28 Haziran 2016 Salı

Oku Yazının Yüreğine Saplamak



Sıradan fakat net bir dil kullanıp sıradan olaylar ve şeyler hakkında bir şiir ya da kısa öykü yazmak ve bunlara -bir sandalye, bir çatal, bir taş, bir kadın küpesine- yoğun, hatta şaşırtıcı bir güç yüklemek mümkündür - bu Nabokov'un seveceği türde sanatsal hazı kaynağıdır. Beni en çok ilgilendiren yazı türü budur. Deneyselciliğin bayraktarlığını yapan ya da, başka türlüsü, kaba bir gerçekçilikle bezenmiş, düzmece ya da kazara yaratılmış edebiyattan nefret ederim. İsaac Babel'in "Guy de Maupassant" adlı olağanüstü güzellikteki öyküsünde anlatıcı edebiyat uğraşıyla ilgili şunları söyler: "Hiçbir demir ok, yüreği, doğru yere konmuş bir nokta kadar derinden delip geçemez." 
Raymond Carver 
Kaynak: Yazar Olabilir miyim? Yaratıcı Yazarlık Dersleri
              Semih Gümüş
              Notos Kitap

25 Haziran 2016 Cumartesi

Bu, büyük bir diş ağrısının başlangıcıydı

...
Ve teyzem burada kaldı.
Odamdaki soba yanıyordu, çay makinesi masanın üstündeydi; burası da tıpkı teyzemin odası gibi rahattı; kış olduğu için kalın perdeler aşağı çekilmiş, yere üç tane kalın halı serilmiş, altlarına da mukavva konmuştu. Mantarlı şişe gibi odanın içi sıcacıktı; dediğim gibi benim odam keyifliydi; dışardaysa rüzgâr esiyordu.
Teyzem anlata anlata bitiremedi; gençlik günlerine, bira ustasına ve eski anılarına döndü hep.
İlk dişimin nasıl çıktığını ve bütün ailenin nasıl sevindiğini hatırlıyordu.
İlk diş! Ufacık, pırıl pırıl, süt gibi beyaz, masum, süt dişi işte!
Derken peş peşe diş çıkarmaya başlamıştım; yan yana, altlı üstlü, ama bunların hepsi geçiciydi, asıl kalıcı dişler daha sonra çıkacaktı.
Onlar da çıktı, akıl dişi de çıktı! Hem de acı çektirerek!
Sonra hepsi tek tek düştü gitti; hepsi de görevlerini yaparak; son dişin gidişi de sevinerek değil acılı gerçekleşti.
İnsan fikren genç kalsa da yaşlanıyor işte!
Tüm bunlardan bahsetmek şimdi pek hoş gelmiyor insana; yine de bunları konuştuk; teyzem yatmak için yandaki odaya geçtiğinde saat on ikiyi çalıyordu.
"İyi geceler, çocuğum!" diye seslendi: "Kendi yatağımdaymışım gibi geliyor bana!"
 Ve sesi çıkmaz oldu; ama ne evde ne de dışarda sessizlik vardı. Fırtına pencereleri sarsıyor ve pancurları duvara çarptırıyordu; arka taraftaki komşunun kapı zili durmadan çıngırdıyordu. Üst komşum dönmüştü; her zamanki gece yürüyüşünü tamamladıktan sonra çizmelerini şamatayla çıkardı; öyle bir horlamaya başladı ki, başınızı yorganın altına soksanız bile duyuyordunuz.
Uyuyamadım, huzurum kaçtı; hava da sakinleşmedi, gürültüden durulmuyordu. Rüzgâr ıslık çalarcasına esiyordu; benim dişlerim de takırdamaya ve kendine göre şarkı söylemeye başladı. Bu, büyük bir diş ağrısının başlangıcıydı.
...
Alıntı Hans Christian Andersen'in Diş Ağrısı masalından.

24 Haziran 2016 Cuma

Nasıl Yazıyorlar? (1)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte ilki:


İsmail Pelit, Cem Akaş'ın "Nasıl yazıyorsun? Ne için yaşıyorsun?" sorusunu yanıtlıyor.
zevk alıyorum yazmaktan. bir dilekçe yazarken bile böyle bu. kafamı yazarken buluyorum. bazen insanlar düşündüklerini yazdıklarını söylüyor. ben de zaman zaman düşündüklerimi yazıyorum ama aslında düşüncelerimi ifade etmek için değil, düşünmek için yazıyorum. bu yüzden yazdığım metinler tamamlanamıyor. metnin yeniden yazılışı sırasında başka bir düşünce oluşuyor, sonra o düşüncenin gereklerini yerine getirmek için yeniden yazıyorum, böyle devam ediyor. böylece yazdığım metinler, benimle birlikte devam ediyorlar, onları sürekli okumak, değiştirmek istiyorum; bu saplantımdan ötürü yaşayamıyorum. buradan bakıldığında, yazmak ya da yazdıklarını yeniden yazmak için yaşayan biri olduğumu söyleyebilirim. söyleyebilirdim. şimdilerde, kendimi denetliyorum, yazmamak için. sadece gözlem yapmakla yetinmek için çaba sarf ediyorum.

(soruyla ilgisiz bir çıkma: kelimeler herkesin, onlarla kendimi ifade ettiğimde hiç kimseye ücret ödememek, bana ilgi çekici geliyor. dil bedava. oysa kelimeleri kullanmanın, onlarla bir metin kurmanın bedeli olmalıydı.)

"Değiştirilemez İsmail Pelit Gerçeği"- Yazarak Yaşamak, Yazarak İntihar Etmek...
Söyleşi: Cem Akaş
Kitap-lık Sayı 166 Mart-Nisan 2013

21 Haziran 2016 Salı

VE EŞİ(*)


                                 
“Tanıştığımıza memnun oldum,” diyor.  

Her karşılaşmamızda yeniden tanışıyor, her defasında memnun oluyorlar. Her biri, kocamın eski arkadaşları…

Hayatımızda her şey eski zaten, kocama ait. Onun eski eşyaları, eski arkadaşları ve her zaman bizi yolda bırakan eski arabası. Buna bile söylenmiyorum.

Elini sıkıyorum kibarca. Nasıl olduğunu soruyorum, oğlunu, hasta annesini ve diğer şeyleri…

“Ah canım, biz karşılaşmıştık değil mi? Nasıl da hatırlıyorsun. Dikkat et şekerim, fil hafızası var karında,” diyerek içeri sesleniyor.

Gülüşüyoruz.   
...                                                                                                                           


Yeşil Gazete'nin hafta sonu ekinde Mehmet Fırat Pürselim'in seçtikleriyle yayımlanan FotoÖykü bölümüne Ve Eşi isimli öykümle konuk oldum.
Fotoğraflar Çağlar'dan.

15 Haziran 2016 Çarşamba

Meraklı Okur Söyleşileri(*)


*Ebru Askan, yönettiği yazmak gibi öylesine bloğunda Lodos Çarpması ve yazı yolculuğumla ilgili bazı sorular yöneltmişti. Meraklı Okur Söyleşileri ismini verdiği söyleşiyi, Ebru bloğunu kapattığı ve eski yazıları sildiği için buraya da almış olalım.

Neden yazmaya başladın? J Aslında şöyle soracağım; sence kadınların yazma saikleriyle erkeklerinki farklı mıdır? İnsan neden yazar?
Kendimi konuşarak doğru ifade edemediğim, “Bunu sadece ağzım dedi, ben aslında…” diye açıklayamadığım için yazmaya başladım. Anlaşılmanın bir yoluydu yazmak. Yazdıklarımı çoğu zaman beni anlamasını umduğum kişilerle paylaşmasam da yazmanın sağaltıcı etkisini erken yaşlardan itibaren fark etmiştim. Bir hastalık ânında yeniden kaleme ve kâğıda sarılmam, ardından devam etme arzum da yazmanın insana iyi gelen hâlinden kaynaklanıyor ancak bu iç dökmelerin, bireylerle ve toplumla hesaplaşmaların ayrı, kimsenin okumayacağı defterlerde yapılması gerekiyor. Yoksa ortaya öyküden ziyade anlatı olarak nitelendirilebilecek metinler çıkıyor. Bu “öyküleştirememe hâlini” yazmaya yeni başlayanları bekleyen bir tehlike olarak görüyorum. Dikkat etmezsek kolaylıkla içine düşebiliyoruz.
Kitaptaki özgeçmişine ve bloğundaki yazılarına baktığımda yazma üzerine oldukça düşündüğünü, bu konudaki atölyeleri, yazarların yazma önerilerini takip ettiğini görüyorum. Peki, yazmaya başladığında tüm o “teoriler” gerçekle örtüşüyor muydu, bu konudaki tecrübelerin nedir?
Yazarların (sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım) söyleşilerini, yazma önerilerini ya da kurmaca metinler yazmak üzerine kaleme aldıkları denemelerini okumayı seviyorum. Yazıp bitirdiğim metinler üzerine daha doğru değerlendirmeler yapabilmeme, bir aksaklık olduğunu sezdiğim ama ne olduğunu kestiremediğim kimi durumlara tanı koyabilmeme ve açmazlarımı aşabilmeme yardımcı oluyor. Ama iş yazmaya gelince tüm bu teoriler, öneriler buharlaşıp gidiyor. Demlenmenin ardından düzeltme aşamasında ise saklandıkları yerlerden çıkıp yardıma koşuyorlar.
Dergilerde, fanzinlerde, sanal edebiyat platformlarında öykülerini okuyorduk, kitaptan önce buralarda yazmanın, kalemine, öykü evrenine, yazma sürecine katkısı nasıl oldu?
İç dökme metinlerini (mektuplar, günlükler) saymazsak yazmaya bir yaratıcı yazarlık atölyesiyle başladım fakat ardından uzun süren bir suskunluk dönemi geldi. Şartlar bir türlü yazmaya elverişli olmadı. Okumak-yazmak trenini kaçırdığımı düşündüğüm kimi anlar oldu ancak ne demişler: “Bir ağaç dikmek için en doğru zaman yirmi yıl öncesiydi, ikinci doğru zamansa bugündür.” Bu saikle yola çıktım. Önce kitap tanıtım yazıları, yazarlar ve şehirler üzerine kurmaca öğeler de taşıyan metinler yazdım. Yazdıkça elim açıldı ve daha çok öyküye yöneldim.  Öyküye malzeme toplamak ne kadar dışa dönükse yazmak da bir o kadar içe dönük ve genellikle aile, arkadaş çevresiyle paylaşılmayan bir süreç. O yüzden öykülerimin okunması, beğenilmesi bana devam etme cesareti verdi. Tanıştığım kitaplı-kitapsız pek çok öykücü de cabası.
İyi bir okur olduğunu düşünüyorum, öykü özelinde konuşacak olursak; okuduğun bir öykü sonrasında “bunu keşke ben yazsaydım” dedirten öğeler var mıdır? Yani olmazsa olmazların. Yoksa bu tamamen okurun o anki ruh hâliyle, aradığıyla, ihtiyacı olanla değişen bir şey midir?
İyi bir okur olmaya çalışıyorum ama “kaçırıyorum” hissi yakamı bırakacağa benzemiyor. Ağırlıklı olarak öykü, roman, masal, anı kitapları okuyorum. Okumalarımın felsefeden siyaset bilimine, sosyolojiden mitolojiye daha geniş bir yelpazede olmasını arzu ederdim ancak akademinin aşırı bilimsel, kuru dili bu yakınlaşmanın önüne geçiyor. Diş hekimi olduğum için lisans eğitimim sırasında bu tür genel kültür okumaları yapmadığım için eksiklik hissediyorum. Klasikler, yeni yayımlananlar… Ne yaparsak yapalım okuyabildiklerimiz okumak istediklerimizden az olacak.
Keşke ben yazsaydım dedirten ya da okumaktan hoşlandığım metinlere gelirsek, iyi atmosfer kuran, görsel hikâyeler yazan yazarların metinlerini okumayı seviyorum. Keşke ben yazsaydım dediğim öykü çok. Son bir yıldır aklımdan çıkmayan sahne ise Kertenkeleler Suçsuz’dan.
Çingene çocukların çıplak topukları aktı yokuş aşağı. Çığlık, kahkaha, merak. Burnumda karanfil… Kepenkler kısa bir şarkı söyledi. Öyle betti sesleri. Köpekleri duyan olmadı. Polisi görünce saklandı seyyarlar. Yerlere saçıldı. Saat. Tarak. Tıraş bıçağı. Kırıldı mavi bir ayna. Bir tespih boncuk boncuk ağladı. Yarasına aldırmadan gülümsedi durdu bant kutusundaki çizgili tişörtlü, turuncu saçlı çocuk. Bir kızla buluşacaktım ben.
Kitaptaki karakterlerin yeter demeyen, bir ihtimali sorgulayan, bir hayalin yahut kitapların, siyah bir taşın, topraktan çıkardığı melkilerin peşinde devam eden güçteler, tüm yaşadıkları sıkışmışlık, yanlış yer, yanlış kişi, yoksulluk vb. hâllerine rağmen. Tuğba, bize bu öyküleri anlatarak ne demek istedi? Var mıydı yazmaya başlamadan önce böyle bir derdi yahut amacı?
Elbette dertlerim, amaçlarım var ancak bunları aktarmak ya da taraf toplamak için yazmıyorum. Doğduğumuz andan itibaren toplum, kurallarını, kodlarını, kültürel değerlerini, baskın düşüncelerini bilinçaltımıza yerleştiriyor. Püriten bir ahlak yapısını farkında olmadan içselleştiriyoruz. Oysa iyilik, kötülük, asla yapmam dediğimiz insanlık hâllerinin hepsi bir potansiyel olarak içimizde saklı. Bir ihtimalin, hayalin peşine düşmemize engel olan bu ahlak yapısına karşı koymak, ben olma, birey kalabilme kavgası vermek önemli. Işık da umut da oralardan içeri sızıyor. Işığın sızdığı noktalarda durmaya, ışığı büyütmeye çalışıyorum. Bu çaba, ister istemez öykü kahramanlarıma da yansıyor.
Kitabında ben iki damar gördüm; biri içindeki kadınların hikâyelerini anlatıyor, bir diğeri de bizleri tarihin, bir söylencenin, bir masalın, bir yazarın peşine sürüklüyor. Benim hangisini daha çok sevdiğimi biliyorsun. Peki Tuğba bize bundan sonra ne anlatacak, var mı kendine belirlediğin böyle bir yol?
Çanakkale’de üç yıldır masal söyleşileri düzenleniyor. Ben de ilk günden itibaren önce katılımcı sonra da organizasyon gönüllüsü olarak masalın içinde nefes alıp vermeye devam ediyorum. İmkân buldukça Kent Sohbetleri’ne katılıyorum, sergileri geziyorum. Bahsettiğin söylenceler, kentin tarihi içinde unutulup gidilmiş insan hikâyeleri ve masallar buralarda yolumu kesiyor. Bu umulmadık kesişmeler beni çok heyecanlandırıyor ve beni de okuru da daha tatmin eden, daha geniş bir öykü evreni ortaya çıkıyor. Bir sporcu disipliniyle yazı masasına oturduğum zamanlarda ise içimden sadece susturamadığım kadınların hikâyeleri çıkıyor. İlk kitapta onlara yeterince söz verdiğimi düşünüyorum J

Eklemek istediğin?
Bu keyifli söyleşi için teşekkür ederim J



10 Haziran 2016 Cuma

ÖYKÜCÜLERE SORDUM:6

Dil amaç mıdır, araç mı?

Dili yalnızca araç olarak görmek dile haksızlık etmek gibi geliyor. Dil gündelik iletişim aracımız ama edebiyatın dille ilişikisi bununla sınırlı değil. Düşünürken, kurgularken, yazarken dilin içinde geziniyoruz. Dilin arka sokaklarında dolaşmayı göze alan yazarların yazdıklarından hem dil lezzeti alıyoruz hem de bu yazarlar edebiyatın alanını genişletiyor.
Aysun Kara

Hiç araç olur mu dil, amaçtır hem de öyle bir amaçtır ki, yaşama amacıdır.
Mehmet Fırat Pürselim

Dil; tarif eden, betimleyen, gösteren ve böylelikle anlamı, anlam katmanlarını, bir metin içerisinde yoğuran ana etkense -ki bence öyle- o zaman baştan söyleyelim evet, edebiyat için "dil" bir amaçtır. Durağan değil, dinamiktir. Bu yapısıyla da bu "amaç"a ulaşmak pek de kolay değildir. Bulunmaya çalışılan Kaf Dağı'dır.
Dil, edebiyatta amaç'tan araç'a döndüğü anda sığlaşır.
Murat Darılmaz

Dili düşünsel olarak gelişebilmenin, kendini ifade edebilmenin, yaşamı sürdürebilmenin gündelik aracı olarak görüyorum. Edebiyat içinden baktığımda ise bundan fazlası olduğunu deneyimliyorum.
Bir heykeltraşın, malzemesine dokunduğunda onun içinde form almayı bekleyen heykeli amaçlaması gibi, ben de, yazıya durduğumda, arzuladığım metin olarak belirecek dili amaçlıyorum. 'Nasıl bir dil bu ve ne demek dili amaçlamak?' diye soracak olursanız...
Benim deneyimlerimi, kavrayışımı, bakış açımı kısacası beni diğerlerinden ayıran "biricik" varlığımı serimleyecek olanı arayarak, dile katışıp dille karışarak dil içinden çıkardığım, bana has dil demek. Dili amaçlamaksa, dili araçsallığından öte bir şeye evirmek üzere dili benim kılmak arzusu duyarak çalışmak demek! Bence yazmanın asıl hazzı da, dili amaçlama şeklinde özetlediğim bu işçilikle ilgili.
Reyhan Yıldırım

Dil iletişimde bir araçken, çoğul katmanları ve olanaklarıyla, yazın alanında yaratıcılığın amacı olabilmektedir. "Ne içerik, ne dışarık. Ne biçim, ne içim. Yalnızca yapıtın kendisi. Yapıtın oluştuğu ve konuştuğu dil," demiş Ferit Edgü.
Suzan Bilgen Özgün

Dil benim için kesinlikle araçtır. Bir olayın, bir sahnenin, bir karakterin, bir duygunun, bir akışın birleşip vücuda gelmesinden sonra bedeni saran tenidir. Diğer tüm duyulardan ayrılıp müstakilleşmesine şimdiye kadar şahit olmadım. (Kendi adıma) Bundan sonra da olacağını düşünmüyorum.
Türker Ayyıldız

Dilin ne için bir araç ya da amaç olduğu önemli. Dil, iletişim ya da kültürlenme için bir araçken, kendisi için bir amaçtır. Anlatmak için bir araç/amaç olup olmadığı Poetika'dan beri hemen hemen aynı: Anlatının amacı öykü (içerik), aracı söylemdir (biçim). Söylem bence her zaman öyküden daha önemlidir çünkü amaç dediğimiz şey, bir son fikrini nedensellik ve anlam fikirleriyle birlikte içerir. Oysa yaşamda olduğu gibi edebiyatta da son diye bir şey yoktur. Dil, kitap gibi, bir süreçtir ve Mallarme, "Bir kitap ne başlar, ne de biter; olsa olsa öyle görünür," der.   
Zeynep Sönmez

İlhan Berk'in dil üzerine yazdığı bir alıntıyla bitirelim.
Valery'nin, iş birinci mısrayı bulmaktır, arkası gelir, sözünü yeni yeni anlıyorum. Ben bu sözde, esini anlardım bir. Esin buraya kadar gerekli demek istiyor diye düşünürdüm. Valery belki gene de bunu diyordur, ama ben o sözden bunu anlamıyorum artık. İlk mısraı bulmak sözünden, ben dili bulmayı anlıyorum. Onun için de, her şiir bir dili bulmaktır, diyorum. Buna inandığım kadar hiçbir şeye inanmıyorum. Bir şiiri, ikinci, üçüncü yani başka şiirler yapan, dildir diyorum. Bu dil bulunmamışsa onlar ayrı ayrı şiirler değildir, bir tekrardır o kadar. Dil de, gerçekten, ilk mısrada beliriveriyor. Artık şiirin bütününde süren odur, onun için de arkası kolay geliveriyor. Bir şiir, bunun için, her şeyden önce bir deyiş biçim. Bir şiiri, konusundan önce bu ayırır bence. Ona ayrı bir şiir dedirten odur, ama bir odur.



2 Haziran 2016 Perşembe

YAZMAK ÜSTÜNE*


1 Şubat 1968 Ankara
Ne zaman yazarım? Çoğu sabahleyin. Sonra nerde kaldımsa sürdürmeye çalışırım. Sürdürebilirsem. Başladığım şiiri hemen bitirmek isterim. Ama ne yazık ki, çabuk bitiremem. Yılda 3-4 şiir ancak çıkar elimden. İki yıldır da aynı konuyu iki üç kez yazdığım oldu. İki yıldır Karadeniz üstüne yazmak istediğim şiir bir türlü bitmedi. Kısaca, kolay yazamam. Bir şiir için, bir sonnet örnekse, 20-30 kâğıt harcarım. Her yazdığım satırı makinede görmedikçe tadına varamam. Zaten mısra mısra kurarım şiiri. Ölçülü yazdığım zaman eni konu terlerim. Uyak, hece sıkar çünkü beni. Ama ölçülü şiir de başka türlü yazılmadığı için, uyarım ister istemez.
En çok, son yazdığım şiirler terletmiştir beni. (Nigâri, Anka, Orhan, Duru, Hamsi). Nedeni de hiç alışmadığım bir biçimde yazmamdır, sanırım. İki yılda yazdım bu dört şiiri. Bir şiir yazamazsam, daha doğrusu yazdığımı beğenmezsem, saklamam. Uğraştırır çünkü beni, yakarım.
Eskiden benim konularım, özgürlük, aşk, mutluluk baskıya karşı koyma ve Anadolu'ydu. Sonra bunların yerini salt aşk aldı. Çivi yazısı, Otağ'da Aşk'a yalnızlık da karıştı. Çivi yazısı, Otağ hemen hemen tarihlerden çıkmıştır. Şimdilerde konularım somut nesneler. Hamsi'yi yazmak için yüzlerce hamsi üzerine yazı okumam gerekti. Bir yüz kadar da hamsi resmi yaptım. Haftalarca hamsiler, bir tabakta, orada, masanın üstünde durdular. Bir aya yakın bir zaman ev balık koktu.
Hamsi 'nin en az 30 kopyası var. Anka şiiri de bir yıldan fazla zamanımı aldı. Yırtıp yırtıp attım. Bir altı ay kadar önce bir sabah uyandığımda "bitti" dedim.
Bir süre başladığım zaman sonunu getirmedikçe, sinirliyimdir.Her şey beni sıkar, kavga ararım. Şiiri bitirince de en çok iki üç gün dinlenirim, bir yenisine başlarım. Zaten hiç yazacağım bitti demedim kendi kendime. Şimdilerde bütün yeryüzündeki canlıları, cansızları yazmak istiyorum. Dünyaya yeni gelinmiş gibi her şeyi var etmek istiyorum.
Yazarken okuru düşündüğümü hiç mi hiç sanmıyorum. Beni oldum bittim yazacağım şiir düşündürmüştür. Bence şiir, istediğim biçimi alınca, iş biter.
Gerisi beni ilgilendirmez. Ama çıkan şiirlerin okuyanlarda uyandırdığı etkiyi merak ederim. Gördüklerime sorarım.
Kimi zaman kendimi salt şiire bırakırım. Şiirin çizdiği çizgiyi sürdürürüm. Bu, yazmak eyleminin kendisini sevme olayıdır. Konuyu bir yana atarak, şiirin götürdüğü yere gitmek. Anlamdı, anlamsızlıktı hiçbir şey düşünmemek. Salt yazma tadı. Beni zaten çoğu zaman da bu ilgilendirmiştir. Şimdilerde buna daha da bağlıyım diyebilirim. Yazmak, hiçbir neden, amaç, tür düşünmeden. Yazmak için yazmak.
Çoğun kurşun kalem kullanıyorum. Mürekkebe oldum bittim ısınamadım. Kâğıtlara bayılırım. Belli bir boyu, rengi olmayan kâğıda şiirimi yazıp gönderemem. Makinede çok kâğıt harcarım. Ama gereğince temiz yazarım yine de.
Hiç kimsenin önünde yazamam, düşünemem. Büyük bir yalnızlık işidir benim için yazmak. Bir şiiri bitirince çarşılara giderim. Özellikle de pazarları dolaşırım. Herhalde konuşmak isterim.
Şiirlerimde düşünmediğim anlamlar bulanlara bayılırım. Büyür şiir gözümde.
İlhan Berk

*El Yazılarına Vuruyor Güneş
Yaşantı
YKY

1 Haziran 2016 Çarşamba

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (24)


BİRİ YAZMAKTAN MI SÖZ ETTİ?


                                           
Yazarlık düşlerim beni yağmurlu bir Ceyhan sabahına götürüp bırakır. O malum sabah gözlerimi açtığımda “Ben yazar olacağım,” diye mırıldandığımı şu an bile çok iyi anımsıyorum. Sadece yazar değil gazeteci de olacaktım ve adımın altında gazeteci yazar yazacaktı. Bu kararımın kaynağı babamın kitaplığından aşırıp okuduğum Charles Dickens’ın Büyük Umutlar romanıydı. Kitabın etkisinden uzunca bir süre çıkamadığımı, sonrasında da okuduğum her kitapta onun izini sürdüğümü tatlı bir gülümsemeyle anımsıyorum şimdi. Gazeteci olma hevesimse Uğur Mumcu’dan geliyordu. Babam Uğur Mumcu’nun kitaplarını okurdu. Tartışma programlarını da hiç kaçırmazdı.

Gerçekten çok şanslı bir çocuktum. Eğitimli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştim. Anneannem Köy Enstitülü bir öğretmendi. Altı çocuğunu da üniversitelerde okutup meslek sahibi yapmış, tuttuğunu koparan bir kadındı anneannem. Hayata karşı direnişi o kadar güçlüydü ki onun bu gücünü şimdi bile içimde hissedebiliyorum. Aydın, ileri görüşlü, öğreten, eğiten, çevresindeki her şeye olumlu bir dokunuş yapabilen bir kadındı. Annem bazı günler kardeşimle beni anneanneme bırakır ve okula giderdi. O günlerde anneannemin dizinin dibinde oturur her anlattığını büyük bir ilgiyle dinlerdim. Öğleden sonraları gazete okuma saatiydi. Yakın gözlüğünü burnunun üstüne takar bütün dikkatini okuduğu habere vererek dünyayla ilişkisini keserdi. Yattığım yerden sürekli onu incelerdim. Bilge bir kadındı ve oldukça disiplinliydi. Haber dinlemenin, gazete okumanın, insanlığa faydalı olmanın erdemini onun içime attığı tohumlarla yeşerttim diyebilirim. Babaannemse ilkokul mezunuydu. Onda kaldığımız zamanlarda anılarını anlattırıp dinlemeyi çok severdim. En çok da dedemle nasıl tanışıp evlendiklerini anlattırır sürekli sorular sorardım. Çok sevecen ve iyi niyetliydi. Masum ve sevgi doluydu. Adile Naşit’e benzetirdim onu. Annemse bulmaca çözen ve çok kitap okuyan bir kadındı. Bütün bir öğleden sonrasını kitap okuyarak geçirirdi.  İşte üç ev arasında geçen çocukluğum, üç kadının “annem, anneannem, babaannem” doğrularını özümsemekle geçti kısaca. Sonra şunu fark ettim: Sadece okumalıydım. Bilgili olmalı ve ne olursa olsun sevgiden ödün vermemeliydim.  Bu nedenle çocukça bir hevesle gazeteci yazar olmaya karar verdim. O günden sonra deli gibi kitap okumaya başladım desem yeridir. Henri Charrière’nin Kelebek romanını iki gecede okuduğumu anımsıyorum. Sonra ne bulduysam okudum. Sünger gibi bütün kitapları okuyup içimde hapsetmek istiyordum. Her okuduğum kitap yeni bir şey öğretiyordu bana.  Bir gün babamın kitaplığındaki bir kitaba  elim gidip geldi. Adından dolayı elime alıp okumaya cesaret edemediğim kitabın adı “İşkence”ydi. Bir gece yatağımdan süzülüp, kitaplığın kapalı bölmesini açıp Desmond Bagley’in İşkence romanını alıp büyük bir korku ve heyecanla okumaya başladığımda bir kitabın adının ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Her kitap bilgime bilgi kattı. Sadece tek tür üzerine değil; tarih, coğrafya üzerinde de okumalarımı geliştirdim diyebilirim. Şimdi geriye dönüp baktığımda çok şanslı olduğumu yineliyorum kendime.  Annemin ve babamın çok zengin bir kütüphanesi olması istediğim kitaba istediğim an ulaşmamı sağladı. Gerçi 80 İhtilali döneminde babamın birçok kitabını babaannem çamaşır yıkarken yakmıştı, en değerli (tabii sakıncalı da) kitapları yok olmuştu ama kalanı bile benim için büyük bir hazineydi.

Çocukken kardeşimle ranzada yatardık. O üste yatardı, ben de altta. Üst ranzanın izin verdiği ölçüde loş ışık altında saatlerce kitap okurdum. Sonra genç kızlık dönemim girdi devreye. İlgi alanlarım elbette ki değişti. Yazlıkçı olmaya başlayınca da deniz, kumsal ve arkadaş üçgeni içerisinde aklım bir karış havada geçip gitmeye başladı günler. Yine de Adana’nın sarı sıcak ikindilerinde, okey taşı sesleri arasında, kitaplarımı okumaya devam ettim. Şimdi düşününce yazar olmak istememe rağmen o döneme kadar adam akıllı bir şey yazmamıştım. Duygularımı anlattığım üç beş deneme dışında hiçbir şey yoktu gerçekten ortada. Lisenin ilk yılından sonra okulumuza atanan yeni edebiyat öğretmenim bu anlamda bana ilk dokunuşu yaptı o zamanlar. Sınıfa gelip herkese “İleride ne olmak istediğin” sorduğunda arkadaşlarım doktor, hemşire, öğretmen, polis olmak istediklerini söylediklerine ben çekinerek gazeteci yazar olacağım dediğim anda benimle özel ilgilenmeye başlamıştı. Okuduğu kitapları bana ulaştırdı. Şeker Portakalı’nı o yıl, onun sayesinde okumuştum. Kompozisyon derslerinden birinde Yeliz Uğurlu (umarım bir yerlerde bu yazımı okuyordur) bir defter edinmem gerektiğini ve düzenli olarak yazmamı tembihledi.  Böylece annemin verdiği gri kaplı, çizgisiz deftere ilk öykülerimi yazmaya başladım.  Hatırlıyorum da yanlış yazdığım bir sürü sözcüğe ve onca yaptığım anlatım bozukluğuna rağmen beni hep destekledi sevgili öğretmenim. Edebiyat dergilerini takip etmem gerektiğini ve sürekli yazmamın önemini ondan öğrendim. Ders çalışma bahanesiyle kapandığım odamda o defterime nice öyküler yazdım. O defter hâlâ kitaplığımın en üst rafında, gizli bir mabet gibi tekrar dokunacağım günü bekliyor şimdi.

Sınav sistemindeki değişiklikler nedeniyle gazetecilik bölümü yerine şimdi severek yaptığım Türkçe öğretmenliğini okudum. Birçok kişiliğin elimin altından geçmesinin yazarlık ruhumu daha çok beslediği inancındayım. Tanışmadığım yazarlarla ve onların eserleriyle  üniversite yıllarında haşır neşir oldum.  Akdeniz’in capcanlı, ışıl ışıl havasından Karadeniz’in yağmurlu, puslu ve değişken havasına geçiş yapmak, farklı kültürleri tanımak kalemime güç katmıştır mutlaka.  

İlk öyküm Hayal dergisinde yayımlandı. Sonra birçok dergide öykülerim ve yazılarım yayımlandı. Ardından peş peşe gelen Güvercinler Zamanı ve Kadın Olsaydınız Anlar mıydınız? adlı kitaplarım Alakarga Yayınlarından çıktı. Geçen yıl arkadaşlarımla Edebiyat Nöbeti dergisini çıkartmaya başlayınca meselenin sadece yazmak olmadığını daha iyi anladım. Edebiyat dergileri bu işin mutfağıydı. Bu bir yıl içerisinde Edebiyat Nöbeti’nin bana çok şey kattığı düşüncesindeyim. Birçok öykü ve yazı geçiyor elimden.  Onlarla yeniden, tekrar tekrar öğreniyorum her şeyi. Şimdi başa dönersem eğer hayalimi daha gerçekleştirebildiğimi sanmıyorum. Soranlara hala öğretmenim diyorum. Şu an bu satırları yazarken bile yazar diyemiyorum kendime. Daha uzun bir yol var önümde.  Hâlâ öğreniyorum yazmayı. Yaşanacak koca bir hayat, okunacak nice kitap ve oturup yazılacak nice öykü var. İne çıka ilerliyorum bu yolda. Tek bildiğim okumadan, yaşamadan, hissetmeden yazılamayacağı. Hem hayatı ıskalamamaya hem de oturup yazmaya yoğunlaşmaya çalışıyorum. Zaman denilen öğütücüden sağ salim geçebilecek miyim bilmiyorum.

Zaman deyince ülkemizin son on yılda yaşadıklarına dönüp bakacak olursak baskıcı rejimin izlerini her alanda üzerimizde hissediyoruz. İkiye ayrılan bir toplum, şiddet, taciz, tecavüz ve baskı olarak en çok kadınlar üzerinde etkisini gösteriyor. Erk sistemi içerinde dişliler en çok kadını öğütmeye hazırlanıyor. Siyasi iniş çıkışlar, baskıcı ortam ve kısıtlanan, yaftalanan insanlar edebiyat sayesinde gelecek kuşaklara aktarılacak. İşte ben bunun bilinciyle yazıyorum.  Kadın olarak her alanda kendimizi göstermemiz gerektiğine inanıyorum. Özgür bireylerin,  ortak bilinçle hareket etmesi en önemli nokta. Hayat devam ediyor ve direniş içimizde.

Biri yazmaktan mı söz etmişti?

 Semrin ŞAHİN