YAZMANIN ÇELİŞKİSİ İZLENME VE GİZLENME ARASINDA
Başlıktaki “olmak” sözündense yazmaktan yana
olduğumu söylemeliyim. Ama yazar olunmaz doğulur gibi bir şey demiyorum, aksine
yazar olunmaz, yazılır, yani yazarlık değil yazmak halinden söz etmeliyiz demek
istiyorum. Sanırım hiçbirimizin çok net bir miladı yoktur bununla ilgili. Kendini
bildi bileli oraya buraya bir şeyler yazmıştır insan. Şimdiden bakınca geçmişi
bu amaç ile ilişkilendirerek yeniden anlamlandırıyor da olabiliriz. Sıkılan bir
çocuktum ve okumaktan başka yapacak daha güzel bir şey yok gibi geliyordu. Uzun
yıllar böyle sürdü. “İlk Gençlik Çağı’na Öyküler Dizisi” vardı, Selim İleri
hazırlamıştı. Ortaokuldayken annem almıştı onu, döndürüp döndürüp okumuştum.
Annemin evinde bir yerde şimdi adını anınca yüzünü görmek istedim, evin altını
üstüne getirdim ama bulamadım. Samet Ağaoğlu’ndan Memduh Şevket Esendal’a, Halid
Ziya Uşaklıgül’den Peride Celâl’a çok güzel bir derlemeydi. Sert
öykülerdi. Edebiyatın iyi niyetle yapılacak bir şey olmadığının kanıtıydı. Sanırım
o kitaptır bendeki tohum. Tekrar tekrar okumuştum. Lisede de zemin katta bir
kütüphanemiz vardı, fizik dersinden filan nefret ederdim hafakanlar basardı
beni. Dersi kırıp kütüphanede bir şeyler okuyordum. Yağmur yağdığı bir öğle
üzeri dersten kaçmıştım. Attila İlhan okuyordum, çarpmıştı beni, hiç
unutmuyorum. Lisedeki edebiyat öğretmenimle de konuşmalarımız oluyordu.
Okumayı seviyordum ve okurluktan şikayetim de
yoktu. Ama okurluktan yazmaya geçmenin bir gerekçesi var sanırım. Sulhi Dölek bir
söyleşisinde “sisli puslu birtakım düşünceleri olduğundan, yazması gerekenleri sadece
kendisinin yazabileceği gibi hissettiğinden” söz ediyordu. Kafamda dönüp duranları
tam da böyle açıklayabilirim. Çünkü yazmakla bir iddiada bulunduğumuzu da kabul
etmeliyiz ki o da bir metnin daima kendinden öncekilerden fazlasını, iyisini,
önemlisini, söylenmemiş olduğunu düşündüğümüz bir türlüsünü bizim bildiğimizdir.
Yoksa yazılmasına gerek olmazdı. Okuduğumuzu yeterli buluyor, salt kendimizin
söyleyebileceği şeyler varlığını düşünmüyor olsak, bu sisli puslu düşüncelerin “pişt”lerine
kulak tıkayabilsek yazmazdık. Lise yıllarında yazdıklarım nerde bilmiyorum,
arasam bulamam, ama bulmayayım da zaten. İpe sapa gelmez şeylerdi.
“Pembe Kızıl”ı yirmi iki yaşımda yazmaya
başladım, dosya bütünlüğüne de bir yıl içinde erişmişti. Havanın çok sıcak
olduğu ikindi saatleri boyunca (ikindi saatleri benim için günün hep en zalim
zamanı olmuştur. O saatlerde evde durunca çaresiz hissederim kendimi, bu yüzden
dışarda olmayı yeğlerim) masa başında sandalyeme yapışmış bir halde yazıyordum.
Çünkü yapılacak daha iyi bir şeyim gerçekten yoktu, öğrenci değişim programı
ile Almanya’ya gelmiştim. İlk defa bana ait bir bilgisayarım ve sınırsız
internetim vardı. Şimdi böyle söyleyince gülünç geliyor belki, ama bana ait bir
dünyaya tam anlamıyla kavuştuğumu düşünmüştüm. Trenle Kuzey Ren bölgesini
arşınlıyordum, öğrenci kartım sayesinde bölge içinde tren yolculuğu bedavaydı. Kütüphaneden
istediğim kadar kitap alabiliyor, Bachmann’ı, Grass’ı, Böll’ü anadilinde
okuyabiliyordum. Yazdıklarımı yayımlatmak gibi bir hayali bırakın niyetim bile
yoktu. Zaten sekiz yıl elimin altında eşeledim durdum dosyamı. Kimi zaman kendimi
bile bıktıracak, inada varacak denli sabırlı hatta takıntılıyımdır. Bir yanıyla
belki de insanın kendinden bile gizlediği çok derininde bir yerde beslediği
umuttur bu inat. Dosyayı çöpe atmaktansa sekiz yıldan sonra Yaşar Nabi Nayır
Gençlik Ödülleri’ne yolladım. Yollar yollamaz da ne büyük bir salaklık yaptım,
kim okur bunları deyip durdum. Zaten her dediğinden, yaptığından beş dakika
sonra pişman olan biriyimdir.
Yazmanın her zaman ifşa etmekle örtmeye
çalışmak arasında çelişkili bir yanı olduğunu düşünürüm. Bir metnin yorumunda
yazarın ya da okurun niyeti meselesine girmiyorum, kastım oralara uzanmak
değil. Aynı biçimde yazma- yayımlatma sürecinin her zaman izlendiğini bilme ve
bundan hem haz alma hem tedirgin olma çelişkisini içeriyordur. Tam bir
tutarlılık beklemeye gerek de yok elbet, iyidir böylesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder