1 Ağustos 2017 Salı

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (38)


YAZMANIN ÇELİŞKİSİ İZLENME VE GİZLENME ARASINDA


Başlıktaki “olmak” sözündense yazmaktan yana olduğumu söylemeliyim. Ama yazar olunmaz doğulur gibi bir şey demiyorum, aksine yazar olunmaz, yazılır, yani yazarlık değil yazmak halinden söz etmeliyiz demek istiyorum. Sanırım hiçbirimizin çok net bir miladı yoktur bununla ilgili. Kendini bildi bileli oraya buraya bir şeyler yazmıştır insan. Şimdiden bakınca geçmişi bu amaç ile ilişkilendirerek yeniden anlamlandırıyor da olabiliriz. Sıkılan bir çocuktum ve okumaktan başka yapacak daha güzel bir şey yok gibi geliyordu. Uzun yıllar böyle sürdü. “İlk Gençlik Çağı’na Öyküler Dizisi” vardı, Selim İleri hazırlamıştı. Ortaokuldayken annem almıştı onu, döndürüp döndürüp okumuştum. Annemin evinde bir yerde şimdi adını anınca yüzünü görmek istedim, evin altını üstüne getirdim ama bulamadım. Samet Ağaoğlu’ndan Memduh Şevket Esendal’a, Halid Ziya Uşaklıgül’den Peride Celâl’a çok güzel bir derlemeydi. Sert öykülerdi. Edebiyatın iyi niyetle yapılacak bir şey olmadığının kanıtıydı. Sanırım o kitaptır bendeki tohum. Tekrar tekrar okumuştum. Lisede de zemin katta bir kütüphanemiz vardı, fizik dersinden filan nefret ederdim hafakanlar basardı beni. Dersi kırıp kütüphanede bir şeyler okuyordum. Yağmur yağdığı bir öğle üzeri dersten kaçmıştım. Attila İlhan okuyordum, çarpmıştı beni, hiç unutmuyorum. Lisedeki edebiyat öğretmenimle de konuşmalarımız oluyordu.

Okumayı seviyordum ve okurluktan şikayetim de yoktu. Ama okurluktan yazmaya geçmenin bir gerekçesi var sanırım. Sulhi Dölek bir söyleşisinde “sisli puslu birtakım düşünceleri olduğundan, yazması gerekenleri sadece kendisinin yazabileceği gibi hissettiğinden” söz ediyordu. Kafamda dönüp duranları tam da böyle açıklayabilirim. Çünkü yazmakla bir iddiada bulunduğumuzu da kabul etmeliyiz ki o da bir metnin daima kendinden öncekilerden fazlasını, iyisini, önemlisini, söylenmemiş olduğunu düşündüğümüz bir türlüsünü bizim bildiğimizdir. Yoksa yazılmasına gerek olmazdı. Okuduğumuzu yeterli buluyor, salt kendimizin söyleyebileceği şeyler varlığını düşünmüyor olsak, bu sisli puslu düşüncelerin “pişt”lerine kulak tıkayabilsek yazmazdık. Lise yıllarında yazdıklarım nerde bilmiyorum, arasam bulamam, ama bulmayayım da zaten. İpe sapa gelmez şeylerdi.

“Pembe Kızıl”ı yirmi iki yaşımda yazmaya başladım, dosya bütünlüğüne de bir yıl içinde erişmişti. Havanın çok sıcak olduğu ikindi saatleri boyunca (ikindi saatleri benim için günün hep en zalim zamanı olmuştur. O saatlerde evde durunca çaresiz hissederim kendimi, bu yüzden dışarda olmayı yeğlerim) masa başında sandalyeme yapışmış bir halde yazıyordum. Çünkü yapılacak daha iyi bir şeyim gerçekten yoktu, öğrenci değişim programı ile Almanya’ya gelmiştim. İlk defa bana ait bir bilgisayarım ve sınırsız internetim vardı. Şimdi böyle söyleyince gülünç geliyor belki, ama bana ait bir dünyaya tam anlamıyla kavuştuğumu düşünmüştüm. Trenle Kuzey Ren bölgesini arşınlıyordum, öğrenci kartım sayesinde bölge içinde tren yolculuğu bedavaydı. Kütüphaneden istediğim kadar kitap alabiliyor, Bachmann’ı, Grass’ı, Böll’ü anadilinde okuyabiliyordum. Yazdıklarımı yayımlatmak gibi bir hayali bırakın niyetim bile yoktu. Zaten sekiz yıl elimin altında eşeledim durdum dosyamı. Kimi zaman kendimi bile bıktıracak, inada varacak denli sabırlı hatta takıntılıyımdır. Bir yanıyla belki de insanın kendinden bile gizlediği çok derininde bir yerde beslediği umuttur bu inat. Dosyayı çöpe atmaktansa sekiz yıldan sonra Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’ne yolladım. Yollar yollamaz da ne büyük bir salaklık yaptım, kim okur bunları deyip durdum. Zaten her dediğinden, yaptığından beş dakika sonra pişman olan biriyimdir.

Yazmanın her zaman ifşa etmekle örtmeye çalışmak arasında çelişkili bir yanı olduğunu düşünürüm. Bir metnin yorumunda yazarın ya da okurun niyeti meselesine girmiyorum, kastım oralara uzanmak değil. Aynı biçimde yazma- yayımlatma sürecinin her zaman izlendiğini bilme ve bundan hem haz alma hem tedirgin olma çelişkisini içeriyordur. Tam bir tutarlılık beklemeye gerek de yok elbet, iyidir böylesi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder