24 Mart 2014 Pazartesi

FIRÇA, KALEM VE ZİHİN





“Virginia, uyudun mu?”
Yeni bir tür denemeliyim. Farklı bir tür. İnsan zihni gibi. Hızlı, değişken. İnsan zihni tek bir çizgi üzerinde ilerlemez. Neden romanlar tek bir çizgi üzerinde ilerlesin? Çağrışım. Evet, çağrışım. Anahtar kelime bu! Renkler, kokular, anılar, sesler onların çağrıştırdıkları eşliğinde ilerleyen hikâyeler...
 
 

22 Mart 2014 Cumartesi

KIRSALDA MASAL ARAMAK

Adamın biri bir balona binmiş. Uçarken sürüklenmiş ve bilmediği bir yere gelmiş. Balon yere yakın seyrederken aşağıda birini görmüş ve sormuş.
"Kayboldum. Nerede olduğumu söyler misiniz?"
"Yerden 10 metre yüksekte uçan bir balonun içinde, bu çayırın üzerindesiniz."
"Siz bir akademisyen olmalısınız!"
"Evet. Nereden bildiniz?"
"Söylediğiniz her şey doğru. Ama hiçbir işime yaramıyor."

Yazıya neden bu fıkrayla  başladığımı merak ediyor olmalısınız? Bugünlerde okumak ve yazmakla ilişkim çok bozuldu. Elim bir türlü varmıyor. Okuduğum, dinlediğim haberler  beni sadece ve sadece yalnızlaştırıyor. Kızıma utanmadan sarıldığım, kokladığım tek bir gün yok. Biz yaşıyoruz. O çocukça kaprislerini yapmaya devam ediyor. Bazen içten içe kızıyorum, ne kadar şanslı olduğunu bilmediği için... Yaşamak, nefes almak hiç bu kadar zor olmamıştı. İşten çıkıp eve doğru yürüyorum. İnsanlar, gülüyor, eğleniyor, yiyor, içiyor. Boş gözlerle bakıyorum. Nasıl olup da hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliyorlar? Ben günlerdir o güzel çocuklar için ağlarken onların adını dahi duymamış olan tanıdıklarımın yüzüne nasıl bakacağım? Asosyal değilim. Sadece normal olabilmek için çaba harcamaya gücüm yok. Bence kimsenin olmamalı. Şu günlerde hiçbirimiz normal olmamalıyız! Aklım almıyor, vicdanım kabul etmiyor. İçin için kanıyorum, yalnızlaşıyorum. Durmak istiyorum. Öylece durmak... Bu topraklarda ölen bütün çocuklar için sessizce yasımı tutmak istiyorum. Ve bu durumda iken yazamıyorum, okuyamıyorum. Ama haftada iki blog yazısı yazacağıma dair kendime sözüm var. Ayrıca bugüne kadar bütün masal söyleşileriyle ilgili bir not, işaret düşmüşüm bloğuma. Söyleşide aldığım notlara bakıyorum. Nafile...
Bu yüzden Ömer Gözükızıl'ın affına sığınarak bu akademisyen fıkrasıyla başladım sözlerime. Aşağıda aktaracağım söyleşi notlarının hepsi doğru ama işinize yaramayacaksa, tadı tuzu olmayan kelimelerin ardı sıra dizilmesinden ibaret olacaksa, onları bir akademisyenden dinlediğim içindir.
Aslında fıkra burada bitmiyor. Şöyle devam ediyor:

"Siz de işadamı olmalısınız!"
"Evet. Siz bunu nereden anladınız?"
"Birincisi kim olduğunuzu, nereden geldiğinizi, nereye gitmek istediğinizi, amacınızı bilmiyorum. Tamamen kaybolmuş durumdasınız. Buna rağmen size yardımcı olmamı bekliyorsunuz. İkincisi benimle karşılaşmadan önce hangi durum ve pozisyonda idiyseniz, şimdi de aynı yerdesiniz. Buna rağmen beni suçluyorsunuz."
İşadamı kelimesi yerine rahatlıkla beni koyabilirsiniz. Söyleşiyi aktaramayacaksam sadece kendimi kaybolmuş hissettiğim içindir. Ancak yine de bir nokta* koymak istiyorum, bakalım beni nereye götürecek?

Çanakkale'de Yaşamak, Kırsalda Masal Aramak

Çanakkale Kent Müzesi, ÇAYEK, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ortaklığıyla düzenlenen masal söyleşilerinin dördüncüsü 19 Mart 2014 tarihinde Çanakkale Kent Müzesi'nde gerçekleşti. "Çanakkale'de Yaşamak, Kırsalda Masal Aramak" başlıklı söyleşinin konuğu Halkbilimci Ömer Gözükızıl oldu.
Hacettepe Üniversitesi Türk Halkbilimi Bölümü mezunu Gözükızıl, 1988 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda Folklor Araştırmacısı unvanıyla kamu hizmetine başladı. Yurt içinde ve yurt dışında
(Azerbaycan ve Kazakistan) saha araştırmalarında bulundu. Masal Masal İçinde, Çanakkale Masal İçinde, Çanakkale Halk Kültürü 1-Halk Anlatıları ve Âşık Zülâlî'den  Âşık Zülâlî adında üç kitabı yayımlandı.


"Seke seke düştüm yola. Köyünüzde verdim mola. Masal derlerim masal. Bir masala bir kalıp sabun.
Var mı masal anlatacak? Hay dedim, hey dedim, masalcı geldi dedim. Bir masala bir kalıp sabun, gül kokulu lavanta kokulu sabun. Hay dedeler, hey dedeler! Eli öpülesi masal ustaları, masaldır çağrımın adı. Anlatmakla, dinlemekle çıkar tadı. Kim masal bilir de anlatmazsa, yesin onu Arap dadı."**
Bir kalıp sabun karşılığında heybenizde kaç masalla  ayrılabilirsiniz bir köyden? Masal derlemek  göründüğü kadar kolay bir iş midir? Yıllarını kırsalda masal derleyerek geçiren Halkbilimci Ömer Gözükızıl bakın bu konuda neler anlatıyor:
"Köylülerin gösterdiği ve yaşadığı farklıdır. Kentlilerden bilgiyi saklar, ona duymak istediğini anlatır, verir, adeta avutur. Aynı dili konuştuğunuzu görene kadar size tam anlamıyla açılmazlar. Etnik köken önemli değildir. Benzer yaşayışlar, çocukluğu aynı doğa şartlarında geçirmiş olmak yakınlık sağlar. Masal derlemek kolaylaşır. Anadolu masallarında cin, peri hikâyeleri çok yaygın değildir. Cin, peri anlatıları Anadolu'da 'hayvan'a çevrilmiştir. Eğer dinlediğiniz uzun, dört başı mamur bir masalsa büyük olasılıkla bu topraklardan değildir, basılı bir anlatıdır.
Maalesef günümüzde anlatılar kısalmıştır. Masalların başı, sonu atılmış, geriye sadece olay örgüsünü anlatan kısa epizotlar kalmıştır. Usta masalcılar anlatıya kendi hayatlarını monte edebilirler. Çan'ın Altıkulaç Köyünde bir Keloğlan masalı dinliyordum. Bildiğim Keloğlan masallarına göre en az üç paragraf uzadı. Keloğlan'ın sırma gibi saçları çıktı. Daha sonra kaynak kişi ile sohbet etmeye başladım. Ne iş yaptığını sordum. Çoban olduğunu, ot topladığını, topladığı otlarla karışım yaptığını, bu karışımın saçların çıkmasına yaradığını söyledi. Kendi hayatını masala monte etmişti. Usta masalcıyla amatör masalcının farkı budur. Amatör masalcı kendinden bir şey katmaz. Günümüzde usta masalcılarla giderek daha az karşılaşıyoruz."
Oysa yaşamak için masallara, hikâyelere ihtiyacımız var. Çağlar değişir, ancak insanın içindeki öykü, öyküleme, anlatma ihtiyacı ölmez. Etrafınızda hâlâ masal anlatabilecek yaşlılarınız varsa çıkarın kayıt cihazınızı, kaydedin. Ve etrafınızdaki büyükler uyanıncaya kadar dinlediğiniz masalları  anlatmaya devam edin.
*"Bir nokta yap bakalım, seni nereye götürecek." Dün okuduğum harika bir çocuk kitabı, Nokta'dan bir alıntı.
**Masalcı dede Cemalettin Kavaklıgil'in masal tekerlemesi


 
 

20 Mart 2014 Perşembe

ARTIK ÖLEBİLİR MİYİM?


“1947 yılıydı. On dokuz yaşındaydım. Hukuk fakültesinin birinci sınıfında öğrenciydim… İlk sayfadaki giriş cümlesini hatırlıyorum, şöyle diyordu: “Bir sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.” … Lanet Olsun! Okurken böyle mırıldandım kendi kendime, “Bu doğru olamaz! Kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini bana söylemedi! Demek olabiliyormuş! Öyleyse ben de yapabilirim! Lanet olsun! Benim büyükannem de böyle anlatırdı hikâyelerini… En olmadık masalları sanki gerçekmiş gibi.”

Büyülü Gerçekçilik akımının öncülerinden Gabriel García Márquez, Kafka'nın Dönüşüm adlı eserinin üzerinde yarattığı etkiyi bu sözlerle açıklamıştır.
6 Mart 1927'de Kolombiya'nın Aracata kentinde doğdu. Büyükannesi ve büyükbabası tarafından büyütüldü. Kolombiya Ulusal Üniversitesi'nde başladığı Hukuk ve Gazetecilik eğitimini yarım bıraktı. 1940'lı yıllarda gazeteciliğe başladı. İlk başarısı, küçük bir bot üzerinde okyanusta on gün geçiren bir denizcinin anılarını gazetede günlük olarak tefrika etmekti. 28 Şubat 1955'te Antiller Denizinde fırtınaya tutulan Kolombiya Deniz Kuvvetlerine bağlı Caldas adlı muhripten sekiz denizci denize düşüp kaybolmuştu. Dört günlük arama sonucunda kayıp denizciler ölü ilan edilmiş, on gün sonra içlerinden biri Kuzey Kolombiya'da ıssız bir kumsalda köylüler tarafından bulunmuştu.
1970 yılında Kayıp Bir Denizci adıyla yayımlanan roman, Luis Alejandro Velasco adlı denizcinin hayatta kalma hikâyesidir. Velasco, bir botta nerede olduğunu bilmeden sürüklenir. Günlerce aç, güneşin altında kalan, zaman kavramını yitiren genç adam, ölen denizci arkadaşlarından birini görür ve onunla konuşmaya başlar. En sonunda karaya vurur. Köylüler tarafından bulunur. Denizci kurtulduktan sonra açlıktan ayakkabılarını yemeye çalıştığını ancak başaramadığını söyleyerek ayakkabı reklamına bile çıkmış ve para kazanmıştır. Bu, benim de ilk okuduğum Márquez eseriydi. Liseden mezun olduğum yaz bir oturuşta bitirdiğimi çok iyi hatırlıyorum.
1982 Nobel Edebiyat ödüllü yazarın en önemli eserleri, Yüzyıllık Yalnızlık, Kolera Günlerinde Aşk ve Kırmızı Pazartesi'dir.
Lenf kanseri olan ve inzivaya çekilen 87 yaşındaki yazar, geçtiğimiz günlerde hüzünlü bir veda mektubu yazdı. Mektup, değişik dillere çevrilerek internet üzerinden yayımlandı.
 
 
 

Gabriel García Márquez'in Veda Mektubu:
 
Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm.
İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı...
Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine  olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.
Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde...
Artık ölebilir miyim?

11 Mart 2014 Salı

O, en küçüğüydü...


                                         Bana bir varmış de
                           Bir varmış bir yokmuş deme
                           İçime dokunuyor.
                                                                             CAN YÜCEL

10 Mart 2014 Pazartesi

AŞKIN GÖZÜ KÖR MÜ ACABA?


Leylâ ile Mecnun
Leylâ ve Mecnun, eski bir Arap efsanesine dayanan çok bilinen bir aşk hikâyesidir. Sayısız defa işlenen konuyu, Fuzulî 1535 yılında Mesnevi türünde yazmıştır. Hikâyeyi bilirsiniz. Leyla ve Kays ilkokul yıllarında birbirine aşık olur. Bunu duyan annesi Leylâ'yı okuldan alır, görüşmelerini yasaklar. Ayrılık acısı Kays'ı deliye çevirir, halk arasında deli anlamına gelen "Mecnun" diye anılır. Bu kara sevda yüzünden çöllere düşer. Bir çok kişi Leylâ'yı unutmasını söyler. Dedesi onu Allah'a yakarsın, bu dertten kurtulsun diye Kâbe'ye götürür. Mecnun tam tersi derdinin artması için dua eder. Leylâ bir başkasıyla evlendirilir ancak kocasını kendisinden uzak tutar. Adam ölür. Bu sırada Mecnun çöldedir. Aşkın bin bir türlü çilesini, cefasını çekmektedir. Dünyayla bütün bağlantısı kesilir. Bir gün Leylâ onu çölde bulur. Mecnun onu tanımaz.
"Leyla benim içimdedir. Sen kimsin?" der.
 
Kürk Mantolu Madonna
Raif, Berlin'e geleli bir sene olmuştur. Almanya'ya niçin geldiğinin sebebini unutmuş gibidir. Günlerini kitap okuyarak, Almanca dersi alarak ve resim sergilerini gezerek geçirir. Bir gün gazetede sergi haberi görür. Çok da ilgisini çekmeyen sergiye yolda tesadüf edince içeri girer. Resimleri incelemeye başlar. Kürk Mantolu Madonna tablosunun önüne geldiğinde olduğu yerde mıhlanır kalır. Sergi kapanana kadar tabloyu seyreder. Her gün öğleden sonra oraya gider. Tablonun karşısına geçer ve kapanış saatine kadar tabloyu izler.
Bu halimin sergide bulunanların merakını uyandıracağı muhakkaktı. Nitekim bir gün korktuğum başıma geldi. Salonda bir kaç kere rast geldiğim ve uzun saçlı siyah elbiseli, kocaman boyunbağlı ressamlarla konuşuşundan kendisinin de ressam olduğunu anladığım bir kadın yanıma sokularak:
"Bu resmi pek mi merak ettiniz?" dedi. "Her gün onu seyrediyorsunuz!"
Raif, kadına bakar, tanımaz. Kadın, tabloda kendi portresini çizmiş olan Maria Puder'den başkası değildir.
 
Paranın Cinleri
Çocuk Murathan üç dört yaşlarındayken günlerce geyik ister. Sonunda babası Mazıdağı'nda bir geyik yakalatır, eve getirtir. Merdiven altındaki yuvarlak kemerli, derince boşluğu bir kafes haline getirip geyiği oraya yerleştirirler. Çocuk Murathan çok mutludur. Her sabah erkenden kalkar. Parlak çatal boynuzlu, yeşil, çekik gözlü geyiği bıkmadan usanmadan saatlerce hayranlıkla izler.  
Günler boyu sevdasına tutulduğum o geyiği seyrettim durdum. Daha sonra benden gizli, o geyiği hasretini çektiği yurduna geri gönderip, yerine "doldurulmuş" bir geyik koymuşlar. Bu değişikliği anlamayan ben, gene eskisi gibi geyiğin karşısına geçip saatler boyu onu seyrediyormuşum.
 
Sevda dedikleri de böyle bir körlük değil midir?

 
 

4 Mart 2014 Salı

ANI TOPLAYICISI*


Yitik Ülke Edebiyat ve Kültür Sanat Dergisi Öykü Yazma Yarışmasının dördüncüsü sonuçlandı.
Anı Toplayıcısı isimli öyküm, anahtar sözcüğü "yağmur" olarak belirlenen yarışma kapsamında yayımlanmaya değer bulunan dört öyküden biri oldu. www.yitikulke.com adresinden dergiyi takip edebilir, yarışma ve kitap projesi duyurularına ulaşabilirsiniz.




“birden bire

 bir çiçek rıhtım

taşının aralığından

uzatmış başını

bir çiçek yolumu kesti.”



O sarı çiçeği görmeseydim bugün yaşamıyor olacaktım. Bir kez daha aynı acıları, sıkıntıları yaşamak istemediğimden emindim. Doktorun yanından çıkarken “İyi ki yalnız gitmişim.” diye düşündüm. “Hep birlikte üstesinden geleceğiz, atlatacağız, ne lazım gelirse yapacağız.” zırvalarını dinlemek zorunda kalmamıştım. Şimdilik...

İlk telefonu cevapladığım anda işler benim kontrolümden çıkacaktı, biliyordum. Bir karar vermeliydim. Önüme çıkan ilk eczaneye girdim.

Telefonum ardı sıra çalmaya başladı. Doktora gideceğimi bilen karım ve iş arkadaşlarımdı muhakkak. Şehrin gürültüsünün telefonun sesini bastırdığını veya doktorun yanından henüz çıkmadığımı düşünüp bir süre daha rahatlar, sonra sessizliğimin kuşkularını doğruladığını anlayınca olanca çabalarıyla bana ulaşmaya çalışırlardı. Ondan sonra gelsin ameliyat, gitsin radyoterapi, ısırgan otu, keten tohumu, reiki, dua, kurşun dökmeler... Bir sene uğraştıktan, tam atlattım diye düşünüp rahatladıktan sonra, medikal ya da alternatif herhangi bir tedaviyi yeniden denemeye hiç mi hiç niyetim yoktu. Ruhum, bedenimi terk etmişti sanki. İçi boş bir çuval gibi hissediyordum kendimi. Oturduğum yerde arkama yaslanmasam yere düşüp dertop olacak bir kumaş yığını, insan sureti... Defalarca kesilmiş, iğnelerle delinmiş zavallı bedenime bunca eziyet etmeye değmezdi. Bir otel odasına gidecek bir kutu uyku hapı yutacak, bir şişe viskiyi kafama dikecek, ölmeye yatacaktım.

“Keşke Beşiktaş'ta simit alsaydım, martılara atardım.” diye düşündüm. Deniz kokusunu, martı çığlıklarını, Haydarpaşa garını, hepsini zihnime kazımalıydım. Bu son, bir daha göremeyecektim. İçim ezildi, gözlerim karardı. Oğlumun büyüdüğünü görmek, yaşlanmak, yaşanmışlık ağrıları çekmek, ihtiyarlamak, elden ayaktan kesilmek ancak o zaman ölmek isterdim, huysuz, yaşlı bir ihtiyar olarak... Kırklı yaşların henüz başında değil! Keşke bir yolu olsaydı. Uyusam uzunca bir uykuya dalsam, uyandığımda bütün tedaviler bitse, her şey eskisi gibi olsaydı...

Vapurdan en son ben indim. Ucuz bir otel bulmalıydım. Karıma kabarık bir kredi kartı ekstresi bırakmak istemezdim. Bir anda bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Islanmamak için sundurmanın altına koştum. Ölmeye karar verdiğim dakikalarda ıslanmamak için gösterdiğim çaba da neyin nesiydi? Yağmurla beraber hava sertleşti. Giderek büyüyen dalgalar rıhtım taşlarını adeta dövüyordu.

Cılız bir sarı çiçek gördüm. Rıhtım taşının çatlağında, bir parça toprakta açmış, şiddetli rüzgâr ve yağmurun etkisiyle sağa sola savrulan, başı dik, inatçı, kararlı, cesur bir sarı çiçek... Şuncacık çiçeğin cesareti yoktu bende... Ağladım, orada, sundurmanın altında. Kaç vapur gitti, geldi, kaç insan indi, bindi, bilmiyordum. Yağmur bitene kadar bekledim.

Bir oyuncakçıya girdim. Oğlumun ne zamandır istediği dinazorlardan aldım. Gözlerindeki mutluluğun her şeye değdiğini görünce anı toplamaya başladım. İyi bir film, fırından yeni çıkmış sıcak bir simit, mide bulantısız geçen bir gün, dostlarla keyifli bir sohbet, tatil hayalleri...

Bugün dördüncü kemoterapiye giriyorum. Doktorum kitlenin küçüldüğünü söylüyor. Ne yaptığımı soruyor. Anı topluyorum, hepsi bu!

*Bu yazı 27 Şubat 2014 tarihinde www.yitikulke.com da yayımlandı.
http://www.yitikulke.com/yitik-ulke-oyku-yarismasi-sonuclari-yagmur-konulu-oykuler.html



3 Mart 2014 Pazartesi

WAHRAN EL BAHİA DERLER BANA*



      Wahran el Bahia” derler bana. Yani “Güzel Oran”. Köklerim M.Ö. 2. yüzyıla kadar gider. Endülüslüler’den Kartacalılar’a, İspanyollar’dan Türkler’e, Fransızlar’a kadar pek çok milletten renkler, izler taşırım. Adım Arapça’da iki aslan anlamına gelen “Wahran” kelimesinden gelir.
        Çoğunuz beni Albert Camus'nün Veba romanından tanıyorsunuz .
        İtiraf etmeli, Oran çirkin bir şehirdir. Durgun bir görünüşü vardır, onu dünyanın her yanındaki öteki ticaret şehirlerinden ayıran tarafı fark edebilmek için bir süre beklemek gereklidir. Örneğin, insan güvercinsiz, ağaçsız, bahçesiz, ne bir kanat şıkırtısı, ne de bir yaprak hışırtısı olan; kısacası, her türlü özellikten yoksun bir şehiri nasıl düşünebilir? Mevsimlerin değişmesi ancak gökyüzünden okunur. İlkbaharın gelişini havanın niteliği ve küçük satıcı çocukların şehrin yakınlarından toplayıp getirdikleri çiçek sepetleri bildirir. Pazarlarda satılığa çıkarılan bir bahardır bu. Yazın güneş o kupkuru evleri yakar, tutuşturur, duvarları gri bir külle örter; insanlar ancak kapalı pancurların gölgelerine sığınarak yaşayabilirler. Sonbahar da tersine tam bir çamur deryasıdır ortalık. Güzel günler ancak kışın görülür.”

       Siz bakmayın Albert'in benim için mevsimsiz demesine. Bahar geldi mi, çiçek kokusu havada her daim asılıdır. Yaz geçerken dalında kurumuş kekiklerin kokusu gelir rüzgârla, hele bir de motosikletin ardına oturmuşsan, sevgilinin beline sıkı sıkı sarılmışsan...

      Albert ticaret ve liman kenti olduğumu bilmezmiş gibi, beni denize sırtını çevirmiş kent diye betimler. Bu doğru değil. Falezler yüzünden denizle arama biraz mesafe girdiği doğru. Kabul ediyorum. Ama kentlilerim El Bahia plajında deniz banyosu yapmaktan her zaman hoşlanmıştır. Sadece El Bahia değil, Mers El-Kebir, Ain El-Turck, Bousfer, Corales, les Andolouses plajlarım da yazları cıvıl cıvıldır.


       Albert'in bana haksızlık ettiğini herkes bilsin istedim. Benim yaşıma geldiğinde insan, karşısındakini daha iyi anlıyor. Hangi ruh hali içerisinde olduğunu tahmin edemez değilim. 1940'lı yıllarda, Avrupa Nazi işgali altındaydı. Toplama kamplarında Yahudiler, çingeneler, sosyalistler, faşizm karşıtları, direnişçiler katlediliyordu. Halkın oyuyla başa gelmiş yani seçilmiş diktatörler (Saramago'nun deyişiyle kör liderler) peşlerine taktıkları insanları bir felakete sürüklüyordu. Bunun adına demokrasi denemeyeceği âşikardı. Milyonlarca yıllık dünya tarihinde, Albert'in 43 yıllık kısacık hayatının Hitler, Mussolini döneminde geçmesinin, kendisi için ne büyük talihsizlik olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Ancak benim kadar uzun yaşayınca, faşizm belasının insanlık tarihi kadar eski olduğu ve kaybolmadığı üzülerek görülüyor.

        Albert bu dehşet karşısında suskun kalamadı. Faşizm yerine vebayı koydu ve faşizmi hicveden Veba romanını yazdı. Çok da başarılı oldu. İsyanım da bu yüzden zaten. Kitap okumak azınlığa hitap eder. Ancak Veba gibi başarılı romanlar onlarca yabancı dile çevrilir. Aradan yıllar geçse de basılmaya ve satmaya devam eder. Kaderinizi yazar çizer. Tek umut okurun kendi görüşüdür. Ancak bazen romancı öylesine keskin çizgilerle belirler ki karakterleri, okuyucuya karar verme hakkı tanımaz. Nasıl yazıldıysa öyle anlaşılır roman. Benim için de maalesef durum bu!

         Albert, romanına ilk önce “Esirler” ismini koymayı düşündüyse de, Veba‘da karar kıldı. Romana, “Esirler” yerine Veba adını koyması o ağır kasvetli havayı dağıttı mı? Elbette hayır! Olaylar adeta bir açık cezaevinde geçiyor. Esir eden ben, esir olanlar ise, benim yaşama sebebim, canımdan çok sevdiğim kentlilerim. Bu bana haksızlık değil de ne, siz söyleyin.
        Veba, karantina altına alınmış, halkıyla beraber esir düşmüş bir kentin hikâyesi, benim hikâyem. Dr. Rieux'den ya da salgın şiddetini azaltırken ölen Tarrou'dan daha değersiz bir roman kişisi olduğumu kim iddia edebilir? Alın size bir haksızlık daha. Salgının en şiddetli döneminde olsa anlayacağız, ama hayır Albert, Tarrou'ya da en az bana olduğu kadar insafsız davranıyor ve anlaşılmaz, beklenmedik bir şekilde onun canını alıyor. Neden Tarrou öldü? Neden beni olduğumdan daha çirkin, renksiz gösterdi? İleride başıma gelecekleri öngörebildiği için mi?
         Veba romanını severim. Çirkin de olsa, haksız da olsa beni anlattığı için değil; umudun, mücadelenin, başkaldırının romanı olduğu için.
         Hatırlıyor musunuz, veba kelimesinin ilk telaffuz edildiği günün gecesinde Dr. Rieux evine gider, pencereyi açar. Yakınlardaki bir atölyeden mekanik bir testerenin kesik ıslığını duyar. Sahi olanın bu olduğunu düşünür: Önemli olan her kişinin işini hakkıyla yapmasıdır! Ve en iyi bildiği ve yapması gerekeni yapmaya başlar. Veba ile mücadele etmeye koyulur. Bu antibiyotiğin olmadığı bir dönemde hiç de kolay bir iş değildir üstelik. Hastaları tecrit eder, istatistik tutar, hıyarcıkları yarar, meslektaşı Dr. Castell'in geliştirdiği serumu hastalara uygular. Her sabah uyandığında nafile bir çabayla, salgın karşısında sayısız kurban verileceğini bildiği halde, aynı şeyleri yineler durur. Tarrou ile sahile inip, yüzdükleri gece hariç. Belki o gece yüzünden, bana eski günlerdeki güzel, mutlu alışkanlıkları hatırlattıkları için, Dr. Rieux'yü ve Tarrou'yu daha çok seviyorum ve Tarrou'nun ölümüne diğerlerinden daha çok üzülüyorum.
       Tarihte her kentin başına afetler gelebilir, ama her afetten sonra o kent terk edilip hayalet bir kasabaya dönmez. Ben de dönmediysem şayet, insanlar unutabildikleri içindir. Unutabilmek, siz insanların en büyük meziyetidir. Hiçbir günahı olmayan masum Phillippe'nin can çekişirken, bedeni küçülürken attığı çığlıkları (ve tabii daha nicelerinin, burada Phillippe'yi hepiniz tanıdığı için, sembol olarak kullandım) unutamamanın ne demek olduğunu bir düşünsenize! Kimileri burun kıvırsa da rutin insanı ayakta tutar, hayata bağlar. Bebeklere ve küçük çocuklara bir bakın. Her gün aynı saatte aynı şeyleri yapmaktan ne kadar da hoşnutturlar.
         Ben kentlilerimle, veba günleri boyunca yine de övündüm. Karantina altında, mahsur kalan tiyatronun hep aynı temsilini izlemeye gidebilmek az şey mi? Bunu küçümsemeyin. Bu umut demektir. Benim güzel kentlilerim bu umutla ayakta kaldılar.    
        Şimdilerde biraz hüzünlüyüm. Renklerimi, seslerimi, dillerimi kaybettim. Fransız mahallelerimin hali harap. Otuzlu yıllardan kalma balkonlu, yüksek pencereli kolonyal evler, bahçe içinde tek tük kalmış villalara içim acıyarak bakıyorum. Kedilerin üzerine küçük küçük kâğıt parçaları atan yaşlı adamı hatırlıyor musunuz? Kediler, her seferinde bu beyaz kelebek yağmurunun çekiciliğine kapılır ve yolun ortasına gelirler, o da kedilere nişan alarak tükürürdü. O ihtiyarın evi de, yıkıldı, yerine şekilsiz, stilsiz bir apartman diktiler. 1708-1831 yılları arasında beni ele geçiren Osmanlı'dan geriye kalan tek yapı eski surlara konmuş bir kitabe: Hicri 1206 Recep ayında taş üstünde taş bırakmayan depremin yaralarını Muzaffer Selim Han'ın saracağı, kenti yeniden imar edeceği yazılı. Yaralarım hâlâ sarılmadı. Çapraşık büyüdüm. Geçmişe dair beni ben yapan binaların çoğunu kaybettim. Yıktılar. Sömürgeydim. Bağımsızlığıma kavuştum. Ancak tek partili baskıcı rejim, insanlarımı özgür kılmadı.İnsanlarım gitti. Avrupalılar, Yahudiler... Cemaatini kaybeden eski İspanyol kiliseleri, Yahudi sinagogları camiye çevrildi. Onların müze olarak kalmasını, ziyaretçilerimin eski görkemli günlerimin anılarını yaşamalarını ne de çok isterdim. Şimdi de gençler gitmek istiyor.
        Gidenler ve dönmeyenler... Bu iki kelimenin uyandırdığı hikâyeler sizin de içinizi acıtmıyor mu? Ne diyebilirim? Albert haklıydı:

Çekip gidene her şey mizah, kalıp bekleyene her şey şiir.”

*Bu yazı 28 Şubat 2014 tarihinde altzine dergisinde yayımlandı.
http://altzine.net/index.php/altyorum/623-wahran-el-bahia-derler-bana