31 Mart 2020 Salı

Nasıl Yazar Oldular? (45)

Hep Kitap Atölye serisinden çıkan Anne Lamott imzalı "Bir Kuştan Öbürüne: Hayat ve Yazmak Üzerine Tavsiyeler" kitabı yazmaya başlamak isteyen, nereden başlayacağını bilemeyen,  hali hazırda yazan insanlar için değerli, işe yarar tavsiyelerle dolu. 

Kitabın uzun sayılabilecek giriş bölümü yıllardır sürdürdüğüm "Nasıl Yazar Oldular?" serisine de tabiri caizse cuk oturuyor. 18 sayfalık metnin giriş bölümünden bir kesiti sizlerle paylaşıyorum.



                                     Basılıyorsunuz, o halde varsınız 
Buldukları her fırsatta kitap okuyan, her perşembe gecesi ertesi hafta okuyacağımız kitapları yüklenmek üzere bizi kütüphaneye götüren bir anne babayla büyüdüm. Çoğu gece babam yemekten sonra bir şeyler okumak için kanepeye uzanır, annem de kitabını alıp evdeki en rahat koltuğa kurulurdu; biz üç çocuk ise kendi okuma köşelerimize çekilirdik. Eğer babamın yazar arkadaşları bize gelmemişse, evimiz yemekten sonra epey sessiz olurdu. Babam bir yazardı, takıldığı pek çok adam da öyle. Yeryüzündeki en sessiz insanlar değillerdi tabii, ama çoğunlukla epey maskülen ve kibar kimselerdi. Genellikle o günkü işlerini bitirdikten sonra akşam Sausalito'daki isimsiz barda takılırlardı; bazen de bir şeyler içmek için bizim eve gelir, akşam yemeğine kalırlardı. Onları seviyordum, ama zırt pırt içlerinden biri yemek masasında sızıyordu. Ben zaten huzursuz ve kaygılı bir çocuktum, bu durumu sinir bozucu buluyordum. 

Ne kadar geç saate kadar ayakta kalmış olursa olsun, babam her sabah 5.30'ta kalkıp çalışma odasına gidiyor, birkaç saat yazıyor, hepimize kahvaltı hazırlıyor, annemle gazete okuyor, sabahın geri kalanında da çalışmaya devam ediyordu. Bunu bile isteye, hayatını kazanmak için yaptığını, aslında işsiz veya akıl hastası olmadığını fark etmek epey zamanımı aldı. Kravatını takıp diğer babalarla birlikte bir yerlere gittiği, küçücük bir ofiste oturup sigara içtiği düzenli bir işi olmasını istiyordum. Ne var ki başka birinin ofisinde oturup başka birinin işlerini yaparak günlerini harcama fikri babamın ruhuna pek uymuyordu. Bence bu onu kesin öldürürdü. Aslında nispeten erken bir yaşta öldü, daha ellilerinin ortasındaydı; ama en azından kendi bildiği gibi yaşadı. 

İşte ben bütün gün çalışma odasındaki masada oturup gördüğü ve bildiği yerlerle insanlar hakkında makaleler ve kitaplar yazan bu adamın yanında büyüdüm. Çok şiir okurdu. Bazen seyahatlere çıkardı. Belirli bir amaç uğruna, istediği her yere gidebilirdi. Yazar olmanın nimetlerinden biri, bir şeyler yapmak, bir yerlere gitmek, keşfe çıkmak için size bahane sunmasıdır. Bir diğer nimetine gelince, yazma eylemi, sizi hayata daha yakından bakmaya, o hayat hakkında sallana sallana ortalıkta dolanırken onu incelemeye teşvik eder. 

Yazmak babama dikkat kesilmeyi öğretti; bunun karşılığında babam da başka insanlara bir şeylere dikkat etmeyi ve sonra düşünceleriyle gözlemlerini kâğıda dökmeyi öğretti. Öğrencileri San Quentin Eyalet Hapishanesi'ndeki yaratıcı yazarlık programına katılan mahkûmlardı. Tabii çoğunlukla onu örnek aldığımdan, bana da öğretmiş oldu. Bize cesur ve özgün olmayı, kendimize hata yapma izni vermeyi öğretti; James Thurber "Varınızı yoğunuzu ortaya koysanız da sonunda fena halde çuvallayabilirsiniz" derken haklıydı aslında. Babam paylaşmak istediğimiz pek çok duygumuzun, gözlemlerimizin, anılarımızın, rüyalarımızın ve (Tanrı bilir) fikirlerimizin olduğunu keşfetmemiz için bana ve mahkûmlara yardım ederken, mide bulandıran o küçük sineği bulduğumuzda hepimiz azıcık da olsa incinmiştik. Evet, bir noktada hakikaten de oturup yazmamız gerekiyordu. 

Sanıyorum henüz bir çocuk olduğumdan yazmak benim için mahkûmlara kıyasla daha kolaydı. Ama bana hep çok zor gelirdi. Yedi ya da sekiz yaşında başladım yazmaya. Çok utangaçtım, tuhaf bir tipim vardı, okumayı her şeyden çok seviyordum; o vakitler on sekiz kilo civarındaydım ve o kadar gergindim ki Richard Nixon gibi omuzlaarımı kulaklarıma kadar çekip öyle yürüyordum. Birinci sınıftayken gittiğim bir doğum günü partisinin videosunu izlemiştim bir keresinde; tüm o tatlı ufak oğlanlar ve kızlar köpek yavruları gibi birlikte oynarken birdenbire Prufrock'un yengeci gibi ben geçiyordum ekranın önünden. Büyüyünce seri katil olacak veya düzinelerce kediyi eve alacak kişi bendim. Bunun yerine eğlenceli biri oldum. Komik oldum; çünkü oğlanlar, benden yaşça büyük tanımadığım oğlanlar bisikletleriyle yanımdan geçiyor, tuhaf görünüşüm yüzünden benimle alay ediyorlardı. O anlarda hareket halindeki bir araçtan ateş açılmış gibi hissediyordum. Galiba Nixon gibi yürüme nedenim de buydu. Sanırım kulaklarımı omuzlarımla kapatmaya çalışıyordum, ama tabii kulaklara pek erişemiyordum. Bu yüzden önce eğlenceli biri oldum, sonra da yazmaya başladım; tabii her zaman komik şeyler yazmadım.

İlk dikkat çeken şiirim, astronot John Glenn hakkındaydı. İlk dörtlük şöyle başlıyordu: "Albay John Glenn çıktı cennete/uzay gemisi Dostluk Yedi'de" Daha bir sürü dize vardı. Annemin o piyano çalarken söylememiz için öğrettiği eski İngiliz balatlarına benziyordu. O şarkıların her birinde otuz ya da kırk dize olurdu; bu da gözlerini kırpmadan tavanı izleyen erkek akrabalarımı merkezkaç kuvvetiyle savrulmuş gibi kanepelere ve koltuklara yapıştırırdı.

Öğretmenim, John Glenn şiirimi ikinci sınıftaki arkadaşlarıma okudu. Muazzam bir andı; diğer çocuklar sanki araba sürmeyi öğrenmişim gibi baktı bana. Sonra öğretmenim bu şiiri California'daki devlet okulları arasında düzenlenen bir yarışmaya yolladı ve şiirim bir ödül kazandı. Teksir makinesiyle çoğaltılmış bir derlemede yayımladılar. İşte o zaman bastıklarını yazılı olarak görme heyecanını anlayıverdim. Bir çeşit ilkel teyit sağlıyordu aslında: Basılıyorsunuz, o halde varsınız.
               
                                                                                                                                   Anne Lamot


Bir Kuştan Öbürüne: Hayat ve Yazmak Üzerine Tavsiyeler
Yazan Anne Lamott
Çeviren Damla Göl
Atölye serisi
Hep Kitap



























24 Mart 2020 Salı

NASIL YAZIYORLAR? (23)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte yirmi üçüncüsü: Anne Lamott






Aslına bakarsanız, bir şey yazabilmemin tek yolu gerçekten ama gerçekten boktan ilk taslaklar yazmaktır.
İlk taslak bir çocuğun taslağıdır; kimsenin görmeyeceğini ve daha sonra şekillendirebileceğinizi bildiğiniz için her şeyi olduğu gibi ortalığa serer, döke saça oynarsınız. Bırakın bu çocuksu tarafınız sesleri ve imgeleri sayfaya akıtsın. Karakterlerinizden biri "Aman ne olmuş sanki Boklu Paça?" demek istiyorsa buna müsaade edin. Kimse görmeyecek. Çocuk gerçekten duygusal, ağlak, hassas bir bölgeye girmek istiyorsa bırakın girsin. Her şeyi kâğıda dökün, zira daha aklıselim ve yetişkin yollarla asla ulaşamayacağınız o altı çılgın sayfada muhteşem bir şey saklı olabilir. Altıncı sayfanın en son paragrafının en son satırında seveceğiniz bir şey olabilir; bu kısım o kadar güzel veya çılgıncadır ki bu sayede aşağı yukarı ne üzerine yazmakta olduğunuzu veya hangi doğrultuda ilerleyeceğinizi öğrenirsiniz. Gelgelelim o ilk beş buçuk sayfayı yazıp bitirmeden buna erişmenin bir yolu yoktur.

Kapanmadan evvel California dergisi için yemek eleştirileri yazıyordum. (Benim yemek eleştirileri yazmamın derginin kapanmasıyla bir alakası yok, gerçi yazdığım her eleştiri birkaç aboneliğin iptaline neden oluyordu. Kimi okurlar benim sebze püresi tepelerini bazı eski devlet başkanlarının beyinleriyle kıyaslamama biraz gücenmişti.) Bu eleştirileri yazmak hep iki günümü alırdı. Önce kendini kolayca ifade edebilen, dediği dedik bazı arkadaşlarımı yanıma alarak birkaç kere restorana giderdim. Öylece oturup etraftaki insanların söylediği komik veya ilginç şeyleri not alırdım. Ertesi pazartesi notlarımı alıp masaya oturur, eleştiri yazmaya çalışırdım. Yıllardır bu işi yapmış olmama rağmen tam o anda panik duygusu çökerdi üstüme. Esasında çarpıcı bir giriş yazmaya çalışsam da tek yazabildiğim birkaç rezil cümle olurdu; üstlerini çizip tekrar denerdim, sonra hepsini silip atardım. Ardından umutsuzluk ve endişe duygularının tıpkı koruyucu röntgen önlüğü gibi göğsüme yerleştiğini hissederdim. "Buraya kadar" diye düşünürdüm sakince. Bu sefer o her zamanki sihir işlemeyecekti. Mahvolmuştum. İşim bitmişti. Ölmüştüm de gömenim yoktu. Belki de kâtibe olarak çalıştığım o eski işime dönebileceğim gelirdi aklıma. Ama muhtemelen beni geri almazlardı. Ayağa kalkıp bir süre aynada dişlerimi incelerdim. Sonra durup nefes almayı hatırlar, birkaç telefon görüşmesi yapar, mutfağa gider ve tıkınırdım. En nihayetinde geri dönüp masanın başına geçer, sonraki on dakika boyunca iç çekerdim. Sonunda üç santimlik çerçevemi elime alarak yanıtları orada arar gibi öylece içime bakardım. Her seferinde de yanıt bulurdum: Yapmam gereken tek şey, en azından ilk paragrafın hakikaten çok boktan da olsa bir taslağını yazmaktı. Ve bu yazdığımı kimse görmeyecekti.
Böylece kendimi dizginlemeden yazmaya başlardım. Sanki sadece tuşlara basıyordum, tek yaptığım parmaklarımı hareket ettirmekti. Yazdıklarım da berbat olurdu tabii. Bir sayfa uzunluğunda bir giriş paragrafı yazabilirdim, oysa eleştirinin kendisi yalnızca üç sayfa olmalıydı. Ardından yediklerimi anlatmaya başlardım, her bir yemeği tek tek, "kuş kuş"* yazardım. Eleştirmenler de omuzlarımda oturup çizgi film karakterleri misali yorum yaparlardı. Horluyormuş gibi yapar, kimi zaman benim aşırı süslü tasvirlerime gözlerini devirirlerdi. Bu betimlemeleri ne kadar yumuşatmaya çalıştığım ya da restoran eleştirilerine başladığım ilk günlerde bir arkadaşımın yaptığı kibarca uyarının hâlâ bilincinde oluşum fark etmezdi onlar için.  Şöyle demişti arkadaşım: "Annie altı üstü bir parça tavuk. Altı üstü bir dilim pasta."
Tabii o vakitler uzun süredir yazmakta olduğum için nihayet kendime bir nebze de olsa akışına bırakma izni verebilirdim. Normalde olması gerekenden belki de iki kat daha uzun bir taslak yazardım; pek makbul olmayan sıkıcı bir başlangıcı, yemeğin bunaltıcı bir tasviri, kendilerini yemeksever kimselerden ziyade Manson kızları** gibi gösterecek kadar kara mizah seven arkadaşlarım ve bahsetmeye değmeyecek bir sonu vardı. Yazdıklarımın tamamı o kadar uzun, tutatrsız ve berbat olurdu ki günün geri kalanında daha düzgün olabilecek ikinci taslağı yazamadan bir arabanın altında kalma ihtimalimi takıntı haline getirirdim. İnsanların benim yazdığım şeyi okuyacağından ve muhtemel trafik kazasının aslında intihar olduğuna inanacaklarından endişelenirdim. Yeteneğim solup gittiği ve zihnim de pelteye döndüğü için paniklediğimi düşünebilirlerdi.
Ertesi gün yeniden otururdum başına; renkli bir kalemle yazdığım her şeyin üzerinden geçer, atabileceğim her şeyi atar, ikinci sayfanın bir yerlerinde yeni bir vurucu kısım bulur, yazıyı bitirmek için akılda kalıcı bir yer düşünür ve sonra ikinci taslağı yazardım. Genelde iyi de çıkardı bu, hatta bazen komik, tuhaf ve faydalı olabilirdi. Sonra üzerinden bir kere daha geçip yollardım.
Bir ay geçtikten sonra, yani yeni eleştiri vakti geldiğinde, tüm bu süreç en baştan başlardı; beni de tekrar yazamadan insanların ilk taslağımı bulacağı korkusu sarardı.
* Yazar burada kitaba ismini veren anekdota gönderme yapmaktadır.
** Charles Manson adlı seri katilin takipçileri olan kızlar. 1960'larda "Manson Ailesi" denilen oluşumun bir parçası olmuş ve Manson uğruna cinayet işlemişlerdir.

Kaynak:
Bir Kuştan Öbürüne: Hayat ve Yazmak Üzerine Tavsiyeler
Yazan Anne Lamott
Çeviren Damla Göl
Atölye dizisi
Hep Kitap


19 Mart 2020 Perşembe

Korona Günleri (1)

99 depremini İstanbul'da yaşadığım günden beri depremden korkuyorum. İnsanın altındaki zeminin sallanması, sarsılması evine duyduğu güven hissini yerle bir ediyor. Şimdi benzer bir korkuyu mesleğimi icra ettiğim iş yerime, sokaklarında yürüdüğüm şehrime karşı duyuyorum. Türk Diş Hekimleri Birliği'nin, Sağlık Bakanlığı'nın önerileri ve yönergeleri doğrultusunda iş yerinde birtakım değişikliklere gittik, ekstra önlemler aldık. Bununla beraber yüreğimin ortasındaki sıkışma hissi geçmiyor. Nefes alma kapasitemin azaldığını hissediyorum. Bunun fiziksel bir etki olmadığına, korkunun doğurduğuna da eminim. Heyecanlandığımız, korktuğumuz zamanlarda nefes alışımız sekteye uğruyor ilkin. Bunun en şiddetli örneğini boğazı geçmek üzere yüzme yarışına katıldığım ilk gençlik günlerinde hissetmiştim. Yüzmeye başladığım anda nefes alma verme düzenim bozulmuştu. İnsan doğduğu andan itibaren yaptığı en doğal eylemi unutabilir mi? Unutuyor. Panik ve korku ruhu ele geçirdiğinde derhal nefes alma kapasitesi düşüyor ve yapamayacağım düşüncesi zihni ele geçiriyor. Bununla başa çıkmanın ilk şartı dikkati yeniden nefes almaya getirmek. Yüzme yarışında tekneden bana eşlik eden yüzme hocamız da bunu iyi bildiğinden, nefeslerimin düzensizleştiğini fark ettiği anda beni uyarmış, nefes al, nefes ver komutları vermişti. Şimdi ne zaman kendimi tıkanmış, ilerleyemiyor hissetsem, vazgeçecek olsam Nuri Abi'nin nefes al, nefes ver komutunu hatırlıyorum. Nefes alıp veriyorum, derin derin. Beni zehirleyen ortamdan çıkıyorum, fiziksel ya da dijital. Yeni bir pencere açıyorum ve uzaklaşıyorum. Yazıya sığınıyorum bazen ama muhakkak hareket ediyorum. Şimdi, okulların kapandığı, çalışma süremi kısaltıp kızıma eşlik ettiğim günlerde, muhakkak her gün iki üç kere kısa süreli de olsa hareket de ediyorum. Koridorda top oynuyoruz. Uniyoga'yı açıyor, basit yoga hareketlerini tekrarlıyoruz birlikte. Salgın başlamadan önce koyduğumuz bir aylık spor yapma hedefi duruyor ne de olsa. Kızım güçlenmek ve uzamak istiyor, ben zayıflamak. Kendimizi koyvermeden hareket ediyoruz, İngilizce diziler izliyor, dijital platformlardan her gün biraz ders çalışıyoruz. Bu dönemi daha çok kitap okuyarak ve üreterek geçirmeyi planlıyorum. 
Her depremden sonra hepimiz nasıl deprem uzmanı olduysak şu anda da hepimiz Covid 19 ile yeterince bilgi sahibiyiz. Salgının tepe noktasını görüp azalacağı günler gelmeden hiçbirimiz için hayat tamamen normale dönmeyecek. Bu dönemi fiziksel ve ruhsal olarak sağlıklı ve zinde geçirmek için aldığım kimi kararlar ve yaptığım uygulamalar şöyle: 

Televizyon ve ekranı karartıyorum. Covid 19'un yayılımı ve alınması gereken bireysel önlemlerle ilgili alabileceğimiz, öğrenebileceğimiz yeni bir bilgi yok. Dolayısıyla saat 22'den itibaren telefonun internetini kapatıyor, uyku öncesi panik ve korkumu besleyecek bilgi akışını kesiyorum. 

Sağlıklı ve dengeli beslenmeye özen gösteriyorum. Her gün dışarıdan D vitamini ve çinko alıyorum. 

En geç 23.30'da yatıyorum. En önemli değişiklik bu çünkü beni bilen bilir, az uyurum, genellikle yazı çizi işlerimi ev halkının uyuduğu zaman dilimine kaydırırım. 

Her gün hareket ediyorum. Basit ve kısa yoga uygulamalarını izleyerek evde tatbik ediyorum. 

Her gün kitap okuyorum. 

Her gün sevdiğim, beni eğlendiren bir dizi izliyorum. 

Kızıma evde basit görevler verdim. Her gün çiçekleri sulamak, her gün anneannesini aramak ve onunla ilgilenmek gibi. 

Evde kalacaksak bile sabah kahvaltı yapmadan önce üzerimi değiştiriyor, yatak odasını havalandırıyor ve yatağımı topluyorum. Bunu yapmadığım günlerde o rehavet hâli bütün güne yayılıyor ve saatler atlayarak, hızlı ama beni de tüketerek, enerjimi emerek ilerliyor. 

Her gün Deniz'in dersleriyle ilgileniyorum. Öğretmenin yolladığı ev ödevlerinin yanı sıra bir ders süresince beden eğitimi ve el sanatları etkinliği yapıyoruz. Böylece araları kendi serbest etkinlikleriyle ve kitap okuyarak geçirebiliyor. İlerleyen günlerde onun kendine ayırdığı zamanları ev işlerine ayırmak yerine kendi okuma yazma sürecime ayırmak, bol bol serbest yazılar yazmak, korkularımı, endişelerimi yazı yoluyla içimden atmak da planlarım arasında. 

Ee sizler nasılsınız? Bugünleri nasıl geçiriyorsunuz? Paylaşmak isterseniz yazının altına yorum olarak yazın lütfen. 

Son satırı yazdığım anda dinlediğim şarkı da size hediyem olsun.


18 Mart 2020 Çarşamba

Bir midye misali


Ağzı kapalı, deniz kokulu canım midye. Sırlarla saklı, kalın kabuklu midye. Bir kayaya tutunmuş bekleyen midye... 
Kabuğunun üzerini kaplayan ipliksi yosunlar saç misali salınıyor, sağa sola, yukarıya aşağıya... Soğuk tuzlu su, kabuğun üzerini aşıyor, üzerinden geçip gidiyor. Bazen usulca okşuyor, bazen hırçınca dövüyor kalın kabuğu. Yine de bırakmıyor midye, vazgeçmiyor, salmıyor kendini tutunduğu kovuktan aşağıya, karanlık, derin sulara...
Bir midye misali geçirebilir miyim bu günleri? Evimin kapısını, duvarlarını kabuk misali dışıma örtüp içinde aklımı kaçırmadan sakin kalabilir miyim, bekleyebilir miyim, güvenebilir miyim, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edebilir miyim?
Bir midye misali yaşamaya nereden ve nasıl başlayabilirim? Kızım için planladığım günün parçalarına ben de dahil oluyorum. O, Türkçe dersi çalışıyor şimdi. Aynı etkinliği yapıyorum onunla. Meslek kelimesinin bana çağrıştırdığı kelimelerden biri olan "midye"yi yazıyorum, öylesine, doğaçlama çünkü yazmak korkularımın, endişelerimin zihnimden bir bir dökülmesine yardımcı oluyor. Çünkü belli ki yol uzun, kızımın yanında güçlü, sakin ve meşgul kalmak istiyorum. Bir midye misali kovuğumda tutunmuş, beklemekten rahatsız olmadan, beklediğini unutarak bekleyen, güçlü, sakin ve meşgul.

Defne Suman'dan Yazar Adaylarına Tavsiyeler*



İçinizdeki yazar ve yazar adaylarına, evde oturdukları süre boyunca akıllarındaki o öyküyü nihayet yazmaya niyet etmiş olanlarınıza buradan bir iki kelam edeyim müsadenizle. Güzide parkımız Pedion tou Areos’un dev selvileri altındaki bir bankta iki büklüm eğilmiş, kucağımdaki defterime öykümle ilgili notlar alırken şunu iyicene idrak ettim: Mürekkep kağıda geçmedikçe ilham gelmiyor. Ağaçları, çocukları, köpekleri seyredin, rüzgar yaprakların arasından hışırdayarak geçsin, dallarında turunçlar mis koksun, bir yerlerden kilise çanları ya da ezan sesi gelsin.. Bunların hepsini beş duyunuzla içinize çekin ama yazmaya başlayacağınız zaman elinize kalem alın. Oturduğunuz yerde ne yazacağınızı düşünmeyin yani. Kalemin kağıda dokunduğu anda oluşan bir simya var. O simyadan hiç bilmedik öyküler, fikirler, duygular doğuyor. Ancak mürekkep kağıda geçtiğinde insanın en derininde saklı, kendinin bile bilmediği inanışları, hisleri ve hatta anıları su yüzüne çıkıyor. Bu, nasıl oluyor bilmiyorum. Ama cumartesi sabahı hava kirliliği iyice azalmış şehrimizin en büyük parkında defterime yazarken bunu bizzat yaşadım.
Bilgisayar olmaz mı? Aynı simya bilgisayarda oluşmuyor. En azından benim için. En azından başta. Bu yüzden tüm romanlarımın başlarını ve kilit bölümlerin açılışlarını daima defterime yazarım. Boş bilgisayar ekranına bakacağınıza elinize kalemi, kağıdı alın ve yazmaya koyulun. Mükemmel bir şey yazmaya da çalışmayın. Toprağı kazıyorsunuz önce. Toprak altından çıkan parçayı mükemmelleştireceğiniz yer bilgisayar ekranı olacaktır.
Hazır evdeyken ne zamandır istediğim A’ya, B’ye, C’ye başlayayım diyenlerinize de bir kaç önerim var. Aslında önerim hepinize. Hafta içi gündüzleri çalışanların hayali vardır ya, şu işi bırakayım da zamanımın efendisi ben olayım, dersiniz hani… İşte o hayal ettiğiniz hayat bu. Ben bunu senelerdir yaşadığım için müsadenizle yaşantılarımdan yola çıkarak bir kaç öğüt vereyim.
Kendinizi istediğiniz gibi değerlendireceğiniz bomboş bir günde bulduysanız, size ilk öğüdüm derhal bir rutin yaratın. Rutin sadece yaratıcı faaliyet için değil, sağlığımız ve yaşadığımız şu zamanlarda kuvvetine en çok muhtaç olduğumuz bağışıklık sistemimiz için de çok önemli. Korkunun karşısına rutini koyabilirsiniz. Yoga öğrencileri bilirler vritti (zihin gevezelikleri) karşısına apana’yı (aşağı akan ve boşaltımı düzenleyen enerji) koyarız. Apana ritmi düzenler ve ritim apanayı uyandırır, tıkandığı yerde harekete geçirir. Rutin ve korku arasında da benzer bir ilişki var ve hatta daha fazlası. Yoga ve Ayurveda’dan kavramlarla açıklamaya çalışayım. Korku, kaygı, endişe, panik gibi duygular vata bozukluğuna dair duygular. Vata hava fazlası demektir. Hava tabiatı itibari ile hafif, uçucu ve hareketlidir. Kurutur ve içine dolduğu maddeyi yükseltir. Olumsuz düşünceler ve duygular sistemi hızlandırır, kaygı korkuyu, korku paniği besler, vata artar.  Nefes daralır, vücut hissedilmez olur, tüm enerji beyine ve zihnin kontrol takıntısına aktarılır. Zihin kontrol etmek ister. Belirsizlik karşısında kontrolü yitirdiğince kendini kaybedebilir. O yüzden panik anlarında zihne kontrol edebileceği bir şey sunmak gerekir. Mesela nefes. Nefesi kontrol edebiliriz. Yavaşlatabiliriz. Vücutta oluşan hislere dikkatimizi çevirebilirsek vata durulur, panik yatışır. Bu, duygulardan kaçmak anlamına gelmiyor. Aksine duygu hakkında düşünüp, ona devamlı çözüm aramaktansa vücudumda, karnımda, kalbimde, yere basan ayaklarımda oluşan hisleri hissettmek. Bu paniğimizi yatıştıracaktır.
Rutin konusuna gelecek olursak… Zamanın efendisi olmak, yine vata tabiatlı zihni dizginlemek anlamına geliyor. Üretken ve tatminkar bir gün geçirmek istiyorsanız zamanı küçük parçalara bölün. Ben minimum 24 dakikalık (yogada bir ghatika) konsantrasyon aralıklarıyla çalışırım. Mesela bu blog için notlarımı 24 dakika boyunca defterime aldım. Alarm çaldı. Kalktım, 5 dakika eşimin tuvaletten kalkmasına yardımcı oldum ve tekrar odaya kapandım. Alarmı bir daha kurdum. İkinci yirmi dört dakika da bilgisayara yazıyorum. Bu ghatika bitince kahvaltı sofrasını ve mutfağı toplayacağım. Üretken aralıklara öncelik verin. Ev işleri üretken dilimlerden yemesin. Önce evi toplayayım, sonra rahat rahat masamın başına geçeyim demeyin. İnsan evi toplarken yoruluyor, zihinsel enerjisi kalmıyor. O yüzden önce yazın (ya da ne yapıyorsanız onu yapın) sonra evi toplayın. Bir öykünün ortasında ghati bittiyse, evi toplarken de zihin üretmeye devam eder. Önce üretin, sonra ev işlerine bakın. Tüm günü evde geçiren bir kadın için ev işi hiç bitmez. Ev sizden hep bir şeyler ister. Her istediğini tek seferde vermek zorunda değilsiniz. Benim önerim 116 dakika (5 dakikalık aralarla 4 ghatika) çalıştıktan sonra 116 dakika ara vermeniz. O arada da fiziksel işler, ev işleri yapın. Beyin dinlenirken de yaratmaya devam ediyor. 4 ghatika başta çok geliyorsa 2 ghatika ile başlayın veya bir ghatika ile. Önemli olan bu ghatika süresince elinizdeki iş dışında HİÇBİR ŞEY ile ilgilenmemeniz. Telefon kapansın. İnternet kapansın. (Müzik dinlemeyi seviyorsanız, müzik çalabilir.)  Kapılar kapansın. Bunca kapanmaya bir ghati’den uzun dayanamıyorsanız, en azından 24 dakika elinizdeki işe konsantre olmayı deneyin.

*Bu yazı, yazarın şahsi bloğunda yer alan Korona Günleri'nde Atina (4) yazısından, yazarın izni alınarak derlenmiştir. Yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz. 

13 Mart 2020 Cuma

Nasıl Yazar Oldular? (44)

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 





                                                        Aferin Deliliği 

Yazmak ya da okumak değil de bir şeyler üretme hevesim epey fazlaydı çocukken. Dışarıda arkadaşlarımla ne kadar zaman geçirirsem geçireyim mutlaka evde kendime yeten oyunlarım, icatlarım vardı. Oyuncakları pek sevmezdim, mandallarla oynamayı tercih ederdim mesela, onları birbirine tutturur otomobiller, robotlar, şehirler kurardım. İç sesim vardı, ikna edemediğim, susturmadığım, nesneleri konuşturduğum bir ses. Masallar okuyan büyüklerim olmadı, evimizde bir kütüphane yoktu, bazı arkadaşlarımın evlerine gittiğimde ansiklopedilere hayranlıkla bakardım ama bizde olmamasını da pek yadırgamazdım. Okumanın cazip bir hali yoktu.

İlkokul üçe gidiyordum, “Değerli öğretmenlerim ve sevgili arkadaşlarım, şimdi ben sizlere kendi aklımdan yazdığım şiiri okuyacağım,” diye bir giriş, sahnedeki öğrencinin şiiri peşi sıra alkışlar. Belirli gün ve haftaların en ilginç performansı buydu bana kalırsa. Sahnede tiyatro da yapsalar, şarkı da söyleseler bu şiirler kadar ilgimi çeken hiçbir şey olmuyordu. Utangaç, içe kapanık, pek konuşmayan bir çocuktum ama buna heves ediyordum. Herkesin karşısına çıkıp bu cümleyi söyleyerek yazdığım şeyi okumalıydım. İlk kez hamle yaptım, Orman Haftası’ydı. Görevi bizim öğretmene, Kadriye Çetin’e vermişlerdi. Ben de “Şiir yazmak istiyorum,” demiştim. Öğretmen onayladı ama sınıftaki çabam boşaydı; şiir sessizlikte, evde yazılırdı, öyle söylemişti öğretmen. Ben gene de son derse kadar uğraşmıştım ama öğretmen ertesi günkü etkinlikten önce şiire bakıp karar vereceğini söylemişti. Şiiri yazdım, sanırım iki ya da üç dörtlüktü. Sabah olup okula gittiğimde öğretmenimizin hasta olduğunu gelemeyeceğini söylediler. Programı C’lerin öğretmeni üstlendi, görev alacakları çağırdı, hemen sızıverdim. Ama kimseye okutmamıştım şiirimi, herkes yazısını, şiirini okudu en son ben kaldım. Çıktım ve okudum, sanırım kötü bir şiirdi, ama C’lerin öğretmeni sahneden inerken başımı okşadı. İşte o gündür aferin delisiyim…

                                                                                                                                  Murat Çelik  * Bu yazı 5/3/2020 tarihinde ilk kez Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 


11 Mart 2020 Çarşamba

KENDİSİYMİŞ GİBİ

İkinci göz ağrım, Kendisiymiş Gibi adlı öykü kitabım okurla buluşuyor.




 “Nefes alıp veriyor, içeri, dışarı. Bir balon gibi şişiyor, iniyor. Şişkinlik göğsünden karnına indikçe, sessizlik şekil değiştiriyor. Suçluluk, huzursuzlukla dolu değil artık, bambaşka bir şey şimdi. Sıcaktan kavrulduğunda kana kana soğuk bir bardak su içmek gibi, yüreğin dara düştüğünde bir şiirin dizelerinin elinden tutması gibi. Ayağa kalkıyor. Telefon avcunun içinde. Oğlanın üzerini örterken annesini arıyor.”

Gövdesi dimdik, yaprakları üzerinde ama suyu çekilmiş bir ağaç gibi kentli insan. Kendisiymiş gibi ama kendisi değil. Güçlükle ayakta durmaya çalışan, “olanca gücüyle kendini sıkmasa, bir gecede tüm iğne yapraklarını, kabuklarını yitirebilecek” denli titrek, iğreti, köksüz… Tuğba Gürbüz pek de duygusal olmayan bir dille yazıyor Batı’yı, çünkü bu evrende duygular da “kendisiymiş gibi”.  Kent, kendi üzerine kapanmış, nefes alamadığı gibi nefes aldırmıyor da; nefessizlik hali çırpınmaya dönüştükçe duygular yerini boşluğa, boşlukta salınmaya bırakıyor. Kente, toplumsal rollere, anneliğe, evliliğe, ilişkilere, hayata karşı anlam arayışı Tuğba Gürbüz öykülerinde belirgin temalar. Kendisiymiş Gibi, aslında yabancılaşmayı kanıksamış hayatlarımıza belli bir mesafeden bakmaya davet eden, vurgulardan uzak bir kitap. Tıpkı öykü gibi… “Buraya bak! Kendisiymiş Gibi, ama kendisi değil…”


10 Mart 2020 Salı

Celil Oker'den Yazar Adaylarına Tavsiyeler



Sen nasıl istersen öyle yaz. Ne zaman istersen o zaman yaz. 
Sana "yaz" demek için buradayım. Yaz yeter ki. 
Genç bir arkadaşım olduğunu biliyorum. Yazmayı, yazar olmayı istediğini biliyorum. Hiç itirazım yok. Ne hakkında olursa olsun yazmak muhteşem bir şey çünkü. 
Yazar olmak, yazar kumaşı taşımak diye bir şey yoktur. Yazar olduğun için yazmazsın; yazdığın, ısrarla yazdığın için yazar olursun. Yazmadan yazar olmak diye bir şey yoktur. 
"Yazar olmak" diye bir şey olmadığına göre, yazarsan yazar olursun ancak. Kimseyi dinleme. Yaz. Yazar olabilirsin. 
Şimdi düşün. Yazar olmanın mı peşindesin, yazmanın mı? Bu sorunun cevabını sen verme, arşivin versin. Şimdiye kadar kaç kelime yazdın? Kaç kısa öykü, roman bitirdin? Kaç projen yarıda kaldı? Çekmecende kaç dosya var? Say. 
Bilançona en iyi yorumu yapacak olan sensin. Yazmış mısın, yoksa yazar olmayı çok ama çok istiyorum duygusunda takılıp kalmış mısın?
Çözüm önerim basit: Attila İlhan'ın yaptığını yap. Günde bir sayfa yaz. Ayda 30, yılda 365 sayfa eder. Şimdi en yakınındaki romanı al ve sayfa sayısına bak. Ne demek istediğimi anlayacaksın. Ya da günde 500 kelime yaz, bir kenara koy. Her gün ama. Her gün bu kadar yazabilir misin? Bence yazarsın. 
Yaz. Ama her gün yaz. (Yazdıklarının niteliğiyle sonra hesaplaşırsın.) 
Yaratıcılık doğuştan gelen bir şey değildir. Dünya üzerindeki  pek çok şey gibi yazmak da öğrenilebilir, öğretilebilir. 

Yukarıdaki tavsiyeler yazarın Genç Yazarlar İçin Hikâye Anlatıcılığı kitabının önsözünden derlenmiştir.



Genç Yazarlar İçin Hikâye Anlatıcılığı
Celil Oker
Altın Kitap
Edebiyat İnceleme