Öykü ne değildir?
Hikâye değildir. Geniş bir
biçimde anlatılan olay değildir. Genellikle “beş on sayfadan” oluşan düz yazı
türü değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz
şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
“Mutsuzluktan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun”
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Kurmacayı gerçeğe
bağlayan ayrıntılar bütünüdür. Birazdan sana bir şey anlatacağım, derken okuru metnin
parçası kılmanın matematiğidir.Sahne kurmaktır. Camı çerçeveyi, odaya düşen
ışığı olduğu kadar jest ve mimikleri, sembolleri yerli yerinde bir araya getirmektir.Anlatılmak
istenen hikâyenin can evidir ki hikâye onun içinde büyülü bir fısıltıya dönüşüp
sımsıkı kavrar okuru.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Salt bu kaygıyla yola
düşülmez elbette ama öylesi tarihsel dönemler vardır ki edebiyatı kaçınılmaz
olarak etkiler. Adına çağa tanıklık denir mi bilmem. Çünkü edebiyat sel
gittikten sonra kalan kuma,onun da ötesinde minik bir kum tanesine odaklanır
çoğunlukla.Edebiyatın ana malzemesi insan ve yaşam olduğuna göre elbette yazar
yaşadığı çağın bir parçası, kendini şekillendiren toplumun yansımasıdır.Tanıklık; gerçeği bire
bir yansıtma, olduğu gibi aktarma zorunluluğu yükler insana ki bu sanatın
kurmacada yeni bir gerçeklik kurma arzusuna ters düşer. Sanatçı yaşamdan
topladığı parçaları, anlatmak istediği meseleyi öne çıkararak kurmaca bir
dünyada bir araya getirir. Bu dünyayı gerçekçi kılmak için onlarca yol yaratır.
Gerçeküstü gerçeğe dokunmak için vardır örneğin. Tanıklık ve gerçeküstü
sözcüklerini yan yana düşünebilir misiniz? Biri sınırları tam olarak
çizilemeyen, yerden yüksekte gezinen düş gücünü, diğeri sert, bozulamaz, ayakları
yerde bir aynılığı sezdirir.Bu yüzden sanat eserinin tanıklık etmektense sarsıcı olması
her şeyden daha etkileyici gelmiştir bana.
Ernest Hemingway, “... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda
ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp
yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları
üzerinden bakarak: ‘Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın.
Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,’ diye
düşünürüm,” diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru
cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Yazarı yeniden metne
çağıran o tek cümle benim de yakıcı gerçeğimdir çoğu zaman. Her kopuşta
kolaylıkla yakalanmaz/yakalanamaz da üstelik. İnsan zamanla öğreniyor onu
aramayı, beklemeyi, gelmiyorsa yeniden başlamayı.Onu bulmak için çoğunlukla
sanata sığınırım. Şairlerim, yazarlarım, ozanlarım, fotoğraf sanatçılarım,
yönetmenlerim,r essamlarım vardır. Onların sesleri, sözleri iyi gelir. Oralarda
eylenirken beni yazıya yeniden bağlayacak düş/ düşünce/ duygu bazen fısıltıyla,
bazen de gümbür gümbürgeliverir.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Anlatırken araç, yeni
bir söyleyiş ararken amaç; amaca dönüşmüş araç, bazen de tam tersi. Ona doğru
eğildiğinizde yansınızı gösteren bir nehir ayna belki…Ama dikkatli olunmalı
küçük bir taş parçası bile dağıtıp parçalayabilir yüzeyde salınan,hayranlıkla
seyrettiğiniz yansınızı. Derindir ve akmaktadır. Ona karşı her zaman temkinli
olunmalı, kesin tanımlardan kaçınılmalı bence. Ne zaman böylesi yollara girilse
biri çıkıp irkiltici bir kurmaca metin koyuverir ortaya ve eldeki tüm tanımlar yerle
bir olur.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok
özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite
sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun
anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu
mu?
Olmadı. Siz sorunca
neden olmadı acaba, diye düşündüm. Ya da öbür öykücülerin olmuş mudur?
Kahramandan çok mesele ettiğim şeyler bir takıntı gibi gelip bulur beni.Aynı
meseleleri deşer dururum. Sesi boğulmuş olanın, geride bırakılanın, karanlığa
sürülenlerin dili olmak isterim. Hayatın içinde de görmezden gelineni öne
çıkarmayı tercih ederim. Bu çok insani bir refleks sanırım. Ama yazmak tüm
bunları da içine alan geniş bir vaha. İyi edebiyatçı küçücük bir ayrıntıyı bile
ustalıkla anlatmayı başarır. Bir keresinde “Hep siyasi şeyler yazmak zorunda
mısınız?” demişti bir okurum. Aslına bakarsanız bir öykücüyü böyle ele almak,onu
dar bir alana sıkıştırmak demektir fakat bunlardan kaçış yok.Oysa dil ve
anlatımdır bir edebiyatçıyı var eden.
İlhan Berk “Anlam ve Anlamı Aşmak” başlıklı yazısında,
“Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler
zincirini kırmakla başlar,” diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak
iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda
size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz
hangileridir?
Ne güzel bir tanımlama. Elbette
benim için de önemli, öykü bileşenlerini farklı kullanarak anlamı aşabilmek.
Başlarda Tezer Özlü, Ferit Edgü, Onat Kutlar vardı. Hakkâri’de Bir Mevsim'i okurdum
sık sık, cümleleri nasıl kurduğuna, anlatıyı nasıl eksilterek var ettiğine
bakardım. İshak’sa atmosferin ana öykü bileşeni, yapı taşı haline getirilmesi
konusunda derinden sarsmıştı beni.Bir ara Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’unu dönüp
dönüp okudum. Sanki sözcüklerle garip bir buğu yaratmıştı Hidâyet. Okuru o
buğunun içinde tutarak anlatıyordu hikâyeyi. Bunu nasıl yapabildiğine şaşmıştım,
olağanüstü gelmişti. Ne zaman tıkansam onlara sığınıyorum hâlâ.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin
neresindedir?
Öykücü en çok dilde
olmalıdır bana kalırsa. O dil kullanımı ki bizi çağdaşlarımızdan ve bizden
öncekilerden ayıracak en çarpıcı imzadır. Yazarın kişisel hayatından izlerse
soruda kastedilen, bu magazinsel bir arayış olur ki meraklısı kurmaca metne
bakarak ip uçları bulduğunu düşünse de hemen kaybediverir o ip ucunu yazarın bir
tek açıklamasıyla.
“Eserin ilk hâli bok gibidir” demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor
görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış,
gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç
bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne
zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların
sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler
düşünüyorsunuz?
Söz ettiğiniz yeniden
yazma süreci bende biraz farklı işliyor sanırım. Beni yazıya çağıracak ilk
cümleyi bulmak asıl takıntılı olduğum şey.O bitince de ilk paragraf sancısı
başlar. Paragrafı da buldum mu rahat rahat yazarım. Bitirdikten sonra inanılmaz
bir haz, vardır geriye kalan. Ama bu sahici gelmez bana-daha doğrusu zamanla
öğrendim o hazzın ipiyle kuyuya inilmeyeceğini- bekletmek yazdığınız metinle
aranıza mesafe koymak önemli. Haftalar sonra döndüğüm öykülerin kimisinde bu
muymuş beni etkileyen, dediğim olur. Onları bir kuyuya fırlatır biraz da o
kuyuya inip çıkarken güçlenirim. Attıklarınız da büyütür sizi. Onlar sayesinde
kalemimi daha iyi tanırım. Sözcük seçimi konusunda artık sorun yaşamıyorum ama “sahici”
öyküler yazmak o bitmez bir uğraş gerektiriyor inanın. İlk kitabım Evlerin
Yüreği ikinci baskıyı yaptı. Öykülere de dile de hiç dokunmadım. Aklıma da
gelmedi dokunmak. Demek içime sinmiş hepsi. Eksik olduğunu düşündüğüm şeyleri
tabii ki düzeltirdim. Örneğin; geçenlerde dergilerden birinde yayımladığım
öyküde sözcüklerden birini anlamı ıskalayan bir şekilde kullandığımı Behçet Çelik’in
uyarısıyla farkettim. İyi ki arkadaşlarım var. Kitaplarım
konusunda da şanslıyım hem iyi bir editörlük/redaktörlük sürecinden geçtikleri,
hem kendim ince eleyip sık dokuduğum için. Hem Evlerin Yüreği hem Gece Çığırtkanları
içime sinen kitaplar oldu.
*Bu söyleşi 30 Mayıs 2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder