24 Mart 2020 Salı

NASIL YAZIYORLAR? (23)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte yirmi üçüncüsü: Anne Lamott






Aslına bakarsanız, bir şey yazabilmemin tek yolu gerçekten ama gerçekten boktan ilk taslaklar yazmaktır.
İlk taslak bir çocuğun taslağıdır; kimsenin görmeyeceğini ve daha sonra şekillendirebileceğinizi bildiğiniz için her şeyi olduğu gibi ortalığa serer, döke saça oynarsınız. Bırakın bu çocuksu tarafınız sesleri ve imgeleri sayfaya akıtsın. Karakterlerinizden biri "Aman ne olmuş sanki Boklu Paça?" demek istiyorsa buna müsaade edin. Kimse görmeyecek. Çocuk gerçekten duygusal, ağlak, hassas bir bölgeye girmek istiyorsa bırakın girsin. Her şeyi kâğıda dökün, zira daha aklıselim ve yetişkin yollarla asla ulaşamayacağınız o altı çılgın sayfada muhteşem bir şey saklı olabilir. Altıncı sayfanın en son paragrafının en son satırında seveceğiniz bir şey olabilir; bu kısım o kadar güzel veya çılgıncadır ki bu sayede aşağı yukarı ne üzerine yazmakta olduğunuzu veya hangi doğrultuda ilerleyeceğinizi öğrenirsiniz. Gelgelelim o ilk beş buçuk sayfayı yazıp bitirmeden buna erişmenin bir yolu yoktur.

Kapanmadan evvel California dergisi için yemek eleştirileri yazıyordum. (Benim yemek eleştirileri yazmamın derginin kapanmasıyla bir alakası yok, gerçi yazdığım her eleştiri birkaç aboneliğin iptaline neden oluyordu. Kimi okurlar benim sebze püresi tepelerini bazı eski devlet başkanlarının beyinleriyle kıyaslamama biraz gücenmişti.) Bu eleştirileri yazmak hep iki günümü alırdı. Önce kendini kolayca ifade edebilen, dediği dedik bazı arkadaşlarımı yanıma alarak birkaç kere restorana giderdim. Öylece oturup etraftaki insanların söylediği komik veya ilginç şeyleri not alırdım. Ertesi pazartesi notlarımı alıp masaya oturur, eleştiri yazmaya çalışırdım. Yıllardır bu işi yapmış olmama rağmen tam o anda panik duygusu çökerdi üstüme. Esasında çarpıcı bir giriş yazmaya çalışsam da tek yazabildiğim birkaç rezil cümle olurdu; üstlerini çizip tekrar denerdim, sonra hepsini silip atardım. Ardından umutsuzluk ve endişe duygularının tıpkı koruyucu röntgen önlüğü gibi göğsüme yerleştiğini hissederdim. "Buraya kadar" diye düşünürdüm sakince. Bu sefer o her zamanki sihir işlemeyecekti. Mahvolmuştum. İşim bitmişti. Ölmüştüm de gömenim yoktu. Belki de kâtibe olarak çalıştığım o eski işime dönebileceğim gelirdi aklıma. Ama muhtemelen beni geri almazlardı. Ayağa kalkıp bir süre aynada dişlerimi incelerdim. Sonra durup nefes almayı hatırlar, birkaç telefon görüşmesi yapar, mutfağa gider ve tıkınırdım. En nihayetinde geri dönüp masanın başına geçer, sonraki on dakika boyunca iç çekerdim. Sonunda üç santimlik çerçevemi elime alarak yanıtları orada arar gibi öylece içime bakardım. Her seferinde de yanıt bulurdum: Yapmam gereken tek şey, en azından ilk paragrafın hakikaten çok boktan da olsa bir taslağını yazmaktı. Ve bu yazdığımı kimse görmeyecekti.
Böylece kendimi dizginlemeden yazmaya başlardım. Sanki sadece tuşlara basıyordum, tek yaptığım parmaklarımı hareket ettirmekti. Yazdıklarım da berbat olurdu tabii. Bir sayfa uzunluğunda bir giriş paragrafı yazabilirdim, oysa eleştirinin kendisi yalnızca üç sayfa olmalıydı. Ardından yediklerimi anlatmaya başlardım, her bir yemeği tek tek, "kuş kuş"* yazardım. Eleştirmenler de omuzlarımda oturup çizgi film karakterleri misali yorum yaparlardı. Horluyormuş gibi yapar, kimi zaman benim aşırı süslü tasvirlerime gözlerini devirirlerdi. Bu betimlemeleri ne kadar yumuşatmaya çalıştığım ya da restoran eleştirilerine başladığım ilk günlerde bir arkadaşımın yaptığı kibarca uyarının hâlâ bilincinde oluşum fark etmezdi onlar için.  Şöyle demişti arkadaşım: "Annie altı üstü bir parça tavuk. Altı üstü bir dilim pasta."
Tabii o vakitler uzun süredir yazmakta olduğum için nihayet kendime bir nebze de olsa akışına bırakma izni verebilirdim. Normalde olması gerekenden belki de iki kat daha uzun bir taslak yazardım; pek makbul olmayan sıkıcı bir başlangıcı, yemeğin bunaltıcı bir tasviri, kendilerini yemeksever kimselerden ziyade Manson kızları** gibi gösterecek kadar kara mizah seven arkadaşlarım ve bahsetmeye değmeyecek bir sonu vardı. Yazdıklarımın tamamı o kadar uzun, tutatrsız ve berbat olurdu ki günün geri kalanında daha düzgün olabilecek ikinci taslağı yazamadan bir arabanın altında kalma ihtimalimi takıntı haline getirirdim. İnsanların benim yazdığım şeyi okuyacağından ve muhtemel trafik kazasının aslında intihar olduğuna inanacaklarından endişelenirdim. Yeteneğim solup gittiği ve zihnim de pelteye döndüğü için paniklediğimi düşünebilirlerdi.
Ertesi gün yeniden otururdum başına; renkli bir kalemle yazdığım her şeyin üzerinden geçer, atabileceğim her şeyi atar, ikinci sayfanın bir yerlerinde yeni bir vurucu kısım bulur, yazıyı bitirmek için akılda kalıcı bir yer düşünür ve sonra ikinci taslağı yazardım. Genelde iyi de çıkardı bu, hatta bazen komik, tuhaf ve faydalı olabilirdi. Sonra üzerinden bir kere daha geçip yollardım.
Bir ay geçtikten sonra, yani yeni eleştiri vakti geldiğinde, tüm bu süreç en baştan başlardı; beni de tekrar yazamadan insanların ilk taslağımı bulacağı korkusu sarardı.
* Yazar burada kitaba ismini veren anekdota gönderme yapmaktadır.
** Charles Manson adlı seri katilin takipçileri olan kızlar. 1960'larda "Manson Ailesi" denilen oluşumun bir parçası olmuş ve Manson uğruna cinayet işlemişlerdir.

Kaynak:
Bir Kuştan Öbürüne: Hayat ve Yazmak Üzerine Tavsiyeler
Yazan Anne Lamott
Çeviren Damla Göl
Atölye dizisi
Hep Kitap


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder