26 Ağustos 2015 Çarşamba

YAZAR KABIZLIĞI


Yazar tıkanıklığı, yazarların veya yazmak isteyenlerin korkulu rüyası

Yazar tıkanıklığı deyince aklıma hemen, özür dileyerek, yazar kabızlığı geliyor. Şu nedenle ki kabızlık ya hareketsizlikten ya uygun olmayan sağlıksız gıdaların tüketilmesinden dolayı oluşur. Çoğu kez de alışık olduğumuz zaman diliminde tuvalete gitmeyi ihmal ettiğimizde, hele ki birkaç kere üst üste tekrarlanırsa, bünyede şişkinlik ve rahatsızlık yapar.

Kabız olmamak için neler yapmamız gerekiyorsa, yazabilmek için de aynı şeyleri yapmalıyız.

1.  Oku, oku, oku! Bünyeye iyi gelecek “iyi okumalar” yap! Unutma, bünyene ne alırsan, dışarı onu verirsin!

2.   Aynı yerde saatlerce hareketsiz kalma. Dışarı çık, yürü, koş, bisiklete bin, hareket et ki dolaşım sistemin çalışsın beynine süper fikirler hücum etsin.

3.   Her gün yaz! Bünye yazmaya alışırsa, yazmadan duramaz.

4.  Yeni bir öykü, roman veya projeyi tamamlamışsan yazmak istemeyebilirsin. Fikirlerini, kaynaklarını tüketmiş olabilirsin. O zaman yazmaya bir süre ara ver. Tüm gün aylaklık et, film seyret, alışveriş yap, müze gez, oku ama sakın kendini yazmaya zorlama!

5.   Aynı anda birkaç öykü veya farklı tür yazmak iyidir. Öykü yazarken tıkanırsan, üzerinde çalıştığın köşe/blog  yazısına veya romana devam edebilirsin. Farklı yazı türleri birbirlerini tetikler.

Yazacak hiçbir şey bulamıyorum diyorsan…  

Diyalog avcısı:

Bir defteri yalnızca diyaloglara ayır. Kafeler, çocuk parkları, alışveriş merkezleri, metro, metrobüs, vapur ideal yerler. Hele ki herkes cep telefonuyla bangır bangır konuşurken. Diyalogları aklında tutabilir, deftere not alabilir veya kayıt yapabilirsin. Aman sakın çaktırma, başın belaya girer!

5 Duyu:

Herhangi bir mekân çalışması için uygulayabilirsin. Tat, koku, his, duyma, görme. Görme, her yazarın kolaylıkla kullandığı duyu. Gördüğünü yazıyorsun, tamam. Diğerlerini de ihmal etme. Her duyu için kelimeler veya kısa açıklamalar yaz.

Tat: kurabiye, kahve, krema, tarçın, süt, parfüm, deri, kavrulmuş kahve, eski kumaş…

Listeleme:

Günlük hayatımızda çokça liste yapıyoruz… Alışveriş, davet, yapılacaklar, gezi, hediye listeleri.  Bunu yazmak istediğin şeyler için de yapabilirsin. İster öykü olsun, ister bir fikir… Bir mekân, bir karakter…
Ayşe: kısa, tombul, sivilceli, 35, kaşları alnında bitişik, al yanaklı, topukları pembe, bakire…

Karakterle zaman geçirmek:

Karakterinle alışverişe çıkmak veya bir kafeye gitmek sana onun hakkında bilmediğin detayları gösterecektir. Kahvesini nasıl içer, hangi dükkânlardan alışveriş yapar. Neler giyer, neler yer vs… Karakterini koluna tak ve gezdir!

Buzdolabı alıştırması:

Birinin buzdolabının içini detaylı yazmayı dene. Kapı gözlerinde, buzlukta, raflarda neler var? Bu yiyecekler nasıl kaplarda duruyor? Plastik kap mı, jelâtinde mi, gazete kâğıdına mı sarılı maydanozlar? Yumurtalıkta oje mi var? Bu bize o kişilerin beslenme alışkanlıklarını, hayata bakışlarını, ekonomik durumlarını ve diğer her türlü detayı verir.

Sözlük alıştırması:


Sözlükten, bakmadan, parmağını koyarak rastgele üç kelime seç. Bunları boş bir sayfanın başına yaz. Kronometreyi 15 dakikaya ayarla. Elini kaldırmadan kendini yazının akışına,
bilinçaltına bırak.  Bu kelimeleri birbirleriyle ilişkilendirerek yazmaya çalış. Geri dönüp yazdıklarını okuduğunda sende kalan his nedir? Bu his üzerine yazmaya devam edebilirsin.
Cümle kutusu:

Okuduğun, duyduğun veya senin aklına gelen cümleleri, beğendiğin fikirleri küçük kartonlara yaz, bir kutuda biriktir. Tıkandığın anlarda bunlara başvurabilirsin. Virginia Woolf, Tezer Özlü, Didem Madak, Melville, Camus, Hidayet, Dostoyevsky benim kartlarımda olanlardan bazıları…
Başka yazarların işine karışmak:
Sevdiğin kitaplardan/yazarlardan paragrafları bir kâğıda yazmaya başla ama aralarına kendi cümlelerini katarak genişleterek. Bakalım neler çıkacak?
Atıştırmalık başlangıçlar:
1.Kapıdan çıkan kim? Sırrı ne? Elinde ne var?
2.Elbise dolabının gerisinde Seyfi ne buldu? Niçin çok şaşırdı? Şimdi onunla ne yapacak?
3.Mualla’yı kim aldattı? Nerede? Şimdi Mualla ne yapacak?
4.Berfin niye kendini arabadan dışarı attı? Direksiyonda kim vardı? Berfin yoluna nasıl devam edecek?
Bunlar sonsuz yazı alıştırmalarından yalnızca bir kaçı.  Tek yapmamız gereken, abur cubur kitaplarla beslenmemek. Sonra ya tıkanırız ya da ortalığı saçma sapan şeylerle batırabiliriz. Yolunuz ve kaleminiz açık olsun.
Füsun Çetinel

21 Ağustos 2015 Cuma

Adı küçük kendi büyük bir tür, küçük hikâye

Haldun Taner 100 yaşında.
Kitap-lık dergisi son sayısında (sayı no 180 Temmuz-Ağustos 2015) Haldun Taner Öykü Ödülü almış yazarlar Behçet Çelik, Murat Gülsoy, Kerem Işık ve Neslihan Önderoğlu'nun katkılarıyla büyük ustayı anıyor.
Dergide 1983 tarihli bir de söyleşi yer alıyor. Yalıda Sabah'ın Sedat Simavi ödülü almasının ardından Ayça Aktan ile gerçekleştirilen "Küçük hikâyecilik, adı küçük kendi büyük bir türdür" başlıklı söyleşi yazmaya yeni başlayanlar için önemli tavsiyeler içeriyor. Söyleşiden önemli satır başlarını okumak için buyurun.

 
İyi bir hikâye için
Önce atmosfer ararım. Cenin nasıl  dünyaya bir plasenta içinde gelirse, her iyi hikâye de öyle, kendine özgü bir atmosfer içinde doğar. Bence en önemlisi budur. Kahramanlar, olaylar kendiliğinden gelir.
İkinci olarak, içtenlik, heyecan, sıcaklık ararım. Yapaya tahammülüm yoktur. Manirizm, cambazlık, fazla ustalık, soyuta fazla kayış hevesi, keyfimi kaçırır.
Sonra açık seçiklik ararım. Kulağını tersi ile göstermek bence acemiliktir. Açık seçiklik, sadelik yazarın birinci nezaket borcudur. Kafasına ve kalemine çekidüzen vermeden okuyucunun önüne çıkan yazarı saygısız ve şımarık bulurum. İyi bir hikâye soyutla somutun, gerçekle şiirin mutlu bir bileşimi olmalıdır, içten olmalıdır. Yazanın yüreğinin sıcaklığını taşırmalıdır. Hikâye, yoğun bir yaşam tecrübesinin kâğıda yansımasıdır.
Üslup üzerine
Hikâyenin kendi havası yani atmosferi içinde yüzdüğü özel aurası belirliyor üslubumu. Ben sadece ona uyuyorum, aracısı oluyorum. Mesela, "Sonsuza Kalmak" hikâyesinde inadına banal, düzayak, ayrıntısız bir anlatı seçişimin sebebi basit. Bunu Sunuhi Bey değil de Ekrem Akurgal gibi bir arkeolog anlatsa hikâye bambaşka bir hava ve boyut alırdı. Kısacası sebebi, anlatanın kalıbına uymak kaygısı. Aynı isim altında bambaşka üslupla yazılmış bir hikâyem daha var.
Romana geç(mey)iş
Hikâyeyi daha zor, daha mükemmel bir tür saydığımdan. Bugün de aynı kanıdayım. Romanda yayılabilirsiniz. Hikâyede her şeyi derli toplu bir yoğunlukta yansıtmak zorundasınız. Derinliğine gelince, hikâye de roman kadar derin olabilir. Kısalığı, az sayfada, az kişi ve olayla yetinişi hayatı yoğun olarak yansıtma hususunda onun boyutunu asla azaltmaz. Tam tersine bazen çoğaltır. Roman orkestra ise hikâye oda müziğidir. Ben yaylı sazlar quartetini müziğin tacı sayanlardanım. En yadırgadığım laflardan biri de, bazı eleştirmenlerin hikâyeciler için kullandıkları, "Artık hikâye ona dar gelmeye başladı, romana geçti" gibi yargılardır. Sanki hikâye romanın basamağı imiş, onda olgunlaşınca romancı olunurmuş gibi. Romanlarını ve romanlarının zengin tarihi arka fonunu takdir ettiğim bir yazarımız, "On kere hikâyeyi denedim, yazamadım. Yazdıklarım hikâye olmadı. Hep roman özetleri oldu" demişti. Bu arkadaş hikâyenin bambaşka bir yaklaşım ve turnür gerektirdiğini, aslında zor bir tür olduğunu kimi eleştirmenlerden daha iyi kavramıştı.
Telif meselesi
İlk hikâyem için Sedat Simavi Bey'den aldığım telif ücreti 5 lira idi. Ama bu 5 liranın o zaman bendeki sevinci milyona değerdi. Daha sonra telif ücretim 10 liraya çıktı. Cumhuriyet'te yazdığım hikâyelere 15 lira alırdım. Varlık ve Yücel'de yazdığımız hikâyelere telif almazdık. Yaşar Nabi Bey'den kitap başına telif ücreti olarak 370 lira alışım bir rekor sayılıyordu. Yıllar sonra Merian dergisine yazdığım hikâyelere 500 mark alırdım. Geçen yıl Die Zeit'ın bastığı "Şeytan Tüyü" adlı hikâyem ise ömrümde aldığım en yüksek hikâye telif ücretidir. 1100 DM, yani 110.00 TL. Ama dedim ya, hikâyeden telif ücreti almasam da yine hikâye yazarım.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

GOMŞU

Kıbrıs ve Filistin'de bir âdet vardır, telefon ve yazıyla haberleşme imkânı olmayan, çok eski günlerden kalan...
Bir evi ziyarete giden kadın, komşusunu evde bulamazsa, bahçeden bir çiçek kopartır ve kapıya iliştirir. Ev sahibi geri döndüğünde yokluğunda bir misafirinin geldiğini anlar böylece. Koparılan çiçeğin türü, kapıya konma şekli misafirin kimliğine dair ipuçları da içerir çoğu zaman.
Kıbrıslı iki genç yönetmen Sholeh Zahraei ve Kamil Saldun, bu âdeti, Gomşu isimli kısa filmlerine taşımışlar.
Gomşu, Mağusa Maraş bölgesinin halka açık bölümünde terk edilmiş bir evde çekilmiştir. Film çekimi için bulunan mekân hiçbir değişikliğe uğramadan kullanılmıştır.
Kısa filmi aşağıdaki bağlantıdan izleyebilirsiniz.
 


Senaryo: Sholeh Zahraei, Kamil Saldun
Yapımcı: Sholeh Zahraei, Kamil Saldun
Yönetmen: Sholeh Zahraei, Kamil Saldun
Müzik:  Sanina Yannatou
Ödüller:
1. Yeşil Barış Hareketi Kısa Film Birincilik Ödülü 2013
18. Boston Türk Festivali, Belgesel ve Kısa Film Yarışması, Finalist ve Gösterim 2013
1. Altın Ada Uluslar arası Film Festivali, Gösterim 2014

 



14 Ağustos 2015 Cuma

GÜLAYŞE KOÇAK'TAN YAZMA EGZERSİZLERİ

 
1)İlham sıkıntısı çekiyorsanız: Başka yazarlara ait, değişik hikâyelerin ilk cümlelerini kâğıt parçacıklarına yazın - hatta yakınlarınızdan rica edin, bu "sandığa" katkıda bulunsunlar. Kâğıt parçacıkları, katlı halde dursun. Aradan belli zaman geçip de siz cümlelerin hangi hikâyeye ait olduğunu unuttuktan sonra, ilham darlığı çektiğinizde, başlangıç cümlesi olarak bu cümlelere rastgele başvurabilirsiniz.
2)Yazma becerilerinizi aşağılıyor musunuz? "Neden asla yazar olamayacağınıza" dair bir yazı yazın. (Örneğin içinizdeki daimi eleştirmen, sansür heyeti, "köstekleyici arkadaş," vs.). (Bu, çok göz açıcı bir çalışma olabilir: Pek çok kez, içimizdekinin bir "eleştirmen" olduğunun bilincinde olmayabiliriz.)
Ve sıra savunmada, yani "yazar"da! Şimdi savunmanızı yapın! Kim bilir, "eleştirmen"in haklı olduğu konular da vardır belki... Kurcalayın!
3)Külkedisi masalını, hain ablaların bakış açısından yeniden yazın.
4)Sevdiğiniz bir hikâyenin/masalın kahramanının cinsiyetini değiştirip hikâyeyi/masalı yeniden yazın.
5)Bir çocukluk anınızı, "Bir varmış bir yokmuş, bir küçük kız (veya iki kız kardeş veya bir oğlan vs) varmış diye başlayan bir cümleyle masallaştırın.
6)Kurt'un bakış açısıyla Kırmızı Başlıklı Kız!
(Bu bakış açısıyla yazılmış Kim Korkar Kırmızı Başlıklı Kızdan?kitabına göz atmak isterseniz http://bikipak.blogspot.com.tr/2014/03/kim-korkar-kirmizi-baslikli-kizdan.html 
7)Bir sabah uyanıyorsunuz, banyoya gidiyorsunuz, aynaya bakıyorsunuz; aynadaki görüntünüz, 1-2 saniye sonra tekrarlıyor hareketlerinizi...
8)Kalabalık bir mekânda (örneğin yemekhane veya bir kafe veya otobüs) etrafınızda duyduğunuz sohbet kırıntılarını dinleyin. İnsanlar hangi kelimeleri kullanıyorlar, nasıl konuşuyorlar... Sonra, yarım kalmış sohbetlerini bitirmeyi deneyin. Stilinizi onların konuşma stiline uydurmaya çalışarak diyaloğun devamını yazmayı deneyin.
9)Diyelim ki 60 yıl sonra vefat ettiniz. Arkanızdan yayımlanmış bir ölüm ilanı yazın.
10)Bir gömlek hakkında, a)hüzünlü b)öfkeli, c)kıskanç, d)neşeli bakış açısıyla yazın.
 

 
 
Daha fazla yazma egzersizi önerisi için Gülayşe Koçak'ın kesinlikle çok daha iyi bir baskıyı hak eden Yaratıcı Yazma Hazzı kitabını alın. Koçak, dokuz yıllık Yaratıcı Yazma eğitmenliği sırasındaki gözlemlerini akıcı bir dille anlatıyor, yaratıcı metinler üretebilmek için önerilerini aktarıyor.

10 Ağustos 2015 Pazartesi

MEMLEKETTEN HABER

 
Sabahattin Ali, Konya'da Almanca öğretmenidir. Bir dost meclisinde kendi yazdığı şiiri okur. Memlekettten Haber 6-5 hece ölçüsüyle yazılmış bir taşlamadır.
 
Memleketten Haber
Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?
 
Asarlar mı hâlâ Hakka tapanı?
Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
 
Cümlesi belî der enelhak dese
Hâlâ taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur? 
 
6-7 ay sonra Gazi'ye hakaret ettiği gerekçesiyle yargılanır. Şiirde Atatürk'ün adı geçmemektedir. Savunmada şiirin Sivas'taki bir Bektaşi ayaklanması dolayısıyla yazıldığı belirtilir ancak Cumhurbaşkanı'na ima yoluyla hakaretten bir yıl hüküm giyer. (26 Aralık 1932) Temyize gider, cezası 14 aya çıkar.
Konya ve Sinop hapishanelerinde yatar. Cumhuriyetin onuncu yılı dolayısıyla çıkarılan afla dışarı çıkar. İşsizdir. Memurluk kaydı silinmiştir. Yeniden memur olabilmek için dilekçeyle başvurur. Eski düşüncelerini değiştirdiğini kanıtlaması gerektiği duyurulur. Bir şiir yazar, Benim Aşkım. Şiir 15 Ocak 1934'te Varlık dergisinin 7. sayısında yayımlanır. Sabahattin Ali yeniden göreve atanır.
 
Benim Aşkım
Bir kalemin ucundan hislerimiz akınca
Bir ince yol onları sıkıyor, daraltıyor;
Beni anlayamazsan gözlerime bakınca
Göğsümü parçala bak kalbim nasıl atıyor.
 
Daha pek doymamışken yaşamanın tadına
Gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına...
Gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına.
Senden başka her şeyi bir mangıra satıyor.
 
Sensin, kalbim değildir, böyle göğsümde vuran,
Sensin "Ülkü" adıyla beynimde dimdik duran.
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran;
Seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor.
 
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye?
Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya.
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi'ye.
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
 
 
 
 
 

8 Ağustos 2015 Cumartesi

MEVSİM KADAR SICAK ÖPÜCÜKLER

Gelibolu Savaşları'nın 100. yılı münasebetiyle Çanakkale pek çok sergi ve etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Bunlardan birisi de Burası Sakin Karşı Kıyıda Cephe Var isimli kartpostal sergisi idi. Şubat ayında Madam Keti Evi'nde düzenlenen sergiyi iki kez gezdim. İlkinde yanımda kâğıt, kalem ya da bir fotoğraf makinesi yoktu. İşten eve dönerken, öylesine girdim sergiye, meraktan, boşluktan en çok da haftanın altı günü işten koşar adım eve dönmenin sebep olduğu iç sıkıntısından, "kendime ait bir zaman dilimi ve yer" oluşturma ihtiyacından.  
 
Sergi, Gelibolu Cephesi'nde savaşan Fransız askerlerin dinlenme bölgesi olarak konuşlandıkları Bozcaada'dan Fransa'daki ailelerine gönderdikleri kartpostallardan oluşuyor. Bozcaada Yerel Tarih Müzesi kurucusu Hakan Gürüney'in yıllar içinde sahaflardan topladığı kartpostallar beni çok etkiledi. Evine ulaşamamış, bu topraklarda kalmış emanet cümleler. Sergiyi yeniden gezdiğim zaman hepsini tek tek kaydettim. Bir mektup öykü yazacaktım ve bu cümleleri içine yerleştirecektim. Sahipsiz kalmayacaklardı daha fazla, unutulmayacaklardı. En kısa sürede yazdığım öykü oldu, Mevsim Kadar Sıcak Öpücükler. Bir yapbozu tamamlar gibi metne yedirdim cümleleri. Sadece iki yerde çoğul olan yüklemi, metnin bütünlüğüne uyması açısından tekile çevirdim. Sarnıç Öykü'ye yolladım sonra. Neslihan Önderoğlu'ndan metnin yayımlanacaklar listesine alındığını haber aldığımda dünyalar benim oldu. İçim içime sığmadı. Hangi sayıda yer alabileceğini hesapladım. Temmuz, Eylül... Bozcaada'da okuma hayalleri kurdum. Ada vapurunda, belki Polente burnunda bir daha. Olmadı, Sarnıç Öykü kapandı.
Öyküm şimdi Parşömen Sanal Fanzin'de. İyi ki web fanzinler var. Daha çok okura, daha hızlı ve süresiz ulaşma imkânı tanıyor. Onur Çalı'ya teşekkürlerimle...
Öyküyü okumak isteyen şöyle buyursun.

4 Ağustos 2015 Salı

KÖPEK DÜZ YAZIDIR, KEDİ İSE ŞİİR

Yalnızlık zor, çocuklar için de...
Bana hemen bir kardeş doğur ya da kedi al, diyor kızım. Alacağım almasına da, mutfağın kapısı yok, tezgâha zıplayacak, yatakların üzerine yayılacak, tüyleri her yere dökülecek, cânım koltuklarımın döşemesini tırmalayacak... Yok, yok ne kedi ne bir başka çocuk... İs-te-mi-yo-rum! 
Hatta işi bu eve kedi gelirse'ye kadar götürmüşüm. Hiç anımsamıyorum. Hem sokaklardaki tüm kediler bizim. Dışarı çıktığımızda birkaç dakika başlarını okşayabilir, mangal artıklarıyla besleyebiliriz. Kapımıza dadanan, her gün beslediğimiz kedilerle ikna edebileceğimi düşünüyorum Deniz'i.
"Bu ikiz kediler senin. Her gün yemek veriyorsun onlara. Oynuyorsun."
"Benimse neden bizim evde kalmıyorlar?" diye soruyor. Ne yemek istersin diye konuyu değiştirmeye çalışıyorum. Deniz kızgın.
"Yeter artık. Hep ne yemek yapacağını bana soruyorsun. Çok yoruluyorum."

Bizim de bir kedimiz var.
Bayramın ilk günü. Dedenin vefatından yalnızca beş gün sonra. Babaannenin evine doğru yürüyoruz. Parkın içinden geçiyoruz. Kedi evinden boy boy kedi çıkıyor bir anda. En minikleri emme döneminde daha. Anneleri ölmüş. İçim gidiyor. "Hadi," diyorum Deniz'e "bir tanesini eve alalım." Bir koşu sepet alıyoruz evden. Sepeti yere koyup kedimizin bizi seçmesini bekliyoruz. Yalan! Deniz'in almak istediği kedi, en çirkinleri, başının üzerine süt dökülmüş olmalı, bir tutam tüyü sertleşmiş, keçe gibi. İstemiyorum onu, daha sevimlileri varken. Kız kedi istiyor Deniz. Kız mı erkek mi bilmiyoruz o anda ama Pati giriyor sepete (büyük boyları kovaladıktan sonra).


 
Hayatıma yeni bir "şey" girdiği anda gogıllıyorum, elimde değil. Kedi bakımını öğrendim az buçuk. Başlarda elimi sürmem dediğim kedi tuvaletini bile her gün ben temizler oldum. Kitap okurken kucağıma zıplamasını, avcumun içini emerek uyuklamasını seviyorum. Kedisi olan yazarların fotoğraflarına bakıyorum, kedilerle ilgili özlü sözlere... Bir Kedi Şiirleri Antolojisi buluyorum sonra. Sepete ekliyorum.
 
Kedi Şiirleri Antolojisi

Saime Akat'ın derlediği, Komşu Yayınevi'nden çıkan Kedi Şiirleri Antolojisi içinde kedi geçen dizeleri okurla buluşturuyor.
Bu antolojinin çıkış noktası Jean Burden'in sözü oldu. "Köpek düzyazıdır, kedi şiir." Böyle iddialı bir söz söylenmişken neden bir kedi şiirleri antolojisi yok diye merak ettik. Araştırmaya başlayınca gördük ki yüzyıllar boyunca kediler şiirlerin konusu olmuş ve hatta şairler başka temaları yazarken bile kediyi misafir etmişler şiirlerine. Biz yalnızca kediyi konu edinen şiirleri aldık antolojimize. Seçkimiz 1163 yılında doğan Sururi Osman Efendi'nin şiiriyle başlıyor ve 1989 doğumlu Emre Polat'ın şiiriyle bitiyor. Tam 99 şiir. (Tanıtım bülteninden)

 
 
Zamanı gelince,
Kediler
Evlerde hapis kediler
Yalnız nedir söyledikleri
Okşarsınız
Bir kenara çekilirler
Kıvrıldıkları köşede
Gene sizde gözleri
Yerinizden kalksanız
Peşinizden gelirler
Sizken tek sahipleri
Kalabalık isterler
Belki hepsi sizin gibi
Yalnız kediler
Behçet Necatigil
 

1 Ağustos 2015 Cumartesi

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (14)




Nasıl Yazar Oldum?
Sıkça karşılaştığım “yazmak hayatına nasıl girdi?” sorusuna uzun süre cevap veremedim. Çünkü “evet, bundan sonra yazacağım artık” dediğim bir an gelmiyordu aklıma. İhtişamlı bir aydınlanma ya da fiyakalı bir başlangıç ânı söz konusu değildi. Kendimi bildim bileli, varoluşumun doğal bir uzantısı olarak yazıyormuşum gibi geliyordu bana. Biraz öyleydi de aslında. Galiba yazı, hayatıma sonradan dahil olmayan, zaten hep içinde olan şeylerden biri. Çocukluğumdan, neredeyse okuma yazma öğrendiğim zamanlardan beri bir biçimde yazıyorum.
İşin doğrusu pek öyle neşe pınarı bir çocuk sayılmazdım. İçine kapanık, utangaç filandım biraz. Arkadaşlarımı okuduğum kitapların içinden seçerdim. Okumak yazmayı da beraberinde getirdi. Minik öyküler yazmak, oyun kurmak gibi bir şeydi benim için. Oyun arkadaşlarımı yaratıyordum bir nevi. Yani yazmak hep vardı. Dünyayı anlamak, anlatmak, içinde kendime yer bulmak, kendi yanıma koyabileceğim birilerine yer açmak için... Galiba bu tür sebeplerle yazdım hep.
 
 
 
HİÇ BİLİNMEYEN İLK KİTABIM: YARINI BEKLİYORUM

Hatta o yıllara dair çok kıymetli bir anımı da anlatayım. Dokuz yaşına geldiğimde yazdıklarımla bir sürü defter doldurmuştum. Bir gün amcam “hadi defterlerinden en sevdiğin yazıları seç de sana bir kitap yapalım” dedi. Sevinçten çıldırdım tabii. Hemen yazdıklarımı elden geçirdim, seçim yaptım, amcama verdim. O da sağ olsun onları daktiloya çekti, fotokopiyle çoğalttı, hatta evde kendi çabasıyla ciltledi, başına da çok tatlı bir önsöz yazıp, “al bakalım, ilk kitabın” diye bana verdi. Kitabın adı içindeki şiirlerden birinin de adı olan “Yarını bekliyorum.”
Bu bir şiir kitabıydı. Sonrasında şiir yazmaya devam ettim ama bir daha hiç şiirlerimi başkalarıyla paylaşacak cesareti gösteremedim. Amcam o kitaba yazdığı,
“Şiirimizde bir çok genç yetenek var kuşkusuz. Nermin de bu genç soluklardan, genç pınarlardan biri, ama henüz çok genç. İlkokul üçü yeni bitirdi. Dizeler evreniyle tanışıklığı okul öncesine uzanır. O zamanlar da çok şey duyumsayabildiğini, ancak yazıya dökemediğini söyler kendisi. Yazmayı öğrenmesiyle gerçek anlamda ozanlığı göstermeye başlar.”
diye başlayan dünyalar tatlısı önsözün sonunda (Aralarda şahsen tekrar edersem ayıp kaçacak övgüler olduğundan, oraları müsaadenizle geçtim) şöyle diyordu:
“Bu Nermin’in ilk çalışması. Bugüne değin, 1987-1989 arasında yazdığı şiirlerden derlendi. Ancak en az kitaba alınanlar kadarını da kendisi eledi. Bu şiir kitabını yenileri ve öykü kitapları ve kim bilir belki de romanları izleyecek. Nermin’e kendisindeki bu kaynağı iyi değerlendirmesi ve yeni çalışmaları için başarılar diliyorum. İleride Türk sanat evreninde önemli bir gündem oluşturacağını görür gibiyim şimdiden.

Yahya Yıldırım, 21 Temmuz 1989”

 ***

O bu satırları kaleme aldığında dokuz yaşındaydım, bugünse otuz beş yaşındayım. Açıkçası aradan geçen zamanda herhangi bir evrende mühim bir gündem oluşturmuş değilim. Öyle şeylerden korkarım da zaten. Velhasıl sevgili amcamın kehanetinin bu kısmı fos çıktı denebilir. Ama öyküleri, romanları ve zaman içinde gelecek diğer kitapları bildi. Çünkü o beni gören, içimdeki yazma arzusunu, ihtiyacını netlikle gören ilk kişiydi belki. Kitabın kapağında, yanında minnak bir köpekle birlikte emekleyerek merdiven tırmanan bir çocuk var. Açıkçası çok net anımsayamıyorum ama o resmi birlikte seçmiş olmalıyız. Fakat şimdi, bu yaşımda ve bu aklımla, amcamın tercihini neden o resimden yana kullandığını daha iyi anlayabiliyorum tabii.
Hâlâ amcama nasıl teşekkür edeceğimi bilemem. O hediyeyle bana bir hayal de armağan etmiş oldu galiba. Hatta bir hayat belki. Ya da içimde yeşermiş bir hayali anlamlı kıldı bir biçimde. Dokuz yaşında bir çocuğa verilebilecek en kıymetli hediyelerden biriydi o kitap! Bugün ona bakmak bana hem tebessüm ettiriyor, hem de garip bir biçimde içimi sızlatıyor. Mazi genel olarak bunu yapar zaten bize, değil mi?
O dönem bir arkadaşımın doğum günü olsa da gidip hediye olarak kendi kitabımı versem diye takvim kollardım. Havalı havalı imzalayıp verirdim kitapları. Yıllar sonra, gerçekten romanlarım basıldı, başka dillere çevrildi, şu oldu, bu oldu ama bir daha hiçbir zaman o ilk kitaptaki gibi fiyakalı hissetmedim kendimi. Hatta şimdi kitap imzalamak filan utandırır beni biraz, pek gönüllü olmam, istendiğinde ayıp bir iş yapıyormuş gibi gizli saklı imzalama eğilimi gösteririm. Bu işin hava civa kısmını çocukken halletmem iyi olmuş demek!

SONRASI
Neyse, sonra büyüdüm tabii. Yazmayı hiç bırakmadım ama. Kendi kendime romanlar yazıp duruyordum. Yayımlatmak için acelem yoktu. Bir gün nasılsa olacağını biliyordum çocukluğumdan beri, beni zaten yayımlatmak değil, yazmak kısmı ilgilendiriyordu. Ama işte sonra yayın macerası da başladı. Hatta yayımlanan ilk romanım Unutma Beni Apartmanı, o güne dek kendi kendime yazdığım romanların toplamıdır bir nevi. Çünkü romandaki ana karakter Süreyya bir hayalet yazar ve roman boyunca değişik romanlar yazıyor. Velhasıl biz Unutma Beni Apartmanı’nda hem ana romanı, hem de Süreyya’nın roman içinde yazdığı romanları okuyoruz. Çocukluğumdan diyemem ama ilk gençliğimden o güne dek yazdığım metinlerden kesitler okuyup duruyoruz yani aslında.
Sonrasında benim için değişen pek bir şey olmadı. Yazmaya devam ettim. Tek fark, yazdıklarımı artık yayınevime vermemdi.
Nasıl yazar oldun sorusuna, şöyle yazar oldum diye cevap veremiyorum. Yazar olmak nedir, ondan da emin değilim çünkü. Ama nasıl yazdın, niye yazdın derseniz, işte tam olarak böyle oldu. Bundan sonra niye yazacaksın derseniz, sanırım o da aşağı yukarı böyle olacak.
Okumak, yazmak olmasa, kitaplar olmasa yani, insan nereye kaçar? İyi ki kitaplar var. 
 
Nermin Yıldırım