“1947 yılıydı. On dokuz yaşındaydım. Hukuk fakültesinin birinci sınıfında öğrenciydim… İlk sayfadaki giriş cümlesini hatırlıyorum, şöyle diyordu: “Bir sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.” … Lanet Olsun! Okurken böyle mırıldandım kendi kendime, “Bu doğru olamaz! Kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini bana söylemedi! Demek olabiliyormuş! Öyleyse ben de yapabilirim! Lanet olsun! Benim büyükannem de böyle anlatırdı hikâyelerini… En olmadık masalları sanki gerçekmiş gibi.”
Büyülü Gerçekçilik akımının öncülerinden Gabriel García Márquez, Kafka'nın Dönüşüm adlı eserinin üzerinde yarattığı etkiyi bu sözlerle açıklamıştır.
6 Mart 1927'de Kolombiya'nın Aracata kentinde doğdu. Büyükannesi ve büyükbabası tarafından büyütüldü. Kolombiya Ulusal Üniversitesi'nde başladığı Hukuk ve Gazetecilik eğitimini yarım bıraktı. 1940'lı yıllarda gazeteciliğe başladı. İlk başarısı, küçük bir bot üzerinde okyanusta on gün geçiren bir denizcinin anılarını gazetede günlük olarak tefrika etmekti. 28 Şubat 1955'te Antiller Denizinde fırtınaya tutulan Kolombiya Deniz Kuvvetlerine bağlı Caldas adlı muhripten sekiz denizci denize düşüp kaybolmuştu. Dört günlük arama sonucunda kayıp denizciler ölü ilan edilmiş, on gün sonra içlerinden biri Kuzey Kolombiya'da ıssız bir kumsalda köylüler tarafından bulunmuştu.
1970 yılında Kayıp Bir Denizci adıyla yayımlanan roman, Luis Alejandro Velasco adlı denizcinin hayatta kalma hikâyesidir. Velasco, bir botta nerede olduğunu bilmeden sürüklenir. Günlerce aç, güneşin altında kalan, zaman kavramını yitiren genç adam, ölen denizci arkadaşlarından birini görür ve onunla konuşmaya başlar. En sonunda karaya vurur. Köylüler tarafından bulunur. Denizci kurtulduktan sonra açlıktan ayakkabılarını yemeye çalıştığını ancak başaramadığını söyleyerek ayakkabı reklamına bile çıkmış ve para kazanmıştır. Bu, benim de ilk okuduğum Márquez eseriydi. Liseden mezun olduğum yaz bir oturuşta bitirdiğimi çok iyi hatırlıyorum.
1982 Nobel Edebiyat ödüllü yazarın en önemli eserleri, Yüzyıllık Yalnızlık, Kolera Günlerinde Aşk ve Kırmızı Pazartesi'dir.
Lenf kanseri olan ve inzivaya çekilen 87 yaşındaki yazar, geçtiğimiz günlerde hüzünlü bir veda mektubu yazdı. Mektup, değişik dillere çevrilerek internet üzerinden yayımlandı.
Gabriel García Márquez'in Veda Mektubu:
Tanrı bir an için paçavradan bebek
olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile
getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan
geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer
verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye
boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm.
İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı...
İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı...
Gün
geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm
kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna
ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı
bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca
yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine
olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile
geldiğini öğretirdim.
Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da
çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı
olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan
küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza
dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu
öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz
bir şekilde...
Artık ölebilir miyim?
Artık ölebilir miyim?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder