31 Ocak 2019 Perşembe

Nesli Tehlike Altında Bir Tür: Çocukluk*


Amerikalı öğretmen ve yazar Stephen B. Frank, “Sınıfta İsyan Var! Ödev İstemiyoruz” adlı kitabını yıllardır haksız bir şekilde evine girdiği öğrencilerine adamış. Ödev meselesi tam olarak nerede, hangi noktada çığırından çıktı bilinmez ama ödevler bir süredir çoğu öğrenci için “derste işlenenleri pekiştirmek üzere düzenlenmiş, onların 10, 15 dakikalık zamanlarını alan alıştırmalar” olmaktan hayli uzak. Ödeve ayrılan süre arttıkça, çocuklar en doğal öğrenme ve merak etme alanları olan serbest oyundan yoksun kalıyor. Artan teknoloji, konfor ve imkânlar, uzayan ömür vb. nedenlerle şimdiki çocukların şanslı olduğu söyleniyor oysa çocuklar küçük yaşlardan itibaren akademik müfredat baskısı altında. Okullarda önceliğin çocukların hayatı tanıması, sosyal beceriler edinmesi yerine üniversiteye hazırlanmaya verilmesi, öğretmen öğrenci ilişkisinin bilgi veren ve bilgi alan ile sınırlı kalmasına yol açıyor. Peki ama öğretmenin bilgi vermek dışında, yol göstermek, teşvik etmek, merakı harlamak, ilgi alanını keşfetmeye yardımcı olmak rollerine ne oldu? 

NotaBene Yayınları'ndan çıkan “Sınıfta İsyan Var! Ödev İstemiyoruz” Sam Warren ve arkadaşlarının hikâyesi üzerinden eğitim sistemini, çalınan çocukluğu anlatıyor, ödevlerin gerçekten sanıldığı kadar işe yarayıp yaramadığını sorguluyor. 
                                                                             
Sam Warren, Kolomb Günü tatilinin hemen öncesine kadar sıradan bir altıncı sınıf öğrencisidir. Bay Powell'ın sırasının üzerine bıraktığı kalın ödev dosyası, diğer öğretmenlerin verdiği ödev ve projelerin varlığı, tatilde yapmayı planladığı şeylerden mahrum kalacağı anlamına gelmektedir. Arkadaşlarla oynamak, babasıyla ağaç ev yapmak, piyano çalmak, ailesiyle vakit geçirmek… Sam bir anda defterinden bir sayfa koparır, büyük harflerle “ÖDEV” yazar, daire içine alır ve üzerine yan bir çizgi çeker. Anlamı açıktır. Ödev istemiyorum! Herkesin görebilmesi için sırasının üzerine çıkar. Hareket dalga dalga sınıfa yayılır. Kapının önünden geçen okul müdürünün olanları görmesi, içeri girmesi ve ödev yapmayı reddedenlerin üç gün okuldan uzaklaştırma alacağı açıklamasını yapmasıyla öğrenciler tek tek yerine oturur. Sam protestosundan vazgeçmez ve okuldan uzaklaştırma cezası alır.

Yaptığı eylemin sivil itaatsizlik olduğunu, savunma hakkı verilmeden ceza almasının yasa dışı olduğunu öğrenen Sam, ödevlerin kaldırılması için zorlu bir hukuk mücadelesi başlatır. Bu yolda en büyük destekçileri eşini kaybetmiş emekli avukat komşusu Bay Kalman, ablası Sadie, onun sevgilisi Sean ve sınıf arkadaşları Alistair, Jaesang, Catalina olacaktır. Ödevlerin kaldırılması için açılan davanın masraflarını karşılamak, savlarını ispatlayacak deliller toplamak onların içindeki merak, tutku ve heves gibi en temel dürtüleri ortaya çıkaracak, her birinin kendi içindeki potansiyeli keşfettiği ve açığa çıkardığı eşsiz bir yolculuğa dönecektir.

Kendisi de öğretmen olan Stephen B. Frank, bu romanda çocukların doğal öğreniciler olduğunu, bunun için ödeve ihtiyaçları olmadığını başarıyla gösteriyor. Zorunluluk yerine merak ve tutkunun fitilinin ateşlenmesinin çocukların öğrenmesini nasıl olumlu etkilediğini ispatlıyor. Önemli olanın içimizde gerçekten canlı olan, peşinden gitmeye değer bulduğumuz tutkuyu bulmak olduğunun altını çiziyor.

Ölçme ve değerlendirmenin her şeyden çok önemsenmesinin çocuklar üzerindeki zararlı etkilerini, mevcut eğitim ve öğretim sisteminin gerek öğrenciler gerekse öğretmenler üzerinde yarattığı baskıları anlatırken davaya delil oluşturacak bilimsel çalışma sonuçları, gerçek dava kararları gibi edindiği bilgileri  de okurla paylaşıyor. Böylece okurun meseleyi tüm yönleriyle kendi içinde tartmasına, düşünmesine olanak sağlıyor. 

İnsan doğası gereği farklı ve çeşitliyken, dersler arasında bariz bir hiyerarşiye, benzerliğe ve her şeyin standart olmasına dayalı eğitim ve öğretim modelinin güçlü bir değişime, hatta devrime ihtiyaç duyduğunu gözler önüne seren bu eğlenceli kitabı yetişkinlerin ulaşabileceği yerde bulundurun.



Sınıfta İsyan Var! Ödev İstemiyoruz 
Yazan Stephen B. Frank 
Çeviren Gülfer Kırbaş
NotaBene Yayınları 
Çocuk roman 

* Bu yazı 10/01/2019 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır. 





25 Ocak 2019 Cuma

monolog


-Ne o, omuzların ve boynun mu ağrıyor? Ellerin hep oralarda.
-Sana neyin iyi geleceğini biliyorum.
Lambayı kısar. Tütsü yakar. Rahatlatıcı bir müzik açar. Masaja başlar.
-Kürek kemiklerinin altı, iç kısımları kulunç dolu. Böyle olmaz. Biraz gevşemen lazım. Sen benim günlük karalamalarımla niye uğraşıyorsun şekerim! Benimki sızlanmalar. Adama, çocuğa sarmayayım diye. 
Masaja devam eder. 
-Bırak şimdi o karalamaları. Bence sen eleştiri yazmalısın. Şu sıra gerçek eleştiri yazılarına ihtiyaç var. Meslek gereği edebiyat birikimin yetersiz ama kısa sürede okuyarak bu açığı kapatacağına eminim. Karşılaştırmalı edebiyat mı okusan acaba? 
Masaja ara verir. Telefonunu kurcalar. Yerine bıraktığında yüzü gülmektedir. 
-Gümüşlük’te bir atölye ayarladım sana. Masraflar benden. Karşılık mı? Yok canım, daha neler... 
-Madem çok ısrar ediyorsun... Dosyam bittiğinde sana vereceğim ve didikleyeceksin. Söz mü? Bak kıçın kalkar da, bakmazsan bozuşuruz valla.
-Uçak biletini aldım. Leylak rengi bluzunu da al. Gözlerini açıyor. Dur ben üzerine oturayım, hah şimdi çek fermuarı.
-Gitmişken başka modüllere de gir.
-İyi yolculuklar, öpüyorum.

Gramsci'den bir fabl: Fare ile Dağ*




Fare ile Dağ yirminci yüzyılın en önemli entelektüellerinden Antonio Gramsci’nin yazdığı bir fabldır. İtalyan Komünist Partisi üyesi Gramsci, 1926 yılında Mussolini hükümeti tarafından tutuklandı ve 20 yıl hapis cezası aldı. Çok da iyi olmayan sağlığı, hapishane koşullarında daha da kötüye gitti ve 1937 yılında henüz 46 yaşındayken öldü. Eserlerinin çoğunu, karısı ve çocuklarına mektupları hapishanede yazdı. Fare ile Dağ, Gramsci’nin hapishanede yazdığı metinlerden birisidir ve çocuklarına anlatılmasını arzu etmektedir.

1 Haziran 1931 tarihli mektubunda şöyle seslenmektedir karısı Giula’ya:

“Delio’ya bizim oraların bir öyküsünü anlatmak istiyorum. İlgisini çekecektir. Kısaca sana bahsedeceğim, sen de ona ve Giuliano’ya anlatırsın.

Küçük bir çocuk uyuyor. Yanında, uyandığında içmesi için büyük bir bardak süt var. Bir fare sütü içiyor. Çocuk uyanıyor, sütü bulamayınca çığlığı basıyor; annesi de feryat ediyor. Fare umutsuzca başını taştan taşa vuruyor fakat bunun bir işe yaramadığını görünce süt bulmak için keçiye gidiyor.”

Fabl açlık çeken bir çocuğun durumuyla başlar. Ne annesi ne de keçi onu besleyebilecek durumdadır. Keçinin süt verebilmesi için ot yemesi, otlakta ot yetişmesi için su olması, suyun boşa akmaması için çeşmenin tamir edilmesi gerekmektedir. Çeşmenin tamiratı içinse taşa ihtiyaç vardır. Fare sonunda dağa gitmeye ve ondan taş istemeye karar verir. Yolda onun çıplak yamaçlarını ve kurumuş su yollarını görür. Dağa vardığında ona küçük çocuğun hikâyesini anlatır. Bir söz verir çocuk adına:

Fare, küçük çocuğun büyüdüğünde, dağın yamaçlarına çam ağaçları, meşeler ve kestane ağaçları dikeceğine söz verdi. Yağmur geri gelecek, vadiyi sulayacak ve toprak yeniden işlenecekti.

Dağ ikna olur. Taş verir. Duvarcı çeşmeyi tamir eder. Su boşa akmaz, otlağa hayat verir. Toprak bereketlenir, otlak yeşile boğar, keçiler ve inekler doyar, ağaçlar yeniden boy verir. Ağaçların yeniden boy vermesiyle yağışlar düzene girer, toprak kayması biter. Çocukların yetersiz beslenme tehditi ortadan kalkar. Kasabanın çehresi bütünüyle değişir.

Gramsci bu kısa fablda, doğal kaynakları kısıtlı, yoksul bir halkın hikâyesini anlatmaktadır.  Yaptığından pişman olup durumu düzeltmeye çalışan farenin attığı adımlar üzerinden insanları durumu umutsuzca izlemek yerine ayağa kalkmaya ve eyleme geçmeye davet etmektedir. Mektubunu şu sözlerle bitirir nitekim:

“İkna olan dağ, taşları bağışlıyor ve bebek, neredeyse yıkanabileceği kadar çok süte kavuşuyor. Büyüyor, ağaçları dikiyor; sonra her şey değişiyor. Dağın kemikleri yeni toprağın altında kayboluyor, yağış yeniden düzenli hâle geliyor, ağaçlar nemi tutuyor ve sağanakların ovaları tahrip etmesini önlüyor. Diğer bir deyişle, farenin tasarladığı şey, hakiki bir beş yıllık plandan farksız! Bu sahiden ormansızlaşmayla harap olmuş bir halkın öyküsü. Sevgili Giulia, lütfen bu öyküyü çocuklara anlat ve onlarda nasıl bir etki yarattığını bana bildir. Seni şefkatle kucaklıyorum.”

Fare ile Dağ güncelliğini asla kaybetmeyecek bir konuyu, insan ve çevre ilişkisini ele alıyor. Önce insanın çevre üzerindeki yıkıcı etkilerini ve sonuçlarını anlatıyor. Çizdiği karamsar tabloya rağmen ekonomik, onarıcı ve sağlıklı çözüm yollarını okurla paylaşıyor. İnsanları olan bitene umutsuzca seyirci kalmak yerine, küçük ve somut adımlar atmaya, dayanışmadan, yardımlaşmadan yana tavır almaya teşvik ediyor.

Hâlâ çok güncel ve etkileyici olan fabl, Milrazones tarafından, yazarın karısı Gilua’ya yazdığı 1 Haziran 1931 tarihli mektubu esas alınarak uyarlanmıştır. Laila Domonech’in resimlediği kitap dikine açılan sayfa tasarımıyla dikkat çekiyor. Bu sayede, Gramscy’nin parçadan bütüne, bireyden topluma olan vurgusu görsellere de yansıyor.

Yazan Antonio Gramsci

Uyarlayan Milrazones

Resimleyen Laila Domenech

Türkçeleştiren Öznur Gökmen

Desen Yayınları

* Bu yazı 9/0cak/2019 tarihinde kitapeki'nde yayımlanmıştır. 

19 Ocak 2019 Cumartesi

GÜNDEN KALANLAR:2


Eski bir günlüğün sayfasından dökülenler 



Bugün bir çocuk kitabı yazacak olsaydım, Çanakkale ve yöresinde geçen savaşları, mitosları, destanları anlatırdım.
Bu konu ilgimi çekiyor çünkü dünya tarihinin en önemli iki savaşı bu topraklarda geçti. Ve biz, savaşın neye mal olduğunu çok iyi biliyoruz ama dünyada düşmanlıklar, sınıf çatışmaları, ötekileştirme, ganimet için başka toprakları istila etme, kendini üstün görme hepsi devam ediyor. İnsanlar, sanki Truva Savaşı, Gelibolu Savaşları, Yahudi soykırımı yapılmamış, atom bombası hiç atılmamış gibi kör ve alık. Ben bir kez daha, kendi üslubumla, akıcı, düzayak bir Türkçeyle yazardım bunları. Yaşamın anlamını parlatmak, yaşama coşkusunu iletebilmek, barış ve yaşamak her şeye değer diyebilmek için. 
Victor Frank’ın İnsanın Anlam Arayışı kitabını bitirdim. Ortalarına gelip ara vermiş ve yeniden başlamıştım. Biter bitmez dönüp önsözü okudum. Kendimi durdurmasam aynı kelimeleri yine yine okurdum. İkinci Kuşak Babama Anlatamadıklarım’a dadandım hemen ardından. Bir çırpıda yeniden okudum. Ertesi gün  Etgar Keret’in Domuzu Kırmak ve Yedi Güzel Yıl kitapları çantamdaydı. Onları yeniden okumayı arzuladım, belki Mouse’u da… Yıllardır blogta bir başlık olarak duran "İkinci Kuşak" yazısı beni çağırıyor. 
Holokost kurbanlarının ardından gelen kuşağa ikinci kuşak deniyor. Onlar, kendilerini ebeveynlerinin çalınan gençliğinden sorumlu hisseden, suçluluğu ta iliklerinde duyan, bir nevi kayıp bir kuşak ve intihar vakaları hiç de münferit değil. Bu kitapları, bu bilgileri birbirine ören, Etgar Keret’in Varşova’daki yazar evini de içine alan özenli bir yazı hazırlamak istiyorum. Pek çok yazı hayalinde olduğu gibi sönümleniyor. Tamamen bitmiyor ama sönümleniyor ve ilerlemiyor. Savaş ve sonuçları üzerine yazacağım her satırın yazmayı planladığım odağında Çanakkale ve insan olan çocuk kitabıma fayda sağlayacağını düşünüyorum. Her bir kelimeden, cümleden bir yazı temriniymiş gibi faydalanmak, sonuca giden yola bir taş döşeyeceğini ummak. Bunca umut ve düşünce, belki de sonuçla arama giriyor. Oyunun kurallarını bozuyor. Çünkü bir numaralı kural önce eğlenmeyi, yaptığın işten keyif almayı buyuruyor. Bu ihlal edilirse, yazılamayan her paragraf, öykü, alınamayan bir skor gibi için için beni sızlatacak, karamsarlık, başarısızlık ve boşuna yaşıyorum hissi içimi saracak. Oysa hiçbir metin bir oturumda yazılmaz ve bazı metinlerin yazımı için ön çalışmalar, ön okumalar gerekir. Çanakkale ve özelde Truva böyle bir çalışmayı gerektiriyor. Ben hâlâ bilgi toplama aşamasındayım. Belki bu hikâyeyi hiçbir zaman ilk hayalini kurduğum şekilde yazamayacağım, belki vazgeçeceğim. Böyle bile olsa toplanan ve artık bünyeye içkin her bilgi yaşama devam ederken yolumu aydınlatacak, bana yeni perspektifler sunacak. Dolayısıyla hiçbir zaman kaybetmiş ya da başarısız sayılmayacağım.
Bu kitabı çocuklar için yazmak istiyorum. Hem bilgi sahibi olsunlar, hem de eğlensinler. Oyun oynar gibi, hikâye akıp giderken avuçlarına bilgi kırıntıları bıraksın. Yer etsin. Bu kitabın içinde kahramanlar, sıradan insanlar, ayrıntı zenginliği, akıcı ve gündelik bir dil, merak uyandıran bir olay örgüsü ve dil zenginliği olsun istiyorum. Bir hikâyenin yalnızca yaptı, gitti, yedi, içti’den ibaret olmadığını, hikâye anlatmanın kuru kuruya bir olay anlatmak olmadığını, İlyada ve Odessa’ya yaraşır bir dil ve imge zenginliği uyandırmasını, onları da bir tür maceraya davet etmesini istiyorum. Hayatın içinden imgeler yakalamada mahir olmak, şair gözünü açık tutmak, hikâye avlamak, kovalamak… İşte çocuklara bunları vermek istiyorum asıl. Anlatmanın coşkusunu, kayıt altına alıp kelimeleri sabitlemeyi… Bundan alınan hazzı… Schliemann'ı anlatmak istiyorum. Schliemann’ın hayatını yeniden okumalıyım. HMS Beagle’ın ünlü yolcusunun hayatını çocuklar için kısaltarak yazmak istiyorum. 
Parmak uçlarım uyuşuyor, tuşlara basmaktan. Kollarımı dayadığım için dirseklerim acıyor. Dirsek çürütmek deyimi boşa söylenmiş bir söz değil, hiç değil! Ve yazmak kolay değil, hiç değil!
Sabah Muhsin’in anlattığı köpekli, imamlı hikâye dolanıyordu zihnimde. Nefis hikâye. Ben hiçbir zaman bu tür hikâyelerin birinci elden tanığı, kahramanı olamayacağım çünkü hayatın hep kenarında, köşesinde, dış çerçevesinde hissediyorum kendimi (Bu bir his değil, elbette, düşünce). Yeniden belini doğrultalım lafın. Güvenlik, istikrar, risk almamak üzerine kurulu bir hayatın içinde, ne kadar canlı yaşayabilir insan?  Kendisini ne kadar içinde ve ilgili hissedebilir? İşte benim yaşama karşı tuhaf kopukluğum hep bundan.
Her gün 1667 kelime yazmak zor bir hedef. Duruyorum, düşünüyorum, sayıyorum. Yeni bir düşünce sörf tahtasının üzerinde yanaşıyor, üzerine atlayıp gidiyorum. Roman yazma ayından kalma deneyimler, tedirginlikler ve Hikâye Dehası’nın yazarının sözleri içimde çın çın ötüyor. Bu rastgelelik içinden, bir hikâye doğurabilir, doğrultabilir miyim? Her gün bir amaç gütmeden yazmak güzel ama yönümü kaybetmeden yazmak ve yazdıklarımdan bir omurga oluşturabilmek. İşte bütün mesele bu. Bir kez kemik iskelet çıktı mı ortaya, ete, deriye bürümek kolay, en azından daha kolay. İşte hatırlamam ve bulmam gereken yer burası, asla yitirilmeyen, kaybolmayacak kemikleri bulmak ve bir yapbozun parçaları gibi iskeleti yığabilirim.
Ve Çağlar araya girer. Ve Tuğba çemkirmez. Yazı bölünür, bir dalganın üzerinde sörf yapar gibi kolay ve rahat akan kelimeler susar. Yeniden aynı dalganın üstüne çıkamaz insan. Yeni bir dalgayı bekler. Yazmak dalgalı denizin ortasında kimsenin yardımı olmadan, tek başına bir sörf tahtasına tırmanmaya çalışmak gibi. Çıkmak zor, düşersin, devrilirsin, burun deliklerinden deniz suyu girer, genzinde hissedersin o yanmayı. Buna odaklanırsan devam edemezsin. Başını maviliklere çevirmeye, kıyıya ulaşmaya, kıyının ardındaki ağaçları, yeşillikleri görmeye çalışırsan, genzini, gözlerini yakan tuzlu suyu unutursan hop bir anda tahtanın üzerindesin. Bir dalganın tepesinde ve kıyıya doğru hızla yol alıyorsun. Sakın durma, nefes al, nefes ver. İşte bu! Dizlerin hafif kırılı, dengedesin ve gözlerin ileride.. Kıyı çok uzak. Bu mesafeden neler olduğunu seçemiyorsun. Giderek yaklaşacaksın, yaklaşıyorsun da ama bu mesafeyi alırken yalnızca gördüklerine odaklanmamayı da öğreniyorsun. Havayı kokluyorsun, işitiyor, tadıyor, tenin hissettiklerini bir bir hafızaya işliyorsun.
Kelimelerden bir kurguya varmayı özledim. 

17 Ocak 2019 Perşembe

Bizi Ayıran Duvar

Milo’s Hat, Terrific, Life On Mars, Lion Lessons gibi sevilen çocuk kitaplarının yaratıcısı, yazar ve illüstratör Jon Agee’ye bir söyleşide resimli kitaplarla ilgili en can sıkıcı, baş ağrıtan meselenin ne olduğu sorulur. Sayfayı açtığınızda, resmi bölen, kitabı ikiye ayıran yarık diye yanıtlar Agee. Sonra bu mesele üzerine düşünür ve “Peki ya?” sorularını yöneltmeye başlar. Pek çok kitabının bu tür sorular ya da çizdiği resimler aracılığıyla uç verdiğini dile getiren yazar bu baş belası yarıktan kurtulmanın yollarını arar. Önce onu görünmez ve aşılmaz bir bariyer gibi hayal eder, sayfanın iki tarafı arasında dikine gerili, geçit vermeyen bir bariyer… Sayfanın bir tarafına kumsalda havlusuyla bir kız çocuğu resmeder, diğer tarafa ise dev med cezir dalgaları… Dalgalar bariyere çarpar, onu aşamaz ve geri döner. Çizmeye devam eder. Dev bir kaya, irili ufaklı taşlar, bir volkan, gergedan sürüsü… Sayfanın bir tarafında yığınla uğursuz şey belirirken kız tüm bu olanlardan etkilenmeden kendi sayfasında beklemektedir. Tüm bu çizimler, fikirler etkileyicidir ama hâlâ ortada bir hikâye yoktur. Sonra kızın belki de orada durmak istemediğini, oradan kurtulmak için bir yol aradığını düşünür. Sonra “Peki ya?” ile başlayan bir soru yöneltir kendisine. “Ya kız karşı tarafa geçmek istemiyorsa, orada kendini güvende hissediyorsa?” Böylece Bu Kitabın Ortasında Duvar Var adlı resimli çocuk hikâyesi çıkar ortaya. 


Kitabın tam ortasında bir duvar vardır. Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler romanının girişini anımsatan bir duvar. Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, ikiyüzlü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlı. Bir taraftan bakıldığında duvar küçük şövalyeyi diğer taraftaki orman canlılarından ayırır. Duvarın şövalye tarafının korunaklı olduğunu söylemek çok mümkündür. Şövalye de öyle düşünür zaten. İlk sayfada omzunda merdiven kendi tarafında yere düşmüş bir tuğla parçasına doğru yürürken “Kitabın ortasında bir duvar var,” der. Elindeki merdiveni duvara dayar, tuğlayı yerine yerleştirmek için tırmanırken devam eder. Çünkü kitabın bu tarafı güvenlidir. Diğer tarafta onu yiyeceğinden korktuğu bir dev varken canla başla duvarı korumaya çalışır. Merdivenlere tırmanıp tuğlayı yerine koyma çabası da bundandır. Az sonra suların yükseldiğini, yırtıcı bir timsahın ona yaklaştığını, suların yükseldiğini görürüz. Şövalye farkında bile değildir. Duvarın bu tarafında olmanın verdiği mutluluk ve güven duygusundan dem vurmaya devam eder. Sular hepten yükselip merdivenin üzerinden suların içine düştüğünde, bir el onu kurtarır, kendisini duvarın diğer tarafında bulur. Minnet, şaşkınlık, korku, heyecan ele eledir şimdi. Küçük şövalye korkularıyla yüzleşince onların ne denli yersiz olduğu keşfeder. 

Bu Kitabın Ortasında Duvar Var korkular, önyargılar, ellerimizle inşa edip kendimizi mahkum ettiğimiz duvarlarla ilgili basit, kısa ve etkili bir hikâye sunarken bolca da düşündürtüyor. 
Resimli çocuk kitaplarına meraklıysanız, önyargılar ve duvarlarla ilgili bu güzel kitabı arşivinize katın. Benzer bir hikâyeyi ele alan Küçük Fare ile Kırmızı Duvar kitabına göz atmayı da unutmayın. 



Bu Kitabın Ortasında Duvar Var 
Yazan ve resimleyen Jon Agee 
Çeviren Emre Ülgen Dal 
Domingo 

* Kitabın hikâyesi yazarın "publishersweekly" adlı web sitesinde yayımlanan söyleşiden alınmıştır. 
** Bu kadar duvardan bahsedince canınız "Another Brick In The Wall" dinlemek istediyse şuradan dinleyebilirsiniz. 





9 Ocak 2019 Çarşamba

Gelecekten mektup var

Yılbaşı konusunda insanlar ikiye ayrılır: yılbaşı kutlamasını sevenler ve önemsemeyenler. 
Ben ilk gruptayım. Çocukluğumdan beri aralığın son günlerinde yeni yıl coşkusu gelir, beni yakalar. Sokakta kokina satıcılarını, vitrinleri bezeyen kırmızı yeşil ağırlıklı süslemeleri, kardan adam ve Noel Baba resimlerini, modellerini, simleri, kırmızı külotları, yılbaşı kartlarını, yeni yıl takvimlerini, ajandalarını, hepsini tek tek severim. Etrafımdaki insanlara küçük de olsa hediyeler almak isterim. En çok da geçen yılın muhasebesini yapmayı, yeni yıl kararları almayı severim. Yeni yıl coşkusunun en önemli sebebi de bu değil midir? Yeni bir yıl önünüzde tertemiz bir sayfa gibi uzanmaktadır. O yüzden karikatürlerde çoğunlukla biten yıl yaşlı bir dedeye, gelen yıl ise bir bebeğe benzetilir. Bir bebeğin dünyayı keşfederken duyduğu heyecan, merak, neşe bizi de yoklasın isteriz. Acemi ve yeni adımlar atmak isteriz yeni yılda, eskisinden farklı izler bırakmak isteriz. 
Yeni yılın ilk günleri... Benim de hayatıma katmak istediklerim var: dostlarla daha çok zaman, daha çok hareket, okumaya ve yazmaya daha çok odaklanmış bir ben, evde ve işyerinde daha uyumlu, akıcı ilişkiler... 
Yeni yıl sabahı benim açımdan pek de parlak başlamadı. Oturdum kendime bir mektup (uzunluk itibarıyla daha çok bir kartpostal) yazdım. 2020'deki ben bugünkü bana sesleniyordu. Dilerseniz siz de kendinize yılbaşı hediyesi verin hemen şimdi bir mektup yazın. Hatta www.futureme.org adresinde paylaşın yazdıklarınızı, dilediğiniz tarihte size geri gelsin mektubunuz. Hayalleriniz, umutlarınız şimdiden geleceğe, gelecekten şimdiye dolaşsın dursun. 


 1 Ocak 2020

Sevgili Tuğba,
Geçen yıl bu sabahki yürek burgunu hissediyorum bir anlığına içimde, hatırlıyorum o karamsar, umutsuz hâlini. Nereden başlayacağını bilemez hâldesin. Tutamakların kırık, vidaları oynuyor. Daha fazla huzur ve uyum hissediyorsun hayatında.
Deniz’in duygularını kontrol edemiyor olması üzüyor, yıldırıyor seni. İçindeki çakallar hiç susmuyor. Kızına iyi örnek olamadığını düşünüyorsun. Boşver şimdi hepsini!
Yalnızca içindeki küçü kıza bak. Artan gerilimlerin içinde susan, korkan küçük kıza bak. O kıza duygularını tanımayı kimse öğretmedi. Sen öğret şimdi. İşe buradan başla. Al “Duygularım” kitabını önüne. Bu senin kendine yeni yıl hediyen. Bu, senin o hiç kırmızı rugan ayakkabısı, şemsiyesi olmamış, kendini nasıl rahatlatacağını öğrenmemiş, azarlanmış küçük kıza hediyen. Ona karşı çok cömert ol bu yıl. Sen onu besledikçe, içindeki tepkisel reaksiyonlar azalacak. Kızma kendine, suçlama. Tepkisel davranacağını hissettiğin her an içindeki küçük kıza bakmayı sakın unutma. Onun korktuğu şeyi gör. Ona sarıl. Sen ona sarıldıkça, hayatın dengeye girecek. Savrulmuş hissetmeyeceksin. Daha çok merkezinde kalacaksın.
Şimdi kış orada. Yavaşlama, kendine dönme zamanı. Sen de bahara kadar kendine bak. Bol bol yürüyüşe çıkacak, arkadaşlarınla düzenli buluşacak, daha çok dans edecek, daha çok film izleyeceksin. Daha çok takdir edeceksin insanları. Övgü topları atacaksın ortaya. Yeni dostluk filizleri belirecek. Taktığın etiketleri fark edeceksin. Başkalarında imrendiğin, hayran kaldığın yanları fark etmekle kalmayıp dillendireceksin. Böylece zehirlemeyecekler seni. Ayrık otları yerine kır çiçekleri açacak göğsünde. Mis gibi çiçek kokuları salacak. Denizle babasının ilişkilerini destekleyeceksin. Sana misli zaman, huzur olarak dönecek.
Duygularının efendisi, zamanının efendisi, yaratıcılığının efendisi olacaksın. Bir öykü, bir çocuk kitabın yayımlanacak bu yıl. İstediğin kiloya ineceksin. Daha farkında, daha doyumlu olacaksın. En önemlisi daha dengeli. Enerji vampirlerini dışarıda tutacaksın. Her zaman gül bahçesi olmayacak elbette. İnişler, çıkışlar… Olanı olduğu gibi kabul edecek merkezinden savrulmayacaksın, plan değişikliklerinden fazlaca etkilenmeyeceksin. Bunu öğrenecek ve deneyimleyeceksin yıl boyu ve inan bana güzel gidecek, çok güzel. Korkularından sıyrıl, hayal et ve eyleme geç. Her şey çok daha güzel olacak. Sevgiyle kucaklıyorum seni.

6 Ocak 2019 Pazar

NASIL YAZIYORLAR? (13)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte on üçüncüsü: Ayla Kutlu 




Dilimi seviyorum, ona saygı gösteriyorum, sözcüklerin anlamlarını algılamaktan, imgeleri sözcüklerin içine doldurmaktan hoşlanıyorum. Yalın, kısa cümleleri yeğliyorum. Yeni bir sözcüğün içeriği bana yeterli gelmiyorsa, dile daha önce girmiş sözcükleri yeğliyorum. Bunu yapmakta kendimi haklı buluyorum. 
Kurguya gelince: Sağlam bir kurgu, bir sanat yapıtının çok önemli, olmazsa olmaz koşuludur. Başarılı bir kurgu ancak çok okumakla kazanılan bir niteliktir. Kurgu; ana çatı, neden sonuç ilişkileri, açık sorulu bir yanın kalmaması ve kişilik özelliklerinin tam verilmesi; toplumsal katmandaki yerlerin, davranış, konuşma ve düşünce biçimleriyle koşut olması gibi, bir sanat yapıtının kemik yapısıdır. Bu kemik yapı ayakta durmayı, direnci sağlar. O yüzden çok önemserim. Roman yazarken, çok uzun süre çalışma gereğini duymamın bir nedeni de kurgudur. Kurguyu sağlam çatmazsanız, yapıtınız bir yerden sarkar, sözleri taşıyamaz, mantık bağları zayıflar... Bir romana "roman yazacağım," diye başlamazsınız. Çünkü romanda konunun sanıldığı gibi bir önemi yoktur. İnsanı algılatma düzeyi ve anlatım sistemi romanı iyi roman yapar. 
Anlatım sistemi... Bu deyimi gelişigüzel kullanmadım. Anlatım sistemini doğru kurmazsanız, öz ile biçim arasında uyuşmazlıklar oluşur. 
Somut bir örnek vermek isterim: üzerinde üç yıl uğraştığım Kadın Destanı, bütün ön çalışmalar -konu, tipler, kahramanlar, mekânlar, aman, yaşama koşulları gibi - hazır olmasına, yirmiden çok kez yazmaya başlamama karşın, anlatım sistemi oluşmadığı için yarım kaldı. 
Sistem, kurguya bağlı olarak özel bir dili gerektiriyordu. Daha önce yazılmış olan destanların mantığını da gerektiriyordu. Çağdaş bir yapıt için, eski yapıtların özünü algılamalıydım. 
İşte bunu gerçekleştirebildiğim zaman, sistemin kurulduğunu anladım. Sanatla uğraşmanın bir özgün yanı vardır: Bir şeyin olmadığını sezersiniz de neden olmadığını, ancak olanı bulduğunuz zaman çözebilirsiniz. Bunu bulamazsanız, sezginiz, yüreğinize kadar yürümüş bir diken gibi batar, durur. Başarırsanız diken erir, başaramazsanız... Dikenle yaşamayı öğrenirsiniz. 
Son olarak: Anlatmayı seviyorum. Anlatmak paylaşmak için söze ilk başlayan olmaktır. Söze birinin başlaması şarttır. Yoksa iletişimi nasıl kurabiliriz? 

Kaynak: Bu yazı Kadın Destanı kitabı ön sözünden alınmıştır. 

4 Ocak 2019 Cuma

Karin Karakaşlı ile söyleşi*


“Çocuk edebiyatı benim için gerçek anlamda bir okul ve hiçbir dersi kaçırmıyorum”


Uçan Kız Volante kitabınızı çocukluğunuza ithaf etmeniz aklıma Lee Weatherly’nin çocuklar için yazmak konulu bir tavsiyesini getirdi. Şöyle diyor Weatherly:
Çocuklar için yazacaksanız çocukluğunuzu hatırlamalısınız. Dışarıdan gözlem yaparak, çocukları izleyerek yazmaya çalışmak yetmez. Çocuk olmayı yeniden içinizde hissetmelisiniz. Oyun oynamayı yeniden keşfedin. Ormanda sessiz yürüyüşler yapın ve etrafa çocuk merakıyla bakın, sorular sorun: “Neden?” “...olursa ne olur?” Çocuk kitapları yazmanın çocuk sahibi olmakla pek ilişkisi yok. Bütün mesele o duyguları içinde hissetmek ve sonra da yazmak.
Çocuklar için yazmak sizin için de benzer bir deneyim mi?
Kesinlikle öyle. Kardeşim yok. Dolayısıyla çocukken, hâlâ mahallede oynayabilen o mutu kuşağa ait olsam da geceleri yalnızdım. Hayali arkadaşlarım Unubli ve Kolunkbank’la saatler süren maceralarımı, resimleri olmayan bir kitapta iki satır arasındaki o incecik boşlukta gözümün önünde canlanan resimlerle birlikte bulunduğum odadan ve günden nasıl da bağımsızlaştığımı keşfettiğim o ilk ânı hiç unutmadım. Çocuk kitapları yazarken kendi çocukluğumu yardıma çağırıyorum. Yaşımı unutmak, bir çocuğun diline, hislerine ve düşünüşüne dönmek tadabileceğim en büyük mutluluklardan biri gibi geliyor. O mutlulukla yazıyorum kitapları.

Çocuklar için yazarken nasıl bir ön hazırlık yapıyorsunuz? Hikâye nasıl uç veriyor? Duygu ve temayı önceden belirliyor musunuz?
Sadece çocuk edebiyatında değil, her kitabımda uzun süreli bir hazırlık dönemine ihtiyaç duyuyorum. Kahramanlara ve kurguya dair genel bakış, kimi bölümlerin ismi, hangi karakter tarafından anlatılacağı, zaman, mekân, dış görünüş ve ruh haline ilişkin ayrıntılar el yazısıyla tuttuğum notların başında geliyor. Henüz yazılmamış o kitabın içinde kalıyorum. Yazmaya başladığımda ise artık hiç ara vermeden bütün yapıyı akıtmam gerekiyor. Her yazar için bu süreç farklıdır. Kimi yazar paragrafları, belli bölümleri yeniden gözden geçirir, tamamen bozup sil baştan kurabilir. Benimse su gibi akmam gerekiyor. O yüzden hazırlık dönemini uzun tutuyorum.
Çocuklar için yazarken ise bütün bunlara ek olarak, kurguda minik okurları rahatsız edecek herhangi bir boşluk olmamasına, dilin anlaşılır yalınlığına, bölümlerin sıralanışına, diyalogların sahiciliğine ve elbette hikâyenin samimiyetine dikkat ediyorum. Bu anlamda çocuk edebiyatı benim için gerçek anlamda bir okul ve hiçbir dersi kaçırmıyorum.

Volante’nin kaçışı sırasında havaalanında karşılaştığı yetişkinler, ona nasıl davranması ya da düşünmesi gerektiğini söylemiyor. Kurulan eşit ve özgür ilişki sayesinde hem Volante kendini büyümüş hissediyor, hem de hikâyenin anlamı okurun kalbine daha çok etki ediyor. Bu, yazarken gözettiğiniz bir unsur mu?

Evet, bunu özellikle gözettim. Yetişkinler genelde çocuklarla konuşurken didaktik cümleler kurma eğiliminde olur. Neyi ne zaman nasıl yapmaları gerektiği konusunda çocuklara sürekli uyarılar ve açıklamalarda bulunulur. Ya da tam tersi bir şekilde bebek diliyle konuşmalara rastlanır. Çocuklar bunların hiçbirinden hoşlanmıyor. Onlar yetişkinlerden farklı değil, dünya üzerinde geçirdikleri zamana bağlı olarak daha az deneyime sahip ama yetişkinliğin kalıp ve maskelerini kuşanmadıkları için de çok açık kalpli ve özgün varlıklar. Kendisine gerçek bir saygı ve sevgi ile yaklaşıldığını hisseden bir çocuğun size sunabilecekleri büyüleyici bir deneyim. Oyunun güzelliğini, şaşırmanın keyfini, keşfetmenin heyecanını hatırlamak hepimiz için çok özel bir hediye. Bunun içinse sınırlara saygı ve anlayış içeren karşılıklı bir güven tesisi şart. Elbette çocukları kendi güvenlikleri açısından bilgilendirmek, deneyimleri paylaşmak, onların başlarına gelen her şeyi anlatabilecekleri sıcaklığı sağlamak çok önemli. Ama Uçan Kız Volante’nin en önemli meselelerinden biri “Yabancıya güvenilmez” gibi sınırlayıcı ve tekinsizlik uyandırıcı bir genelleme yerine, kendisine kimin iyi ya da kötü geleceğini anlayabileceği bir donanım sunmanın önemini kavratmak. Biz tanışana kadar herkes yabancıdır. Dolayısıyla aşırı korumacılığın yaratacağı tutukevine yenik düşmeden, sağlam ve sağlıklı ilişkiler kurabilen çocukların mutluluğunu hatırlatmak ve bu mutluluğu onlara bahşedebilmemiz için yapabileceklerimizi düşünmek, bunları paylaşmak istedim.

Uçan Kız Volante nesillerarası iletişime de dikkat çeken, her neslin birbirinden öğreneceği çok şey olduğunu gösteren sıcacık bir hikâye sunuyor okura. Nesillerarası iletişimin sizin çocukluk anılarınızdaki yeri nedir?

Çocukluğumdan beri yaşlılarla çok özel bir bağım oldu. Deneyimlerin gücüne hep inandım ve yakınına oturup sohbet ettiğim büyüklerden, onların kâh gülümseyip kâh hüzünlenerek anlattıkları hikâyelerden çok şey öğrendim. Anneannesiyle aynı odada yatan, anlattıklarıyla onu kahkahalara boğan bir çocuktum. Bu sıcaklığı hiç unutmadım. Halen de en büyük mutluluğum, bu dünyada daha farklı zamanlara tanıklık etmiş eski kuşakların aslında her daim geçerli olan o güzelim hikâyelerini paylaşmak. Çocukların ve yaşlıların birlikte zaman geçirmelerini, toplumsal normların dayattığı yaş faşizmini yenmesi açısından da çok önemli ve gerekli buluyorum.

Massimo sayesinde ailesiyle paylaştığı sayısız sıcak anları hatırlayan Volante’nin öfkesi uçup gider. İstese de onların ilgisizliğine dair hikâyeyi zihninde diri tutamaz. Bu, her yaştan okura sunduğunuz en önemli hediye kanımca.
Volante’nin isyanı aslında yeterince sevilip önemsenmediğine ilişkin kapıldığı korku ve güvensizlik. Ablası Tessa onun gözünde her şeyi sinir bozucu bir mükemmellikte kotarabilen örnek çocuk. Küçük kardeşi Paulo, şirinliğiyle herkesi fetheden bir yaratık. Ortanca Volante ise bu denklemde kendisini beklentileri yerine getiremeyen, hayallere daldığı için sürekli uyarılan bir fazlalık olarak hissediyor. Tatil için anneannenin evine doğru çıktıkları yolculuk sırasında ailesinin havaalanındaki telaş içinde bir an ona hiç bakmadan yerlerinden kalkıp salona doğru harekete geçmeleri son damla oluyor ve yanlarından uzaklaşıveriyor. Ancak o yalnız geçirdiği zaman içerisinde karşılaştığı insanlar aslında Volante’nin nasıl özel bir çocuk olduğunu ve ailesinin onu nasıl sevdiğini görmesini sağlıyor. O uyanış eşliğinde de endişeden deliye dönen ailesine dönüyor. Elbette aynı insan olmayarak. Çünkü herkes değişir ve dönüşür. Bu da hayatın biz canlılara sunduğu en büyük hediye.

Hikâyede en sevdiğim noktalardan biri, kavuşmanın ardından Tessa ile Volante’nin sohbeti ve birbirlerini yeni bir gözle görmeye başlamaları oldu. Bu sohbet sırasında Volante bir şeyi yapabildiği için kusursuz yapmakla tutkuyla yapmak arasındaki farkı öğreniyor ve Tessa’ya denemeye devam etmesini öneriyor. Bakmak ve görmek arasındaki fark, bu olsa gerek.
Volante, havaalanında geçirdiği o kısacık ama uzun zamanda öğrendikleri eşliğinde, mükemmel varlık olarak gördüğü ablasının da kendi içinde yaşadığı güvensizlikleri fark ediyor. Şimdi artık her şey yerli yerine oturuyor sanki. Tıpkı o çizdiği resimler gibi. Kalbiyle görmeye başlıyor Volante ve dünya artık başka bir hale bürünüyor. Kendisiyle birlikte anlam kazanan bir gezegene...

Havaalanında tanıştığı yazar Eşlin ile yazışmalarında, küçük Volante’nin Eşlin’in hayatında da derin izler bıraktığını görüyoruz. Anlıyoruz ki yazar Eşlin hayatın akışı içinden hikâyeler yakalamakta çok mahir. Sizin yazarlık deneyiminiz nasıl? Gündelik olan, yazılarınıza ne oranda sızıyor?
Hayattan çok beslenen bir insanım ben. Her ne kadar mutlulukla şaşıracağımız şeyler de azalsa da hayatın sunmaya muktedir olduğu mucizelerden hiç umudumu kesmedim. Varlığından heyecan duyduğum insanlar, görmeyi istediğim mekânlar, tesadüf gibi görünen ama aslında en derindeki arzularımıza denk gelen, enerjimizle yarattığımız karşılaşmalar, beklenmeyen iyilikler en karanlık zamanlarda bile devam etmemi sağladı. Hakikatten mahrum bırakıldığımız her ânı kaydetmek, suskunların, susturulmuşların sesini duyurmak ve hayal gücüm eşliğinde yeni dünyalar yaratmak üzere edebiyata sığındım. Bunu yaparken de edebiyatla hayatı, yazmakla yaşamayı birbirinden hiç ayırmadım. Hâlâ da böyle yapıyorum.

Volante’nin kaçışı, bilmeden gitmekle başlasa da, hem gidende, hem de gidilenlerde değişime yol açan bir inzivaya evriliyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Her ayrılık gidende de kalanda da değişime yol açar. Hesapta giden, belli bir kararla harekete geçendir ama bazen de aslında kalabileceği bir yer olmadığı için gitmek zorunda kalmış olandır. Volante bu süreçte kendisini, resme olan aşkını, özgüvenini keşfederken ailesine karşı tepkisinin aslında korkularıyla tetiklendiğini anlıyor. Dahası, Volante sadece kendisi değişmekle kalmıyor, karşılaştığı her insanda da dönüşüme yol açıyor. Çünkü öğrenmek ve paylaşmak karşılıklı bir edimdir ve birlikte yaşandığında mucizeye dönüşür.

Uçan Kız Volante okurla buluşan son yapıtınız. Üzerinde çalıştığınız, okurla yakın zamanda buluşacak bir dosyanız var mı?
Şimdilerde bir şiir dosyası üzerinde çalışıyorum. Tıpkı çocuk ve gençlik edebiyatı gibi, şiir de bana çok şey öğreten koca bir kâinat. Orada zaman ve mekândan bağımsız, dilin sınırlarını sonuna kadar zorlayarak, kelimelerin azlığında çoğalarak kendimi gerçek anlamda özgür ve tamamlanmış hissediyorum. Bir anlam buluyorum. Ve o anlamı aktarmaya çalışırken ulaşıp iyi geleceğim insanları düşlüyorum. Hayat bir süreliğine daha yaşamaya değer oluyor.



Uçan Kız Volante 
Yazan Karin Karakaşlı 
Resimleyen Merve Atılgan 
İlk kitaplar (2. sınıf, 3. sınıf, 4. sınıf)

* Bu söyleşi 22/12/2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlandı.