek Şoran
Can Çocuk
Roman

Dişlerimin Hikâyesi
Övgüyle bahsedildiği için aldığım okumayı ise hep ertelediğim bir kitap. Otoban lakaplı bir müzayedecinin dişlerinin otobiyografisi. Matruka gibi doğurgan, iç içe…
Otoban güvenilmez bir anlatıcı bana kalırsa. Onu unutulmaz kılan ise yaşamayı ve oyunu her zaman ciddiye alması ve asla pes etmemesi.
Künye:
Yazar Valeria Luiselli
Çeviri Seda Ersavcı
Siren Kitap
Roman

Leziz Kadavralar
Dişlerimin Hikâyesi bitince sıraya giren iki Seda Ersavcı çevirisinden ilki. Çok rahatsız edici. Okurken başını çevirmek, görmemek istiyor insan. “Ölümcül bir virüs nedeniyle hayvanlar besin zincirindeki yerini yitirir ve boşluğu besilik insanlar alırsa ne olurdu?” sorusuna yanıt arayan acımasız, sorgulatan bir distopya.
Künye:
Yazar Augustina Bazterrica
Çeviri Seda Ersavcı
Çınar Yayınları
Roman


26 Haziran 2020 Cuma

Nasıl Yazar Oldular? (48)

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 




“Bu hikaye ne zaman basılacak?”
Herhangi bir şeyi nasıl “olduğumu” derli toplu anlatma becerim yok maalesef. Hayatın içinde lineer, askeri nizamla, adım adım ilerlememiş bir şeyi, ben nasıl öyle olmuş gibi anlatır da size yalan söylerim? Şuraya birkaç bölük pörçük, sisli puslu anı kırıntısı bırakayım ki, iyi okur her zaman yaptığı gibi işine geleni, ihtiyacı olanı, ona keyif vereni alıp, kendi yolunda ilerlesin.
Seksenlerin başında Bakırköy’de iki katlı, cumbalı, pembe bir ev. Sonsuzluk kadar uzun yaz günleri. Beyaz kapısı her daim kapalı bir çalışma odası. Kapının ardından gelen daktilo sesleri. Sadece babamın yapabildiği, benim aklımın ve gücümün yetemeyeceği sihirli bir eylem olarak yazmak. Kapıya hayranlık ve korkuyla bakan, açıp da içeri girmeye cesaret edemeyen bacak kadar ben. Rahatsız etmekten korktuğum babam değildi, onunla aynı odada olan, kitaplıktan bilgece bakarak yazılanlara eşlik eden Soljenitsin’i, Yaşar Kemal’i, Hemingway’i kızdırmaktan korkardım. Hiçbirini tanımıyordum ama adları önemli insanların isimlerine benziyordu.
Ortaokuldayım, kız lisesinde okuyorum. İngiliz edebiyatı hocamıza sınıfın yarısıyla beraber ben de aşığım. Gözlüklü, çelimsiz bir kızım, kısa etekli, bronz bacaklı güzelim kızların arasında kaybolduğumu düşünüyorum. Hocanın perçemli sarı saçları, masmavi gözleri var, çok güzel gülüyor, genç kızlar üzerindeki etkisinin fazlasıyla farkında bir yarı İngiliz yarı İrlandalı. Ödev olarak bir hikaye yazmamızı istiyor. Yıllar sonra çocukluğunun geçtiği kasabaya dönen genç bir kadını anlatıyorum, annesiyle yıllarca harp etmiş, içi, ruhu hâlâ bezden bir bebek. Yazarken hisleniyorum, ağlıyorum, kendi yarattığım kıza kendi ettiklerim için üzülüyorum. Ödevim tam not alıyor, üzerinde kocaman “bu hikaye ne zaman basılacak?” diye yazıyor. Heyecanlanıyorum. Yazdığım bir şey bir gün gerçekten basılabilir mi acaba? Basılırsa, o da bana aşık olur mu? Hikayelerim basılırsa, bu haberi o anda nerede olursa olsun, onunla paylaşacağıma dair çocukça bir söz veriyorum kendime. Mezun oluyorum, o İngiltere’ye dönüyor. İlk hikayem basıldığında, erken yaşta çoktan göçüp gitmiş bu dünyadan.
Yirmili yaşlarımın başındayım, tiyatro metni okumayı çok seviyorum. Tennessee Williams, Eugene O’Neill, Samuel Beckett yakın dostlarım. Kızgın damdaki kediyim, hain kurttan korkmuyorum. Israrla tiyatro metni yazmak istiyorum. Göztepe’de Müjdat Gezen’in köşkünden içeri giriyorum ve derdimi anlatıyorum. Bunun kursu, yolu yordamı var mı, biri elimden tutar mı? Yazanlar için bir şey yapamıyoruz ama oynamak isterseniz oyunculuk kursumuz var diyorlar. O da olur diyorum. Artık gözlük takmıyorum, çelimsiz değilim, sahnede olmayı seviyorum. Kursun sonunda hocam “sahnede parlıyorsun, sakın bu işleri bırakma” diyor, bırakıyorum, bana öyle geliyor ki yazarken daha parlak alevim.
Notos’a ve birkaç dergiye daha öykü göndermeye başlıyorum. Çoğundan aylarca ses çıkmıyor. Notos sonunda bir tanesini, arka sayfalarındaki editörün değerlendirmesi köşesine lâyık buluyor. Ümit var ama daha çok çalışmalısın anlamı çıkıyor editörün kaleminden. Hırslanıyorum. Bir sonraki sayısı için açtığı “şu resme öykü yazar mısınız?” yarışmasına katılıyorum. Evet, şu resme öykü yazarım. Resme, sese, kokuya, bir düşüncenin en küçük kırıntısına öykü yazabilirim ben. Kazanıyorum, sonraki sayıda yayınlanıyor. Peşinden Varlık ve Sözcükler geliyor.
Bahçemdeki cevize kurduğum derme çatma salıncakta sallanırken aklıma bir öykü düşüyor, yazıyorum, Sarnıç Öykü’ye gönderiyorum. Neslihan Önderoğlu öyküyü çok sevdiğini, beni tanımak istediğini söylüyor, kanatlarım var artık. Salıncak yayınlanıyor, dosyama da ekliyorum, ilk öykü kitabımda yer alıyor, yazmaya ve sallanmaya devam ediyorum. Dergide yayınlanan ilk öykümle, ilk kitap arasında on sene var. Ne meşakkatliymiş bu yol ve ben aslında ne sabırlıymışım. Kitabı basmaya karar verdik sözleriyle beraber hiçbirinin önemi kalmıyor. On yılın, sessizlikten taş kesilen dergilerin, editörlerin, yayınevlerinin önemi kalmıyor.
Malumun ilamı olanları tekrar edip bu satırları okuyanın aklını küçümsemek istemem. Elbette okumadan olmuyor. Elbette birikime bir tutam peygamber sabrını, eleştiri karşısında yılmayacak ama yeri geldiğinde bildiğinden şaşmayacak pır pır yüreği, sözcüklere, ustalara duyulan tutkuyu, saygıyı eklemeden olmuyor. Uzun bir yolculuk bu. Şevki, merakı ve çalışma azmini kaybetmemek lâzım. En çok da “oldum” dersen olmuyor. Üçüncü kitaptan sonra dördüncünün hazırlıkları içindeyim, aklımda, kalemimde çoktan beşinci ve altıncının tohumları ekili. Her daim, okurda uyandırmak istediğim o eşsiz duygunun, benden başkasının benim gibi söyleyemeyeceği o ifadenin ve henüz doğurmadığım, tuhaf ama çok seveceğim karakterlerimin peşindeyim…
                                                                                                       Ayça Erkol 
* Bu yazı ilk kez 4 Haziran 2020 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır. 

16 Haziran 2020 Salı

Ernest Hemingway ile Yazmak Üzerine


6.45 Yayınları'ndan çıkan Yazmak Üzerine Ernest Hemingway'in mektuplarından, romanlarından, konuşmalarından, basılmış ve basılmamış tüm metinlerinde yer alan yazmak ve yazarlık kavramı üzerine düşüncelerini bir araya getiren bir kitap. Yazarlık nedir, yazarın özellikleri, yazmanın eziyeti ve hazzı, ne hakkında yazmalı, yazarlara tavsiyeler, çalışma alışkanlıkları, karakterler, öyküye neyi koymayacağını bilmek, müstehcenlik, başlıklar, diğer yazarlar, siyaset, yazarın yaşamı gibi başlıklar altında toplanan kitapta doğrudan söyleşilerden alınmış soru ve cevapları derledim. İyi okumalar... 



Bir yazar için küçük yaşta en iyi alıştırma nedir?
Mutsuz bir çocukluk.

Yazar olmaya karar verdiğiniz net bir an hatırlayabiliyor musunuz?
Hayır, kendimi bildim bileli yazar olmak istedim.

Yazarlığınızın kendisinin başlı başına bir amaç olarak yapmaya değer buluyor musunuz?
Ah, evet. Tamamen. Zaten başka hoş bir yanı yok.

Bir yazar kendini nasıl eğitebilir?
Önünde olup biteni izle. Balığa gittik diyelim, herkesin tam olarak ne yaptığını gör. Balığın zıplaması seni keyiflendiriyorsa bu duyguyu uyandıran eylemi net olarak bulana dek hafızanı tara. Oltanın sudan yükselişi mi, misinanın üzerindeki damlalar düşene kadar bir keman teli gibi gerilmesi mi, yoksa suya vurması ve zıpladığında sıçrattığı sular mı? Etraftaki sesleri ve söylenenleri hatırla. Sende duygu uyandıran şeyi, heyecan yaratan eylemi bul. Sonra bunu net olarak okuyucunun da anlayabileceği ve seninle aynı şekilde hissedebileceği şekilde yaz. Bu dört dörtlük bir egzersizdir.

Genç yazarlara gazetede çalışmayı önerir misiniz? Kansas City Star’daki eğitiminizin size ne kadar yardımı dokundu?
Star’da basit, açıklayıcı cümlelerle yazmayı öğrenmek zorundaydık. Bunun herkese faydası vardır. Gazetede çalışmanın bir yazara kesinlikle zararı olmaz; hatta zamanında bırakmayı becerebilirse faydası dokunur.

Öykülerinizin sonunda ne olacağını bilerek mi yazıyorsunuz?
Neredeyse hiçbir zaman. Uydurmaya başlıyorum ve yazarken ne olacaksa olmasına izin veriyorum.

Bir yazar günde ne kadar yazmalı?
Durmak için en iyi zaman kitabın en rahat ilerlediği ve sırada ne yazacağını bildiğin zamandır. Her gün bunu yaparsan asla tıkanmayacağın bir kitap yazarsın. Sana söyleyebileceğim en değerli şey bu, unutmamaya çalış.
Rahatça yazabiliyorken bırak ve ertesi gün başına tekrar oturana kadar hiç düşünme ve endişelenme. Böylece bilinçaltın sürekli olarak bu konu üzerinde çalışacaktır. Eğer bilinçli olarak düşünür ve tasalanırsan fikri öldürürsün ve beynin daha çalışmaya başlamadan yorulmuş olur. Bir roman yazmaya başladığında ertesi gün ne yazacağın hakkında endişelenmek kaçınılmaz olandan korkmaya benzer. Her halükarda devam etmek mecburiyetindesin. Yani korkunun ecele faydası yok. Roman yazabilmek için bunu öğrenmek zorundasın. İşin en zor kısmı romanı bitirmektir.

Endişelenmemek nasıl öğrenilir?
Düşünmeyerek. Düşünmeye başladığın anda kendini durdur. Başka şeyler düşün. Bunu öğrenmen şart.

Yazarken hiç o dönemde okuduğunuz şeylerden etkilendiğiniz oluyor mu?
Joyce’un Ulysses’inden beri hayır. O da direkt bir etki değildi. Ancak o zamanlar bildiğimiz kelimeler bize yasaklanmışken, tek bir sözcük için savaş vermemiz gerekiyorken Joyce’un kitabının yarattığı etki her şeyi değiştirdi ve zincirlerimizi kırmamızı sağladı.

Bir yazar nasıl kitaplar okumalı?  Hangi kitaplar olmazsa olmaz?
Neleri alt etmesi gerektiğini bilmek için her şeyi okumuş olmalıdır. Neyin mümkün olduğundan bahsetmiyorum. Ne yapması gerektiğinden bahsediyorum. Tabii ki okuyamaz her şeyi.
Tolstoy’dan Savaş ve Barış ve Anna Karenina, Yüzbaşı Marryat'dan Midshipman Easy, Frank Mildway ve Peter Simple, Flaubert'ten Madame Bovary ve Duygusal Eğitim, Thomas Mann'dan Buddenbrooklar, Joyce'tan Dublinliler, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi ve Ulyses, Fielding'ten Tom Jones ve Joseph Andrews, Stendhal'den Kırmızı ve Siyah ile Parma Manastırı, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'i ve herhangi diğer iki kitabı, Mark Twain'den Hucklebery Finn'in Maceraları, Stephen Crane'den The Open Boat ve The Blue Hotel, George Moore'dan Hail and Farewell, Yeat'ten Autobiyographies, De Maupassant'dan, Kipling'ten, Turgenyev'den ne varsa, W.H. Hudson'dan Far Away and Long Ago, Henry James'in başta Madame de Mauves, Yürek Burgusu, Bir Kadının Portresi ve The American olmak üzere kısa öyküleri...  



14 Haziran 2020 Pazar

Kendisiymiş Gibi Parşömen Fanzin'de

Onur Çalı, "Ama yüzyılımız hamdı delice idi" başlıklı 137. Dünlük'te Kendisiymiş Gibi'ye değinmiş.

Tuğba Gürbüz’ün ilk kitabı 2015’te yayımlanmıştı: Lodos Çarpması. Şimdi, aradan beş yıl geçtikten sonra ikinci öykü kitabı geldi: Kendisiymiş Gibi.
Kendisiymiş Gibi’de yer alan öykülerin kahir ekseriyetini okumuştum (yazmanın faydalarından biri daha: yazar arkadaşlarınızın kitaplarını herkesten önce okuyabilirsiniz) ama şimdi kitaplaşmış haliyle bir kez daha okudum. Üstelik yazar acele etmeyip öykülerini beş yılda demlendirdiğine göre, ben de yavaş yavaş okudum. Bir öykü okuyup ara verdim, sonra bir öykü daha ve bir ara…
İkinci kitap, ilkinden de önemlidir bir yazar için. İlk kitapta yakaladığını sürdürebilecek midir? Dahası ve iyisi, kendi çıtasını bir üste çıkarabilecek midir? Bu bazen olmaz, ikinci kitap ilk kitabın gerisinde kalır. Nedir, Tuğba Gürbüz Kendisiymiş Gibi’de kendi öykücülüğünü birkaç adım ilerletmiş. Öyle ki ilk kitabını da okumuş olan bizler, artık Tuğba Gürbüz’ün öykü dünyasına iyice aşinayızdır. Nedir, biçimsel olarak bir yenilik de var. Öyküler daha kısa. Tabii öykünün sayfa sayısı ölçüt değildir ama her biri olması gerektiği kadar uzun. Daha fazla değil. Daha önemlisi ise, ilk kitapta daha fazla göze çarpan anlatıcının iç konuşmaları çok çok azalmış Kendisiymiş Gibi’de. Kitabın arkasındaki şu cümle belki bunu vurgulamak niyetiyle yazılmış ama Tuğba Gürbüz’ün öykülerini anlatmada eksik kaldığını ya da düpedüz hatalı olduğunu düşünüyorum:
Tuğba Gürbüz pek de duygusal olmayan bir dille yazıyor Batı’yı, çünkü bu evrende duygular da “kendisiymiş gibi”.
Kendisiymiş Gibi’de kısa öykünün hakkını veren, iyi yazılmış, çalışılmış, durmuş dinlenmiş ve Batı’yı filan değil, insanı anlatan çok iyi öyküler var. Kısa öykü sevenlere duyrulur.

7 Haziran 2020 Pazar

Kalem kâğıtla buluştuğunda...

Tetikleyici olarak "Neden yazıyorum?", "Kim için, ne için yazıyorum?" sorularına yanıt aramak, bir ya da birkaç kelime grubu ile altı dakika boyunca hiç durmadan yazmak Sanal Yazıevi paketlerinde sıkça karşıma çıkan alıştırmalardan. İçinde bulunduğumuz ayın "Yaratıcılığa Davet" isimli paketinde yer alan tetikleyici cümlelerden biri ise şu: "Kalem kâğıtla buluştuğunda"
İşte, hız kesmeden, kendimi yazının içine attığım ve anlam bozukluğunu gideren düzeltmeler hariç değiştirmediğim 6 dakika yazım:


Kalem kağıtla buluştuğunda kalemin nereye varacağını kimse bilmez. Zihnin gerisine, gölgeye atılanlar, sotada sabırla bekleyenler beliriverir. Daha önce bir araya gelmemiş kelimeler kendiliğinden, çabasız el ele tutuşur, kimi güçlü, kimi gevşek bu bağı bozmak, bir araya gelme arzularına itiraz etmek gelmez içimizden çünkü orası kaşını, gözünü kaldırsan tüm büyünün bozulacağı tekinsiz bir yerdir. Aman yanlış anlaşılmasın, korkutucu, gizemli ya da yalnızca kırklara karışmış yazarların içine girdiği bir seçkinler kulübü değil sözünü ettiğim.  Açıklamaya, izaha gelmeyen, mantık aramadığın, analitik düşünceyle bir arada tutmaya çalışırsan cümle alem bir araya gelse ilerletemeyeceğini bildiğin büyülü müyülü tatlı bir yer. Oraya demir atmak, oradan yazmak, en çok bir çocuğun oyun oynamasına benziyor. Kendini oyuna ve içinde bulunduğu âna kaptıran, mış gibi yaparken yaratıcılığının ipini salan çocuğa, soru sorduğumuzda, renkleri, figürleri farklı dizmesi vb komutlar verdiğimizde, yeni benzersiz bir çerçeve sunma teklifi sunduğumuzda, çocuk artık izlendiğini hisseder, oyundan çıkar, halının üzerinde aynı bildik hareketleri yinelemeye başlar. Yazarın hâli de farksızdır, o yüzden sık sık "yitirdiğim oyun alanıma dönmek" diye tariflerim bloğa yazmayı. Yazar, kendini de atlatarak içinden atmalıdır kelimeleri. Yetişkin gözlerden uzakta yaratıcılığının ipini salan, saldıkça gökyüzüne yükselen bir uçurtma misali, ayakları yere basmadan, durmadan, düşünmeden yalnızca yazmalıdır kalem kâğıtla buluştuğunda. Geri dönmek, yeniden dizmek, eklemek için bol bol vakti olacaktır nasılsa.


4 Haziran 2020 Perşembe

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 28

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Başkalarının duygu ve ihtiyaçlarına daha çok odaklandıkça, yargıların gitmesine izin vermek kolaylaşacaktır.
Bir çocukla anlaşmazlığa düştüğünüzde, yargıların ve kötü düşüncelerin gitmesinin ne kadar sürdüğüne bakın.
Öğrenmeyi sürdürün ve evinizi daha iyisi için dönüştürün.

Ben ne düşünüyorum? 
Şiddetsiz iletişim bana birtakım insanlara karşı duyduğum gıcık olma hâlinin ardına bakmayı öğretti. Orada aslında kendimle ilgili bulduğum giderilmemiş ihtiyaçları fark etmek, duyguları tanımak, beni değiştirdi. Dikkatimi ve ilgimi gıcık olduğum kişiden kendime taşımayı öğretti. O kişi artık yalnızca bir durumu fark etmeye yönelik bir anahtar hâline geldi ve önemini yitirdi. Diyeceğim o ki, bırakın başkalarının duygu ve ihtiyaçlarına odaklanmayı, yalnızca kendimizinkilere bakmak, onları fark etmek ve dile getirmek bile inanılmaz fark yaratıyor.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum? 
Konuya bu kadar kafa yorduğum halde, çoğu zaman kendimi Deniz'in duygularından sorumlu hissediyorum. Onları hissetmesi için alan tutmak değil bahsettiğim. Onları düzeltmek üzere harekete geçen olmaya çalışıyorum. İyi günümdeysem sorun yok. Ne yaptığımı fark edip konumlanıyorum. Olayların ve düşüncelerin içinden duygularını çekip almaya, ihtiyaçlarını tespit etmeye çalışıyorum. Rahatsız edici ve yapay bir dilden uzak, sevgiyle, şefkatle bunları söze döküyorum. Konuşmaya hazırsa, tahimnlerimi doğruluyor ya da yanlışlıyor. Ve üzerine konuşuyoruz. Bazen her şeyi anlıyor ama yine de üzgün olmayı, surat asmayı sürdürebiliyor. Durmakta en zorlandığım yer işte burası. Çatışmanın kendisinden, onunla konuşma çabalarından daha zor olan yer burası. Şimdi yazarken bu küçük ayrımı anlamaya ve kabul etmeye niyet ediyorum. Her türlü hayal kırıklığı bir yas, aslında, büyüğü var, küçüğü var ve çocuğun onun içinde ne kadar kalması gerekiyorsa o kadar kalmaya hakkı var.

Deniz'in geri bildirimi ne? 
Bazen üzüldüğünde, kendini hırpaladığında doğru bir rehberlikle karşı tarafın davranışının ya da sözünün arkasına bakabiliyor ve kavrayabiliyor. Hep söylüyorum, yine söyleyeceğim. Duygu ve ihtiyaçlarını tespit etmek konusunda benden çok daha becerikli. Bununla beraber indiği kuyunun  içinde dilediği kadar kalmak, kendi hızında, kendini hazır hissettiğinde çıkmak istiyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
Bazen tüm bunlara daha o doğmadan kafa yormaya, öğrenmeye başlasaydım diyordum çünkü bilmek ve etmek farklı. Etmek, bilmeye göre daha zor ve çok tekrar istiyor. Nörobilimcilerin iddiası, farkındalık geliştirirerek, eylemlerimizi, dilimizi, düşüncelerimizi değiştirerek beynimize format atabileceğimiz yönünde. Başarabilmem için kendi duygularımın regülasyonunu sağlamam, tabiri caizse uzaktan kumandamı başkalarının eline vermemem gerekiyor. İşte üzerinde çalışılacak, düşünülecek kocaman bir başlık.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum? 
Masal başı tekerlemesi gibiyim. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim, bir de baktım ki, bir arpa boyu yol gitmişim. Alınan mesafeye burun kıvırmaktansa, o bir arpa boyu yolu alma kararlılığını takdir etmeyi tercih ediyorum.


Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz