30 Nisan 2020 Perşembe

Üç kitap üç yorum



Yarından Sonra

Tam da içinde olduğumuz küresel salgın günlerinin ruhunu anlatan bir kitap. Sonrası demeli belki de. 
İngiltere, ekonomi çökmüş, insanlar işsiz. Yakınlarının yaşamı için yiyecek stoklayanlarla, onlardan yiyecek çalanlar karşı karşıya. 
Kitabın anlatıcısı Matt, dedesinin ölümünün ardından annesi, erkek kardeşi ve üvey babasıyla ninesinin yanına taşınır. Bahçedeki bostanı ekip biçerek, ürünlerinin fazlasını takas ederek hayatlarını idame ettirirler, ta ki evleri sık sık baskına uğrayana, stokçu olarak  mimlenip Stok Haber adlı web sitesinde afişe olana kadar... 
Daha fazla İngiltere'de yapamayacaklarını anlayan aile bir kamyonun arkasında kaçak yollarla Fransa'ya gider ve bir mülteci kampına yerleşir. Mülteci olmaya, kötücül bakışlara maruz kalmaya, zor şartlar altında yeniden başlamaya dair güzel bir hikâye. Anlattığı ağır meseleye rağmen umudu elden bırakmayan, müthiş bir dayanışma öyküsü.
Hayat da bisiklete binmek gibidir. "Dengede kalmak istiyorsan, hareket etmeyi sürdürmelisin."

Kitabın künyesi:
Yazan Gillian Cross 
Türkçesi Hilmi Çeltikçioğlu 
Günışığı Kitaplığı 
Genç Roman 
252 sayfa 

Bir Kuştan Öbürüne: Hayat ve Yazmak Üzerine Tavsiyeler 


Anne Lamott'ın yazdığı, Damla Göl'ün çevirdiği, Hep Kitap'ın Atölye serisinden bir kitap. 
Babası da yazar olan Lamott, yıllarca verdiği Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri'nin de etkisiyle yazmaya başlamak ve sürdürmek üzerine bilgileri, kendi ve yazar çevresinden verdiği örneklerle anlaşılır, doğal ve samimi bir dille aktarıyor ve yazma cesareti veriyor. Verdiği cesarete karşın okuru gerçeklerle yüzleştirmeyi de ihmal etmiyor. Nedir bu gerçekler: bu yol uzun, yoğun zahmet gerektiriyor, sonuçlarını hemen almak mümkün değil ve bitmiyor, her defasında aynı bilinmezlikle yolun başında buluyorsunuz kendinizi. İşte buna cesaretiniz ve azminiz varsa yola koyulun çünkü yazmak bir tür keşif hâli ve bulduklarınız sizi çok ama çok şaşırtıyor. 
Kitaba ismini veren Bir Kuştan Öbürüne tavsiyesini sevecek, yalnızca yaratıcı yazarlıkla sınırlamayacaksınız. Kitabın vaadi de bu zaten! Hayat ve yazmak üzerine değerli tavsiyeler, minik ipuçlarıyla dolu kitabı sevdim. Tavsiyemdir. 

Kitabın künyesi
Bir Kuştan Öbürüne: Hayat ve Yazmak Üzerine Tavsiyeler 
Yazan Anne Lamott 
Çeviren Damla Göl 
Hep Kitap 
Atölye dizisi 
238 sayfa 


Uzağın Ötesinde


Peter Stamm’ın Uzağın Ötesinde kitabı, okuduğum ilk Stamm kitabı oldu. Klişe bir tabirle roman su gibi akıp gitti. Elimden bırakamadım. Zürih’te yaşayan muhasebeci Thomas ve karısı Astrid iki çocuklarıyla Zürih’te yaşayan orta sınıf bir ailedir. İspanya tatillerinden henüz dönen çift, çocuklar yattıktan sonra bahçede oturmuş, birer kadeh şarap içip, paylaştıkları gazeteyi okurken, çocuklardan biri seslenir. Astrid ona bakmak üzere içeri girer. Hazır içeri girmişken tatil dönüşü yapılacak yığınla iş kulesini bir bir eritir ve her zaman olduğu gibi Thomas'dan önce yatar ve uyur. Bu esnada dışarıda yalnız kalan Thomas şarabını bitirir, bir anlık içten gelen dürtüyle yerinden kalkar, bahçe sınırını geçer, yola koyulur. Ansızın, öylesine, üzerindekilerle. Böylece İsviçre’nin iç kesimlerine, kırsalına doğru uzun bir yürüyüş başlar. 
Astrid ve Thomas arasında gidip gelen anlatıda düşünceler bize çiftin geçmişlerini, nasıl tanıştıklarını, rutin yaşantılarını ve onları sarmalayan duyguları aktarırken, eylemler ise bizi her birinin içinde bulunduğu yeni gerçeklikle tanıştırır. Thomas'ın ülkenin iç kesimlerine, kırsala doğru zorlu yürüyüşü de, geride kalan Astrid'in yaşadıkları da (süreci yönetmesi, çocuklarla paylaşması, emniyete haber vermenin yarattığı karmaşık duygular vb) okuru metnin içinde tutmaya yeter. 
Salgın nedeniyle ev içlerine kapandığımız, kaygının zirve yaptığı şu günlerde benim de zamanım genişledi. Yıllarca bir koltuğa onlarca karpuz sığdırmayı becersek de, ah bir evde kalsak neleri yetirebileceğimizin hayalini kursak da, küresel salgının yol açtığı sıkışmışlık ve içine kapanmışlık hâli, benim de odaklanmamı zorlaştırıyor. Yazarken iyi kötü konsantre oluyor, eylemimi sürdürüyorum ancak okuma eylemi çok daha kolay kesintilere uğruyor.  Sevdiğim, ilgimi çeken metinleri dahi sürdürmekte zorlanıyorum. Uzağın Ötesinde bu kalıbın dışına çıkan ilk kitap oldu diyebilirim. Salgın günleri süreci diye anlandırabileceğim şu dönemde ihtiyaç molaları haricinde bir günde bitirebildiğim tek kitap olarak kişisel tarihimin tozlu raflarında yerini yıllarca koruyacak. 
Peter Stamm modern dünyanın getirilerini ve götürülerini, insanın kendisine ve yaşadığı hayata yabancılaşmasını, her şeyden ve herkesten uzaklaşma isteğini, çok doğal, akıcı bir dille aktarıyor. Dili aşırı estetize etme çabası, beni yoruyor ve okuduğum metinden uzaklaşıyorum, çoğunlukla da yarım bırakıyorum. Dolayısıyla Stamm'ın yalın ve dolaysız dilini çok sevdim. Eylemin nedenleriyle ilgilenmiyor gibi görünen kayıtsız tavrını farklı ve dikkat çekici buldum.  Bu eylemin Thomas açısından haklılığını ya da gerekçelerini sunmayışını, ikna etmeye çalışmamasını özgürleştirici buldum. Hayat akıp giderken, hiç de tasarlamadığımız, olacağı aklımızın ucundan geçmeyecek onlarca olaya maruz kalırız, her birimiz. İşte Stamm da anlatısını böyle başlatıyor, öncesiyle ilgilenmeden sürdürüyor. Hayatın getirdiği olasılıklardan biri gelmiş ve yaşanmaya başlamış gibi olağan ve doğal bir tutumla anlatıyı sürdürüyor ve zihnimin bir yerinde mıhlı "kurmacada hiçbir şey ansızın olmaz" kaidesini yerle bir ediyor.

Kitabın künyesi 
Uzağın Ötesinde 
Yazan Peter Stamm 
Çeviren Levent Tayla 
Nebula Kitap 
140 sayfa 







27 Nisan 2020 Pazartesi

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 25

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Ne zaman birisi "hayır" dese, onlar için hayati önem taşıyan bir başka ihtiyaca "evet" diyordur.
Gelecek sefer çocuğunuz "hayır" dediğinde şu iki şeyi deneyin:
1. Nefes alın ve tepkinizin farkına varın. Savunmaya geçmiş gibi mi hissediyorsunuz? Üzgün müsünüz? Kendi ihtiyaçlarınızı boş verip "hayır"ı kabul etmek zorunda mı hissediyorsunuz yoksa inat ediyor ve bir tartışma mı başlatıyorsunuz?
2. "Hayır" cevabına odaklanmak yerine çocuğunuzun neye "Evet" dediğine bakın. Eğer söylediğinizi bir talep olarak duyuyorsa, kendi özerkliğini korumak için "Evet" diyordur. Başka zamanlarda başka ihtiyaçları için "Evet" diyebilecektir.

Ön not: Bu yazıya, salgının ilk günlerinde başlamıştım, şu an içinde bulunduğumuz gerçeklik bizim açımızdan çok daha keyifli bir ortamda, doğanın içinde geçse de, yazıyı başladığım ruh hâli ve koşullar altında bitirmeyi uygun gördüm. Bir sonraki günlüğü yeni mekânımız ve koşullarımız üzerinden aktaracağım.

Ben ne düşünüyorum?
Bu ipucunu ilk Covid 19 vakasının açıklanmasının hemen öncesinde çevirdim. Can simidi misali düştü ellerime. "Anne sıkıldım!"ın ardındaki ihtiyaçlardan daha güçlü, ciddi bir sağlık tehditi altındayken, bir anda kısıtlanmanın çocuklar üzerindeki etkisine farklı şekilde bakmama kapı açtı. Ya da ben öyle sandım. Zamansızlık nedeniyle birlikte yapamadığımız pek çok şeyi hayata geçirebileceğimizi, ona duygusal anlamda destek olabileceğimi, rehberlik edebileceğimi düşündüm. Oysa bu kadar kaygı altında iken hiç de kolay iş değil. Çünkü belirsizlik bizi çok daha derinden etkiliyor. Her şeyi çözmeye, planlamaya alışkın zihnimiz bu belirsizlik karşısında giderek huzursuzlaşıyor. Acilen bilmek, öğrenmek, plan yapmak ve harekete geçmek istiyor. Sağlık ve maddi güvence kaygıları el ele yürüyor. Bu şartlar altında, hiç etkilenmemiş gibi, çocukların hem psikoloğu, hem öğretmeni, hem aşçısı, hem animatörü olmak sürdürülebilir değil ve pek çok ebeveyni olduğu gibi beni de zorluyor. O yüzden sınıfın online ortama taşınması beni çok rahatlattı.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum?
MEB'ten bir adım önde başladı bizim karantina günleri. Önce onu neden korumaya çalıştığımızı, evde olmamızın önemi, virüsün nasıl bulaştığı, nelere dikkat edeceğimiz vb pek çok konuda onu bilgilendirdim. Bilgi saklamadan, salgınla iyi ve kötü mücadele eden ülkeler ve aldıkları önlemlerden bahsettim. İlk hafta nisan tatilinin yerine sayıldığından, o hafta dinlenerek, kitap okuyarak, film izleyerek geçti. Uzaktan eğitimin başlamasıyla beraber evde yeni bir düzen oluştu. Ki bu yeni düzenin içinde oyuna, kitap okumaya, yeni şeyler öğrenmeye daha çok zaman kaldığı aşikar. Benim de bu zamanı daha verimli kullanmaya niyetim ve isteğim elbette ve fakat, biz yetişkinlerin dünyası daha karışık, endişe dolu. Çoğu zaman kafam öne eğik, elimdeki ekrana bakarak uyuşuyorum, korkularım artıyor ya da anlık kahkahalar atıyorum. Bazen de kanapeye kökleniyor, netflixten ardı ardına dizi izliyorum. Bu gibi anlarda Deniz de kendi kendine yetmenin yollarını buluyor, birlikte ve ayrı ayrı ev içine sığmaya çalışıyoruz.

Deniz'in geri bildirimi ne? 
Deniz zaman zaman sıkılsa da sürece, iyi uyum sağladı. Kitap okuyor, ödevlerini yapıyor, Eba TV'den günlük ders programını takip ediyor, kendi öğretmeniyle uzaktan eğitimini sağlıyor. Ders saatinden bir süre önce toplantı odasında bir araya gelmek ve sohbet etmek de artısı oldu. Akşam saatlerine kadar zaman bir şekilde akıyor, gidiyor. Akşam saatlerinde daha yakın ilgimize ve eğlenceye ihtiyaç duyuyor. Günlük yaşama dair becerilerini arttıracak etkinlik önerilerini memnuniyetle kabul ediyor. Örneğin gelecek haftanın sanal market alışverişini o yapacak. Belirlediği bütçe dahilinde bir haftalık taze sebze meyve alışverişini yapacak. Ekşimiş yoğurttan çökelek yapmak, iğne tutmayı öğrenmek de hoşuna gidenler arasında.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
Salgının ne kadar süreceği, evde kalma şartlarının neye evrileceği meçhul. Derslerden ve işlerden artan zamanı değerlendirmek için en uygun zaman. Dilediğimiz gibi kitap okuyabilir, film izleyebilir, zamansızlıktan ya da fiziksel yorgunluktan yapamadığımız kimi şeyleri öğrenebiliriz. Bu süreci yalnızca keyif veren eğlenceliklerle geçirmek istemiyorum. Günlük yaşama dair becerileri ve el manipülasyonunu arttıracak etkinlikleri sürdürmeyi planlıyorum.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Okulların kapandığı ilk hafta, yarım gün çalışma düzeninde iken kendimi daha gergin, korku dolu hissediyordum. Birdenbire okullar kapanıvermiş ve kendimi evde onun öğretim de dahil her türlü ihtiyacını gidermekle yükümlü bulmuştum. Şimdi uzaktan eğitimin şartları oturduğu, öğretmeni ekstra oturumlar düzenlediği için kendimi çok daha rahatlamış ve huzurlu hissediyorum. Yine de sürecin aylarca sürecek olması beni kaygılandırıyor. Planladığım şeyleri, zamansızlıktan değil ama odaklanamamaktan yapamayacağımdan endişeleniyorum.

Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 18
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 19
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 20
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 21
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 22
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:23 
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:24 

26 Nisan 2020 Pazar

Kendisiymiş Gibi Mürekkephaber'de

Yeni öykü kitabım ve yazın anlayışım üzerine Ömür Bayramoğlu ile yaptığımız röportaj, 26 Mart 2020 tarihinde Mürekkephaber'de yayımlandı. 


Tuğba Gürbüz: Kendisiymiş Gibi'de yer alan öyküler Batı'yı anlatıyor. 
Klasik bir soru ile başlamak istiyorum, sizi tanıyabilir miyiz? Yazı ile yolunuz nasıl kesişti?
Çanakkale’de büyüdüm. Lise ikiye geçtiğim yaz, babamın işi nedeniyle Kayseri’ye taşındık. Kerameti kendinden menkul, uzaklara derin derin bakan yazar pozlarını ilk kez orada verdim. Kendimi bütünüyle ait hissettiğim bir kentten Kayseri’ye taşınmak benim için duygusal anlamda zorlayıcı bir deneyimdi. Yazmak orada başladı, memlekete gönderilen mektuplarla, özlemle, üniversitede yeniden kavuşma hayalleriyle… Yazmak, o günlerden bu yana, duygularımı, düşüncelerimi tasnif etmek, izlemek, kendimi anlamak için sıkça başvurduğum bir eylem.
Sağa sola yaptığım karalamaların, iç dökmelerin bir adım ötesine geçmem ise, katıldığım bir Yaratıcı Yazarlık Atölyesi ile başladı. Mario Levi’den ders almak,  yazma cesareti kazanmama, yayımlanana kadar metinlerimin tek okurunun ben olduğumu kavramama ve yazarken beni izleyen gözlerden kurtulmama olanak sağladı. Ödülün kendisinin yazmak olduğunu unuttuğum, omzuma oturmuş her yazdığıma kaşını kaldıran, gözlerini deviren içimdeki mükemmeliyetçi seslere fazlaca aldırdığım, bu nedenle kendime kötü ilk taslaklar yazma izni vermediğim bir dönemde, tanıştığım Yeşim Cimcoz’dan ise yazının zanaatkârı olmadan sanatkârı olunamayacağını öğrendim. Mükemmeliyetçilik baskısı nedeniyle yitirdiğim oyuncu yanımla yeniden tanıştım. Tüm bunların yanı sıra diş hekimiyim ve Deniz’in annesiyim.
“Kendisiymiş Gibi” ikinci öykü kitabınız. Kente, toplumsal rollere, anneliğe, evliliğe, ilişkilere, hayata karşı anlam arayışı öykülerinizdeki belirgin temalar. Okuyucuyu neler bekliyor “Kendisiymiş Gibi”de?
Kendisiymiş Gibi’de yer alan öyküler Batı’yı anlatıyor, giderek yalnızlaşan, çevresine, ailesine, kendisine yabancılaşan, içine kapanan bireyi. Okuru, zihnimizin bize oynadığı oyunlara, hatırlama biçimlerimize, gerçekle hatırlanan arasındaki tutarsızlıklara bakmaya, yavaşlamaya, yüzleşmeye ve en nihayetinde silkinmeye, değişime davet ediyor.
İçinden geçtiğimiz, gözle görülmeyen bir virüs tarafından yola getirildiğimiz şu günler, hem bireylere hem de devletlere aynı daveti sunuyor; insanlığın bildiği, alışageldiği yöntemlerle devam edemeyeceğini, daha adil, sosyal bir dünya düzeninin el birliğiyle ve ivedilikle inşa edilmesi gerekliliğini açıkça ortaya koyuyor. Umarım hepimiz üzerimize düşen kıssadan hisseyi alır ve harekete geçeriz.
2015 yılında çıkan ilk öykü kitabınız “Lodos Çarpması” ile ikinci kitabınız “Kendisiymiş Gibi” arasında geçen süreçte Tuğba Gürbüz’ün kaleminde nasıl değişlikler oldu?
Lodos Çarpması’ndaki öyküler, daha çok bir olayın, deneyimin aktarıldığı, anlatmaya dayalı hikâyelerdi. Bir kitap bütünlüğünde elime alıp okumak, öykü yazarı arkadaşlarımdan gelen geri bildirimleri işitmek, beni hikâye etmenin yanı sıra, gözetmem gereken diğer unsurlara, özellikle de dilin kullanımına kafa yormaya, dilin imkânlarını çoğaltmanın yollarını aramaya yöneltti. Bu anlamda benim yazarlıktan muradım, okurda daha canlı ve kesintisiz bir düş yaratmak, ilk kitabın üzerine çıkmaktı. Dolayısıyla Kendisiymiş Gibi “yeniden yazma” sürecinin daha uzun sürdüğü, okurluğuna güvendiğim arkadaşlarımdan bir dış göz olarak daha çok yararlandığım bir sürecin verimi olarak okurun karşısına çıktı.
On sekiz öyküden oluşuyor “Kendisiymiş Gibi”. Öykülerinizdeki kahramanlarınızdan bahseder misiniz? En sevdiğiniz kahramanınız kim?
Benim öykü tanımım “Geçerken gördüğüm şey” şeklinde. Kitapta yer alan öyküler, bu tanımı doğrular nitelikte, kısa bir an içinde, bir durumu, olayı öykü kişileri aracılığıyla aktarıyor. Dolayısıyla çabam, akılda kalır kahramanlar yaratmaktan ziyade, öykü kişileri aracılığıyla bir duruma, olaya dikkat çekmek, modern bireyi eleştirmek, okuru kendisiyle yüzleşmeye davet etmek. Öykülere baktığımda çok belirgin kahramanlar yerine, flu yüzler, okurun kendi suretinin üzerine düşeceği boşluklar görüyorum.
Tanıtım yazınızda pek de duygusal olmayan bir dille yazdığınız belirtilmiş. Ne söylersiniz yazı dilinizle ilgili?
Okuduğumuz her metin bizde birtakım duygular uyandırır. Bizde uyanan duygular, yazarın yaratmak istediği düş dünyasına daha kolay girmemize, o düşün kesintisiz sürmesine de olanak sağlar. Bununla beraber duygu uyandırayım derken aşırıya kaçmayı, duygu sömürüsüne yaslanmayı, okurun dikkatini çekmek ve sempati yaratmak için şoke edici şeyler yazmayı, kolaycılığa kaçmak olarak görüyor, özellikle kaçınıyorum. İyiyle kötü, haklıyla haksız arasındaki ayrımın altını kalın çizgilerle çizmeden, olanı olduğu gibi aktarmak, yalın ve akıcı bir dil kurmayı önemsiyorum.
Öykülerinizde yazarken ön hazırlık yapıyor musunuz? Yazma sürecinde neler yaşıyorsunuz?
Öykülerin yazılma anı çok uzun ve büyük hazırlıklar gerektirmiyor, benim için. Gündelik hayatın içinde dikkatimi çeken, beni rahatsız eden bir durumla başlayıp çalakalem yazıyorum. Her defasında bu kadar gelişigüzelliğin içinden değerli bir şey çıkar mı diye endişeleniyorum ama sabırlı bir bahçıvan gibi tohumları serpmeye, sulamaya devam ediyorum. Kelimeler çoğaldıkça, karakterler beliriyor, üzerinde çalışmaya değer bir yönü işaret eder hâle geliyor. O zaman kaybolma korkusu olmaksızın ipin ucunu tutup labirentin derinliklerine dalıyor ve yazının getireceği sürprizlerden keyif almaya başlıyorum. İşin asıl eğlenceli yanı da bu olsa gerek. Sonra ince işçilik de diyebileceğimiz yeniden yazma süreci başlıyor. Bu aşama da, metni bekletmek, kelimelerin yerlerini değiştirmek, anlam zenginliği katacak şekilde çoğaltmak ya da eksiltmek, defalarca okumak, metni imla hatalarından temizlemek, nihayet bir öykü bittiğinde bütün bunları yeniden yapabileceğini ummaktan geçiyor.
İki öykü kitabınız var. Üçüncü kitabınız roman olabilir mi? Öykünün yazı hayatınızdaki yerini öğrenebilir miyiz?
Pek çok kadın yazar gibi benim de okumaya ve yazmaya ayırdığım zaman kısıtlı. Çalışma hayatım, kızımın bakımı ve evle ilgili sorumluluklardan arta kalan sürenin el verdiği oranda üretmeye çabalıyorum. Bu da beni daha oylumlu metinler yerine öyküye yöneltiyor. Zamanımın el verdiği ölçüde parçaların çıkmasına izin vermek, aralarda geri dönmek, kısa sürede metnin tamamını okuyarak kaldığım yerden rahatça içine girmek ve yeniden yazmak bu koşullar altında ancak öykü ile mümkünmüş gibi geliyor.
Daha oylumlu metinler yazmak için daha geniş zamanlara ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Günün birinde sabrım, soluğum ve zamanım bir roman yazmaya yeter mi emin değilim. Bununla beraber kızım büyüyor, giderek daha kalın kitapları deviriyor ve benden eğlenceli, maceralı bir çocuk romanı bekliyor, dahası çocuklar için yazmak konusunda yeterince istekli ve çalışkan olmamakla suçluyor. Evdeki yoğun baskıyı göz önüne alırsam, bir sonraki kitabın bir çocuk romanı olmasını canı gönülden istiyorum.
Tuğba Gürbüz, hangi yazarları okuyor?
Öykü yazdığım için daha çok öykünün ustalarını okumaya çalışıyorum. Sait Faik, Tomris Uyar, Selçuk Baran, Murathan Mungan, Fikret Ürgüp, Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Yekta Kopan, Murat Özyaşar severek okuduğum yazarlar arasında. Bunun yanı sıra elimden geldiğince yeni çıkan öykü kitaplarını da takip etmeye çalışıyorum. Yazmanın incelikleriyle ilgili kitaplar başucumda duruyor. Oradan edindiğim bilgilerle kendi metinlerimin editörü olmayı öğreniyorum. Ve elbette çocuk kitapları! Uzun yıllar kızıma birbirinden nefis çocuk kitapları okudum. Kızım şimdi dokuz yaşında ve tam bir kitap kurdu. Artık o bana sevdiği kitapları ve yazarları öneriyor. Onun önerdiği çocuk kitapları da severek okuduklarım arasında yer alıyor.
Uzun süredir “Kurmacabiyografiler” adlı bloğunuz var. Blog yazarlığının yazılarınıza etkisi nasıl oldu?
Blog tutmaya başladığımda ilk amacım yazdığım metinleri paylaşmak, “Ben de buradayım, varım” diyerek kendime bir alan açmak ve yazma disiplini sağlamaktı. Ancak yıllar içinde merak ettiğim, ilgi duyduğum, öğrenmek istediğim alanların her birine açılan bir kapı hâline gelerek ‘iyi ki başlamışım’ diye düşündüğüm bir nevi oyun ve keşif alanına döndü.

Kendisiymiş Gibi okuryatar'da

Servet Duygu Ceritoğlu, okumadan yatamayanların bloğu okuryatar'da ikinci öykü kitabım Kendisiymiş Gibi'yi değerlendirdi. 

Tuğba Gürbüz’ün ikinci öykü kitabı “Kendisiymiş Gibi” raflarda yerini aldı.
Covid-19 günlerinde sığınağım sosyal medyanın yanında kitaplar, yoga ve nefes çalışmaları oldu. İtiraf etmek gerekirse sosyal medyadan uzaklaşmak kolay olmadı çünkü zihin kolay olanı seçiyor…
Öykü severlerin çok  severek okuyacaklarına inandığım “Kendisiymiş Gibi” insana, yaşama dair birbirinden güzel on sekiz öyküden oluşuyor.
Ben metaforları çok severim. Sadece herhangi bir “şeyi”, sıradan bakış açımızın dışında gören ve bambaşka kelimelerle bezeyerek anlatanlara hayranlık duyarım. Nasıl böyle anlatabiliyorlar duygusuyla çok büyük bir heyecan kaplar içimi. Bence Tuğba Gürbüz’de bunu çok iyi başaranlardan biri.
Öykülerde nelere, hangi duygulara, izlere rastladım, ben nasıl hislerle okudum öyküleri, paylaşmak istiyorum.
Duyulan bir öfkenin bedende büyüyerek, zihinde hesaplaşmaya dönüşmesi ve bu hesaplaşmayla kalma haline,
Manevi ağırlığının yanında maddi yükün de fazla olan bir durumu bırakma kararlılığı ve hafiflik duygusuna,
Huzursuzluğa,
Şefkat, merhamet ve fantastik dokunuşlara,
Dipsiz bir kuyu gibi derin bir yorgunluk ve pişmanlık haline,
Suçluluğa,
Kabullenememe, isyan ve buna rağmen akıntıya bırakabilmeyle yeniden doğuş haline,
Aşk, yas ve özleme,
Hırsla birlikte yıkıma,
Hakkını arama peşinde koşarken içten pazarlık haline,
Geçmişe duyulan derin özleme,
Akışa güvenmeye,
Sanrılara,
Samimiyetsizlik ve ölüme,
Beklentiler ve hesaplara…
İnsana, bize ait tüm bu duyguları hangimiz yaşamadık ki?
Sade, akıcı bir dil ile yazılan bu harika öyküleri kah gülümseyerek, kah hüzünlenerek okudum. Tadına doyamadım, bir kez daha okudum, sindirmek, kendimdeki ve başkalarındaki parçalara tekrar tekrar dokunmak istedim.
Sevgili Tuğba Gürbüz, kaleminizin daima yazmasını, ucundan dökülen kelimelerin kalplere dokunmaya devam etmesini dilerim.
Sevgilerimle.
Servet Duygu Ceritoğlu
* Bu yazı ilk kez 13 Nisan 2020'de Okuryatar'da yayımlanmıştır. 




24 Nisan 2020 Cuma

Nasıl Yazar Oldular? (46)


Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 






*
Babamdan kalan kasetler vardı evde. Tavernada Göksoy DüğünüSeni Sevdim Çiçeğim tarzı isimleri vardı, ne acayip şeylerdi onlar. Çok küçükken evde sıkıntıdan bunaldığım zamanlarda bu kasetleri yan yana dizer, koca camekânlar yapardım, oyuncak adamlarımı dövüştürüp bunların üzerine atar, “Dıkş dın dın,” derdim. Dıkş dın dın. Bir tepik, ardından camlar kırılıyor, insanlar oradan oraya uçuyor. Bir öyküye “dıkş” olarak dipnot düştüm bunu, aslında o öykü sırf bu çocukluktan kalma efektten doğdu.
Annem bir başına iki oğlanı büyütmeye çalışıyordu, ananemin ve kendisinin emekli maaşını birleştirdiği zaman zar zor geçiniyorduk. Gazetelerin kuponlarla dağıttığı eşyalara çok şey borçluyum, Akai marka küçücük bir televizyon buzdolabının üzerinde hâlâ durur, sahilde bisiklete binerken yirmi küsur yıl önce kuponla aldığımız bisikleti kullanırım şimdi bile. O zamanlar evde kitap yoktu, abim liseye geçene kadar müzik dinlenmezdi, kültürel bir çoraklığın içinde sağ kalmaya çalışıyordum. Ben de okula başlayınca eve kitap girdi nihayet, doksanların ortalarındaki sayfadan sayfaya atlamalı, okurun kendi ilerleyişini kendi seçtiği kurmacalar. Birinin adı Hayalet Evi’ydi, bir diğeri Eyvah Küçülüyorum’du. Seriyi tamamlayamadım, içimde ukdedir. Neyse, bu kitapları evin her yerine bırakmaya başladım ki her yerde okunacak bir şeyim olsun. Tuvalete girerken atlas, odalarda farklı farklı kitaplar. Sonradan abimin de benzer bir şey yaptığını gördüm, parfümlerini bırakıyordu. Annem daha büyük eşyaları saçıyordu, hepimiz bir şeyleri dağıtıp toparlayamıyorduk. Bazı öykülerimin anlatıcısı olan Ufuk’un arayıp bulamadığı şey bu, bir sabitlik. Yaşamın nirengi noktası. Akışkanlıkta bir ada.
2018’de anneannem vefat etti, yirmi beş yılın çocukluktan hiçbir şey götürmediğini o sıra anladım. Kapalı bir aileyiz, eşimiz dostumuz, akrabamız pek yoktur, olanla da pek görüşmeyiz. Ananemi morgdan almaya abimle birlikte gittik, sonra belediyenin cenaze işleri binasına geldik. Diğer tabutların etrafı kalabalık, insanlar ağlıyorlar, birbirlerine sarılıyorlar, biz öylece dikilmiş duruyoruz. Bir iki tabutun cenaze aracına taşınmasına yardım ettik, sona kaldık. Etrafa bakıyoruz, kimse yok. Görevli imam geldi, o da bakınmaya başladı. İki üç kişiden rica ettik, tabutu taşıdılar sağ olsunlar. Camiye gidildi, oradan mezarlığa gidildi, ananemi mezara koyduk, abimle birlikte kürekleri kaptık, toprak atmaya başladık. Her şey çok ağır geldi bir an, ağlamaya başladım, bir yandan toprak atmaya devam ediyordum. Birkaç dakika robot gibiydim, kendime geldiğimde toprağı abimin üzerine attığımı fark ettim. Dıkş dın dın! Acıdan kurtulmak için birbirimizin yüzüne atsak toprağı, sonra kavga etmeye başlasak, sonra ananem elini kefenden çıkarıp, “Durun oğlum, hadi parka gidelim,” dese yirmi beş yıl önceki gibi, nasıl olurdu? Trendeki Yabancı’nın dördüncü sayısında var nasıl olacağı.
                                                                                                                         UTKU YILDIRIM
Bu yazı ilk kez 21 Mart 2020 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

7 Nisan 2020 Salı

Romanın senin kendi yüreğinde yatar*

Bir Kurmaca Söyleşi Denemesi ya da "Bu Yıl Romanını Yazıyorsun Yazar Adayının Başucu Kitabı"ndan Dikkat Çeken Notlar: 



Bay Mosley, "Bu Yıl Romanını Yazıyorsun Yazar Adayının Başucu Kitabı" hayli iddialı bir başlığa sahip. Yazmaya yeni başlayan birinin bir yıl içerisinde bir roman yazıp bitirmesi gerçekten mümkün müdür?

Eminim ki bu kitabı okuyup verilen dersleri azimle uygulayan herkes bütünlüklü bir kısa roman taslağı ortaya çıkarabilecektir. Kısa sözcüğünü özellikle vurguluyorum, çünkü ilk kez roman yazan birisinin verilen kısa sürede Kasvetli Ev ya da Savaş ve Barış hacminde bütünlüklü bir taslak ortaya çıkarabileceğini sanmıyorum. Bir başyapıt değil, yalnızca belli bir uzunlukta (söz gelimi elli altmış bin sözcüklük) sağlam bir ilk roman vaat ediyorum.
Yayın dünyasında havada kapılacak bir kitap ortaya çıkarma vaadinde bulunmuyorum. Maddi başarı vaat edemiyorum ama burada çizilen yolu izlersen bir roman yazmaya dair kişisel bir tatmin yaşayacaksın. Sonrasında her şey mümkün. 

Anlıyorum, sizin bakış açınıza göre, asıl ödül kitabın basılması değil, kısa, bütünlüklü bir ilk roman çıkarmak. Kitapta her gün yazmanın önemine dikkat çekiyorsunuz. Söyler misiniz, her gün yazmak neden önemlidir? 

Bu kuralın iki nedeni var: yapılacak işi bitirmek ve bilinçdışınla bağlantı kurmak. 
Romanını bir yıl içinde bitirmek istiyorsan işe koyulman gerekir! Zaman kaybetme lüksün yok. İlham gelmesini bekleyecek zamanın yok. Yazmak ciddi bir uğraştır, belli bir istikrar ve disiplin gerektirir. Günü gününe yazmak disiplin ve birtakım kazanımlar sağlar ama irade ve düzen işin yalnızca başlangıcıdır. 
Yazmaya dair öğrendiğim en önemli şey, başlıca bilinçdışı bir etkinlik olduğu. Bununla neyi kastediyorum? Şunu: Roman, kafandan (ya da bilinçdışı zihninden büyüktür. Yazarken bulduğun bağlantılar ve metaforlar, girdiğin ruh halleri ve deneyimler içindeki derin bir yerden gelir. Bu bilinçdışı yere ulaşmanın yolu her gün yazmaktır. Sadece yazmak değil. Bazı günler de yeniden yazar, yeniden okur veya metni orasından burasından gözden geçirirsin. 

İlk kez roman yazmaya çalışan yazar adayını bekleyen tehlikelerden bahsedebilir misiniz?

Pek çok yazar ve yazı öğretmeni çoğu eseri eski ustalarınkilerle kıyaslamaya o kadar zaman harcar ki, günümüzde yaratılan romanın çağdaş sesini kaybederler. 
Geçmişteki büyük kitapların sesini, deyişlerini, biçimini ve içeriğini taklit etmekle yazar olamazsın. Romanın senin kendi yüreğinde yatar, yalnızca senden çıkabilecek bir hikâyeyi çağdaş okurlara anlatmak için yazılmış, bugüne dair bir kitaptır, hangi çağda geçerse geçsin. 

Okurlarımız arasında, yüreğinde yatan, yalnızca ondan çıkabilecek hikâyeyi, tanıdığı insanları incitecek diye korktuğu için yazmaktan imtina eden yazar adayları olacağı kanısındayım. Onlara verebileceğiniz bir ipucu var mıdır? 

Romancı olmak isteyen kişi içini kemiren hikâyeyi anlatmayarak kendine ihanet eder. Her gün yazma disiplininde bulduğu gerçeğe kendini adamamayı tercih eder. 
Bu türden bir ketlenme yaygındır ve buna hiç gerek yoktur aslında. 
İlk olarak, annen yazdığım şeyleri okumuyor. Bu sözler yayımlanana kadar senin kendi özelinde gizli kalacak. 
Ayrıca içeriğe dair bir yargıya varmadan önce kitabın bitmesini beklemelisin. Yirminci taslağına geldiğinde karakterler başlangıçta temel aldığın kişilerden tamamen ayrı, kendilerine ait hayatlar geliştirmiş olabilir. Hem birileri bir kez olsun sözlerine gücenirse gücensin, ne olmuş yani? Hayatını yaşa, şarkını söyle. Seni seven kişi zaten seni anlayacaktır. 
Herhangi bir duygunun seni yazmaktan alıkoymasına izin verme. Dünyanın seni yavaşlatmasına müsaade etme. Hikâyen bu yıl önündeki en önemli şey. Bu senin yılın, en iyi şekilde değerlendir. 

Bir hikâyeyi ilginç kılan nedir? 

Sürükleyici bir konu ve hikâyenin anlatılma biçim. Bir hikâyenin ayrıntılı, dolambaçlı ya da anlatması zor olması gerekmez. En zarif hikâye cümleleri çoğu zaman yalın ve düz olur. 


Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri'nde ve yazma sanatının inceliklerini ele alan kitaplarda sıkça karşılaşılan bir nasihate "Anlatma göster" deyişine siz de yer veriyorsunuz. Bu oldukça kafa karıştırıcı. Sözle ifade edilen her şey, "anlatma"nın sınırları içerisinde yer almaz mı? 

Anlatmak ile göstermek arasındaki en belirgin ayrım, sadece malumat veren bir beyan ile repertuvarına insani bir veche katarak okuru duygusal ya da fiziksel olarak metnin içine çeken bir beyan arasındaki farktır. 
Dilde göstermenin pek çok yolu vardır, duyumlar, duygular, metafor ve mecaz, kurmacada sıradanlık. 

Kurmacada sıradanlık mı? Neden karakterlerimizin yaşantılarını sıradan yapalım?

Çünkü gündelik deneyimler okurun karakterle bağ kurmasını sağlar, bu da yine okurun ileride olabilecek daha olağanüstü olayları kabul etmesine zemin hazırlar.  

Kitapta, "Bu yıl yapacağın en önemli şeylerden biri hayata belli bir noktada başlayıp başka bir noktaya ilerleyen ya da evrilen karmaşık ve sahici karakterler yaratmak," diyorsunuz. Bu dönüşümü sağlamak neden çok önemlidir? 

Romanın konusu insan ruhu ve zihnidir - karakterlerin öteki canlılarla ve genel olarak dünyayla nasıl etkileştiğidir. 
Romanda ana karakterin ya da karakterlerin kişilik yapısında hareket olması gerekir. Bu da kısmen demek oluyor ki romanın amacı başkarakterin değişmesine yol açan olayların haritalanmasıdır. Bu değişim ve bundan ileri gelen olaylar nedeniyle kitap okuruz veya yazarız. 

Bay Mosley, burayı biraz daha açmanızı istesem... Eminim okurlarımız karakter gelişimi ve dönüşümüne dair daha fazla ipucu duymak isteyecektir. 

Hayatta olduğu gibi, karakterler başlıca başkalarıyla ilişkileri içinde gelişir. Romanın akışı boyunca karmaşık ve dinamik ilişkileri ağıdır, dönüşümü mümkün kılan. 
Öğrenmemizin başlıca yollarından biri başka insanlarla ilişkilerimizdir. Ama öğrendiklerimiz daima doğru veya iyi olmaz. Anne babamızı izleyip de varabileceğimiz, kadınların erkeklere hizmet etmek için var olduğu yargısının doğru olup olmadığına kendimiz karar vermemiz gerekir. Sokaktaki yabancıların güvenilmez ve sevgiden anlamaz oldukları yargısının doğru olup olmadığına kendimiz karar vermemiz gerekir. 
Bizi ilginç kılan, hayatta yaptığımız hatalardır. Karakterlerinin yaptığı hatalar, başka her şeyden fazla, romanın okuru içine çeken tarafını besleyecektir. 

Son olarak şunu merak ediyorum. Biz de  kendi yaşantılarımızın kahramanı olduğumuza göre, kitabınızın rehberliğinde, bir yıl kendimizi adayarak yazarsak, bu süreç beni, bizi, her birimizi nasıl dönüştürür? 

Her gün yazar ve bu dersleri ciddiye alırsan eminim ki işe yarar bir roman yazacaksın. Bu süreç seni dönüştürecek. Sana güven ve zevk verecek, nasıl düşündüğünü ve hissettiğini daha derin anlamanı sağlayacak; seni bir sanatçı ve çiçeği burnunda bir zanaatkâr haline getirecek. 
Belki de daha fazlasını yapacak. 


* Bu hayali bir söyleşi olup Walter Mosley'in verdiği cevaplar, yazarın Notos Kitap tarafından yayımlanan, Oğuz Tecimen tarafından dilimize kazandırılan "Bu Yıl Romanını Yazıyorsun Yazar Adayının Başucu Kitabı" adlı deneme kitabından alınmıştır.

6 Nisan 2020 Pazartesi

Yazmak, her şeyden önce göğsünü açmaktır

                       
                                                           


Bu soruya ilk kez yanıt vermiyorum. Basit görünmekle beraber zor bir soru, cevapları zaman içerisinde değişen bir soru. Hulki Aktunç yazmaya yeni başlayanlara “Türk Edebiyatı’nda ne gibi bir boşluk gördün de yazmaya başladın?” diye sorarmış. Ben bir boşluk görmedim. Ele alınmayan konular, denenmeyen üsluplar vardır elbette, çıkacaktır. Yerküre üzerindeki günlerimiz izin verdiği müddetçe göreceğiz, zevkle okuyacağız, kıskanacağız da üstelik.

Benim yazma sebebim Türkçe Edebiyat’ta gördüğüm bir boşluk değil, ancak benim doldurabileceğim bir boşluk hiç değil. Benim yazma çabam, isteğim ancak “Ben de varım,” diyerek dirsek atmaya, kalabalık bir otobüse binmeye çalışmak çabasına benzetilebilir. Evet, otobüs hıncahınç dolu, değil yeni bir kişi almak, içindekiler eksilmeden, azalmadan nefes almak mümkün değil ama ben o otobüse binmek istiyorum, bineceğim çünkü anlatacak hikâyelerim var. Meşhur olmak, çok satmak, tanınmak için değil; bir kişinin bile olsa okuması için, içindekilere katılması için, bazı cümlelerin altını çizdiğini hayal etmek için.

Yazıyorum çünkü bu herkesin yapabileceği kadar basit bir eylem. Yazıyorum çünkü bu insanın içine attığı, derde, tortuya, tıkanıklığa yol açan her şeyin üzerine asit dökmek gibi. Puff yazdıkça erimeye başlıyor. Evet hiçbir şey değişmiyor belki, ama kan, akacak dar da olsa bir aralık buluyor. İşte o zaman hayat o kadar da zor gelmiyor, saatler geçiyor, klavyenin üstündeki parmaklar zihne yetişmeye çalışıyor, soluk soluğa kalıyor. Şu insanın evlere hapsedildiği günlerde, doğada cirit atan, neşeyle koşturan hayvanlara benziyor biraz.  Kelimeler hızla akıyor, hızla sayfaya yağıyor. İşte bu basit keyif için yazıyorum.

Yazmak basit ve ucuz. Getirisi çok, götürüsü az. Tek dezavantajı hareketsiz bir yaşam, ağrıyan bir sırt belki de… Ki bunun önüne de ara ara gerinme hareketleri yaparak geçmek mümkün. Bir hayal et arkadaşım: Saatlerce masana oturmuş çalışmışsın.  Sırtın hafiften tutulmuş. Göğsünü ileri doğru açıyorsun (yazmak her şeyden önce göğsünü açmaktır bir defa). Kürek kemiklerini birbirine yaklaştırıyorsun ve bir kütürdeme sesi geliyor, arkandan. Oh! Rahatlıyorsun. Bir de bakıyorsun hafiflememişsin hem zihnen, hem bedenen. Bu ikisi arasındaki uyum önemli. Beden zihni, zihin bedeni takip etmeli, birbirini ötelememeli. Yoksa insanın içinde çok tortu birikiyor, inan. Yazmak zihni ve bedeni birbirine yaklaştırma çabası gibi belki de. Bisiklete biner gibi yokuş aşağı ve yokuş yukarı iniyor çıkıyorsun. Kimi zaman çok zorluyor, bir milim daha gidemem, yolu yok sanıyorsun. Ama gözünü kapatıp kendini bir zirvenin dibinde görmek yerine bir dağın tepesinde hissettiğin anda, bisikletle zirvedesin. Hızlı ve özgür. Bir kelime koyuyorsun önüne ve başlıyorsun hızla inmeye. İşte bu akıcılığın verdiği rahatlık ve keyif için yazıyorum. Bunun için kitaplarımın basılmasına, çok satmasına, eleştirmenlerin beni görmesine ihtiyacım yok. Yazmak beni rahatlattığı için yazıyorum, her gün yazıyorum, içeriğini umursamadan, egzersiz yapar gibi, nefes alır gibi yazıyorum. Yazıyorum çünkü bu karantina günlerinde yazmak dışında beni dışarıda hissettiren başka bir şey yok.