30 Mart 2017 Perşembe

Günlerin Getirdiği

İstanbul Kırmızısı
Ferzan Özpetek'in ilk Türk filmim dediği İstanbul Kırmızısı'nın vizyona girmesiyle biz de seyirciler arasında yerimizi aldık. Bu, bile başlı başına mutluluk kaynağı, aslında. Cinemaximum Burda 17'nin film seçimleri malum. Daha iki üç hafta önce (üşenmedim saydım) günde 24 matineyi Recep İvedik'e ayırıp cumartesi pazar sabah seanslarında dahi Karlar Kraliçesi 3: Ateş ve Buz filmine yer vermemişti. Dolayısıyla hakkında çok yazılıp çizilmeden, beklentiye girmeden, ya da filmden soğumadan izleyebildiğime memnunum.
Gel gör ki ünlü oyuncular, iyi görüntüler, merak uyandıran bir konuya rağmen aradığımı bulamadım. Filmi izlerken duyduğum eksiklik hissi, çıktıktan sonra da geçmedi. Bazı gizemler çözüldü, bazı soruların cevabı verildi ancak kahramanların hikâyelerinin derinleşmediği, yüzeysel verildiği hissi bâki. Halit Ergenç, Orhan rolüyle göz dolduruyor. Zerrin Tekindor göründüğü kısacık sahnelerde (klişe tabirle) devleşiyor.

Okuma Grafiğim
Okuma grafiğim hiçbir zaman belli bir çizgide gitmiyor, bazen iştahla saldırıyorum, bazen ayda bir, iki kitapla yetiniyorum. Pek çok şey gibi okumanın da görev gibi yapılmasından hoşlanmıyorum, zira. Bu iki cümleye varmak, bu cümleleri yazmak kadar kolay olmadı.
Kitap yayımlandıktan sonra (amiyane tabirle) gaza gelip okumaya ve yazmaya daha çok vakit ayırmam gerektiğini hissediyordum. Dolayısıyla okuyamadığım, yazamadığım zamanlarda suçluluktan, huysuzluğa varan türlü çeşit tepkiler sergiliyordum. Hâliyle evde yalnız kaldığım, ayaklarımı uzatıp gönlümce kitap okuduğum günlerden abartılı memnuniyet duyduğum zamanlar da oldu, oluyor... Amma velakin bir sporcu disipliniyle okumak ve yazmak, bu türden bir zorunluluğun dayattığı yalnızlık ve yalıtılmışlık bana göre değil. Kendimi edebiyatçı gibi görmediğime, her ölmüş yazar/şair hakkında görüş beyan etmeyeceğime, her dosya konusunda kalem oynatmaya yeltenmeyeceğime göre, öykü gelip bağrıma konana kadar kaleme, kâğıda (daha doğrusu klavyeye) saldırmanın lüzumu yok. Bunu biliyor olmak beni rahatlatıyor. Belki de fazla rahatlatıyor. 

Hangi okul?
Deniz seneye birinci sınıfa başlıyor. Gündem belli. Hangi okul?
Benim zamanımda ilkokul yarım gündü. Sabahçı olmaya bayılırdım. Öğlen okuldan gelir gelmez ilk iş yemek yer, ödevlerimi yapar, kendimi sokağa atardım. İlkokul yıllarımdan aklımda kalan en önemli belki de tek şey uzun oyun saatleri... Kendimi şanslı sayıyorum.
Çalışan annelerin sayısının artmasıyl aslında ilköğretim okulları da, kreşlerde verilen bakım hizmetlerini devam ettirir oldu. En önemli işlevleri uzayan ders saatleri, etüdlerle çocukları anne babanın mesaisi bitene kadar okulda tutmak.

Sokakta 
Dün gece cep telefonumu arkadaşımda unuttum. Sabah Deniz'i okula bıraktıktan sonra telefonu almak üzere arkadaşımın evine doğru yola koyuldum. Arkadaşımın evi hayli işlek, iki ana yolu birbirine bağlayan bir sokakta yer alıyor. Otobüslerin de ana güzargâhında. Sokağa dönüp henüz birkaç metre ilerlemişken bir yaya araba geliyor mu diye bakma zahmetine kapılmadan kendini yolun ortasına attı. Hızlı gitmiyordum yine de aynı anda hem frene hem de hafifçe kornaya bastım. Film de burada koptu zaten. Yaya geçidinde onun geçiş üstünlüğünü gasp etmediğim ya da trafik kurallarını ihlal etmediğim halde işitmediğim azar kalmadı. Söylediklerini üzerime almış, alınmış değilim yalnızca sokakta öfkenin, saygısızlığın, şiddetin bu kadar egemen olmasına üzülüyorum ve kızımın bu koşullar altında büyümesini, bu dile alışmasını istemiyorum.

29 Mart 2017 Çarşamba

KARAKTER ÜZERİNE


Karakter oluştururken, niçin temel bir özelliğin vurgulanması gerekir? Bu soruya başka bir soruyla cevap verilebilir: Atıcılık yeteneğinizi geliştirirken, niçin bir ahırın duvarını hedef almak yerine, bir boğanın gözünün içini hedef alarak hedefinizi daraltırsınız? Bir insanla ilgili yazarken, onun kurumuş bir iskelet gibi sert olduğunu düşünmeyin. Siz ona iyi davranırsanız, o da size temel özelliklerini ele verecek şeyler söyleyebilir. Sizin, karakterinizi yansıtacak temel özelliklere gereksiniminiz varsa, buna okurların da gereksinimi vardır. Okura her şeyi anlatmak yarar sağlamayacak, büyük olasılıkla kafasını karıştıracaktır. Böyle bir metin, yoğunlaştırılmış bütünlükten yoksun, belli belirsiz göndermelerle düzenlenmiş olarak kalacaktır. Örneğin karakteriniz küstah biriyse, bunu öykünüzde yalnızca bir kez söylemeyin; onun küstahlık etmesine bütün öykü boyunca izin verin. Değişik biçimlerde bu özelliğini vurgulayın. 

PEARL HOGREFE

Kaynak
Yazar Olabilir miyim?
Yaratıcı Yazarlık Dersleri
Semih Gümüş
Notos Kitap
Deneme

27 Mart 2017 Pazartesi

DİŞ


“Sen bizim dağ köylerini bilmezsin hoca, devlet istese her an konar istemese de kardan, kıştan, kıyametten dokuz ay Allah’a, üç ay da şehre bağlı bırakır. Dişlerim çeneme kadar iltihaplanmış, ağrıdan kıvranıyordum. Duvarlara başımı vuruyor, yüzüm acıdan ekşiyor, uzandığım minderler her kıvranışımda halıları kaldırıyor, üzerimdeki kazağı boğazıma dek çekiştiriyordum, soğuk hava çıplaklığıma sokuluyordu. Uyku, yemek, su, çay haramdı bana.
Kâh yılan tıslamasını andırırcasına, kâh penseyle tırnaklarım çekiliyormuşçasına ağrıdan havlıyordum. Dakikalarca dişlerimin iltihabını damağımda biriktiriyor, tükürüyordum. Ağzımı aralayıp dışarının soğuğunu dişlerime doluşturuyordum. Çenemi, camları, duvarları, kapıları yumrukluyor, kanayan parmaklarımın yarasını fark etmiyordum. Şakaklarımda zonklayan ağrı sinirlerime vuruyor, karnımı deliyor, göğüs kafesimden gövdemin zerresine kadar soğuk terler akıtıyordu. Yüzümün sol tarafı bazen şişiyordu, aynadan kendime bakmaktan korkuyordum. Annem, babam çektiğim acının huzurunda çaresizce bakıyorlardı. Hiçbir şey fayda etmiyordu. Neyse akşam karanlığı çökmek üzereyken köpekler uzun aradan sonra hep birden havlamaya başlamıştı.
Pencerede dışarıya başımı çıkarıp etrafı seyrediyordum. Sonra kapının sertçe vurulduğunu duydum. Annem açar açmaz, karşıdaki duvara çarpıp yere serildi. Babamla kalktık derken, içeri girdiler, silahlarını doğrulttular, duvardaki av tüfeğini biri duvardan almaya çalışırken ben anneme doğru yöneldim. Ensemden tutarak duvara savurdular, ayağa kalkar kalkmaz askerlerden biri silahın kabzasını çenemin soluna doğru geçirdi. Ağzım yüzüm kan içinde kaldı. Babama sorular soruyorlar, bilmiyorum, dedikçe vuruyorlardı. Beni de unutmuyorlardı, yüzüme yumruklarını yerleştiriyor, botlarıyla da basıyorlardı. Neyse ki çekip gittiler, babamın elmacık kemiğinin üstü şişmiş, morarmıştı. Annem ikimizin yüzünü sıcak suyla yıkadı. Öyle rahatlamıştım ki hocam, dişimi bile o an unutmuştum. Dilimi ağrıyan dişime vurduğumda boşluğu hissetmiştim. Minderlerin, halıların üzerine baktım; ağrıyan dişimle birlikte kırılan iki diş daha buldum. Yüzümü sevinç kaplamıştı, sızı hafif hafif vursa da artık ağrı falan yoktu.

Mustafa Orman'ın ilk öykü kitabı Derdin İncinmesin'de yer alan Diş öyküsünden bir bölüm. 
Öykünün tamamını Birgün Pazar'dan okuyabilirsiniz.

16 Mart 2017 Perşembe

444 0 ...

Para kazanmanın pek çok yolu var elbette ancak belli bir profesyonel işi yıllar boyu sürdüğünüzde, uzmanlığa olan inancınız artıyor ve kendinizi diğer (farklı branşlar da olsa) uzmanlarla beraber "ne iş olsa yaparım abi" kafasını eleştirirken buluyorsunuz. Bu durum sadece diplomasız mesleklerle sınırlı değil, oysa. Türkiye'de pek çok kişi, aldığı lisans eğitimiyle ilgili iş kollarında çalış(a)mıyor. En yaygın örneği bankacılık ve çağrı merkezi sektörleri olmalı. Müdürlerinin talimatıyla beni (ve hepimizi) kredi kartı ya da kredi almak, internet kotası yükseltmek vb. gerekçelerle arayanlara pek de kibar davrandığımı söyleyemem. Telefonda uzun uzun sohbet etmeyi oldum olası sevmiyorum. Dolayısıyla aslında ihtiyaç duymadığım bu arzları bana ileten şahıslarla iletişim kurma konusunda çok hevesli değilim. Bir de henüz konuşmanın başında uzun soyadımı yanlış telaffuz ettiklerini duyduğumda, eni konu içim sıkılıyor, konuşmayı sürdürmek istemiyorum. Bazen sırf bu sebeple, belki de işime yarayabilecek ürünlere dair bilgiyi alamadığımı düşünüyorum ve açık yüreklilikle, can kulağıyla dinlemeye niyet ediyorum. Bu konuda eskiye nazaran daha sabırlıyım. Gel gör ki, (umarım istisnadır) çağrı merkezlerinin çalışanlarının diksiyonları, seçtikleri kelimeler, konuşma tarzları bana ne sunduklarını anlamamın önünde ciddi bir engel. Tüm kalbimle değişmeye ve iletişim kurmak için dinlemeye niyet etmişken, dilin bir araç olarak dahi kullanılamadığını görmek bende bezginlik ve kızgınlık yaratıyor  ve sonuç değişmiyor. Görüşmeyi olanca hızımla sonlandırıyorum. Çağrı merkezi çalışanlarıyla tek derdi olan ben miyim?

12 Mart 2017 Pazar

TED KONUŞMALARI

Marina Abramovic'in "An Art Made of Trust, Vulnerability and Connection" başlıklı TED Konuşması 


1 Mart 2017 Çarşamba

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (33)

Benim İçin Yazı Hâlâ Bir Terapi


“Yine mi duvarlara konuşuyorsun?”
Ben 9 yaşındayım. Tuvaletteyim. Annem bu soruyu kapının dışından soruyor. Bu annemin sık sık sorduğu bir soru çünkü ben hep duvarlara, kendi kendime konuşuyorum. Yazı yolculuğun nereden başladı diye sorduklarında önce bu anı gelir aklıma. Yazıyı bir yol olarak seçmeden çok önce sanırım kurgu vardı hayatımda. Birisini ziyarete gitmeden önce onunla yapacağımız sohbetin tüm diyaloglarını, neler olacağını zihnimde kurgulardım. Bugün bunun belki de bir savunma olduğunu düşünüyorum. Kendimi gelecekte olabileceklere hazırlamak gibi. Demek ki kaygılarım vardı, sorularım oluşuyordu. Kurgu beni okumaya, okuma daha çok sorgulamaya taşıdı. Sonra o zihnimdeki sesler çoğalınca, bir yere akmaları gerekti. Sanırım ben de yazmaya başladım.

Üniversite zamanı geldiğinde Amerika’da yaşıyorduk.  Yaratıcı yazarlık okumak istediğimi çok iyi biliyordum ama yine de işletme seçtim. Iki sene sonra beni bölümden attılar, iktisad okumayı denedim, gazetecilik denedim. Olmadı. Sonunda edebiyat fakültesine girdim ve not ortalamamı 0.75’den 3’e çıkarttım. Yaratıcı Yazarlık Lisans diploması ile okuldan ayrılırken yazar olduğumu sanıyordum. Tek eksiğim deneyim diye düşünüyordum. O zamanlar yeni mezunlar New York’ta ölüm haberleri yazardı, Yüksek Lisans okurlardı veya kitap yazmaya, yazar olarak deneyim kazanmaya başlardı. Belki de korktuğum içindir, ben yine yazıdan vazgeçtim ve İngilizce öğretmenliğine kaydım. Aradan yine yıllar geçti. O yıllarda ailemi bırakıp Türkiye’ye geldim. Amerika’nın düzenli sistematik yaşamından sonra Türkiye bir yazar için cennet gibiydi. Her gün yeni bir olay, farklı kişiler ve değişim olan bu ülkede kesin yazar olurdum. Yine öğretmen oldum ve yüksek lisansımı eğitim üzerine yaptım. Sanırım hep kaçtım. Yazmaktan kaçmadım, yazmaya devam ettim ama paylaşmak ürkütüyordu. Başarısız olmak, beğenilmemek gibi kaygılarımdan dolayı hep erteledim. Ertelerken bir yandan da sürekli yazmak üzerine bilgimi arttırıyor, kendi kendime yazıyordum. O dönemlerde bir öykü yazdım, İngilizce. O bir uluslararası kadın dergisinde yayımlandı ve ben 100 dolar kazandım. Yine de kendime ve yazıma inancım zayıftı ve üstüne gitmedim.

Kendi kendime yazdıklarım bir süre sonra terapi olmaya başladı. Yazdıkça yaşadıklarıma anlam veriyor, kendimi oluşturuyordum bir anlamda. Öğretmenlikten şifacılığa geçtim. Uzun bir süre Reiki, EFT, Geçmiş Yaşam terapisi gibi enerji bazlı çalışmalar yaptım. Ama yazı hep vardı hayatımda. Sadece bana aitti. Sonra bir gün birisi istedi diye yazmayı küçük bir gruba öğretmeye başladım. Ve herşey ondan sonra farklı bir yola girdi. Belki de yazarlıktan daha çok sevdiğim öğretme yolunun benim için doğru yol olduğunu şimdi görebiliyorum. Öğrenciler arttı, derslerin sayısı çoğaldı. O arada ben iki kitap çıkarttım. Yazarak Hafifleyin ve Şifayı Beklerken bildiğim, denediğim yazı alıştırmalarını, kendi yolculuğumu, farkındalıklarımı başkalarıyla paylaşma çabamdı. Her iki kitabı da yazarken yıllar içinde biriken yazılarımı topladım, derledim, kitap yaptım. Son kitabım Hepsi 6dk, Mart başında çıkıyor. O da üç yıldır yazdığım altı dakika yazılarının derlemesidir. Hepsinde benim yolculuğumun izleri var. Ben her zaman yazının bir sonuç değil, bir süreç olduğunu düşündüm, öyle yaşadım. Süreç iyi, doyumlu ve dürüst yaşanırsa, yazılar o dürüstlüğü yansıtır, insanın ruhunun en kuytu köşelerinden çıkarsa sonuç zaten oluşur inancım hep vardı.

Verdiğim dersler çoğalınca, mekânlar tutmaya başladım. Orada ders verdim. 2010 yılında İstanbul’u Yazıyorum projesi ile 4 yıl sürecek bir yolculuğa çıktım. Her ay İstanbul bizim yazı mekânımız oldu. Bazen 10 bazen 30, çoğu kadın, yazmayı sevenlerle buluştuk ve semt semt İstanbul’u gezdik, bize nasıl dokunduğunu yazıyla anlattık. İstanbul’u Yazıyorum beni 2012’de daha büyük bir hamle yapmaya taşıdı ve Yazı Evi’ni açtım. Önceleri kendim için bir yazı alanı olarak düşündüm Yazı Evini. Belki evinde yazmakta zorlananlar gelir, beraber yazarız dedim. İlk atölyeme on dört kişi kaydoldu. Yazı Evi hızla çoğaldı. İyi yazan dostlarım oldu, onlar ders vermeye başladı. Derken aradan beş yıl geçti ve bugün Roman’dan Şiir’e uzanan, çok değerli, yazmak isteyen insanlara cesaret vermeyi öncelik sayan eğitmenlerin yürüttüğü bir atölye yelpazemiz var.

Üç senedir roman yazmaya çalışıyorum. Her sene yaz aylarında yazıyor, kışın romanı uykuya yatırıyorum. Sanıyorum kurduğum yaşamları sindirmem, onları anlamam ve tanımam gerekiyor. Ben yaralı karakterler getirdim romanıma, şimdi onlarla çalışıp onların iyileşmesine çabalıyorum. Bu da zaman alıyor doğal olarak. Yazı Evi'nde benim verdiğim tüm yazı atölyelerine bir şekilde terapi giriyor çünkü benim için yazı hâlâ bir terapi. O hiç değişmedi. 
YEŞİM CİMCOZ