“Nefes alıp veriyor, içeri, dışarı. Bir balon gibi
şişiyor, iniyor. Şişkinlik göğsünden karnına indikçe, sessizlik şekil
değiştiriyor. Suçluluk, huzursuzlukla dolu değil artık, bambaşka bir şey şimdi.
Sıcaktan kavrulduğunda kana kana soğuk bir bardak su içmek gibi, yüreğin dara
düştüğünde bir şiirin dizelerinin elinden tutması gibi. Ayağa kalkıyor. Telefon
avcunun içinde. Oğlanın üzerini örterken annesini arıyor.”
Gövdesi dimdik,
yaprakları üzerinde ama suyu çekilmiş bir ağaç gibi kentli insan. Kendisiymiş
gibi ama kendisi değil. Güçlükle ayakta durmaya çalışan, “olanca gücüyle
kendini sıkmasa, bir gecede tüm iğne yapraklarını, kabuklarını yitirebilecek”
denli titrek, iğreti, köksüz… Tuğba Gürbüz pek de duygusal olmayan bir dille
yazıyor Batı’yı, çünkü bu evrende duygular da “kendisiymiş gibi”. Kent, kendi üzerine kapanmış, nefes alamadığı
gibi nefes aldırmıyor da; nefessizlik hali çırpınmaya dönüştükçe duygular
yerini boşluğa, boşlukta salınmaya bırakıyor. Kente, toplumsal rollere,
anneliğe, evliliğe, ilişkilere, hayata karşı anlam arayışı Tuğba Gürbüz
öykülerinde belirgin temalar. Kendisiymiş Gibi, aslında yabancılaşmayı
kanıksamış hayatlarımıza belli bir mesafeden bakmaya davet eden, vurgulardan
uzak bir kitap. Tıpkı öykü gibi… “Buraya bak! Kendisiymiş Gibi, ama kendisi
değil…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder