31 Ağustos 2018 Cuma

ASFALTA ÇARPAN KAFALAR

...
Sağ taraftaki, yani üst çene kemiğimin sağındaki son iki azı dişinin arasında kendimi bildim bileli lanet bir boşluk vardı ve bir süredir ne yesem oraya takılıyordu. Sonunda dişim çürüdü vekatlanılmaz bir ağrı başladı. Anibal rasgele bir dişçiye gidemeyeceğimi söyledi; çünkü kadınlardan sonra en fena insanlar dişçilermiş. Cebinden bir kartvizit çıkardı ve, Korelidir, ama iyidir, dedi. Benim için hemen o öğleden sonra sonraya randevu aldı. John Sohn genç gösteren bir adamdı, yaşıtım olabileceğini düşündüm ama Korelilerin yaşını kestirmek zordur. Ağzımı uyuşturdu, iki dişimi oydu ve açtığı delikleri bir macunla kapladı. Bütün bunları yüzünde bir gülümsemeyle, bana hiç acı çektirmeden yaptı. Onu gözüm tuttu, hatta bir ara asfalta çarpan kafa resimleri yaptığımdan bahsettim. John Sohn, bir an suskunlaştı, kendisi için bir aydınlanma ânıydı bu, ardından Ben de tam böyle bir şey arıyordum işte, dedi. Beni şu hakiki Kore lokantalarından birine götürdü. Yani turistik olmayan bir Kore lokantasına, hani girişindeki gösterişsiz küçük kapının ardında müthiş bir Koreliler diyarı barındıran şu mekânlardan birine. Masalar geniş ve yuvarlaktı, her masada en fazla iki kişi vardı, menü Koreceydi, garsonların da müşterilerin de tamamı Koreliydi. John Sohn benim için geleneksel bir yemek seçti ve nasıl hazırlamalarını istediğini garsona ayrıntılı bir biçimde açıkladı. John Sohn, bekleme odasına asmak için devasa bir tablo yaptırmak istediğini söyledi. En önemli kısmın dişler olduğunu söyledi. Fikri ilgimi çekmişti. Bir anlaşma önerdim: Ben onun istediği tabloyu yapacaktım, o da benim dişlerime çekidüzen verecekti. Tabloyu neden istediğini açıklamaya koyuldu, hastaları arasında nasıl ses getireceğinden ve reklam kavramının kendi kültüründeki öneminden bahsetti.

"Asfalta Çarpan Kuşlar"
Ağızdaki Kuşlar
Samantha Schweblin
Can Sanat Yayınları
Öykü 

MEZOPOTOMYA HİKAYELERİ


27 Ağustos 2018 Pazartesi

Eyüp Tosun ile söyleşi


“Beni heyecanlandırmayan metin kimseyi heyecanlandırmaz”



Öykülem dergisinin emektarlarından Eyüp Tosun’un ilk öykü kitabı Kör Islık yayımlandı. Tosun ile yazın yolculuğu, öykü anlayışı ve ilk göz ağrısı üzerine konuştuk.
Seni ilk kez Algadon Edebiyat’ta yayımlanan “Kitapsız Öykücü Söyleşileri” ile tanıdım. Kör Islık’ta da yer alan “Annemin Kaderi” adlı öykünün Notos Öykü’de yayımlanmasının ardından gerçekleştirilen söyleşide öykün yayımlandıktan sonra mevcut öykü dosyanı sildiğini söylüyordun. Sancılı bir yazın sürecin olduğunu söyleyebilir miyiz? Yazmaktan çok silmek, paylaşmaktan çok bekle(t)mek ile daha ilgili gibisin. Bu konuda neler söylemek istersin?
O zamanlar henüz bir dosyam yoktu ama dört tane öykümü sildim. Nedenini bilemediğim bir korku ve heyecana kapılmıştım. Kesinlikle belirttiğin gibi. Yazdığım bir şeyi çok uzun süre bekletiyorum. Tekrar okuduğumda beni heyecanlandırırsa çalışmaya başlıyorum ama bir şey hissetmezsem direkt siliyorum. Çünkü beni heyecanlandırmayan metin kimseyi heyecanlandırmaz. 

Kör Islık’ta farklı öykü konuları, kişileri, mekânlar var değişmeyen şey ise anlatanın kalıbına uymaya gösterdiğin özen. Bu konu üzerinde düşündüğün, çalıştığın belli. Öykü yazarken en çok nelere dikkat edersin?
Bir kere sırf yazmak için oturmam hiçbir zaman. Yani belirli bir saatim yoktur. Buna inanmam da. Kafamda gezinen hikâyeler vardır. Sürekli onları düşünürüm. Öncelikle kafamda bitiririm. Ne anlatacağımdan ziyade onu nasıl anlatacağıma kafa yorarım. Hesap kitap yapmam ama bir matematiği sürekli gözetirim. Öykü yazarken dikkat ettiğim çok şey var ama sanırım en zevk aldığım kısım sonlar. Çoğu zaman sonucu kafamda kurarım ve beni ona götüren heyecan zinde tutar.

Öykülerinde toplumsal haksızlıklar, sosyal adaletsizliklere yer veriyorsun. Bir öykünde anlatıcına şöyle dedirtiyorsun nitekim: “Sessizce kabul edilmek zorunda bırakılan her şey insan için zulümdü. Paşa her fotoğraf çekişinde bir sene yaşlandı. İnsan, zulmü görünce birçok şey yapmak geçer içinden. Çoğunu yapamaz. Bu, böyledir.” Öykünü “Yermi, insanlığın vicdanıydı. Ne ölüyor ne de yaşadığını belli ediyordu” sözleriyle ilerletiyorsun. Sessizce kabul edilmek zorunda bırakılan her şey kalemini dürter mi?
Çok fazla içselleştirdiklerim dürter diyeyim. Çoğuna aldırmadan yaşamayı öğreniyorsun ama bazıları gölge gibi, nefes gibi hep hatırlatıyor kendini. 
Son yıllarda güncel ve yakıcı olayların hemen akabinde yayımlanan derlemelere rastlıyoruz. Hiç ısmarlama öykü yazdın mı? Bu konudaki görüşün nedir?
Yazmadım. Ben normal olarak da çok az ve geç yazan biriyim. Bu tarz derleme öykülerden çok az beğendiğim oluyor. Zaman ve konu olarak kısıtlanmak yaratıcılığı ve metnin özgünlüğünü etkiler diye düşünüyorum.

Kör Islık ne hakkında, kitaptan iki alıntıyla anlat deseler şu cümlelerini ödünç alırdım.
“İnsanlar yükseklere çıktıkça kirleniyordu her şey, haliyle de alçaktakilere kir kırıntıları saçılıyordu.” (“Kırşehir Amour” adlı öyküden)
“İnsanın çabası, kahrına avuntu olmuyordu.” (“Çörek Otu” adlı öyküden)
Seni yakalayan cümle/ler olması mutlu etti beni.

Aynı zamanda Öykülem’in yayın kurulundasın. 11 sayı hazırladıktan sonra, dergiye gönderilen öykülerin niceliği ve niteliği üzerinden bir değerlendirme yapacak olursan sana göre günümüz öyküsünün en büyük problemi ve en umut vaat eden yanı nedir?
En büyük problem okumamak. İyi bir okur olmadan asla iyi bir yazar olunmaz. İlk öyküden başlayarak her dönemin en azından öne çıkan isimleri, kitapları okunmalı. Böylelikle her öykü yazan, kendine yakın ismi bulacak. Ve ona bakarak eksikliklerini görecek. Bir diğer problem acelecilik. Yazdıkları hemen beğenilsin ve yayınlansın istiyor çoğu. Kendilerince haklılar, ama aceleci davranmanın, bunu bir hırs hâline getirmenin faydası değil zararı vardır. Daha çok problem var tabii ama uzatmayayım. Umut vaat eden şeylere gelince, çok genç yaşta güzel öyküler yazanlar var. Bu çok sevindiriyor bizi. 

Kör Islık’ı en çok kim okusun isterdin?
Bilmem. Düşündüm şimdi, gelmedi aklıma kimse.

Kitap yayımlanalı henüz çok kısa bir zaman geçti ama âdettendir soralım. Masada neler var?
İnanır mısın hiçbir şey yok! Tek cümle dâhi yok.

* Bu söyleşi 21 Nisan 2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlandı. 

Mevzumuz Öykü: Tekgül Arı ile söyleşi*


“Öykünün tutumluluğu sadece sözcükler içindir”


Öykü ne değildir?
Öykü geveze değildir, teknik mi, hiç duymasın bu sözü, sonra kırılır, bırakıp gider sizi. Öykü, oldukça hassastır, az sözcük ve kısıtlı sayıda karakterle çok şey anlatır. Ânı yaşar, ancak zamanı anların içerisinde geriye, ileriye giderek cömertçe genişletir. Öykünün tutumluluğu sadece sözcükler içindir. Anlaşılmak gibi bir kaygısı yoktur. Çünkü bıraktığı boşlukların içerisinde gerekli ipuçlarını vermesini bildiği gibi okuyanı da içine çekme, hatta yeni bir karakter olarak öyküye katma becerisine sahiptir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
ah!
            bir perdenin asılışının benden aldığı gökyüzüdür
bana düşen terk edilmiş bir merdivenden inmek
(Yeniden Doğuş / Furuğ)

Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Betimleme mi atmosferi kapsar yoksa atmosfer mi betimlemeyi? Bu sorunun cevabını veren bir yazar var mıdır? Atmosfer bana göre dildir. Dilin kuruluşu, sesi ve ritminin ayarıyla yükselir, düşer, yükselir…Betimleme de tadıtuzu olur.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?       
Böyle bir kural yok elbette. Yazar özgür olmalı her zaman. Fakat etrafında bombalar patlarken, parçalanmış cesetler oraya buraya saçılırken, ırklar üzerine oyunlar oynanırken, savaşlar sürerken bir yazar bütün bunlara sırtını nasıl dönebilir ki? Mutlaka öyküsünün bir yerine sızacaktır diye düşünürüm.Ancak ülkemizde yazarın çağına tanıklığıyla ilgili öyküler mimetik sanatlar kategorisindeymiş gibi değerlendirilerek edebiyattın içinden bir dönem uzaklaştırılmaya çalışıldı.  Elbette bunun gizil bir yanıvardı. Baskıcı İktidarların hedefi olan içine kapanmış, birbirinden kopuk bireyler sayesinde toplumsal kontrolü sağlarken, bu zihniyete göre hareket eden edebiyat kanonu da toplumdan kopuk öykülerin yazımını önceleyerek yazarın yazma özgürlüğüne bir şekilde ket vurmuş oldu. Oysa varoluşçuluk tam anlaşılsaydı,çağın tanıklığını ayrı bir yerde tutmayıp dengeyi kurmuş olacaktık ve yazarın tanıklığıyla bugünkü durumları daha iyi değerlendirebilecektik. Simone de Beauvoir, Albert Camus, Paul Sartre, Franz Kafka gibi yazarlar varoluşçuluk içinde eserler verirken toplumsal sorunlara oldukça duyarlı yaklaşmışlardı. 
Ernest Hemingway, “... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: ‘Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak.Bildiğin en doğru cümleyi yaz,’ diye düşünürüm,” diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Öykü yazarken tıkanırsam hemen bırakırım o öyküyü. Fikir istediği kadar çarpıcı ve güzel olsa da zorlamam kendimi. Zorlasam bile o öykü kendini yazdırmamak için diretecektir. Benim hiperaktifbir düş dünyam var. Yenisi muhakkak gökyüzüne bakarken, bir müzik eserini dinlerken, yemek pişirirken, çayımı yudumlarken zihnime kuruluverir. Açıkçası ben öyküyü değil öykü beni buluyor.
Dil amaç mıdır, araç mı?    
Dil her şeydir. Sesiyle, müziğiyle, mimikleriyle,  sembolleriyle çokluğun içinde “bir” olan şeydir.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Ah! Olmaz olur mu? Gevezelik yapmak isteyen karakterlerimin öyküleri romana evriliyor sonunda. Yazdığım iki öykü bu nedenle roman oldu. Öykülerim üstünde baskı kurmak istemem. Düşünün bir karakterin peşi sıra gitmek, ya yarı yolda kalmak ya da yolu tamamlamadan boş dönmek. Öykü yazmak müthiş bir macera bana göre.Bu yüzden kalemi de seçimi de öyküye bırakıyorum. Lüksüne düşkünse yapacak bir şey yok.
İlhan Berk “Anlam ve Anlamı Aşmak” başlıklı yazısında, “Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar,” diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Son yıllarda öyküde dili ve biçimi aşma çabaları yanında özellikle avangarthareket tarzına bir yönelim var. Geleneksel olanın karşısında duran birçok öykücü klasik anlatım biçimlerinden uzaklaşarak daha özgürlükçü yazıyorlar. İlhan Berk’in şiir için “disiplinler zincirini kırmakla başlar” sözünü öykü klasik yapıyı kırarak yapmaya çalışıyor zaten. Ancak şiir gibi anlamı aşmak ister mi? Öykü şiire göz kırpar ama şiir ona pek yüz vermez.Bazı şairler anlamı aşma çabasındalar farkındayım. Ancak sözcükleri yan yana dizmekle olmuyor. Hadi oldu diyelim bu kez de duygu eksik kalıyor. Ben içime işleyecek şiirin duygusunu da yakalamak isterim.
Bana cesaret ve ilham veren birçok şair ve yazarım var. Birini yazsam diğerini yazmasam önce benim gönlüm kırılır. Ama iç sesim Sevim Burak, Leyla Erbilve  DidemMadak diyor ille de. Ah! Unutmadan Eduardo Cadava “Işık Sözcükleri”, Walter Benjamin üzerine yazılmış. Beni etkileyen bu kitabı epeydir başucumda tutuyorum.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öyküde “ben” bir karakterdir. Öykücü olsa olsa karakterlerin yerine geçen bir oyuncu ya da bir izleyicidir sadece. Ama okuduğum bazı kitaplarda. “Ben” anlatıcı öyküler boyunca karakterler değişiyor, yer, zaman, mekân değişiyor ama her öykü tek bir sesle ilerliyor. Üstelik kasaba, köy ve şehirleri dolaşıyor başkarakter. Herkes başkarakterin sesiyle bilge bilgekonuşuyor: O zaman da şunu düşünüyorum öykücü bir ses yakalıyor, her yeni öykü için ses oluşturmak için zahmete girmiyor. Çok sıkılıyorum öyle kitapları okurken. Çok afili sözler ya da değişik bir kurgusu varsa ya da çok övülmüşse kitap, o zaman ara vere vere okuyorum. Üzerine notumu da düşüyorum.
“Eserin ilk hâli bok gibidir” demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Ben trans halinde yazıyorum ve öykü bittikten sonra akılla dönüp baktığımda metin sorunluysa, özellikle sesini bulamamışsa onu bir kenara atıyorum. Bazen senelerce bakmadığım oluyor o metne. Yeniden yazamıyorum aynı öyküyü. İstesem de yazamam, çünkü yeni bir öykü zihnimi sarmış oluyor. Ancak yazdığım öykü bir kıvama gelmişse, demlenme sonrası hâlâ beni etkiliyorsa uzun bir ince işçilik dönemim oluyor. Bazen de ince işçilik döneminden sonra bile içinde beni rahatsız eden ama bulamadığım bir şeylerin hissine kapılıyorsam,onu yıllarca beklettiğim de oluyor. Bir öyküyü altı yıl beklettim, hislerimde yanılmadığımı da gördüm.
Dergilerde yayımlanmış öyküleri kitaba alacaksam, üzerinde yeniden derin bir çalışma yaparım. Değişiklik yapmam gerekiyorsa sevinçle yaparım. Aynı şey kitaplarım için de geçerli. Elbette öykünün özünü bozarak yapmam bunu. Özü bozuluyorsa zaten başka bir öykü olmuştur.

* Bu söyleşi 17 Mayıs 2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır. 

17 Ağustos 2018 Cuma

MERAKLI BAHÇE*


Peter Brown’un yazıp resimlendirdiği, Sevin Okyay’ın İngilizce aslından çevirdiği, Hep Kitap etiketli  “Meraklı Bahçe” ekoloji temalı bir çocuk kitabı.
Kitabın ortaya çıkış hikâyesini Peter Brown şöyle anlatıyor:
“Manhattan’ın batı yakasında eski, yükseltilmiş bir demiryolu vardır, adı da Highline’dır (Yüksek Hat). Trenleri onlarca yıl boyunca şehir sokaklarının çok yukarısından gümbürdeyerek geçti ama 1980’de Highline kapatıldı ve unutuldu. İnsanlarla trenler işe karışmayınca doğa da yeniden süsleme özgürlüğüne kavuştu. Yıllarla birlikte, paslı raylar ve çakıllar yavaş yavaş yerlerini yabani çiçeklerle ağaçlara bıraktı. Eğer bugün demiryoluna bakacak olursanız sokakların tepesinden ve binaların arasından kavisler çizen yemyeşil bir bahçe görürsünüz.
Bir kaldırımdaki çatlaklardan fışkıran otlardan ya da tuğla bir duvara tutunmuş bir altınbaşak otu püskülünden tutun da terk edilmiş bir demiryolu boyunca dolanan bir çayıra kadar, doğa en akla gelmeyecek yerlerde gelişip serpilebilir.
Bütün bunlar beni meraklandırdı: Ya tüm şehir doğayla gerçekten işbirliği yapmaya karar verse neler olurdu? O şehir nasıl değişirdi? Her şey nasıl başlardı?”
“Meraklı Bahçe” işte bu sorunun cevabını arıyor.
Her şey beton, tuğla ve çelikle örülü, herhangi bir bahçesi ya da yeşilliği olmayan, insanların evlerin içine kapandığı gri ve kasvetli bir şehirde başlıyor. Liam kentin sıra dışı sakinlerinden biri. Bu küçük oğlan, diğerlerinin aksine dışarıda zaman geçirmeyi, yürümeyi seviyor. Bir gün terk edilmiş tren yolunun oralarda raylara çıkan bir merdiven keşfediyor. Ne zamandır rayları yakından incelemek isteyen Liam, karanlık merdivenleri çıkıyor. Göz alabildiğince uzanan raylar dışında küçük bir alanda yabani bitkiler fark ediyor. Bitkilere yakından baktığında ölmek üzere olduklarını görüyor ve yardım elini uzatıyor. Liam iyi bir bahçıvan değil ama denemeye ve öğrenmeye devam ediyor. Bitkiler de bu ilgiden memnun. Canlanıyorlar ve daha ötesini merak ediyorlar. İlk keşfe çıkan küçük yabani otlar ve yosunlar oluyor. Diğer bitkiler de ardından…
Havalar soğuduğunda Liam bahçesini ziyaret edemez hâle geliyor ama içindeki bahçıvanlık ateşi de sönmüyor. Bu dönemi bahçıvanlık bilgilerini arttırarak, yeni aletler  geçiriyor. Kış bittiğinde bahçe bakımsız, bitkiler perişan… Ama güneşin ve Liam’ın yakın ilgisi sayesinde bahçe kısa sürede canlanıyor ve şehrin geri kalanını keşfe çıkıp yayılıyor. Bitkilerin istilası, şehrin güzelleşmesini, insanların dışarıda daha çok zaman geçirmesini ve yeni bahçıvanların ortaya çıkmasını sağlıyor.
“Meraklı Bahçe” bize kent içinde, sınırlı toprağa sahip olduğumuzda bile bahçecilik yapabileceğimizi gösteren, çocukları bahçıvanlık yapmaya teşvik eden özel bir kitap. Çocukların bu konuya ilgisini çekebilmek şart çünkü insan nüfusunun büyük çoğunluğu kentlerde, beton, tuğla ve çelikle örülü evlerin içinde yaşıyor. Gıda ile ilişkileri tüketmekten ibaret. Çocuklar gıdanın sofralara gelene kadar geçirdiği yolculuktan bihaber yetişiyor. Manavlarda, marketlerde her mevsim, her ürünün bulunması hem mevsimsel döngüyü takip edememelerine hem de hasat edilene kadar verilen emeğin göz ardı edilmesine yol açıyor. Bu da bilinçsiz tüketim alışkanlıklarına, gıda israfına yol açıyor. Çocukların bu konudaki farkındalıklarını arttırmak için şehirlerin ve şehirlilerin tüketici konumundan çıkıp sınırlı da olsa üretici konumuna geçmesinin gerekliliğine inanıyorum. Sayısı giderek artan hobi bahçeleri,  balkon bahçeciliği örnekleri, dikey saksılarla dar alanlarda dahi ürün yetiştirmenin mümkün olması bize şehirde de yapabileceğimiz şeyler olduğunu gösteriyor. Siz de bir yerden başlayın. Çocuklarınızın ilgisini hazır bahçıvanlığa çekmişken doymak için olmasa bile bir yerli tohumu çoğaltmak, onun hamiliğini yapmak için üretin.



Meraklı Bahçe
Yazan ve resimleyen Peter Brown
Çeviren Sevin Okyay
Hep Kitap
Çocuk Kitapları

* Bu yazı 7/2018 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar köşesinde yayımlanmıştır. 


16 Ağustos 2018 Perşembe

Dikkat, işinize yarayabilir!*

Bilinçli farkındalık (mindfulness), yargılamadan, olup biteni reddetmeden, kendini gündelik hayatın hızına kaptırmadan burada, bu ânın içinde olmaktır. Bilinçli farkındalık, şimdi olanlar üzerine düşünmek değildir, şimdide ve burada olmaktır. 
Şimdinin yoğunluğunu yaşama kapasitemizin en yüksek olduğu zamanlar, çocukluğumuzdur. Çocukken doğal olarak sahip olduğumuz şimdide yaşama becerisi sayesinde geçmiş ya da gelecek için tasalanmadan kendimizi hafif ve mutlu hissederiz. Sonra büyürüz. Geleceği hayal etmeyi ve geçmişe bakmayı öğreniriz. Beynimiz gelişir, zihinsel güçlerimiz artar. Yavaş yavaş, içten gelen, şimdide yaşama kapasitemizi kaybederiz. 
Yetişkinlikte bu yeteneğimizi yeniden kazanmamız, geliştirmemiz elbette mümkündür  ama bu kıymetli armağanı hiç kaybetmeden korumak, çocuklarımıza korumanın yollarını öğretmek çok daha kolay ve mantıklı değil mi? Cevabınız evetse, size bir kitap önerim var. Bir Kurbağa Gibi Sakin Ve Dikkatli 
Duygu Dalgakıran’ın Fransızca edisyonundan çevirdiği, Pegasus Yayınları’ndan yayımlanan kitabın ortaya çıkış hikâyesi ilgi çekici. Hollandalı, farkındalık temelli stres azaltma öğretmeni Eline Snel, 2008-2010 yılları arasında okullarda çocuklara yönelik bir bilinçli farkındalık formasyonu geliştirdi. Temeli yetişkinler için hazırlanmış sekiz haftalık bir programa dayanan formasyonun adı “Dikkat, işime yarar!” idi. Üç yüz çocuk bu programa katıldı. On iki öğretmen ve beş okul sekiz hafta boyunca yarım saatlik formasyonu ve günde on dakikalık alıştırmaları yaptı. Alıştırmalar tüm okul yılı boyunca uygulandı. Bir yılın sonunda sınıf ortamlarının çok daha huzurlu, çocukların konsantrasyonunun daha fazla ve zihinlerinin daha açık olduğu gözlemlendi. Çocukların yargılama eğilimlerinin azaldığı, kendilerine ve başkalarına daha iyi davranmaya başladıkları açıkça fark ediliyordu. Bu olumlu kazanımların ardından giderek daha çok sayıda ebeveyn, Snel’e bu formasyonu evde devam ettirmek istediklerini iletiyor ve bir rehbere ihtiyaç duyduklarını belirtiyordu. Bir Kurbağa Gibi Sakin Ve Dikkatli bu ihtiyaçtan doğdu, pek çok dile çevrildi, 100 binden fazla sattı. 
Bir Kurbağa Gibi Sakin Ve Dikkatli, ebeveynler için hazırlanmış rehber niteliğinde bir kitap. On bölümden oluşuyor. Bölüm isimleri ise şöyle: Giriş, Bilinçli Anne Baba, Dikkat Nefesle Başlar, Dikkat Çalışmaları, Kafayı Bırakıp Bedeni Hissetmek, Fırtına Patlamak Üzereyse, Hoş Olmayan Duyguları İdare Etmek, Kafamızda Döndürüp Durduğumuz Düşünceler, Nazik Olmak Güzeldir, Sabır Güven Ve Kendi Hâline Bırakma. 
Snel, denizi kontrol edemeyeceğimizi, dalgaları durduramayacağımızı ama dalgalarla sörf yapmayı öğrenebileceğimizi söyleyerek konuya giriş yapıyor. Sorunların ve stresin altında ezilmektense bir an için durmaya, duruma bakmaya, sorunun durumun kendisinden değil ona tepki verme biçimimizden ortaya çıktığına dikkat çekiyor. Bilinçli farkındalık araçlarını kullanarak engellerle başa çıkmayı, sınırlarımızı aşmadan sakin ve dengeli olmayı öğrenmemizin ve öğretmemizin mümkün olduğunu izah ediyor. İlerleyen bölümlerde her çocuğun yaşayabileceği, her ailenin karşılaşabileceği durumlar üzerinden basit, anlaşılır ve işlevsel meditasyon önerilerini okurla paylaşıyor. Kitabın içinde yer alan ses CDsi 4 ile 10 dakika arasında değişen 11 farklı meditasyonu talimatlar eşliğinde yapabilmeyi olanaklı kılıyor. 
Bir Kurbağa Gibi Sakin Ve Dikkatli 5-12 yaş arasındaki çocuklara ve onların anne babalarına rahatlama, konsantre olma, sorunlarla başa çıkma konusunda eşsiz araçlar sunuyor. Dikkat, işinize yarayabilir! 
Son söz niyetine:
Stresin büyük küçük hepimiz için zararlı olduğunu, stres altında, beyin fonksiyonlarının hızla gerilediğini, kişinin akılcı kararlar vermesinin güçleştiğini, duygusal zeka, özgüven ve başkalarıyla bağ kurma becerilerinin zedelendiğini biliyoruz. Gelişmekte olan beyin ve sinir sistemi sebebiyle çocuklar stresin olumsuz etkilerine karşı çok daha hassas bir konumdalar. Yapılan araştırmalar, bilinçli farkındalık eğitimiyle dürtüleri kontrol etme, karar alma, farklı bakış açıları kullanma, öğrenme, hatırlama, duygularını idare edebilme, bedenle bağ kurma gibi pek çok fonksiyonda olumlu sonuçlar elde edildiğini gösteriyor. 
Bilinçli farkındalık, çocuklara bir bütün olduğumuzu, kalp, zihin ve bedenden oluştuğumuzu söyler. Dikkatli bir şekilde üçüne de kulak vermeyi, dikkatini toplamayı, odaklanmayı, ihtiyaçlarını ve duygularını tespit etmeyi, dinlemeyi, kendi duygularına ve düşüncelerine (yargılamadan) yakından bakmayı, öğretir. Bilinçli farkındalık, rahatlamayı ve öğrenmeyi desteklemekle kalmaz, duygusal dengeyi sağlar, çocukların beyin gelişimini olumsuz etkilerden korur. 


Bir Kurbağa Gibi Dikkatli Ve Sakin 
Eline Snel 
Fransızcasından çeviren Duygu Dalgakıran 
Pegasus Yayınları

*Bu yazı 3/6/2018 tarihinde kitapeki'nde yayımlanmıştır. 


15 Ağustos 2018 Çarşamba

Yazar Adaylarına Tavsiyeler

Bütün o ünlemleri kaldırın. Ünlem kendi esprine gülmek gibidir. 
F. Scott Fitzgerald 

İyi bir kitap içindekilerden değil, dışında bırakılanlardan oluşur. 
Mark Twain 

Unutulmaması gerekeni yazın. 
İsabel Allende

Diyalog yazarken yüksek sesle okuyun. Konuşmalar ancak o zaman dile gelir. 
John Steinbeck 

Diyalog içerisinde yer almadığı ve kaçınılmaz olmadığı sürece kesinlikle argo kullanmayın. Çünkü tüm argo kelimeler kısa sürede tazeliğini yitirir. 
Ernest Hemingway 

Yaratmanın ilk koşulu, işlekliğini yitirmiş, dongun ya da ölü diyebileceğimiz birtakım biçimlerden kaçınmaktır. 
Edip Cansever 

Yazmaya, sona mümkün olabilecek en yakın yerden başlayın. 
Kurt Vonnegut

Kötü kahramanlarınızı her yönüyle kötü, başkahramanlarınızı her yönüyle kusursuz yapmayın. 
Jane Austen 

Dilin sesi, her şeyin başladığı yerdir. Bir cümleyi sınamanın yolu, kulağa düzgün geliyor mu diye sormaktır. 
Ursula K. Le Guin 

Yazın. Risk alın. Kötü olabilir ama gerçekten iyi bir şey yapabilmenizin tek yolu bu. 
William Faulkner 

14 Ağustos 2018 Salı

Mevzumuz Öykü: Şenay Eroğlu Aksoy ile söyleşi*

Öykü 'geniş bir biçimde anlatılan olay' değildir



Öykü ne değildir? 
Hikâye değildir. Geniş bir biçimde anlatılan olay değildir. Genellikle “beş on sayfadan” oluşan düz yazı türü değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
“Mutsuzluktan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun”
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Kurmacayı gerçeğe bağlayan ayrıntılar bütünüdür. Birazdan sana bir şey anlatacağım, derken okuru metnin parçası kılmanın matematiğidir.Sahne kurmaktır. Camı çerçeveyi, odaya düşen ışığı olduğu kadar jest ve mimikleri, sembolleri yerli yerinde bir araya getirmektir.Anlatılmak istenen hikâyenin can evidir ki hikâye onun içinde büyülü bir fısıltıya dönüşüp sımsıkı kavrar okuru.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Salt bu kaygıyla yola düşülmez elbette ama öylesi tarihsel dönemler vardır ki edebiyatı kaçınılmaz olarak etkiler. Adına çağa tanıklık denir mi bilmem. Çünkü edebiyat sel gittikten sonra kalan kuma,onun da ötesinde minik bir kum tanesine odaklanır çoğunlukla.Edebiyatın ana malzemesi insan ve yaşam olduğuna göre elbette yazar yaşadığı çağın bir parçası, kendini şekillendiren toplumun yansımasıdır.Tanıklık; gerçeği bire bir yansıtma, olduğu gibi aktarma zorunluluğu yükler insana ki bu sanatın kurmacada yeni bir gerçeklik kurma arzusuna ters düşer. Sanatçı yaşamdan topladığı parçaları, anlatmak istediği meseleyi öne çıkararak kurmaca bir dünyada bir araya getirir. Bu dünyayı gerçekçi kılmak için onlarca yol yaratır. Gerçeküstü gerçeğe dokunmak için vardır örneğin. Tanıklık ve gerçeküstü sözcüklerini yan yana düşünebilir misiniz? Biri sınırları tam olarak çizilemeyen, yerden yüksekte gezinen düş gücünü, diğeri sert, bozulamaz, ayakları yerde bir aynılığı sezdirir.Bu yüzden sanat eserinin tanıklık etmektense sarsıcı olması her şeyden daha etkileyici gelmiştir bana.
Ernest Hemingway, “... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: ‘Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,’ diye düşünürüm,” diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Yazarı yeniden metne çağıran o tek cümle benim de yakıcı gerçeğimdir çoğu zaman. Her kopuşta kolaylıkla yakalanmaz/yakalanamaz da üstelik. İnsan zamanla öğreniyor onu aramayı, beklemeyi, gelmiyorsa yeniden başlamayı.Onu bulmak için çoğunlukla sanata sığınırım. Şairlerim, yazarlarım, ozanlarım, fotoğraf sanatçılarım, yönetmenlerim,r  essamlarım vardır. Onların sesleri, sözleri iyi gelir. Oralarda eylenirken beni yazıya yeniden bağlayacak düş/ düşünce/ duygu bazen fısıltıyla, bazen de gümbür gümbürgeliverir.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Anlatırken araç, yeni bir söyleyiş ararken amaç; amaca dönüşmüş araç, bazen de tam tersi. Ona doğru eğildiğinizde yansınızı gösteren bir nehir ayna belki…Ama dikkatli olunmalı küçük bir taş parçası bile dağıtıp parçalayabilir yüzeyde salınan,hayranlıkla seyrettiğiniz yansınızı. Derindir ve akmaktadır. Ona karşı her zaman temkinli olunmalı, kesin tanımlardan kaçınılmalı bence. Ne zaman böylesi yollara girilse biri çıkıp irkiltici bir kurmaca metin koyuverir ortaya ve eldeki tüm tanımlar yerle bir olur.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Olmadı. Siz sorunca neden olmadı acaba, diye düşündüm. Ya da öbür öykücülerin olmuş mudur? Kahramandan çok mesele ettiğim şeyler bir takıntı gibi gelip bulur beni.Aynı meseleleri deşer dururum. Sesi boğulmuş olanın, geride bırakılanın, karanlığa sürülenlerin dili olmak isterim. Hayatın içinde de görmezden gelineni öne çıkarmayı tercih ederim. Bu çok insani bir refleks sanırım. Ama yazmak tüm bunları da içine alan geniş bir vaha. İyi edebiyatçı küçücük bir ayrıntıyı bile ustalıkla anlatmayı başarır. Bir keresinde “Hep siyasi şeyler yazmak zorunda mısınız?” demişti bir okurum. Aslına bakarsanız bir öykücüyü böyle ele almak,onu dar bir alana sıkıştırmak demektir fakat bunlardan kaçış yok.Oysa dil ve anlatımdır bir edebiyatçıyı var eden.
İlhan Berk “Anlam ve Anlamı Aşmak” başlıklı yazısında, “Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar,” diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Ne güzel bir tanımlama. Elbette benim için de önemli, öykü bileşenlerini farklı kullanarak anlamı aşabilmek. Başlarda Tezer Özlü, Ferit Edgü, Onat Kutlar vardı. Hakkâri’de Bir Mevsim'i okurdum sık sık, cümleleri nasıl kurduğuna, anlatıyı nasıl eksilterek var ettiğine bakardım. İshak’sa atmosferin ana öykü bileşeni, yapı taşı haline getirilmesi konusunda derinden sarsmıştı beni.Bir ara Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’unu dönüp dönüp okudum. Sanki sözcüklerle garip bir buğu yaratmıştı Hidâyet. Okuru o buğunun içinde tutarak anlatıyordu hikâyeyi. Bunu nasıl yapabildiğine şaşmıştım, olağanüstü gelmişti. Ne zaman tıkansam onlara sığınıyorum hâlâ.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücü en çok dilde olmalıdır bana kalırsa. O dil kullanımı ki bizi çağdaşlarımızdan ve bizden öncekilerden ayıracak en çarpıcı imzadır. Yazarın kişisel hayatından izlerse soruda kastedilen, bu magazinsel bir arayış olur ki meraklısı kurmaca metne bakarak ip uçları bulduğunu düşünse de hemen kaybediverir o ip ucunu yazarın bir tek açıklamasıyla.
“Eserin ilk hâli bok gibidir” demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Söz ettiğiniz yeniden yazma süreci bende biraz farklı işliyor sanırım. Beni yazıya çağıracak ilk cümleyi bulmak asıl takıntılı olduğum şey.O bitince de ilk paragraf sancısı başlar. Paragrafı da buldum mu rahat rahat yazarım. Bitirdikten sonra inanılmaz bir haz, vardır geriye kalan. Ama bu sahici gelmez bana-daha doğrusu zamanla öğrendim o hazzın ipiyle kuyuya inilmeyeceğini- bekletmek yazdığınız metinle aranıza mesafe koymak önemli. Haftalar sonra döndüğüm öykülerin kimisinde bu muymuş beni etkileyen, dediğim olur. Onları bir kuyuya fırlatır biraz da o kuyuya inip çıkarken güçlenirim. Attıklarınız da büyütür sizi. Onlar sayesinde kalemimi daha iyi tanırım. Sözcük seçimi konusunda artık sorun yaşamıyorum ama “sahici” öyküler yazmak o bitmez bir uğraş gerektiriyor inanın. İlk kitabım Evlerin Yüreği ikinci baskıyı yaptı. Öykülere de dile de hiç dokunmadım. Aklıma da gelmedi dokunmak. Demek içime sinmiş hepsi. Eksik olduğunu düşündüğüm şeyleri tabii ki düzeltirdim. Örneğin; geçenlerde dergilerden birinde yayımladığım öyküde sözcüklerden birini anlamı ıskalayan bir şekilde kullandığımı Behçet Çelik’in uyarısıyla farkettim. İyi ki arkadaşlarım var. Kitaplarım konusunda da şanslıyım hem iyi bir editörlük/redaktörlük sürecinden geçtikleri, hem kendim ince eleyip sık dokuduğum için. Hem Evlerin Yüreği hem Gece Çığırtkanları içime sinen kitaplar oldu.

*Bu söyleşi 30 Mayıs 2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır.