14 Ağustos 2018 Salı

Mevzumuz Öykü: Şenay Eroğlu Aksoy ile söyleşi*

Öykü 'geniş bir biçimde anlatılan olay' değildir



Öykü ne değildir? 
Hikâye değildir. Geniş bir biçimde anlatılan olay değildir. Genellikle “beş on sayfadan” oluşan düz yazı türü değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
“Mutsuzluktan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun”
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Kurmacayı gerçeğe bağlayan ayrıntılar bütünüdür. Birazdan sana bir şey anlatacağım, derken okuru metnin parçası kılmanın matematiğidir.Sahne kurmaktır. Camı çerçeveyi, odaya düşen ışığı olduğu kadar jest ve mimikleri, sembolleri yerli yerinde bir araya getirmektir.Anlatılmak istenen hikâyenin can evidir ki hikâye onun içinde büyülü bir fısıltıya dönüşüp sımsıkı kavrar okuru.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Salt bu kaygıyla yola düşülmez elbette ama öylesi tarihsel dönemler vardır ki edebiyatı kaçınılmaz olarak etkiler. Adına çağa tanıklık denir mi bilmem. Çünkü edebiyat sel gittikten sonra kalan kuma,onun da ötesinde minik bir kum tanesine odaklanır çoğunlukla.Edebiyatın ana malzemesi insan ve yaşam olduğuna göre elbette yazar yaşadığı çağın bir parçası, kendini şekillendiren toplumun yansımasıdır.Tanıklık; gerçeği bire bir yansıtma, olduğu gibi aktarma zorunluluğu yükler insana ki bu sanatın kurmacada yeni bir gerçeklik kurma arzusuna ters düşer. Sanatçı yaşamdan topladığı parçaları, anlatmak istediği meseleyi öne çıkararak kurmaca bir dünyada bir araya getirir. Bu dünyayı gerçekçi kılmak için onlarca yol yaratır. Gerçeküstü gerçeğe dokunmak için vardır örneğin. Tanıklık ve gerçeküstü sözcüklerini yan yana düşünebilir misiniz? Biri sınırları tam olarak çizilemeyen, yerden yüksekte gezinen düş gücünü, diğeri sert, bozulamaz, ayakları yerde bir aynılığı sezdirir.Bu yüzden sanat eserinin tanıklık etmektense sarsıcı olması her şeyden daha etkileyici gelmiştir bana.
Ernest Hemingway, “... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: ‘Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,’ diye düşünürüm,” diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Yazarı yeniden metne çağıran o tek cümle benim de yakıcı gerçeğimdir çoğu zaman. Her kopuşta kolaylıkla yakalanmaz/yakalanamaz da üstelik. İnsan zamanla öğreniyor onu aramayı, beklemeyi, gelmiyorsa yeniden başlamayı.Onu bulmak için çoğunlukla sanata sığınırım. Şairlerim, yazarlarım, ozanlarım, fotoğraf sanatçılarım, yönetmenlerim,r  essamlarım vardır. Onların sesleri, sözleri iyi gelir. Oralarda eylenirken beni yazıya yeniden bağlayacak düş/ düşünce/ duygu bazen fısıltıyla, bazen de gümbür gümbürgeliverir.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Anlatırken araç, yeni bir söyleyiş ararken amaç; amaca dönüşmüş araç, bazen de tam tersi. Ona doğru eğildiğinizde yansınızı gösteren bir nehir ayna belki…Ama dikkatli olunmalı küçük bir taş parçası bile dağıtıp parçalayabilir yüzeyde salınan,hayranlıkla seyrettiğiniz yansınızı. Derindir ve akmaktadır. Ona karşı her zaman temkinli olunmalı, kesin tanımlardan kaçınılmalı bence. Ne zaman böylesi yollara girilse biri çıkıp irkiltici bir kurmaca metin koyuverir ortaya ve eldeki tüm tanımlar yerle bir olur.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Olmadı. Siz sorunca neden olmadı acaba, diye düşündüm. Ya da öbür öykücülerin olmuş mudur? Kahramandan çok mesele ettiğim şeyler bir takıntı gibi gelip bulur beni.Aynı meseleleri deşer dururum. Sesi boğulmuş olanın, geride bırakılanın, karanlığa sürülenlerin dili olmak isterim. Hayatın içinde de görmezden gelineni öne çıkarmayı tercih ederim. Bu çok insani bir refleks sanırım. Ama yazmak tüm bunları da içine alan geniş bir vaha. İyi edebiyatçı küçücük bir ayrıntıyı bile ustalıkla anlatmayı başarır. Bir keresinde “Hep siyasi şeyler yazmak zorunda mısınız?” demişti bir okurum. Aslına bakarsanız bir öykücüyü böyle ele almak,onu dar bir alana sıkıştırmak demektir fakat bunlardan kaçış yok.Oysa dil ve anlatımdır bir edebiyatçıyı var eden.
İlhan Berk “Anlam ve Anlamı Aşmak” başlıklı yazısında, “Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar,” diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Ne güzel bir tanımlama. Elbette benim için de önemli, öykü bileşenlerini farklı kullanarak anlamı aşabilmek. Başlarda Tezer Özlü, Ferit Edgü, Onat Kutlar vardı. Hakkâri’de Bir Mevsim'i okurdum sık sık, cümleleri nasıl kurduğuna, anlatıyı nasıl eksilterek var ettiğine bakardım. İshak’sa atmosferin ana öykü bileşeni, yapı taşı haline getirilmesi konusunda derinden sarsmıştı beni.Bir ara Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’unu dönüp dönüp okudum. Sanki sözcüklerle garip bir buğu yaratmıştı Hidâyet. Okuru o buğunun içinde tutarak anlatıyordu hikâyeyi. Bunu nasıl yapabildiğine şaşmıştım, olağanüstü gelmişti. Ne zaman tıkansam onlara sığınıyorum hâlâ.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücü en çok dilde olmalıdır bana kalırsa. O dil kullanımı ki bizi çağdaşlarımızdan ve bizden öncekilerden ayıracak en çarpıcı imzadır. Yazarın kişisel hayatından izlerse soruda kastedilen, bu magazinsel bir arayış olur ki meraklısı kurmaca metne bakarak ip uçları bulduğunu düşünse de hemen kaybediverir o ip ucunu yazarın bir tek açıklamasıyla.
“Eserin ilk hâli bok gibidir” demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Söz ettiğiniz yeniden yazma süreci bende biraz farklı işliyor sanırım. Beni yazıya çağıracak ilk cümleyi bulmak asıl takıntılı olduğum şey.O bitince de ilk paragraf sancısı başlar. Paragrafı da buldum mu rahat rahat yazarım. Bitirdikten sonra inanılmaz bir haz, vardır geriye kalan. Ama bu sahici gelmez bana-daha doğrusu zamanla öğrendim o hazzın ipiyle kuyuya inilmeyeceğini- bekletmek yazdığınız metinle aranıza mesafe koymak önemli. Haftalar sonra döndüğüm öykülerin kimisinde bu muymuş beni etkileyen, dediğim olur. Onları bir kuyuya fırlatır biraz da o kuyuya inip çıkarken güçlenirim. Attıklarınız da büyütür sizi. Onlar sayesinde kalemimi daha iyi tanırım. Sözcük seçimi konusunda artık sorun yaşamıyorum ama “sahici” öyküler yazmak o bitmez bir uğraş gerektiriyor inanın. İlk kitabım Evlerin Yüreği ikinci baskıyı yaptı. Öykülere de dile de hiç dokunmadım. Aklıma da gelmedi dokunmak. Demek içime sinmiş hepsi. Eksik olduğunu düşündüğüm şeyleri tabii ki düzeltirdim. Örneğin; geçenlerde dergilerden birinde yayımladığım öyküde sözcüklerden birini anlamı ıskalayan bir şekilde kullandığımı Behçet Çelik’in uyarısıyla farkettim. İyi ki arkadaşlarım var. Kitaplarım konusunda da şanslıyım hem iyi bir editörlük/redaktörlük sürecinden geçtikleri, hem kendim ince eleyip sık dokuduğum için. Hem Evlerin Yüreği hem Gece Çığırtkanları içime sinen kitaplar oldu.

*Bu söyleşi 30 Mayıs 2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder