31 Ağustos 2017 Perşembe

MÜCADELECİ ÇAM



Pencerenin önündeyim. Kim bilir kaç yıl önce otopark yapmak için etrafında bir karış toprak dahi bırakılmadan beton dökülen çam ağacını izliyorum. Genç sayılır daha. Fıstık bile vermeye başlamadı. Yüzünü, kollarını ıslatan yağmur damlaları yetmiyor ona. Kökleri su arıyor. Betonun bittiği yerden aşağı inmeye çalışan cılız birkaç kök, meme başını arayan bebekten farksız, durmadan daha derine daha derine inmeye çalışıyor. Artık çok geç. Tek yeşil yaprak kalmadı üzerinde. Yine de vakûr, tek iğne yaprağını vermemeye kararlı.
Yaprakları düşürmemek için vargücüyle tüm dallarını, köklerini ve gövdesini sımsıkı  kasıyor. Belli etmemeye çalışsa da gövdesi, kolları, bacakları tir tir titriyor. Anlaşılmasın diye rüzgârı yardımına çağırıyor. Önüne kattığını sürükleyerek gelen rüzgâra bırakıyor bedenini. Salınan dallar, gözleri kapalı, tempolu müziğe eşlik eden bir dansçıyı andırıyor. 

27 Ağustos 2017 Pazar

İyi Nedenlerden Yapılan Kötü Eylemler*

"Kötü" bir insanı kötü yapan nedir? Yaptığı şey bu mudur, değilse neden yapıyor?
İki farklı kötü insan türünü tanımlayalım:

Birinci durum: Neredeyse herkes tarafından sapkın olarak kabul edilenler.
İkinci durum: Bizde nefret uyandırdıklarını düşündüklerimiz, ama başkaları için böyle olmayanlar.

Birinci durumda, evrensel olarak üzerinde anlaşmaya varılan bazı alışkanlıkları kıran biriyle uğraşıyoruz.
Bu birey kuralları ihlal eden bazı davranışlarda bulunmuştur ya da en azından tadımızı kaçırmıştır.
Yani değer mekanizması geri kalanlarımızın evrensel ve değerli saydığı şeylerle tutarlı olmayan bir dizi değerle birlikte çalışıyor.

İkinci durumda ise fail bazı kişilere karşı saldırgan, bazılarına karşı değil.
Bu kişi topluluğun bir kesiminin kabul edebileceği ancak bir kesimine aykırı gelen görüşlerini bildirir veya davranış olarak gösterir.
Fikir olarak farklı olanlara "kötü" görünürken, benzer bir inanç ve değer sistemine sahip olanlara iyilik yapabilir.

Her iki durumda da, evrensel olarak kınanmış ya da yalnızca bazıları tarafından kınanmış olsun "kötü" kişi ister istemez başkalarının gözünde olumsuz bir fikir edinmiştir.

O zaman "kötü" bir kişiyi kötü yapan başkalarının görüşü müdür ?

Ve eğer öyleyse, ikinci durumda olduğu gibi kişi hakkında çeşitli görüşler varsa o zaman gerçekten de kötü olup olmadığını nasıl karar verebiliriz ?

Elbette gerçekle değil yargıyla uğraşıyoruz. Toplumumuzun üyelerini, düzeni ve saygınlığı korumak için değerlendirebileceğimiz bazı objektif kriterler olsa da, görüşümüzü oluşturmak ve kararlarımızı bildirmek için her birimiz günlük olarak öznel değerlendirmeler yapmayı sürdürürüz.

Peki ya bu değerlendirici süreci bir kenara atabilirsek? Yalnızca davranış veya eylemi değil, aynı zamanda davranışı motive eden nedeni veya değerleri de değerlendirebilirsek? Böyle bir durumda, sonucun tatsız olduğuna dair aynı kanıya varabiliriz ancak aynı zamanda bu güdünün o kadar da yabancı ve aşırı olmadığı gerçeğiyle şaşırabiliriz de.

Örneğin, can sıkıcı bulduğunuz herhangi bir eylemi veya herhangi bir kişiyi düşünün. Kişi bunu neden yaptı? Ya da neden böyle çirkin bir şekilde davranıyor?

En basit yanıt, yani en az çabayı gerektiren, hareketin veya aktörün "kötü" olmasıdır. "Ben asla böyle bir şey yapmazdım" ya da " bunu yapan benden ve benim benzediğim saygı duyduğum kişilerden başka bir kişi" diyerek ilan edebiliriz.

Ancak, konuyu biraz daha titiz ve entelektüel dürüstlükle ele alırsak: uzmanlar, bu davranışları temel insan ihtiyaçlarına ya da kendi arzularımızdan çok da farklı olmayan arzulara kadar izleyebileceğimizi öne sürüyorlar.

Psikolog Marshall Rosenberg Çatışma Ortamında Barış Dili kitabında: "Ben insanların iyi nedenler olmadan bir şey yaptıklarını düşünmüyorum. Peki bu iyi nedenler neler? Bir ihtiyaçla buluşmak. Yaptığımız her şey ihtiyaçların karşılanmasıdır," diyor.

Rosenberg, uluslararası alanda en çelişkili bölgelerden birinde çatışma çözümü ile uğraştı ve önündeki birçok kişinin başarısız olduğu alanda önemli bir gelişme kaydetti. Tanımladığı "iyi nedenler" davranışları haklı göstermez ya da sonuçlar hakkında "iyi" bir şey ima etmez. Bu iyi nedenleri iyi yapan şey anlaşılabilir ve genel insani bakış açısıyla ilişkilendirilebilir olmasıdır. Bunlar hepimizin paylaştığı makul arzular ve ihtiyaçlardır. Bize ortak insanlığımız hakkında bir fikir verirler ve bizi yabancılaştıran ve bizi o kadar göz alıcı biçimde farklı kılan şeyler üzerine odaklanmak yerine, birbirimizde aşina olduğumuz şeyleri aramaya ve tanımaya alışmamızı sağlarlar.

Birinci durumda, sosyapatiyi bir yana bırakırsak, toplumsal sapkınlar diyebileceğimiz insanlara en temel cezaevinde bile bazı temel ihtiyaçları belirlemek mümkündür. Şiddet suçunda psikologlar korkuyu ve kontrol isteğini fark ettiler. Hırsızlıkta: finansal istikrara, bazen saygıya ve sosyal kabule evrilen bir ihtiyaç sözkonusu. Tacizde, kendisinden çalınan gücün ya da kaybedilen masumiyetin geri kazanılması için failin benzer bir zulmüne yol açan bir mağduriyet tarihi vardır.

Bu bozulmuş duygusal ihtiyaçlar yasadışı ve kabul edilemez bir eyleme yol açar. Burada suçun temelini oluşturan "insanlık hali"nin tanımlanması faile merhamet duymamıza olanak verebilir. Belki daha da önemlisi, suçlunun kendisini her zaman sapkın ve geçersiz davranışlarını tekrarlamaya mahkum olmadığı bir yolu gerçekleştirmesine izin verebilir.

Rosenberg'in "iyi neden" yaklaşımını ilk kategorimizdekilere bile uygulayabilirsek, ikinci kategorimizdeki insanlara: "bizimkinden daha az yasa dışı veya ahlaka aykırı davranmakta, ancak ideolojik açıdan katılmadığımız kişilere" daha geçerli bir şekilde uygulayabiliriz.

Günümüz Birleşik Devletlerindeki üzücü söylem hali kötü niyetli varsayımlarla doludur. Görüşe katılmadığımız zaman, görüş farklılığımızı bir aykırılık değerine atfederiz. Ortak ihtiyaçlar ve endişeler nedeniyle birbirimizin bakış açılarının kaynaklarını sıkı sıkıya takip etme işini başaramayız. Ve bu nedenle paylaştığımız insanlık halinin farkında olamayız. Ve birbirimizi dinlerken dinlediklerimizden faydalanma ve birlikte yola koyulmakta başarısız oluruz.

İnsanlar objektif toplumsal standartlara göre ya da belirli görüşlere aykırı olarak haklı ve adil olduğumuz standartlara göre, her zaman "kötü" hareket eder.

Kötü eylemlerin arkasındaki "iyi nedenleri" tespit etmeye kendimizi eğitebilirsek, bizi daha da uzağa düşüren şiddetli düşmanlığı azaltmakla kalmayacağız, daha açık ve şeffaf diyalog kurabileceğiz ve hedeflerimiz ile ilgilerimizin aslında varsayıldığı kadar farklı olmadığını keşfedeceğiz.


*Bu makalenin orjinali film yapımcısı ve sosyal aktivist Mark Erlbaum tarafından yazılmıştır. Huffington Post'da yayımlanan  "Bad Actions, Good Reasons" adlı özgün makale Özgür Öztürk tarafından çevrilmiştir. 

25 Ağustos 2017 Cuma

BU PİLAV DAHA ÇOK SU KALDIRIR

Okulların açılmasına bir aydan kısa süre kaldı ancak Deniz'in hangi okula gideceği kesinleşmiş değil. Kafam oldukça karışık ve bulanık. Deniz için en iyisini seçmek istiyorum. Bunun için dış seslere kulağımı tıkamaya, sakinleşmeye ve netleşmeye ihtiyacım var. Belki burada kendi kendime mırıldanır ve paylaşırsam önümdeki seçenekler berraklaşır ve karar almam kolaylaşır.
Paralı öğretime karşıyım. Gönlümden geçen Deniz'in eve en yakın, adrese göre kaydının düştüğü okula gitmesi, saat 15.30'da okuldan çıkması ve kalan zamanını oyun oynayarak geçirmesi. Henüz kreşten çıkmış, 6,5 yaşındaki bir çocuğun 45 dk boyunca okul sırasında oturması bile başlı başına adaptasyon isteyen bir süreç olduğundan bu geçiş yılının minimum ödev, maximum oyunla desteklenmesi öncelikli tercihim. Çünkü oyun oynamadan geçen bir çocukluğun telafisi olmayacağına inanıyorum. Kendi ilkokul çağımı düşündüğümde de aklıma gelen ilk anılar, ne ödev ne ders... yalnızca oyun. O yüzden beni kuşatan sosyoekonomik şartlara, aile ve toplum baskısına karşın devlet okuluna daha yakın duruyorum. 
Devlet okulunun benim açımdan tek dezavantajı, öğle yemeği sunan bir yemekhanelerinin olmaması. Bu durumda her öğlen Deniz'i okuldan almam, yedirmem, tekrar okula bırakmam ve 15.30'da yeniden okuldan almam gerekiyor. Bu mecburiyetin çalışırken beni zorlayacağı kesin. Sağlık hizmeti sunduğum için ne kadar randevularımı ayarlamaya çalışırsam çalışayım rötarlar, o anda hasta başından kalkmamı imkânsız kılacak durumlar oluşabilecektir. Ne hastayı ihmal edebilirim, ne kızımı. Bunu önlemenin tek yolu çalışma saatlerimi oldukça kısaltmak (tercihim değil) ya da dışarıdan destek almak. Koşullarım, pek çok çalışan anne gibi, beni de özel okul seçeneğine yaklaştırıyor. Zira özel okulların en temel işlevi (bana göre) çocukları ebeveynlerin mesai saatleri boyunca okul binası içinde tutmak. Milli eğitimin müfredatına ilave İngilizce ve etkinlik dersleri ile bu amaç gerçekleştiriliyor. Bana sorsalar, tercihim az İngilizce, çok etkinlikten yana olurdu. O zaman sokakta yeterince oynayamamış olsa da, okulda ilgisini çeken, merak ettiği konuların irdelendiği atölyelerde keyifli vakit geçirdiğinden, koşturduğundan, bedeninin de en az zihni kadar yorulduğundan emin olurdum. O zaman uzatılmış okul saatleriyle ilgili daha az kaygılanırdım.
Karşımda Deniz'in gidebileceği bir özel okulun haftalık programı duruyor:
Türkçe 8 saat, Matematik 5 saat, Hayat Bilgisi 5 saat, İngilizce 14 saat, Yaratıcı Yazarlık 1 saat, Mucitlik Atölyesi 1 saat, Yaratıcı Düşünme 1 saat, Görsel Sanatlar 2 saat, Müzik Eğitimi 1 saat, Beden Eğitimi 1 saat, Ekoloji 1 saat, Drama 1 saat, Satranç 1 saat, Kodlama&Robotik 1 saat. 
Haftalık ders dağılımının 21 saati sınıf öğretmeni tarafından veriliyor. İkinci sırada haftada 14 saat dersle İngilizce öğretmeni yer alıyor. Çocuklarda yabancı dil eğitimini önemsiyorum. Deniz'in iyi derecede İngilizce okuyabilmesini, yazmasını ve konuşmasını isterim. Ve fakat ne yaparsak yapalım Türkiye'de yaşadığımız ve okul dışında dile maruz kalmayacağı (bu ifadeyi tuhaf bulsam da uzmanları böyle kullanıyor) için İngilizce Deniz için bu koşullar altında ikinci bir lisan değil, edinilmiş bir yabancı dil olacak. O zaman bu acele niye? Ya da diğer veliler bunu talep ederken ben neden bu yoğunluğa gerek olmadığını düşünüyorum. Belki burada kendi dil eğitimi sürecimden bahsetmeliyim.
İngilizceyi ilkokul bittikten sonra Anadolu Lisesi hazırlık sınıfında öğrendim. Kolay bir yıl olduğunu söyleyemem. Sol elimin orta parmağındaki nasır (evet solağım) o günlerden yadigar. Henüz ilkokul sırasından yeni çıkmış, okula yarım gün gitmeye alışkın 11 yaşındaki bir çocuk için sayfalar dolusu yazı yazmak hiç kolay iş değildi. Günlük akış, uyku saatine kadar bu ödevleri bitirebilmem için yetersizdi. Bu yüzden defterimde benim çocuk el yazımın yanında annemin yetişkin el yazısı da olurdu. İngilizce bilmediği halde, benim yetiştiremediğim birbirinin aynı cümlelerin kalanını yazar, bitirirdi. Ben de sorumluluk hissi ve bastıran uyku arasında daha fazla kalmaz, yatağıma giderdim. Gönlümün rahat olmadığını söylemeliyim. Öyle kendimi öğretmeni kandırmış falan hissetmezdim. Bu değişen el yazısı, eni konu rahatsız ederdi beni.  Annem benim ödevlerimi el yazısıyla taklit etmek yerine okula gidip ödevlere zamanında başladığım halde bitiremediğimi, bu kadar fazla ödevi bitirmemin mümkün olmadığını, daha az ödev verilmesi gereğini söylemiş miydi hatırlamıyorum. Dile kolay otuz yıl geçmiş üzerinden ancak ödevle ilgili hem öğrencilerin hem velilerin söylendiği hayal meyal aklımda. Buna karşın ödevler azalmış mıydı, zannetmiyorum. Bir dilin emekçileriydik, yazmaya devam ettik, zamanla elimiz hızlandı, parmağımız nasır tuttukça acımız azaldı ve öğrendik. Hâlâ dilin (hatta her şeyin) yazmadan, bolca tekrar etmeden öğrenilmediğine dair güçlü bir inancım var. Belki bu yüzden ilköğretimde nasıl işlendiğine dair ilk elden deneyimim olmamasına karşın çocuklarda yabancı dil eğitiminin ancak belli bir okuma yazma olgunluğuna ve ana dilinde yeterli gramer bilgisine sahip olduktan sonra (örneğin 3. ya da 4. sınıf)   haftada 12-14  saat arasında olmak üzere müfredata girmesi ve tez elden dil öğreniminin başarıyla verilmesini daha işlevsel buluyorum. Aynı konuları yıllara yaymadan, çocukta ben bunu biliyorum duygusu yaratmadan, bilgileri üst üste yığmak ve pekiştirmek... Benim deneyimim  bu yönde ve aldığım sonuçtan memnunum.
Hazırlığın özellikle ilk döneminde ödevleri yetiştirme konusunda sıkıntı yaşamış olabilirim ama bu dili öğrenmenin gereği gibiydi. Derse olan ilgim de, sevgim de azalmadı.  Daha o zamanlardan severdim dünyayı gezebilme ihtimalini, bilirdim iletişim kurabilmek için yeni bir dil edinme gereksinimini. Velhasıl İngilizce derslerini hep sevdim ve öğrenmekte zorluk çekmedim. Sonrasında kurduğumuz ilişki bozulmadı. Böyle sürdü gitti. Lisede sayısalı tercih ettiğim için ikinci ve üçüncü sınıfta İngilizce dersi hemen hemen yok gibiydi. Ben de dille ekstra bir uğraş içinde değildim. Buna rağmen üniversite sınavında birbirine yakın puanları olduğu halde sırf İngilizce eğitim verdiği için daha köklü olarak bilinmesine rağmen Hacettepe yerine Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'ni yazdım. Son girdiğim dil sınavı da Marmara Üniversitesi'nin açtığı seviye belirleme sınavı oldu. Reading, writing, listening ve genel gramer seviyesini ölçen kapsamlı bir sınavdı. Listening bölümünün hidroelektrik santrallerle ilgili olduğu dün gibi hatırımda. Henüz lise sınavlarından yeni çıkmış genç beynim, hidroelektrik santral tanımı, kinetik enerjinin potansiyel enerjiye çevrilmesi (yoksa tersi miydi) vb. fen bilgilerine aşinaydı ve yalnızca sayısal değerleri not almakla yetiniyordu. Okutmanın o denli dikkatini çekmişti ki durumum, okumasına ara verip "Anlayabiliyor musunuz?" diye sorduğunu hatırlıyorum. Temiz Türkçe aksanını anlamamak mümkün değildi, oysa. Anladığımı ifade etmeme karşın soruları dağıttıktan sonra uzunca bir süre omzumun üzerinden cevaplarımı izledi ve ancak doğru yanıtlarımı gördükten sonra uzaklaştı. 
Üniversite hayatım boyunca eğitim dili hiçbir zaman tamamen İngilizce olmadı. Hafızam beni yanıltmıyorsa, ilk üç yılın ardından yurt dışından gelen tek tük arkadaş dahil tüm sınıf Türkçe konuşuyorduk. Bunun pek çok sebebi vardı. Sınıfın çoğunluğu Kolej ya da Anadolu Liselerinden gelmiyordu. Ve İngilizceleri bir önceki yıl aldıkları bir yıllık hazırlık programından ibaretti. İçlerinde bütünlemede ittire kaktıra geçenler de vardı. Ve bir yılda edindikleri dil, öğrendikleri kelime sayısı, dersi tamamen İngilizce takip etmelerine engeldi. Öğretim üyelerinin durumu da farksızdı. Pek çoğu önündeki İngilizce metni okuyor, biz de tepegözden tahtaya yansıyanları hızlı hızlı defterimize geçiyorduk. Basılı ders kitaplarımız yoktu. Lokomotif derslerin İngilizce fotokopilerini karşıdaki kırtasiyeden satın alırdık. Üniversite hayatımı hiç de keyifli, mutlu anmam. Çok zorlandığım yıllardı ancak bu zorluğun İngilizceyle bir ilgisi yoktu. Mezuniyet sonrasında dil karşıma bir engel olarak çıkmadı. Eğitim dili tamamen İngilizce olmasa da, edindiğim terminoloji ve Anadolu Lisesi yıllarından gelen İngilizce bilgisi vasıtasıyla meslek hayatımda zaman zaman karşılaştığım yabancı hastalarla iletişim kurabildim. Onların şikâyetlerini dinlemekte, teşhis ve tedavi planımı aktarmakta herhangi bir zorluk yaşamadım.
Benim hikâyemde İngilizceyi edinmek bir çile değil, öğrenim hayatımın doğal bir sonucuydu. Bu yüzden erken dönemde %100 İngilizceye maruz kalmayacaksa, dışarıda kullanma imkânı bulmayacaksa, yerleşik ikinci bir dili olmayacak, yalnızca edinilmiş bir yabancı dil olacaksa, 6,5 yaşındaki bir çocuğun haftada 14 saat İngilizce dersi almasını hiç de yararlı bulmuyorum. Bu işi 9-10 yaşlarına geldiklerinde rahatlıkla halledebileceklerini biliyorum. Bu konuda rahatım ancak azınlıkta olduğumun da farkındayım. Bunun sebepleri üzerine düşündüğümde hayatımın herhangi bir aşamasında dille sınanmadığımı fark ettim. Dil sınavını veremediği için yeterliliğimi alamasaydım, doçentlik vs için yıllarca kurslara gitmem gerekseydi, ya da ne bileyim dil bilmediğim için yurt dışına tatile çıkmaya çekinseydim, belki farklı düşünürdüm. O zaman kızımın daha erken yaşlardan itibaren dil eğitimi almasını arzu edebilirdim. Ancak kişisel hikâyem bana başka şeyleri gözetmem gerektiğini söylüyor. Haftada 14 saat İngilizce dersi görmek onu sıkar mı? Türkçe alfabeyi daha çözmemişken iki ayrı alfabede aynı yazılan farklı telaffuz edilen harflerin varlığı kafasını karıştırır mı? İngilizce öğretmeni erken çocukluk eğitmenliği açısından yeterli mi? 
Hepimiz sınıf öğretmenlerinin yeterliliğini, huyunu suyunu önemsiyoruz. Okullar da önemsiyor. İyi sınıf öğretmenleri bulmaya çalışıyor. Devletten emekli olup kadrolarına dahil ettikleri kıdemli, iyi öğretmenleri gururla lanse ediyorlar. Oysa o çok övündükleri İngilizce eğitimini kime emanet ettikleriyle ilgili daha az bilgi dönüyor ortada.

18 Ağustos 2017 Cuma

Neden Yaz(m)ıyorum?

Birinci sınıftayım. Sınıfın orta yerinde bir soba. Kapı çalıyor. Annemin başını görüyorum. Öğretmenimle bir şeyler konuşuyor.
Kara tahtanın önündeyim. Elimde tebeşir, "soba" yazıyorum. Ne olduğunu anımsamadığım birkaç kelime daha... Okur yazarlığım tescilleniyor ama sene başından beri vaat edilen, öğretmenimin evinde tavandan sarktığı söylenen kırmızı kurdele, bir türlü gelip yakama konmuyor. Büyüklerin konuşmalarına kulak kabartınca anlıyorum sebebini. Öğretmen olan annem, sınıf arkadaşlarım kendisini başarısız hissetmesin diye bana kırmızı kurdele takılmasını istemiyor. Belki bu yüzden, daha sonraları elde ettiğim hiçbir başarı öyle göğsümü kabartmıyor, en mutlu olmam gereken anlarda dahi ayaklarım hep yere basıyor, göğsüme konamadan başarı, sevinci yüzümde soluveriyor. 
Çanakkale'ye taşınıyoruz sonra. İkinci ya da üçüncü sınıfta orman temalı bir şiir yazmamızı istiyor öğretmen. Tohumlar fidana/ fidanlar ağaca/Ağaçlar ormana/Dönmeli yurdumda şarkısının sözlerinden esinlenerek bir dörtlük uyduruyorum. Öğretmen, yazdığım şiiri beğeniyor ama ben bir daha hiç şiir yazmıyorum. Düz yazı daha çok hoşuma gidiyor. Sonra kompozisyon yarışmaları geliyor. Belirli gün ve haftalar için açılan bu yarışmalarda birincilik kazanan arkadaşlarımdan bazıları, kompozisyonlarını anne ya da babalarının yazdığını söylediğinde, içim içimi yiyor, hakkımın yenildiğini düşünüyorum, kızıyorum. Annem Türkçe öğretmeni ama ondan yardım almayı kendime yediremiyorum. Boyuna yazıyorum.. 
Şeytanın bacağını kırıyorum nihayet. Kompozisyonum ikincilik kazanıyor. Önemli bir yarışma olmalı ki, okulda tören de düzenleniyor. Ödül töreni tam bir fiyasko. İsmimin anons edildiğini duymuyorum. Birileri beni öne itekliyor. Müdürün yanına gidiyor ve geri dönüyorum. Tebrik etmek için uzattığı eli de, hediye kitabım da havada kalıyor. Yine birilerinin dürtmesiyle kahkahalar arasında geri dönüp mahçupça elini öpüyorum müdürün, kitabı alıyorum. Kitabın adını, yazarını, kahramanların ismini, hiçbir şey hatırlamıyorum ama konusu dün gibi aklımda. Aynı erkeğe âşık ikiz kız kardeşlerin öyküsünü anlatıyor kitap. Heyecanlı ve yavaş yavaş çözülen bir olay örgüsünden ibaret okuduklarım. Ders bir: hatırda kalmak için ilginç konular bulmak yetmiyor. Köşeyi dönsem burun buruna geleceğimi hissetmediğim kahramanlar zihnimde yer etmiyor. 
Aklımdan çıkmayan kitaplar da var: Çocuk Kalbi, Define Adası, 80 Günde Devri Alem, Şimdiki Çocuklar Harika, Uzay Yolu...
Büyümeye devam ediyorum. Öğrenmem gereken çok şey var, örneğin olumsuz duygularımı dile getirmek. Çocuklar olumsuz duygularla başa çıkmayı büyüklerini aynalayarak öğrenirler. Ben öğrenemiyorum. Yansıyan bir şey yok. Derin bir kuyu, ailemin olumsuz duyguları. Kayıplar, yaslar, hüzünler hepsi hasır altı... Oyuna sığınıyorum. Uzun yaz tatillerinde kömürlükte gazete çıkarıyor, yazdığımız skeçleri oynuyoruz. Evin karşısındaki ana yola tırmanan merdivenler sahnemiz oluyor, ağaçların arkası kulis. Kışın evlere kapanıyoruz. Bizim ev, yol geçen hanı...
"Fotoğraftaki kim?"
"Babamın çocukluğu. Saklambaç oynayalım mı?"
Yıllarca bizimle evden eve gezen, ancak ben üniversite çağına geldiğimde, bir daha duvarda kendisine yer bulamayan siyah beyaz fotoğraftaki 4-5 yaşlarındaki erkek çocuğu soruyorlar. O çocuk benim abim.  Kim olduğunu, nasıl öldüğünü, annemin nasıl duyduğunu, ilk tepkisini ailenin farklı farklı bireylerinden yıllara yayılan çok geniş bir zaman içinde öğreniyorum ama çok küçükken bile iyi bildiğim bir şey var. Hakkında konuşmak, onları üzüyor. Onları üzmek istemiyorum. Öykücü beyin ivedilikle çözüm üretiyor. Çerçevenin önünde ilk kurmacamı çatıyorum.
Orta okulda Türkçe öğretmenimiz günlük tutmamızı tavsiye ediyor. Dinliyorum onu. Her akşam okuldan gelir gelmez olanı biteni yazıyorum. Bir gün, İngilizce öğretmenim derste beni yanına çağırınca, annemin kitaplarımın arasına sakladığım günlüğümü bulduğu, okuduğu ve öğretmene bir şeyler anlattığı ortaya çıkıyor. Günlükte öğretmene dair tek kelime yok, ama sorduğu sorular neticesinde ona âşık olduğumu sandığından şüpheleniyorum.  Bu yanlış anlamaya sebep olduğu için  o an annemden nefret ediyorum. Eve gider gitmez bir ergen kavgası kopuyor, yazdıklarımı yırtıp atıyorum. Uzun zaman yazdıklarımı biriktirmiyorum bu yüzden. Defterler tutmaya başlıyorum. İçine sevdiğim şiirleri, okuduğum kitaplardan altını çizdiğim satırları yazıyorum. Ne zaman iş gelip iç dökmeye dayansa, yazdıklarım okunacak kaygısıyla yırtıp atıyorum. Ne mektup saklıyorum ne defter... 
Yazmaya, mektuplarla devam ediyorum. Kayseri-Çanakkale arası mekik dokuyor hayallerimiz, planlarımız. Konuşamadığım için yazıyorum. Anlaşılmak için yazıyorum. Yazmak beni rahatlattığı için yazıyorum. Özlediğim için yazıyorum. Unutmamak için yazıyorum. Üniversitede yeniden buluşuncaya dek yazıyorum.
Okumak da eşlik ediyor bu iç dökmelere. Belli bir düzenim yok. Ablamın kitaplığında ne bulursam onu okuyorum. Bu gelişigüzellik katıldığım bir atölyeye kadar sürüp gidiyor. Hiç ummadığım bir anda, küt diye ciddi bir sağlık problemi yaşıyorum. Yeniden kâğıda, kaleme sarılıyorum. Uzun uzun yazıyorum, her şeyi, üzüntülerimi, korkularımı, hayal kırıklıklarımı. Okuduğum bir romanın (Her Kadın Bir Rus Şaire Âşık Olur) kahramanı Rus asıllı Amerikalı Kate geliyor sık sık aklıma. Nedeninden çok emin değilim ama onun gibi Yazarlık Atölyesine gitmek istiyorum. Aradan birkaç yıl daha geçiyor. 30'uma yaklaşırken sık sık Vakıf Gureba'nın otoparkına bakan hastane odası geliyor aklıma. Ve ilk kez kendim için bir şey yapmak istediğimi duyuyorum. Yaratıcı Yazarlık Atölyesine kaydolmaya karar veriyorum. Şimdi bugünden bakınca daha iyi anlayabiliyorum, açıklayabiliyorum  sebebini.
Hastalıklar, hastaneler, yakınlarımızı, sevdiklerimizi yitirme korkusu, ölüm gibi deneyimlerin hayatımızda önemli bir yeri vardır. Bu kırılma noktaları tam da bir öykünün aydınlanma ânı gibidir. O çakma, gerçekle yüzleşme ânından sonra mutlaka birtakım gerçeklerin ayırdına varır, değişim arzusu taşırız. Etrafımızda ilişki kurduğumuz pek çok kişiye açık ya da örtük sormuşuzdur benden razı mısın diye ama kendimize pek az yöneltmişizdir her nedense. Sorular sorduğum ve cevaplar aradığım bir iç hesaplaşma döneminin ardından kendimden helallik almak arzusuydu benimki. O yüzden oradaydım o sabah, Moda'da bir apartmanın önünde.
Çıkardığım ürünler açısından verimli bir atölye olduğunu söyleyemem ancak ortak ilgi alanım olan insanlarla bir araya gelmek, her pazar hayattan keyifli bir üç saat çalmak ve yazmanın hazzına varmak güzeldi. Bu atölyeyle birlikte klasik roman okurundan öykü okuruna doğru evrildim ve ilk öykü denemeleri başladı. Zira öykü, bu tür yazı atölyelerinde sıklıkla kullanılan mükemmel bir araç. Kısa sürede yazabiliyor, okuyor, üzerine tartışabiliyorsunuz. Ben de Mario Levi'nin atölyesinde türün iyi örnekleriyle tanıştım ve içime öyküden zevk alma tohumları ekildi. Atölye bitti. Sonrası uzun bir sessizlik. Bulmak isteyene neden çok: İş, güç, İstanbul curcunası, gelenler, gidenler, göçler, hastalıklar, annelik, yorgunluk, zamansızlık…
Bir bahar günü Deniz iki yaşına bastı ve mucizevi bir şekilde sabaha kadar odasında uyumaya başladı. Büyük bir açlıkla kitaplara saldırdım. Okumak güzeldi ama yetmedi. Bir okuma grubu kurduk. Kitaplar okuduk, edebiyat uyarlaması filmler izledik, şu an yayında olmayan bir blogda okuduklarımız ve izlediklerimiz üzerine ufak ufak yazmaya başladık. Yazma heyecanı bir kez daha bünyeme girmişti. Bir daha kaçmasına izin vermeyecektim! 2013 eylül ayında yazıyı yeniden ve kalıcı olması umuduyla hayatıma soktum. Aynı yılın kasım ayında (her ay sekiz yazı hedefiyle) Kurmacabiyografiler isimli bloğumu kurdum. Okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, günden bana kalanlar, kurmaca metinler yazmak hakkında usul usul konuştum, yayımlanan öykülerimi paylaştım. Bloğu açarken buradan kitaba gidebileceğimi düşünmemiştim ancak blog tutmak bana hem düzenli yazma disiplini verdi hem de okuru olduğum öykücülerden bir kısmı ile tanışmama, yazdıklarım hakkında olumlu değerlendirmeler duymama vesile oldu. Sıra bir sonraki adıma gelmişti: öyküleri elemek ve bir dosyada toplamak. İlk göz ağrım Lodos Çarpması 2015 yılının aralık ayında NotaBene Yayınları tarafından basıldı. Bu görece erken gelen ilk kitap sevincinin ardından yürüyüşümü aynı hızla devam ettireceğimi düşünmüştüm ancak çoğunlukla okumakla yetiniyorum. Zaman zaman bunun sebepleri üzerine de düşünüyorum. Yayımlatma kaygısı duymadan, yalnızca yazma hazzı için yazmanın özgürleştirici olduğu muhakkak. Öykülerim kitap bütünlüğüne ulaşınca içimdeki acımasız eleştirmenle tanıştım. Ne dediğini iyi bilen biri, o. Bu yüzden dinliyorum onu. Yalnızca anlatmakla yetinmemek için, dilin imkânlarını çoğaltmanın bir yolunu  bulamadığım  için, yeni bir sözüm olmadığı için, yazmanın getirdiği yalnızlık katlanamadığım ve kaçmak istediğim bir şeye dönüştüğü için. En önemlisi de okumak, yazmaktan daha keyifli olduğu için.


NASIL YAZIYORLAR?(8)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte sekizincisi: Barış Bıçakçı
                                                          
Arada sırada neden yazdığımı düşünürüm. Neden yazdım? Elbette, acı, keder, hayal kırıklığı, yerini bulamama, yaşanmışlık, sesini çıkaramama gibi olumsuz duygu ve yaşantılardan meydana gelen bir hayli kişisel bir "hammadde"yi neden olarak sunabilirim. Biraz arabesk olur, klişe olur ama yanlış olmaz. Yine de Turgut Uyar'ın yolundan giderek neden yazdığımı "Bir hevesti, bir oyundu," diye açıklamak şimdilerde bana daha ağırbaşlı, daha hakiki geliyor. Evet, bir hevesti. Behçet'in bir ara değindiği gibi, okuduğum kitaplar gibi yazmaya heves ettim.
Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'yi Virginia Woolf'un Mrs Dalloway'ini okuduktan hemen sonra yazmaya giriştim. Woolf'un kahramanlarını gün boyu Londra sokaklarında dolaştırmasına ve bilinç akışı tekniğine heves etmiştim. Ama o zamana dek yalnızca şiir yazmayı denemiştim, bir karakteri derinleştirecek romancı görgüsü bende yoktu (hâlâ yok). Bu eksikliği, bir dolu insanın hikâyesini peş peşe anlatarak bertaraf edeceğini düşündüm. Böylece, edebiyatın hammaddesi olarak andığım duygu ve yaşantıları o karakterden bu karaktere zıplayarak anlatabilecektim. Üstelik hikâyeden hikâyeye geçişlerdeki oyun oynama, buluş yapma imkânı çok hoşuma gitmişti. Yazdım. Bendeki sözlükte "heves" sözcüğünün iki anlamı var. İlki: Bir şeye duyulan istek, eğilim, arzu, şevk. İkincisi: Gelip geçici istek.
Demek ki hevesten söz ediyorsak, gelip geçici bir şeyden de söz ediyoruz.
Sonra, Nabokov gibi sözdizimini sakız gibi çiğnemeye ve kuytudaki duygulara ulaşabilmeleri için cümlelere bir esneklik kazandırmaya heves ettim. Lolita'yı okumuştum. Ama elimde yine hammaddeyle heves dışında bir şey yoktu. Veciz Sözler'in radyo programı kurgusu da işte bu yokluktan doğdu. Ayrıca radyo programı aracılığıyla edebiyatın büyük söz söyleme, altı çizilebilir, günlük hayatta kullanılabilir söz söyleme sanatı olarak algılanmasıyla da dalga geçmek istiyordum. (Bu sonradan başıma dert oldu. Açıkça gülünsün, küçük görülsün diye yazdığım veciz sözlerin altında adımı görünce nasıl utandığımı tahmin edersiniz.)
Aramızdaki En Kısa Mesafe de bir hevesin ürünüdür. Veciz Sözler'deki esneklik, gevezelik, parlak zeka işi cümleler beni bunaltmıştı. Daha gösterişsiz bir dil ile, kahramanın algısına daha hapsolmuş bir şey yazmaya heves ettim. Bir çocuğun hizasında durup aileye bakmak... Çok zorlandım, elimi tutmak için epey güç harcadım. Ne yaptığımı bilerek yazdığım iki kitaptan biridir, diğeri Baharda Yine Geliriz.

Kaynak: Kurbağalara İnanıyorum
              Edebiyat Üzerine Yazışmalar
              Barış Bıçakçı-Behçet Çelik-Ayhan Geçgin
              İletişim Yayınları 

7 Ağustos 2017 Pazartesi

Ekofobiyi Aşmak Doğa Eğitiminde Kalbin Yeri*

İnsanlığın doğa üzerindeki yıllık talebinin,  dünyanın bir yılda sağlayabileceği kapasiteyi aştığı gün, Küresel Ayak İzi Ağı (Global Footprint Network) tarafından "Dünya Limit Aşım Günü" olarak tanımlanıyor. 2 Ağustos 2017 tarihinde bu limit aşıldı. 
İklim değişikliğini durdurmak, sınırlı kaynakları doğru şekilde kullanmak hükümetlerin inisiyatifine bırakılamayacak kadar acil ve ötelenemez bir gereksinim. Bireysel, ulusal ve küresel bazda acilen harekete geçmemiz şart. Geleceğin yetişkinleri olan çocukların bilinçlenmesi, bilgilenmesi de bu acil eylem planının önemli bir halkası. Çevre bilinci, üzerinde yaşadığımız gezegenin yaşadığı kirlilik, kaynak sıkıntısı, nesli tükenen hayvanlar giderek daha çok müfredatın içine giriyor. Çocuklar, küçük yaşlardan itibaren küresel iklim değişikliği, ozon tabakasının delinmesi, dünyanın akciğeri olan Amazon Ormanları'nın yok olması, nesli tükenen hayvanlar, GDO'lu gıdalar, hava, su, toprak kirliliği konularında bilgiye maruz kalıyor. Yapılan çalışmalar, küresel ölçekte çözüm gerektiren çevre sorunlarıyla erken yaşta karşı karşıya kalmanın çocukları duyarsızlaştırdığını, kendi imkânlarını aşan meseleler karşısında bunu reddetme ve görmezden gelme eğiliminde olduklarını gösteriyor. Bu eğilim de "ekofobi" olarak tanımlanıyor.
David Sobel, Yeni İnsan Yayınevi etiketli,  İlknur Urkun Kelso'nun dilimize çevirdiği Ekofobiyi Aşmak Doğa Eğitiminde Kalbin Yeri kitabında bu meseleye değiniyor. Geleceğin yetişkinlerini yetiştirirken çok önemli bir noktayı gözden kaçırdığımızı hatırlatıyor. Küresel sorunlar ve sorumlu eylemliliği öğretme telaşı içinde yetişkinlerin çocukların doğal eğilim ve yönelimlerini göz ardı ettiğini, onların şimdi burada olanla daha çok ilgilendiğini, kavramlar yerine duyusal deneyimler aracılığıyla öğrendiğini unuttuğunu ifade ediyor. Müfredatın çocuğun içinde bulunduğu yaş grubuna göre şekillenmesi gerekliliğini ortaya koyuyor. Bu bağlamda David Sobel çocukları yaş gruplarına göre üçe ayırıyor:
4-7 yaş: erken çocukluk dönemi
8-11 yaş: orta yaşlar dönemi
12-15 yaş: erken ergenlik dönemi 
Dört yaşından yaklaşık yedi yaşına kadar çocukların hayatının merkezinde evleri bulunur. Ev ve bahçesine önem verirler. Oyun alanları eve yakın mesafededir. Evlerinin bahçelerinde ya da apartmanlarının etrafında yaşayan kedileri, köpekleri, kuşları, solucanları anlatırlar. Onlara karşı koruyucu hisler beslerler. Bu yaş grubu çocuklara yaklaşımda temel amaç, çocuk ile doğal dünya arasında empati kurulmasıdır. Çocukların hem gerçek hem hayali hayvanlarla ilişki kurması teşvik edilmelidir. Çocuklar geyik gibi koşmak, yılan gibi yerde sürünmek, tilki gibi kurnaz, tavşan gibi hızlı olmak ister. Burada nesli tükenen hayvanlara yer yoktur. Çocukların hayatını doldurmaya yetecek kadar gündelik ve sıradan hayvan vardır. 
Sekiz on bir yaş arası çocukların coğrafi kapsama alanları birdenbire genişler. Kendi evleri küçülür, önemini yitirir. Keşfedilebilir alanlar giderek daha çok ilgilerini çeker. Bu yaş grubunda yeryüzü ile bağ kurma aşamasında öncelikli hedef, yakın dünyayı keşfetmek, bulunduğun yeri bilmek olmalıdır. Okul, ev, yaşanılan mahalle, yakınlardaki koruluk gibi yakın çevrede kaleler yapmak, küçük hayali dünyalar yaratmak, avcılık ve toplayıcılık, hazine avları, dere ve patikaları izlemek, peyzaj keşfetmek, hayvan bakımı, bahçıvanlık ve toprağa şekil vermek bu yaş grubu için uygun aktiviteler arasındadır. Bu aktivitelerin her biri, çocuğu teorik bilgiye boğmadan ilk elden deneyimleme, yerinde gözlemleme ve öğrenme açısından eşsiz fırsatlar sunar.
On iki on beş yaş arası çocuklarda coğrafi kapsama alanı daha da genişler. En sevdikleri yerler, artık ormanlardan ziyade şehir merkezleridir. Alışveriş merkezleri, kafeler, şehirdeki parklar gibi toplumsal birliktelik alanları daha önemli mekânlar hâline gelmiştir. Erken ergenlik dönemindeki bu çocuklar, "benlik"lerini keşfedip toplumla bağlarını hissetmeye başladıkları için toplumsal eylemlere destek verebilirler. Bu yaş grubu, okulda geri dönüşüm programları yönetme, kuralları uygulama, toplantılarda görüş bildirme, planlama yapma, okul gezilerine katılma yeterliliği gösterebildikleri için üzerinde yaşadıkları gezegenin kurtarılmasına yardımcı olabilir, birlikte yaşadıkları topluluğun yararını gözetebilir, iyiliğine katkıda bulunabilir. Şimdi ve burada yer alan küçük ölçekte sorunların çözülmesine eğilen toplumsal sorumluluk projelerinde yer almak, çocukları çaresizliğe itmez, onlara kendilerini yetersiz hissettirmez ve çevre sorunlarına karşı duyarsızlaştırmaz. Tam tersi bir değişim yaratabileceklerine dair inançlarını arttıran projelere imza atmış olurlar. 
Toplumsal eylem etkinlikleri söz konusu olduğunda David Sobel'in şahsi inancı, çocukları dördüncü sınıfa kadar trajediyle karşılaştırmamak yönünde. Sobel, küçük çocukların coğrafi ve kavramsal kapsamlarının ötesindeki  büyük, karmaşık sorunları trajedi olarak tarif ediyor ve yağmur ormanlarının yok olması, petrol sızıntısı, Bosna'da Müslümanların soykırıma uğramalarını bu türden trajedilere örnek olarak gösteriyor. Çocukların, kendilerine yakın üzüntülerle yüzleşmelerinde bir sakınca yoktur. Boşanan ebeveynler, ölen evcil hayvanlar, sevilen bir ağacın kesilmesi gibi kişisel trajedilerle başa çıkmayı öğrenebilirler ancak dünyayı tehdit eden ekolojik krizin büyüklüğü ve derinliği karşısında ellerinden bir şey gelmez ve uygun yaşa kadar bunlardan uzak kalmaya hakları vardır. Bunun mümkün olmadığı, erken dönemde bu türden bir bilgiye maruz kaldıkları durumlarda ne yapmalıyız?
David Sobel oğluyla yaşadığı bir deneyim üzerinden bunu da yanıtlıyor:
Oğlum eve gelip "Her dakika bir futbol sahası büyüklüğünde bir yağmur ormanını yakıyorlar, onları kurtarmalıyız!" dediğinde birbiriyle ilişkili iki strateji kullanarak cevap veririm. Önce "Evet bazı yağmur ormanları yakılıyor ve onları kurtarmak için çalışan çok sayıda insan var. Hatta bazı insanlar yakılan ormanların yerine yenilerini yetiştirmek için çalışıyorlar," diyorum. Yani gerçeği kabulleniyor ve sorumluluk sahibi yetişkinlerin sorun üzerinde çalıştığını söylüyorum. Sonra "Biliyor musun bizim de burada, New Hampshire'daki ormanlarımızı daha sağlıklı hâle getirmek için yapabileceğimiz şeyler var ve sen de yardım edebilirsin" diyor, odun ve yaban hayatı için yetiştirdiğimiz koruluğun bakımı ya da elma ağaçlarının budanması işinde onun yardımcı olabileceği şeylerin listesini yapıyorum.
Sonuç olarak dünya ekolojik bir krizle karşı karşıya. Bu bilgi okul müfredatları ve medya aracılığıyla çocuklara olanca çıplaklığıyla ulaşıyor. David Sobel Ekofobiyi Aşmak Doğa Eğitiminde Kalbin Yeri kitabında bu bilgi kirliliğinin çocuklarda yaratabileceği endişe ve kaygı duyguları neticesinde konuya  duyarsızlaşma riskinden bahsediyor. Çocukları gelişim dönemlerine göre üç grupta inceliyor ve her gruba nasıl yaklaşabileceğimizi detaylarıyla ele alıyor,  Kuş Olmak, Kaplan Kaplan Işıl Işıl Yanan, İçimizdeki Amazon, Dere Takip Etmece gibi eğlenceli etkinlik önerilerinde bulunuyor. Ekofobiyi Aşmak Doğa Eğitiminde Kalbin Yeri hem öğretmenler hem de ebeveynler için çocukların doğal yatkınlıklarına hitap eden çevre eğitim stratejilerini sunan eşsiz bir kaynak. Bir çırpıda okunmayı sağlayan temiz ve akıcı dili için çevirmen İlknur Urkun Kelso'ya da teşekkür etmek gerek.


Ekofobiyi Aşmak Doğa Eğitiminde Kalbin Yeri 
Yazan David Sobel 
Çeviren İlknur Urkun Kelso 
Yeni İnsan Yayınevi 
Eğitim Serisi

*Bu yazı 5/8/2017 tarihinde Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır. 

1 Ağustos 2017 Salı

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (38)


YAZMANIN ÇELİŞKİSİ İZLENME VE GİZLENME ARASINDA


Başlıktaki “olmak” sözündense yazmaktan yana olduğumu söylemeliyim. Ama yazar olunmaz doğulur gibi bir şey demiyorum, aksine yazar olunmaz, yazılır, yani yazarlık değil yazmak halinden söz etmeliyiz demek istiyorum. Sanırım hiçbirimizin çok net bir miladı yoktur bununla ilgili. Kendini bildi bileli oraya buraya bir şeyler yazmıştır insan. Şimdiden bakınca geçmişi bu amaç ile ilişkilendirerek yeniden anlamlandırıyor da olabiliriz. Sıkılan bir çocuktum ve okumaktan başka yapacak daha güzel bir şey yok gibi geliyordu. Uzun yıllar böyle sürdü. “İlk Gençlik Çağı’na Öyküler Dizisi” vardı, Selim İleri hazırlamıştı. Ortaokuldayken annem almıştı onu, döndürüp döndürüp okumuştum. Annemin evinde bir yerde şimdi adını anınca yüzünü görmek istedim, evin altını üstüne getirdim ama bulamadım. Samet Ağaoğlu’ndan Memduh Şevket Esendal’a, Halid Ziya Uşaklıgül’den Peride Celâl’a çok güzel bir derlemeydi. Sert öykülerdi. Edebiyatın iyi niyetle yapılacak bir şey olmadığının kanıtıydı. Sanırım o kitaptır bendeki tohum. Tekrar tekrar okumuştum. Lisede de zemin katta bir kütüphanemiz vardı, fizik dersinden filan nefret ederdim hafakanlar basardı beni. Dersi kırıp kütüphanede bir şeyler okuyordum. Yağmur yağdığı bir öğle üzeri dersten kaçmıştım. Attila İlhan okuyordum, çarpmıştı beni, hiç unutmuyorum. Lisedeki edebiyat öğretmenimle de konuşmalarımız oluyordu.

Okumayı seviyordum ve okurluktan şikayetim de yoktu. Ama okurluktan yazmaya geçmenin bir gerekçesi var sanırım. Sulhi Dölek bir söyleşisinde “sisli puslu birtakım düşünceleri olduğundan, yazması gerekenleri sadece kendisinin yazabileceği gibi hissettiğinden” söz ediyordu. Kafamda dönüp duranları tam da böyle açıklayabilirim. Çünkü yazmakla bir iddiada bulunduğumuzu da kabul etmeliyiz ki o da bir metnin daima kendinden öncekilerden fazlasını, iyisini, önemlisini, söylenmemiş olduğunu düşündüğümüz bir türlüsünü bizim bildiğimizdir. Yoksa yazılmasına gerek olmazdı. Okuduğumuzu yeterli buluyor, salt kendimizin söyleyebileceği şeyler varlığını düşünmüyor olsak, bu sisli puslu düşüncelerin “pişt”lerine kulak tıkayabilsek yazmazdık. Lise yıllarında yazdıklarım nerde bilmiyorum, arasam bulamam, ama bulmayayım da zaten. İpe sapa gelmez şeylerdi.

“Pembe Kızıl”ı yirmi iki yaşımda yazmaya başladım, dosya bütünlüğüne de bir yıl içinde erişmişti. Havanın çok sıcak olduğu ikindi saatleri boyunca (ikindi saatleri benim için günün hep en zalim zamanı olmuştur. O saatlerde evde durunca çaresiz hissederim kendimi, bu yüzden dışarda olmayı yeğlerim) masa başında sandalyeme yapışmış bir halde yazıyordum. Çünkü yapılacak daha iyi bir şeyim gerçekten yoktu, öğrenci değişim programı ile Almanya’ya gelmiştim. İlk defa bana ait bir bilgisayarım ve sınırsız internetim vardı. Şimdi böyle söyleyince gülünç geliyor belki, ama bana ait bir dünyaya tam anlamıyla kavuştuğumu düşünmüştüm. Trenle Kuzey Ren bölgesini arşınlıyordum, öğrenci kartım sayesinde bölge içinde tren yolculuğu bedavaydı. Kütüphaneden istediğim kadar kitap alabiliyor, Bachmann’ı, Grass’ı, Böll’ü anadilinde okuyabiliyordum. Yazdıklarımı yayımlatmak gibi bir hayali bırakın niyetim bile yoktu. Zaten sekiz yıl elimin altında eşeledim durdum dosyamı. Kimi zaman kendimi bile bıktıracak, inada varacak denli sabırlı hatta takıntılıyımdır. Bir yanıyla belki de insanın kendinden bile gizlediği çok derininde bir yerde beslediği umuttur bu inat. Dosyayı çöpe atmaktansa sekiz yıldan sonra Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’ne yolladım. Yollar yollamaz da ne büyük bir salaklık yaptım, kim okur bunları deyip durdum. Zaten her dediğinden, yaptığından beş dakika sonra pişman olan biriyimdir.

Yazmanın her zaman ifşa etmekle örtmeye çalışmak arasında çelişkili bir yanı olduğunu düşünürüm. Bir metnin yorumunda yazarın ya da okurun niyeti meselesine girmiyorum, kastım oralara uzanmak değil. Aynı biçimde yazma- yayımlatma sürecinin her zaman izlendiğini bilme ve bundan hem haz alma hem tedirgin olma çelişkisini içeriyordur. Tam bir tutarlılık beklemeye gerek de yok elbet, iyidir böylesi.