31 Mart 2020 Salı

Nasıl Yazar Oldular? (45)

Hep Kitap Atölye serisinden çıkan Anne Lamott imzalı "Bir Kuştan Öbürüne: Hayat ve Yazmak Üzerine Tavsiyeler" kitabı yazmaya başlamak isteyen, nereden başlayacağını bilemeyen,  hali hazırda yazan insanlar için değerli, işe yarar tavsiyelerle dolu. 

Kitabın uzun sayılabilecek giriş bölümü yıllardır sürdürdüğüm "Nasıl Yazar Oldular?" serisine de tabiri caizse cuk oturuyor. 18 sayfalık metnin giriş bölümünden bir kesiti sizlerle paylaşıyorum.



                                     Basılıyorsunuz, o halde varsınız 
Buldukları her fırsatta kitap okuyan, her perşembe gecesi ertesi hafta okuyacağımız kitapları yüklenmek üzere bizi kütüphaneye götüren bir anne babayla büyüdüm. Çoğu gece babam yemekten sonra bir şeyler okumak için kanepeye uzanır, annem de kitabını alıp evdeki en rahat koltuğa kurulurdu; biz üç çocuk ise kendi okuma köşelerimize çekilirdik. Eğer babamın yazar arkadaşları bize gelmemişse, evimiz yemekten sonra epey sessiz olurdu. Babam bir yazardı, takıldığı pek çok adam da öyle. Yeryüzündeki en sessiz insanlar değillerdi tabii, ama çoğunlukla epey maskülen ve kibar kimselerdi. Genellikle o günkü işlerini bitirdikten sonra akşam Sausalito'daki isimsiz barda takılırlardı; bazen de bir şeyler içmek için bizim eve gelir, akşam yemeğine kalırlardı. Onları seviyordum, ama zırt pırt içlerinden biri yemek masasında sızıyordu. Ben zaten huzursuz ve kaygılı bir çocuktum, bu durumu sinir bozucu buluyordum. 

Ne kadar geç saate kadar ayakta kalmış olursa olsun, babam her sabah 5.30'ta kalkıp çalışma odasına gidiyor, birkaç saat yazıyor, hepimize kahvaltı hazırlıyor, annemle gazete okuyor, sabahın geri kalanında da çalışmaya devam ediyordu. Bunu bile isteye, hayatını kazanmak için yaptığını, aslında işsiz veya akıl hastası olmadığını fark etmek epey zamanımı aldı. Kravatını takıp diğer babalarla birlikte bir yerlere gittiği, küçücük bir ofiste oturup sigara içtiği düzenli bir işi olmasını istiyordum. Ne var ki başka birinin ofisinde oturup başka birinin işlerini yaparak günlerini harcama fikri babamın ruhuna pek uymuyordu. Bence bu onu kesin öldürürdü. Aslında nispeten erken bir yaşta öldü, daha ellilerinin ortasındaydı; ama en azından kendi bildiği gibi yaşadı. 

İşte ben bütün gün çalışma odasındaki masada oturup gördüğü ve bildiği yerlerle insanlar hakkında makaleler ve kitaplar yazan bu adamın yanında büyüdüm. Çok şiir okurdu. Bazen seyahatlere çıkardı. Belirli bir amaç uğruna, istediği her yere gidebilirdi. Yazar olmanın nimetlerinden biri, bir şeyler yapmak, bir yerlere gitmek, keşfe çıkmak için size bahane sunmasıdır. Bir diğer nimetine gelince, yazma eylemi, sizi hayata daha yakından bakmaya, o hayat hakkında sallana sallana ortalıkta dolanırken onu incelemeye teşvik eder. 

Yazmak babama dikkat kesilmeyi öğretti; bunun karşılığında babam da başka insanlara bir şeylere dikkat etmeyi ve sonra düşünceleriyle gözlemlerini kâğıda dökmeyi öğretti. Öğrencileri San Quentin Eyalet Hapishanesi'ndeki yaratıcı yazarlık programına katılan mahkûmlardı. Tabii çoğunlukla onu örnek aldığımdan, bana da öğretmiş oldu. Bize cesur ve özgün olmayı, kendimize hata yapma izni vermeyi öğretti; James Thurber "Varınızı yoğunuzu ortaya koysanız da sonunda fena halde çuvallayabilirsiniz" derken haklıydı aslında. Babam paylaşmak istediğimiz pek çok duygumuzun, gözlemlerimizin, anılarımızın, rüyalarımızın ve (Tanrı bilir) fikirlerimizin olduğunu keşfetmemiz için bana ve mahkûmlara yardım ederken, mide bulandıran o küçük sineği bulduğumuzda hepimiz azıcık da olsa incinmiştik. Evet, bir noktada hakikaten de oturup yazmamız gerekiyordu. 

Sanıyorum henüz bir çocuk olduğumdan yazmak benim için mahkûmlara kıyasla daha kolaydı. Ama bana hep çok zor gelirdi. Yedi ya da sekiz yaşında başladım yazmaya. Çok utangaçtım, tuhaf bir tipim vardı, okumayı her şeyden çok seviyordum; o vakitler on sekiz kilo civarındaydım ve o kadar gergindim ki Richard Nixon gibi omuzlaarımı kulaklarıma kadar çekip öyle yürüyordum. Birinci sınıftayken gittiğim bir doğum günü partisinin videosunu izlemiştim bir keresinde; tüm o tatlı ufak oğlanlar ve kızlar köpek yavruları gibi birlikte oynarken birdenbire Prufrock'un yengeci gibi ben geçiyordum ekranın önünden. Büyüyünce seri katil olacak veya düzinelerce kediyi eve alacak kişi bendim. Bunun yerine eğlenceli biri oldum. Komik oldum; çünkü oğlanlar, benden yaşça büyük tanımadığım oğlanlar bisikletleriyle yanımdan geçiyor, tuhaf görünüşüm yüzünden benimle alay ediyorlardı. O anlarda hareket halindeki bir araçtan ateş açılmış gibi hissediyordum. Galiba Nixon gibi yürüme nedenim de buydu. Sanırım kulaklarımı omuzlarımla kapatmaya çalışıyordum, ama tabii kulaklara pek erişemiyordum. Bu yüzden önce eğlenceli biri oldum, sonra da yazmaya başladım; tabii her zaman komik şeyler yazmadım.

İlk dikkat çeken şiirim, astronot John Glenn hakkındaydı. İlk dörtlük şöyle başlıyordu: "Albay John Glenn çıktı cennete/uzay gemisi Dostluk Yedi'de" Daha bir sürü dize vardı. Annemin o piyano çalarken söylememiz için öğrettiği eski İngiliz balatlarına benziyordu. O şarkıların her birinde otuz ya da kırk dize olurdu; bu da gözlerini kırpmadan tavanı izleyen erkek akrabalarımı merkezkaç kuvvetiyle savrulmuş gibi kanepelere ve koltuklara yapıştırırdı.

Öğretmenim, John Glenn şiirimi ikinci sınıftaki arkadaşlarıma okudu. Muazzam bir andı; diğer çocuklar sanki araba sürmeyi öğrenmişim gibi baktı bana. Sonra öğretmenim bu şiiri California'daki devlet okulları arasında düzenlenen bir yarışmaya yolladı ve şiirim bir ödül kazandı. Teksir makinesiyle çoğaltılmış bir derlemede yayımladılar. İşte o zaman bastıklarını yazılı olarak görme heyecanını anlayıverdim. Bir çeşit ilkel teyit sağlıyordu aslında: Basılıyorsunuz, o halde varsınız.
               
                                                                                                                                   Anne Lamot


Bir Kuştan Öbürüne: Hayat ve Yazmak Üzerine Tavsiyeler
Yazan Anne Lamott
Çeviren Damla Göl
Atölye serisi
Hep Kitap



























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder