26 Mart 2018 Pazartesi

ŞEFKATLİ ANNE GÜNLÜĞÜ:13


Çocukla Barış, Bodrum BBOM Öğretmen Okulunda tanışan Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerin orada öğrendikleri, araştırdıkları, derinleşmek istedikleri konuları ve sınıfa taşıdıklarını paylaştıkları dijital bir platform.
Farklı yerlerde, farklı koşullarda çalışan üç öğretmen Sura Hart'ın rehberliğinde çıktıkları yolculuğu "Şefkatli Öğretmenin Günlüğü" köşesinde hafta hafta paylaşıyor. Gündemin ağırlığından kaçmak, umudunu arttırmak, çocuklarla ilişkilerinde fark yaratmak isteyen ebeveynler ve öğretmenler için küçük tavsiyelerle dolu günlükleri, kendi pratiğimize dökebilmek, sürecimizi gözlemlemek için bu şablonu kendi ev hâlimize uygulamak istedim. Adını da Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerden ilhamla "Şefkatli Anne Günlüğü" koydum.

Sura Hart ne diyor?
Dürüstlük, öğrencilerimizin geliştirmesi "gereken" bir kişilik özelliği olmaktansa evrensel bir ihtiyaçtır. Genç insanların bize karşı dürüst olmalarını bekliyorsak -gerçeği gördükleri gibi konuşmaları- bu mesajı iletmenin en iyi yolu:
Onlarla dürüstçe konuşun ve duyduğunuzu onaylamıyor veya beğenmiyor olsanız bile, onlar konuştuğunda saygıyla dinleyin.
Söylediklerini beğenmeseniz de, onaylamasanız da bir öğrencinin anlattıklarını dinleyebilir misiniz? Eğer yapamıyorsanız bu becerilerinizi geliştirmeyi düşünün.

Ben ne düşünüyorum?
Bir önceki günlükte, çocukların kendi cevapları yerine yetişkinlerin duymaktan hoşlanacaklarını düşündükleri yanıtları vermesinden, bunu özgün düşüncenin, yaratıcılığın önündeki en büyük engel olarak gördüğümden bahsetmiştim. Sura Hart'ın bu haftaki mesajını da akılda tutarak buradan devam ediyorum. Kendi cevapları yerine yetişkinleri memnun edecek cevaplar vermeyi düşünen çocuklar... Dürüstlüğü yitirmeye başladığımız yer tam da burası değil mi?
Her çocuğun özünde dürüst olduğunu, etrafındaki yetişkinlerin bu mayaya yalan çaldığına kuvvetle inanıyorum. Soru sormayı teşvik etmek yerine verili cevapların ezberletildiği öğretim sistemi, davranışları ödül-ceza yöntemiyle hizalama kolaycılığı, çocukları dürüstlükten uzaklaştıran yolların taşlarını döşüyor.
Kendimize sormamız ve evet yanıtı vermemiz gereken önemli bir soruyu hatırlatıyor bizlere Sura Hart: "Söylediklerini beğenmezseniz de, onaylamasanız da bir öğrencinin anlattıklarını dinleyebilir misiniz?"

Denizle nasıl paylaşıyorum?
İki hafta önce Deniz'in sınıfında yeni bir uygulama başladı. Her çarşamba bir veli gidiyor ve bir masal anlatıyor. İlk masal anlatıcısı ben oldum ve çocuklarla Giges'in Yüzüğü masalını paylaştım. Masalı anlattıktan sonra çocuklara böyle bir güçleri olsa nasıl kullanacaklarını sordum. Bu sorunun doğru ya da yanlış bir cevabı olmadığını, herkesin kendi tercihini anlatmasını rica ettikten sonra sırayla cevapları dinledim. Ezici çoğunluk görünmezlik yüzüğünü banka soymak için kullanacağını söyledi. Bu cevabı verirken bakışlarımla, yorumlarımla onlarla aynı fikirde olmadığımı göstermediğimi, onları utandırmadığımı düşünüyorum. Kendi fikirlerimi, düşüncelerimi empoze etmek yerine kendi yanıtlarını bulmaları, bunun olağan sonuçlarıyla ilgili tahminde bulunmaları, neden-sonuç ilişkisi kurmaları ve seçimlerini (bir üst akıl öyle buyurduğu için değil içten gelen vicdanla) doğrudan yana kullanmaları için onlara alan tutmaya çalıştım. Sura Hart'ın bahsettiğinin tam olarak bu olduğuna inanıyorum.
Konuşma, kendi olma cesareti vermek... Düşünceler üzerine düşünmeye teşvik etmek. Kendi doğrularını bulmalarını izlemek... Deniz'e genel yaklaşımım da bu yönde.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Deniz ve dürüstlük... İyi bir ikili.
Deniz, hoşuma gitmeyecek davranışlarını örtbas etme çabasında değil.  Ben yaptım deme cesaretini gösteriyor. Sınıf ortamında benzer bir durum geliştiğinde de aynı şekilde davranıyor. Geçtiğimiz haftalarda yaşadığı bir olay: Sınıfın düzenini ve dikkatini dağıtan bir hareketlilikten öğretmen rahatsız oluyor ve kimlerin yaptığını öğrenmek istiyor. Deniz yaptığını söylüyor ancak onunla birlikte yapan bazı arkadaşları sessiz kalıyor. Aynı davranışı birlikte yaptıkları halde bazılarının sesini çıkarmaması Deniz'i çok şaşırttı. Bunu neden söylemediklerini anlamakta zorlandı ve hayal kırıklığına uğradı. Bu, aramızda önemli bir konu başlığı hâlâ. Zaman zaman geri dönüyor ve anlatıyor.

Sonrası ile ilgili ne düşünüyorum?
Geçen hafta sonu Çocuklabarış bloğunun yazarlarından Özge ile buluşmak, sohbet etmek destek, işbirliği, anlayış, iletişim gibi pek çok ihtiyacımı karşıladı. Kendimi daha tazelenmiş, inançlı, hevesli hissettim. Bu gibi dirsek temaslarını sürdürmenin bana iyi geleceğine inanıyorum.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Deniz'in pek çok farklı öğretmeninden onu çok dürüst bulduklarını duyuyorum. Bir örnek: Öğretmeni piyano alıştırması yapıp yapmadığını sorduğunda hiç tereddüt etmeden, doğrudan "Oyun oynadım, o yüzden çalışmadım" diyormuş. Bunu duymak bana gurur veriyor. Çünkü bu kısa sohbet esnasında çocukların kolayca suçu anne, babaya atabildiğini (piyanom ortada değildi, annem nota kitabını almadı) ya da ödev yoğunluğunu bahane edebildiğini de öğrendim. Deniz'in yaptığı/yapmadığı eylemlerin sorumluluğunu alması, dürüst davranması ona doğru rol model olduğumuzun göstergesi. Bunun için kendimizi takdir ediyorum.


Eski Günlüklere aşağıdan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Anne Günlüğü 1
Şefkatli Anne Günlüğü 2
Şefkatli Anne Günlüğü 3 
Şefkatli Anne Günlüğü 4
Şefkatli Anne Günlüğü 5
Şefkatli Anne Günlüğü 6 
Şefkatli Anne Günlüğü 7
Şefkatli Anne Günlüğü 8 
Şefkatli Anne Günlüğü 9 
Şefkatli Anne Günlüğü 10 
Şefkatli Anne Günlüğü 11
Şefkatli Anne Günlüğü 12








23 Mart 2018 Cuma

ŞEFKATLİ ANNE GÜNLÜĞÜ:12



Çocukla Barış, Bodrum BBOM Öğretmen Okulunda tanışan Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerin orada öğrendikleri, araştırdıkları, derinleşmek istedikleri konuları ve sınıfa taşıdıklarını paylaştıkları dijital bir platform.
Farklı yerlerde, farklı koşullarda çalışan üç öğretmen Sura Hart'ın rehberliğinde çıktıkları yolculuğu "Şefkatli Öğretmenin Günlüğü" köşesinde hafta hafta paylaşıyor. Gündemin ağırlığından kaçmak, umudunu arttırmak, çocuklarla ilişkilerinde fark yaratmak isteyen ebeveynler ve öğretmenler için küçük tavsiyelerle dolu günlükleri, kendi pratiğimize dökebilmek, sürecimizi gözlemlemek için bu şablonu kendi ev hâlimize uygulamak istedim. Adını da Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerden ilhamla "Şefkatli Anne Günlüğü" koydum.

Sura Hart ne diyor?
Öğrencilerimizin düşünce ve duygularının bizim için önemli olduğunu bilmelerini istiyorsak, onları dinlemek ve görüşlerini dikkate almak için zaman ayıralım.
Günlüğünüze not alın. Öğrencileri düzenli olarak dinlemek için zaman ayırıyor musunuz? Bu amaca yönelik olarak öğrencilerinizle bire bir toplantılar planlayabilirsiniz. 

Ben ne düşünüyorum?
Sura Hart'ın bu sözlerini okumak içimde derin bir keder uyandırdı. 25(3+5+7+5) yıllık öğrencilik hayatımda beni gerçekten dinleyen, düşünce ve duygularımı ciddiye alan öğretmen var mıydı hatırlamaya çalışıyorum. Aklıma fazlaca isim gelmiyor. Tam tersi örnek ise yığınla...
Bırakın kişisel olanı anlatmayı, sınıfta herhangi bir görüşünüzü, anlamadığınız bir soruyu dile getirmek için bile orada güven ortamının inşa edilmiş olması gerekir. Kişiler ancak yargılanmayacaklarını bildikleri, oldukları gibi kabul gördükleri yerlerde rahatça konuşabilir. Öğretmenlik "öğretmek"ten çok daha fazlası. Anne babalık da öyle. Çocuklarımızın ilk öğretmenleri biziz. Hayatta kalmayı bizim sayemizde başarıyorlar. Onlara deneyip yanılabilecekleri, oyun oynayabilecekleri güvenli alanlar inşa etmemiz gerekiyor. Sınırların belli olduğu, sürdürüldüğü emniyet çemberleri. Bu sınırları çizerken kural belirleyici olmak yerine duygu, istek ve ihtiyaçları duyan, neden sonuç bağlantısını kurmayı kolaylaştıran kişi olmayı seçtiğimizde çocukların  alınan kararlara çok daha sıkı yapıştığını, uygulamanın çok daha kolay yürüdüğünü görüyorum.
Dikkatimi çeken bir diğer konu da şu: Çocukları okul ortamında gözlemleme şansı bulduğum kimi anlarda (karne töreni, ağız diş sağlığı eğitimine gittiğim zamanlar vb) çocukların kendi cevapları yerine yetişkinlerin duymaktan hoşlanacaklarını bildikleri cevapları verdiklerini görüyorum. Kendi duygu ve düşüncelerinin yerine olması gereken cevapları koyuyorlar, sanki. Bunu çok küçük yaşlardan itibaren müfredat baskısı altında yetişmelerine bağlıyorum. Kreşte her anları dolu. Çoğunlukla yetişkinlerin sunduğu yapılandırılmış faaliyetlerle günü bitiriyorlar. Serbest zamanları yok denecek kadar az. O gün programda ne varsa bitecek, faaliyetler evlere gönderilecek.  Bu hızlı tempo içinde sınıfta öğretmenler, evdeyse anne babalar olarak yavaşlamayı, dinlemeyi, sohbet etmeyi unutuyoruz kimi zaman. Süreç yerine performansa yöneldiğimizde çocukların kendilerini ifade etme imkânı azalıyor. Kendini ifade etmeyi öğrenmeyen çocuklar yetişkinleri memnun etmeye, onların beklentilerine uygun davranmaya başlıyor. Zeki, yaratıcı, birey olma kararlılığı gösteren çocuklar yetiştirmek istiyorsak yavaşlamayı, daha çok dinlemeyi, duymayı, notlar almayı, kural belirleyici olmaktan çıkıp duyan ve kolaylaştıran rolüne girmeyi tercih etmeliyiz. Aman dikkat! Burada kalmak kolay iş değil. Eski alışkanlıklar aklımızı kolayca çelebiliyor.

Denizle nasıl paylaşıyorum?
Son haftalar hastalık ve yorgunlukla geçti. Bazı rutinlerimizi yapamadık. Benim yerine getiremediklerim için bazı anlık çözümler bulmamız gerekti. Durumu anlatıp ona kulak verdiğimde o güne kadar benim yaptığım kimi şeyleri tek başına yapabileceğini, bundan hiç de rahatsızlık duymayacağını keşfetmek benim için güzel bir kazanım. Kendimi daha dengelenmiş, hafiflemiş duyuyorum. Çünkü haftanın altı günü çalışan bir anne olarak desteğe, anlayışa ve işbirliğine ihtiyacım var.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Denizle haftalık toplantılarımız devam ediyor. Bundan memnun. Gün içinde onu rahatsız eden durumlarla ilgili ekstra toplantı istekleri de cabası.
Birkaç hafta önce sabah hızlı hızlı hazırlanmanın onu yorduğunu, daha erken kalkmak istediğini söyledi. Buna bağlı olarak daha erken uyumaya karar verdi. Bu kararı kendisi aldığı için eskisine göre çok daha erken bir saatte yattığı, ben oturmaya devam ettiğim halde şikayet etmiyor. Kendi koyduğu kuralı ihlal etmiyor.
Bir oyun esnasında onu üzen ya da kızdıran konularla başa çıkma yöntemini anlatması gerekiyordu. Bana anlatacağını ve sarılacağını duymak beni çok duygulandırdı.
Tüm bunlar şahane geri bildirimler benim için.

Sonrası ile ilgili ne düşünüyorum?
Dinlemek ya da dinlermiş gibi yapmak. Çocuklar bu ikisi arasındaki farkı çok iyi anlıyor. Can kulağıyla dinleyemeyeceğim zamanlarda bunu izah etmeye ve ertelemeye çalışıyorum. İşimi bitirdiğim, ilgimi ve dikkatimi verebileceğim zaman dinlemeyi tercih ediyorum. Bu bazen kabul görmüyor.  "Hadi, hemen şimdi canavarını" tanımayı, onu atlatmayı öğrenmemiz şart. Bu canavar her ikimizi de farklı şekillerde etkiliyor. Deniz'i herkesin o istediği anda hemen, şimdi harekete geçmesi gerektiği konusunda dolduruşa getirirken beni geçip giden zamanla kontrol altında tutmaya çalışıyor. Bu saat konusundaki titizliğim, dakikliğim bilmem neden? Üzerimde saat baskısı hissetmeden bazı şeyleri daha ağırdan alabilmeyi öğrenmem gerek. İki ayağımızı bir pabuca sokmadan, ağır usul yapmak bazen yalnızca beş ya da on dakika geciktirecek bizi.
Bir de niyet: Zamana hükmetmek, mağlup etmek mümkün değil. Biz istesek de istemesek de akıp gidiyor üzerimizden. Zaman konusunda kimi zaman ne kadar savurgan olabildiğim malum. Denizle geçirdiğimiz zamanları bu telaştan muaf tutmak, Deniz'in ritmine ayak uydurmak, bunu unutmamak, işte budur dileğim ve de niyetim.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
"İnsanlar başaklara benzer. İçleri boşken başları havadadır, doldukça eğilirler." Kişiyi bilgiye, olgunluğa, tevazuya davet eden bu sözlerle yetiştiğimizde övgü ya da kutlamaya değer başarılar karşısında elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilemiyoruz. Hayatın içinden güzel anları almayı, parlatmayı ve bunu bir kutlamaya çevirmeyi ihmal ediyoruz, belki de küçük görüyoruz. Oysa sürdürülen her iş övgüye değer. Bu günlükler oldum'u değil arayışı, yolu temsil ediyor. Öğrenme, değişme, fikir alma, paylaşma çabamı daha fazla takdir edebilirim.




Eski Günlüklere aşağıdan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Anne Günlüğü 1
Şefkatli Anne Günlüğü 2
Şefkatli Anne Günlüğü 3 
Şefkatli Anne Günlüğü 4
Şefkatli Anne Günlüğü 5
Şefkatli Anne Günlüğü 6 
Şefkatli Anne Günlüğü 7
Şefkatli Anne Günlüğü 8 
Şefkatli Anne Günlüğü 9 
Şefkatli Anne Günlüğü 10 
Şefkatli Anne Günlüğü 11



22 Mart 2018 Perşembe

Kırsala yerleşenler anlatıyor: Emine Sürücü



Şehirden ayrılıp kırsala yerleşme süreci nasıl gelişti?
Bir kursta tanıştığım arkadaşımı köyde ziyarete gelmiştik. O gün onlara bitişik olan arazinin satılık olduğunu öğrendik. O güne kadar kırsala taşınma fikrim hiç yoktu. Eğitimim, ilgilendiğim şeyler hep bu konulardı ancak yaşayabileceğimi hiç düşünmemiştim. Her şey çok ani gelişti ve birden kendimizi arkadaşlarımızın yan tarafındaki arazide bulduk.

Karar alma aşamasında sizi en çok zorlayan ne oldu?
Benim iş durumlarım zorladı. Bir buçuk sene başka bir ilde çalıştım. Araziyi almıştık ancak içinde bulunan ev yaşanabilecek durumda değildi. Bu sebeple eşim merkezde bir ev kiralamıştı ve maddi yükü çok fazlaydı. Havaların ısınması ile beraber araziye tamamen taşındı ve süreç başladı.

Nasıl bir evde yaşıyorsunuz?
Tahminen 45 yıllık, 40 metrekare bir taş evde yaşıyoruz. Biz geldiğimizde içinde keçi bakılan eve, uzun süren bir tadilattan sonra yerleştik. İlk senemizi karavanda ve komşularımızın evlerinde geçirdik.

Bir gününüz nasıl geçiyor?
Yaz ve kış çok farklı geçiyor. Yazın sabah erkenden kalkıp bahçe işlerine bakıyorum. Sonra kedi ve köpeğimizi besleyip, kahvaltı ve başka işlere geçiyorum. Yaz akşamları hava kararana kadar bahçede oluyorum. Kışın genellikle evde oluyorum. Hayvanlarla vakit geçirmeyi çok seviyorum, genellikle onlara vakit ayırmaya çalışıyorum. Dikiş dikiyorum. Yemek yapıyorum. Köyde yemek yapmayı öğrendim. Bundan keyif almaya başladım. Evimiz merkeze çok uzak olmadığı için konser, tiyatro gibi etkinlikleri kaçırmamaya çalışıyorum. Arkadaşlarımla vakit geçirmeyi seviyorum. Zaman zaman arkadaşlarımız geliyor ve keyifli vakit geçiriyorum.

Kırsalda sizi en çok ne zorluyor?
Köydeki çöp sorunu. Çöplerimiz toplanmıyor ve köylüler çöplerini dere yataklarına atıyor. Rüzgârlı havalarda hepsi etrafa saçılıyor. Sık sık çöp topluyorum.

Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?
Tarım eksperiyim.

Kendi gıda ormanınızı yaratabildiniz mi? Üretiminiz karnınızı doyurmaya yetiyor mu? Neleri dışarıdan satın alıyorsunuz?
Kendi gıdamızı kısmen üretiyoruz. Bütün gıdamızı kendimiz üreteceğiz diye bir iddiamız yok. Gücümüz yettiğince ekip biçiyoruz. Yazlık ürünler karnımızı epey doyuruyor. Kışın çok soğuk ve rüzgârlı olduğu için kışlık ekemiyoruz. Hububat olarak bu sene nohut ve kuru fasulye ürettik. Bize ve çevremize yetecek kadar var. Zeytinyağı, tuz, un, bal, mercimek gibi yetiştiremediğimiz ürünleri  organik veya temiz ürettiğini bildiğimiz üreticilerden ya da marketten organik sertifikalı ürünleri alıyoruz.

Üretim fazlasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Geçen sene yazlık sebzeleri epey fazla ekmiştik. Fazlasını gıda toplulukları aracılığıyla sattık, arkadaşlarımız ve ailemiz ile paylaştık. Kışlık konserve ve turşu yaptık.

Kırsaldaki hayatınızı paylaştığınız bir sosyal medya hesabı ya da bloğunuz var mı?
Hayır yok.

Çocuğunuz var mı? Okul konusunu nasıl çözdünüz/çözeceksiniz?
Çocuğumuz yok.

Yerleştiğiniz arazi ile olarak;
Evimin penceresinden, kocaman bir çınar ağacı ve ormanla kaplı koca bir vadi görünüyor.
İyi ki yaptım, iyi ki eşim yokken yalnız kalmayı deneyimledim. Başımın çaresine bakmayı öğrendim.
Keşke yapmasaydım, keşke ilk tavuklarımızı daha onlar kümese alışmadan salmasaymışım. Çitlerin altından kaçıp gittiler. Tavuklar firarda sahnesi olmuştu bizim için. 

Kırsala yerleşmek isteyenlere verebileceğiniz en önemli tavsiye nedir?
Güzel havalarda arazi arayışına girmesinler J Şaka bir yana taşınmak istedikleri yerin, yazını kışını iyi bilmeliler. Günlük tutmalarını tavsiye ederim, çok işe yarıyor. Her şeyi yaparız değil, biz ne yapabiliriz diye girsinler bu yola. Maddiyat ve iş gücü çok önemli diye düşünüyorum. Kırsala yerleşen insanların belli şeyleri yapması gerekiyor diye bir kural yok aslında. Şartlanmadan, önce kendi sağlıklarını ve mutluluklarını düşünerek yaşamalarını tavsiye ediyorum.
Teşekkür ederim.



21 Mart 2018 Çarşamba

İP YUMAĞI ELİNİZDE



2010 yazı. Tam zamanlı editör, yazar ve sertifikalı yaşam koçu Kendra Levin'in internet üzerindeki yazar konferansı için ilham uyandıran, motive edici bir yazı hazırlaması gerekiyor. Konferansa sayılı günler var. Levin hâlâ ne hakkında yazacağını bilemiyor. Tam o günlerde arkadaşı Andrea ona yeni vermeye başladığı "Kahramanın Yolculuğu" dersinin içeriğini anlatmaya başladığında Levin, belli bir proje üzerinde çalışan bir yazarla yolculuğa çıkmış bir kahraman arasında pek çok benzerlik olduğunu fark ediyor. İlgiyle arkadaşının anlattıklarını dinliyor. Sohbet sona erdiğinde 500 kelimelik bir blog yazısı kaleme alabilecek materyale sahip ancak o çok daha fazlasını istiyor. Karşılaştırmalı mitoloji uzmanı Joseph Campell'ın Kahramanın Yolculuğu kitabını derinlemesine inceliyor ve yaşam koçluğu çalışmalarına dahil etmeye başlıyor. Müşterilerinden olumlu sonuçlar elde etmeye başlayınca bu çalışmayı bir kitap projesine çeviriyor. 
Sen de Kendi Hikâyenin Kahramanısın odaklan, zaaflarını yen ve içindeki yazarı keşfet bu projenin ürünü. 

Kitapta Campell’ın sekiz arketipinin (kahraman, müjdeci, müttefik, akıl hocası, eşik bekçisi, biçim değiştiren, entrikacı ve gölge) yanı sıra  Levin’in ilave ettiği dört arketip (tanrıça, süper kahraman, binek, akıl hocası) bulunuyor. Kendra Levin, her bölümde bir arketipi ele alıyor ve yazınla uğraşan okura onu yazma sürecine nasıl dahil edeceğini gösteriyor. Çalıştığı yazarlar ve kendi kişisel tecrübeleriyle zenginleştirdiği içerikle yazarlara yaşadıkları tıkanıklıkları aşma, projelerine odaklanma, yeni bir bakış açısı elde etme konularında eşsiz tavsiyelerde bulunuyor.   

Sen de Kendi Hikâyenin Kahramanısın odaklan, zaaflarını yen ve içindeki yazarı keşfet yazmak, yazarlık ve yaratıcılık üzerine bir kitap. Bununla beraber bir “nasıl yazılır” kitabı değil. Alet çantasının içinde anlatıcı kişi, olay örgüsü, diyalog yazımı, sahne kurmak, çatışma yaratmak gibi teknik bilgiler yok. Tam zamanlı editör, yazar ve sertifikalı yaşam koçu Kendra Levin, yazım macerasında yalnız olduğunu, bir labirentin içinde kaybolduğunu düşünen yazarlara Campell'ın sözleriyle sesleniyor. 

Campell yolculuk hakkında, "İhtiyacımız olan şeyler ne kadar az!" demişti. "Ancak onlar olmadan labirente girmek umutsuz bir maceraya atılmak demektir." Birlikte çalıştığım ve tanıdığım yazarlar gibi - bir kahraman gibi- siz de yazma yeteneğine, becerisine ve azmine sahipsiniz. İçinizdeki bir şey yazdığınız metnin yapısında, yazma sürecinizde veya hayatınızda değişiklik yapma zamanının geldiğini biliyor. Size yeni bir şey denemenizi söyleyen sesi duyup dinlediniz- bu kitabı aldınız. 
Campell, daha sonraki eserlerinden biri olan Mitolojinin Gücü'nde Ariadne'nin Minotauros'u öldürmek için labirente giren kahraman Theseus'a verdiği bir ip yumağını anlatır. Labirent karmaşık bir yerdi, canavar dehşet vericiydi, kimse labirentten sağ çıkamamıştı ama Theseus bunu başardı. "Elinde yalnızca o ip yumağı vardı" demişti Campell. Sizin de tek ihtiyacınız bu." 
Siz de kendi hikâyenizin kahramanısınız. İp yumağı elinizde. Gerisi size kalmış. 



Sen de Kendi Hikâyenin Kahramanısın 
Odaklan, zaaflarını yen ve içindeki yazarı keşfet
Yazan Kendra Levin 
Çeviren Begüm Kovulmaz 
Hep Kitap 
Atölye dizisi  



20 Mart 2018 Salı

UYANAN GÜZEL

Jale Sancak, Hep Kitap etiketiyle yayımlanan son romanı Uyanan Güzel'de, yatalak babası Azim ve yeğeni Deniz'e bakan terzi Vahide ile 5 Şubat 1994 yılında Saraybosna'da Markale Katliamı'nda bacağını kaybeden çingene sokak çalgıcısı Adrian'ın yollarını kesiştiriyor ve okuru içinde barındırdığı cümle kötülüğe, karanlığa rağmen umut dolu, sıcacık bir anlatıyla buluşturuyor. 


Romanın konusu:

Roman Gri Şehrin Masalı ile başlıyor. 

"Komutan kıyıdan içerilere yürüdükçe zambak öbekleri, düğünçiçekleri, mimozalar ve yabani güllerle karşılaştı, yüreğini yumuşattı bu manzara. Durup patikaları kuşatmış katırtırnaklarını, yaseminleri kokladı, başının üstünde dönenen kırlangıçları, güvercinleri, turnaları, çok yüksekten uçan kartalları seyretti, derelerin şırıltısını dinledi.
Yarımada bakirdi, huzurluydu, toprak gümrahtı, denizden bereket fışkırıyordu, hemen işe koyulmalı, koloniyi kurmalıydı.
Şükran duygusuyla, suyla oynaşan kartal gagasının üstüne Denizler Tanrısı Poseidon için bir tapınak inşa ettiler. Ardından surlarla çevirdiler yöresini. Şehir böyle böyle başladı; böyle böyle başladı ağacın kesilişi ve taşın yerinden edilişi."

Coşkun bir doğa betimlemesiyle başlayan masal, ilk kolonilerin yerleşmesiyle birlikte, doğanın kaybedeceğini, bu toprakların giderek yerleşke hâline geleceğini, üzerinde yaşayan insan nüfusu arttıkça renklerini nasıl yitireceğini, giderek nasıl grileşeceğini ima ederek bitiyor.

Sonra Vahide sözü alıyor. Gençliğini, güzelliğini, sevme ve sevilme ihtimalini yitirmiş yalnız, yorgun, cefakar Vahide. Terzi Vahide, yatalak babasına bakan Vahide, öksüz ve yetim yeğeni Deniz'e bakan Vahide. Bir kâbustan uyanan Vahide...

Gördüğü kâbusun etkisiyle yıllarca içinde taşıdığı ağırlığı yeğeni Denizle paylaşınca, anlatmaya başlayınca değişimin ta kendisi oluyor. Büyüyor, yeniliklere açıyor kendisini, yeni kitaplar okuyor, filmler izliyor, aşkı tadıyor.

Kent bir yandan betonlaşırken bir yandan da kolektif hafızaya yerleşmiş tüm mekânlar birer birer yıkılıyor. Sokak müzisyenlerinin sesi kısılıyor. Mücadele zorlu ama yan yana durmanın umudu da bulaşıcı. Gri şehir daha karanlık, kahırlı günlere sürüklenirken roman, bu gidişe dur demek isteyen, sandığınız kadar az değiliz diyen insanların el ele tutuşmaya devam etmesiyle bitiyor. Her türlü zorluğa rağmen dayanışma, dostluk, aşk kazanıyor.

Okuma notları:

1-Jale Sancak'ın yazın dünyasında mekânın ayrıcalıklı bir yeri var. Mekân onun için yalnızca olayların geçtiği yer olmaktan çok uzak. Onu kurmacanın önemli bir kozuna çeviriyor, atmosferi,  kahramanların içinde bulundukları ruh hâlini güçlendirecek şekilde kullanıyor. Uyanan Güzel'de durum farklı değil.

2-Tanrı yazar anlatıcıdan kahramana, kahramanın zihninin derinliklerine sayısız kereler giriyor ve çıkıyoruz. Okurken hiç tökezlemeden takip ediyoruz. Sanki yazarın elinde bir kamera var, geniş açıyla başlıyor, giderek daralıyor, yoğunlaşıyor ve hep beraber sonraki sahneye geçiyoruz. Öylesine akışkan.

3-Uyanan Güzel'de toplumsal, bireysel ve ekolojik yıkımlar anlatılıyor. Bununla beraber anlatı karamsar olmaktan çok uzak. Okuma bittiğinde Romain Rolland'ın ünlü sözünü hatırlayacaksınız: "Bildiklerimle kötümser, irademle iyimserim."


Uyanan Güzel
Jale Sancak
Hep Kitap
roman 

19 Mart 2018 Pazartesi

Mevzumuz Öykü: Kadire Bozkurt ile söyleşi*


“Öykü, şiirden büyük, romandan küçük değildir.”



Öykü ne değildir?
Plastik değildir mesela. Ağzı rujlu, yanağı pembe, cildi porselen, süslü püslü kutulu bebek değildir. Yatırınca gözünü kapasın da kaldırınca açsın, uysal, uyumlu olsun, bıraktığın yerde dursun... Değildir. Şiirden büyük, romandan küçük değildir. Ölçüye tartıya gelmez. Sıkıcı, sıradan, sahtekâr, kibirli, hesapçı değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer... 
Kuş Koysunlar Yoluna- Nilgün Marmara
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Bizim için fiziki anlamda dünya neyse odur sanırım. Yalnız insanlar olsaydı da ağaçlar olmasaydı mesela. Kediler, papatyalar, gökler ve çimenler, koltuklar, hasır tabureler, divanlar ve sedirler olmasaydı. Kahramanlarımız hiçliğin ortasında konuşup dursaydı. Sanırım hiç kimse okumaya âşık olmazdı o halde. Dekordan ötedir atmosfer. Kahramanlar soluk alabilsin, kanlı canlı insanlara dönsün diye onlara bizim bildiğimize benzeyen bir dünya yaratmaktır. Böylece onlar da mavi göğün ya da yıldızların altında, ayaklarının altındaki çimenlere basarak her ne yapacaklarsa onu yaparlar. Biz de okur olarak onlara inanırız. Atmosferin eksik olduğu öyküler bana şu yeni sinema tekniğini anımsatıyor. Bir stüdyoda devasa yeşil perdenin önünde koşan, görünmeyen canavarlardan kaçan, olmayan bir şeylere sevinen, konuşan oyuncular.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?       
Çağının tanığı olmamayı seçmek mümkün mü? İster istemez tanıklık ediyoruz. Öykücülük de tanıklıktan, yaşamaktan uzak bir yerde durmuyor. Gördüklerimi, duyduklarımı, hatırladıklarımı yazarken istesem de soyutlayamam kendimi. Diyelim ki başka çağlara dair yazacağım, yine sıyrılamam kendi çağımdan. Çünkü baktığım pencere bulunduğum yerden açılacak. Bu kendiliğindenlik sorun yaratmıyor ama kasıtla, illa ki tanıklık edeceğim ve onları yazacağım diye düşünerek yazmak bana göre değil. Tarihçi değilim.

Ernest Hemingway, “... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: ‘Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak.Bildiğin en doğru cümleyi yaz,’ diye düşünürüm,” diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Çok seviyorum Hemingway’in bu söylediklerini. Düştüğümde beni elimden tutup kaldırıyor. Tıkandığımda en çok Vüs’at O. Bener okurum. Hemingway, Faulkner ve Carver da okurum. Bir onu, bir öbürünü alırım elime, üzülür hepsini bırakırım. Ama bildiğim en doğru cümleyi hatırlamak gibi olmuyor benimkisi. Doğru ses veren notayı aramaya benziyor biraz, yazıdan çok müzikle ilgili sanki. Bir ritim var ya öyküde, işte onun açılış ezgisi bir gelse, gerisinde pek takılmıyorum. Başlamak en zoru. Başladıktan sonra, ne anlatmak istediğimi biliyorsam akıp geliyor öykü. Mesele neyi, nasıl anlatacağını bulmakta.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil her şeydir. Amaç, araç, varoluşun temeli. Oksijen amaç mıdır, araç mı diye de sorabiliriz. Cevap aynı olur.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Oldu, bence hep olacak. Kanlı canlı bir karakter yarattıysanız sizi eteğinizden çekip duruyor. Sana şunu anlatmış mıydım peki, diyor. Ben yemek yaparken tezgâha dayanıp anlatıyor ya da parkta yanımda yürüyor. Birebir aynı kişi olarak dönmüyorlar gerçi, hepimiz gibi değişip duruyorlar.
İlhan Berk “Anlam ve Anlamı Aşmak” başlıklı yazısında, “Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar,” diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Anlamı aşmak yanlış anlaşılıyor belki. Anlamsızlığa varmak değildir sanırım burada kastedilen. Sınırları yıkıp geçmek, sınır var diyenlerin karşısında durmak, tamamen özgün bir yaratımın peşine düşmek olabilir. Faulkner bunun ustası bence. Ses Ve Öfke, Döşeğimde Ölürken hangi sınırların arasında tutulabilir? Ölçülerine uygun bir kap bulup da sığdırmak mümkün mü? En saf haliyle geleneklere başkaldırıdır. Devrimdir. Başkalarının çizdiği sınırlara boyun eğmemektir. Anlamı aşmak bütün sanat dalları için meseledir bana göre. Bunu mesele etmezsek neden uğraşalım ki? Yazılacak ne varsa yazıldı, söylenecek yeni bir şey yok. Peki. “Ört ki ölem,” o zaman. Ya da televizyon karşısındaki koltuğumuza kurulup battaniyenin altında çekirdek çitleyelim. 

Kim konuşuyor burada? Öyküde “ben” kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Ben, “herkes” olabilir. Kimin hikâyesini anlatmayı seçtiysem o kişidir “ben”. Eğer tam olarak bensem, yani yazarsa, bu sıkıntılı bir durum. Ahlaksal ya da toplumsal doğrularım, inancım, felsefemi aktarmak için kendime bir vantrilok kuklası yaratıyorsam, bir kahraman değil de bir mikrofon yapıyorsam çok fena. Yazar metne elbette sızar. Hatta pek çok usta, Yazarı metinden ayıramayız, diyor. Akademisyenler, metinden yola çıkarak yazar hakkında çıkarımlara varıyor. Ama burada kastedilenle benim değinmeye çabaladığım şey farklı. Başarıyla çizilmiş bir karakterin kendi kanı, canı, fikirleri vardır, onaylamadığım şeyler de yaparlar, onları yargılayamam, olanı anlatırım, yani tanıklığımı. Yazar olarak yalnızca anlatıcı sesim bulunabilir metinde. Daha ötesi değil. En azından benim yapmak istediğim, yapmaya niyetlendiğim bu.  
“Eserin ilk hâli bok gibidir” demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Dilimi okuduğum kitaplardan öğrendim. İyi yazarlar, iyi çevirmenler sayesindedir okuduğum bir cümledeki hatanın kulağımı tırmalayışı, fazlalıkların ete batan bir diken gibi rahatsız edişi. Bu sayede öyküyü yazarken bir yandan da hatalardan arındırıyorum. Bitirdiğim bölümleri yüksek sesle okurum, ritmi bozan sözcükler, cümle yapısıyla ilgili zayıflıklar hemen göze çarpar o zaman. İçime sinen bir öyküyü daha fazla kurcalamam. “Daha da iyisi olabilir,” der içteki ses, tuzak gibidir biraz, doğrudur ve sonu yoktur. Ben hep ileriye bakmak istiyorum. Geriye dönük çabalamak yorucu geliyor. Yıllardır tek bir öyküyle uğraşan bir yazardan söz etmişti bir arkadaşım, öyle takılmış ki, onu düzelttiğine inanmadığı için yeni bir öyküye başlayamıyormuş. Dergilerde yayımlanan öykülerde sonradan fark ettiğim hatalar varsa onları düzeltirim yalnız.

*Bu söyleşi 2 Mart 2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır. 


6 Mart 2018 Salı

Kırsala yerleşenler anlatıyor: Burcu Çelebi Öziş



Şehirden ayrılıp kırsala yerleşme süreci nasıl gelişti?
Küçük bir kasabada büyüdüm. 18 yaşımda üniversitede okumak için İstanbul’a taşınmak, sonrasında iş hayatıma yine büyük şehirde devam etmek sorgulamadan gelişen süreçler oldu. O dönemde büyük şehirde yaşamakla ilgili pek bir sıkıntım da yoktu açıkçası. Biri bir yıl (Ukrayna) diğeri 3 yıl (Çin) süren yurt dışında yaşama deneyimlerimin ardından dönüp yerleştiğim yer yine İstanbul oldu. 2009 yılında Buğday Derneği’nin kırsaldaki eğitim merkezi Çamtepe’nin açılışında gönüllü çalışmak için Kazdağları’na gelmemle beraber şehirdeki hayatımı sorgulamaya başladım. Geriye dönüp baktığımda aslında pek çok farklı gelişmenin neticesinde kırsala yerleşme kararı aldığımı görüyorum. 2005’te hayatıma giren yoga ve meditasyon, 2008’de ekolojik yaşamla ilgili ilk tecrübeler, bu süreçte tanıştığım, ilham aldığım kişiler... Hepsi yavaş yavaş beni değiştirmeye, dönüştürmeye başlamış, tabiri caizse içimde filizlenen tohumlar olmuş. Fakat beni radikal bir değişim aşamasına getiren 2012’de doğum yapmamın ardından şehirde yaşadığım izolasyon oldu sanırım. Doğumdan önce şehirde uzun süre kalmıyor, ihtiyaç hissettiğim anda şehirden çıkıp kırsalda vakit geçirebiliyordum. Doğumdan sonra hareket serbestliğim azaldı, şehir içinde dâhil olduğum ve sık görüştüğüm çevrelerden kopmamla beraber bebeğimle vakit geçirebileceğim ortamlar kapalı yerler ya da binbir zahmetle gidilebilen az sayıdaki parklar olmaya başladı. Bu dönemde arkadaşlarımın yaşadığı Küçükkuyu ve çevresine gidip gelmeye başladık. Bu seyahatler sırasında alternatif bir yaşam kurgulayan ve deneyimleyen ve bunu pekâla çocuklarıyla birlikte yapan insanlar tanımak, Adatepe Köyü’nde şans eseri uygun fiyata kiralık ev bularak yazları orada geçirmeye başlamak, kırsalda yaşayan, birlikte çalışan, üreten, çocuklar için alternatif eğitim kurgulamaya çalışan bir topluluğun parçası olma hayali ve nihayet çocuğumu bu ortamda büyütme isteği beni Adatepe Köyü’ne getirdi.

Karar alma aşamasında sizi en çok zorlayan ne oldu?
Eşimin direnci. Doğma büyüme İstanbullu olan eşim başlangıçta şehir hayatını bırakmak istemedi. İlk sene “madem sen yoksun ben tek başıma deneyeceğim” isyanım, havaların soğuması ve sobalı yaşamı, bakımsız bir evde o zaman iki buçuk yaşındaki oğlumla becerememem neticesinde sönümlendi. Birkaç sene sadece yazları Adatepe’de geçirdik. Ara sıra sonbahar ve kış döneminde de gidip geldik. Zamanla eşim de buradaki yaşamda kendine uygun bir şeyler keşfetti, hatta ekip biçme konusunda benim sadece hevesten ibaret olan romantik hayallerim hiçbir zaman hayata geçmezken çiftçi atalarından gelen genetik yatkınlığı sayesinde herhâlde, küçük bahçemizi bostana çevirdiği bir dönem oldu. İki yıl önce yine güzel tesadüfler neticesinde yakınlarda bir köyde bir arsa aldık. Mimar olan eşim bu arsaya küçük bir kulübe inşa etmeye karar verdi ve inşaata yakın olmak için kırsala göçmeyi kabul etti. Geçen sene nihayet tası tarağı toplayıp Adatepe’ye taşındık.

Nasıl bir evde yaşıyorsunuz?

Adatepe’de bir köy evinde yaşıyoruz. Ev, kiraladığımızdan bu yana satılık olduğundan pek fazla iyileştirme yapamadık. Yine de yıllar içerisinde ilk zamanlara kıyasla daha rahat yaşayabileceğimiz bir düzen oluşturduk.

Bir gününüz nasıl geçiyor?
Serbest çalıştığım için oğlumu okula bıraktıktan sonra eve dönüp bilgisayar başına geçiyorum. Telefonlar, bilgisayarda işler, ev işleri derken oğlanın okuldan dönme saati geliyor. Sonra birlikte vakit geçiriyoruz. Şu anda iki ev arkadaşımız var. Biz kulübeye taşındıktan sonra onlar kalacaklar burada. Onlarla ve başka arkadaşlarımızla spontane programlar, Cuma günleri Küçükkuyu pazarına inip günü çay bahçesinde geçirmek de günlük rutinin bir parçası.

Kırsalda sizi en çok ne zorluyor?
Soğuk havalarda ısınmak galiba. Sabahları çok erken kalktığım için soğuk eve uyanmak hâlâ zor geliyor. Neyse ki artık soba yakmayı öğrendim, geçen sene de performansı oldukça iyi bir soba edindik, kısa sürede bütün evi ısıtıyor.
İlk başlarda beklentilerim ve gerçeklerin çatışması beni çok zorlamıştı. Yukarıda bahsettiğim üzere birlikte çalışan, üreten, çocuklar için alternatif eğitim kurgulayan bir grubun parçası olma, kısacası kolektif yaşam hayalim daha tam olarak taşınmadan suya düştü. Farklı karakterlerde pek çok insanın bir araya gelmesi şehirde ya da kırsalda olsun çok da farklı değil. Çatışmalar, tartışmalar, ardından uzlaşmalar... Kısacası her şey zamanla yerine oturdu ancak başlangıçtaki romantik hayallerim yıkıldığında epey hevesim kırılmıştı.

Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?
Serbest çalışıyorum. Ağırlıklı olarak Zeynep Aksoy ve David Cornwell’ın yoga ve mindfulness eğitimlerinin, kamplarının, etkinliklerinin organizasyonunu, eğitim materyallerinin çevirisini yapıyorum, kimi zaman da eğitimler sırasında çeviri yapıyorum. Geçtiğimiz yaz bir arkadaşımın kitabının çevirisini yaptım, ardından başka bir arkadaşımınkini bitirdim. Organizasyon ve çeviri diye özetleyebilirim.

Kendi gıda ormanınızı yaratabildiniz mi? Üretiminiz karnınızı doyurmaya yetiyor mu? Neleri dışarıdan satın alıyorsunuz?
Başlangıçta kırsala yerleşmekteki en büyük motivasyonum bir gıda topluluğu olmak ve temiz gıdaya gerek tanıdığımız, bildiğimiz üreticiler vasıtasıyla gerekse kendimiz ekerek, hasat ederek, kısacası birlikte çalışarak ulaşmaktı. Bu yönde son derece iyi niyetli çalışmalar oldu fakat her şeyi bırakıp buna odaklanmak gerektiğini idrak etmekle birlikte çözülmeler oldu. Başta da ben yaptığım işi sevdiğimi ve önceliğimin bu olduğunu idrak ettim. Zaman her şeyi netleştiriyor.
Şu anda kaynağını bildiğimiz yerel gıda tüketimine ağırlık vermeye çalışmakla birlikte katiyen marketten almam dediğim şeyleri de darda kalınca alıyor ve tüketiyorum. Bu yüzden strese girmektense “olduğu kadar” yaklaşımını benimsedim zaman içinde galiba. Ayrıca olmazsa olmazlarım da epey azaldı.

Üretim fazlanızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üretim yapmadığım için fazlası da olmuyor hâliyle.

Kırsaldaki hayatınızı paylaştığınız bir sosyal medya hesabı ya da bloğunuz var mı?
Yok. Bir dönem oğlumla oynadığımız Yaşam Oyunu’nun Facebook sayfası var. Daha ziyade şehirde oynamıştık Yaşam Oyunu’nu. Gerek Riva’nın okula başlaması gerekse burada o kadar da planlı programlı yaşamamanın neticesinde Yaşam Oyunu görevini tamamladı ve tatlı bir anı oldu.

Çocuğunuz var mı? Okul konusunu nasıl çözdünüz/çözeceksiniz?
Çocuğum var. Şu an 6 yaşında. Geçen yıl burada devlet anaokuluna gitti. Bu yıl şans eseri hayal etsem detaylarını bu kadar muazzam kurgulayamayacağım bir düzenin içine düştük. Sonbaharda eşimin işleri dolayısıyla 3-4 ay İngiltere’deydik. Oradayken de haberleşiyorduk buradaki arkadaşlarımızla ve gelişmelerden haberdar oluyorduk. Çamtepe’de 4 çocukla minik bir anaokulu kurmuş olduklarından haberdardım. Oğlumun Çamtepe’de okula gitmesi fikri beni çok heyecanlandırıyordu ancak vaziyet belli değildi, dönecek miyiz kalacak mıyız derken döndük ve oğlum şimdi bana yaşam okulu olan Çamtepe’de benim de hem insan olarak hem öğretmen olarak daha ilk görüşte kanımın kaynadığı Özge öğretmen ve yıllardır birlikte oynadığı arkadaşlarıyla okula gidiyor. Bu satırları yazarken bile içim ısınıyor. Onun her sabah hevesle hazırlanıp koşa koşa okula gittiğini görmek kalbimi sevgi ve şefkatle dolduruyor. Öğretmeninin bana son derece ilham veren yazılarını https://cocuklabaris.blogspot.com.tr/p/ozgenin-guncesi.html adresinden takip edebilirsiniz.
İlkokul konusu belli değil. Eşimin işleri dolayısıyla yakın gelecekte sık sık yurt dışına çıkma ihtimali var. Böyle bir durumda buraya gelip gitmesi fiziksel olarak zor olacağı için bir süre İstanbul’a geri dönmeyi düşünüyoruz. Her an her şey olabilir. Kafayı çok takmamaya çalışmakla ve “hayırlısı olsun”a bağlamakla beraber benim de merak ettiğim bir konu. 

Yerleştiğiniz araziyle ilgili olarak;
Evimin penceresinden...
Kiraladığımız köy evi Adatepe’nin en tepesinde. Ön cephe vadi üzerinden ve tepelerin arasından denize bakıyor. Ömrümde gördüğüm en güzel manzaralardan biri. Mutfak penceresinden de Taş Mektep, çam ağaçları, köyün diğer evleri görünüyor. Hayatımda yaşadığım en güzel manzaralı ev. Zorluklarını çekilir kılan en önemli özelliği manzarası.
İyi ki yaptım...
İyi ki geçen yıl gürül gürül yanarak bütün evi ısıtan sobayı aldım.
Bir de iyi ki her ne kadar İstanbul’a dönme ihtimali de olsa buraya gelip buradaki hayatı, dostlukları, yaşam biçimini deneyimledim.
Keşke yapmasaydım ...
“Keşke” kullanmayı sevmediğim bir kelime. Hayatta “keşke”lere pek inanmıyorum. Annem hep “olan olmuştur ve iyidir” der. Yıllar sonra benzer bir anlayışa, yani olanı olduğu gibi algılayıp kabul etmeye Mindfulness uygulamalarında rastladığımda annemin kulaklarını epey çınlatmıştım. Velhasılıkelam olan olmuştur ve iyidir.
Yine de “keşke”yi cümle içinde kullanmayı bir deneyeyim; keşke doğum yapmadan önce buralara yerleşseymişim, bebeğimi burada doğurup burada büyütseymişim...

Kırsala yerleşmek isteyenlere verebileceğiniz en önemli tavsiye nedir?
Bize de benzer bir tavsiye vermişlerdi, tası tarağı toplayıp yerleşmeden önce ara sıra gidip belirli süreler kalarak dört mevsimini yaşamak... Bir de tecrübe ettiğim üzere geldiğin yerle bağlantın kalırsa kendini yeni yerdeki yaşama tamamen vermek mümkün olmuyor. İstanbul’dan koşarak kaçtım ama geride bıraktıklarımı özlüyorum. Orada çok sevdiğim dostlarım var, çok severek yaptığım işim her zaman İstanbul’da olmamı gerektirmese de ayda bir seyahat etmemi gerektiriyor. O yüzden belki bir süre kışları İstanbul’da, yazları burada olacağım. Kışları da fırsat buldukça gelirim diyorum, çünkü buraların en güzel mevsimi sonbahar ve kış.

Çok teşekkürler sorular için. Cevaplarken epey gerilere gittim, pek çok şeyi gözden geçirdim. Bir kere daha ne kadar şanslı olduğumu düşünüp şükrettim. Bu tecrübe aslında hepimizin bildiği bir klişeyi hayata geçirdi benim için “Nereye gidersen git kendini de yanında götürürsün”. Google, anonim olduğunu sandığım bu alıntı için Neil Gaiman’ın Mezarlık Kitabı’ndan diyor. Hoş bir tesadüf. En sevdiğim yazarlardan biri Gaiman. Benim meselem İstanbul ya da Küçükkuyu ile değil, kendimleydi. Tahammül edemediğim şey şehirden çok kendi içimin sıkışıklığıydı. Yolculuk sadece dışarıda değil, aslında en mühim yolculuk insanın kendi içinde. Değişen pek bir şey yok, birkaç yıl içinde tepeden tırnağa ben değişmedim, kendimle ve dış dünyayla ilişkim değişmeye başladı. Kendime şefkat gösterebilmeye dolayısıyla etrafımla da şefkatle bağlantı kurabilmeye, daha az yargılamaya, daha çok anlayabilmeye başladım. Bitirdim demiyorum, daha yeni başladım. O yüzden galiba kırsala yerleşmek isteyenlere verebileceğim en önemli tavsiye bunu bir hedef hâline getirmemek. Denemek, deneyimlemek, küsmemek, yaptıkların ya da yapamadıkların için pişman olmamak, yaşadıklarından öğrenmeye açık olmak. Kırsala yerleşmeyi gelecekte bir hedef olarak koyup her şeyi ona endeksleyerek ânı kaçırmamak... Her ne oluyorsa şimdi oluyor. Kırsalda da şehirde de...




2 Mart 2018 Cuma

ŞEFKATLİ ANNE GÜNLÜĞÜ:11




Çocukla Barış, Bodrum BBOM Öğretmen Okulunda tanışan Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerin orada öğrendikleri, araştırdıkları, derinleşmek istedikleri konuları ve sınıfa taşıdıklarını paylaştıkları dijital bir platform.
Farklı yerlerde, farklı koşullarda çalışan üç öğretmen Sura Hart'ın rehberliğinde çıktıkları yolculuğu "Şefkatli Öğretmenin Günlüğü" köşesinde hafta hafta paylaşıyor. Gündemin ağırlığından kaçmak, umudunu arttırmak, çocuklarla ilişkilerinde fark yaratmak isteyen ebeveynler ve öğretmenler için küçük tavsiyelerle dolu günlükleri, kendi pratiğimize dökebilmek, sürecimizi gözlemlemek için bu şablonu kendi ev hâlimize uygulamak istedim. Adını da Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerden ilhamla "Şefkatli Anne Günlüğü" koydum.

Sura Hart ne diyor?
Eğlence ve oyun temel insani ihtiyaçlardır, dinlenecek vakit bulamayan öğretmenler için bile.
Öğretirken eğlenemiyorsanız artık, öğrencilerinizin yaşamlarındaki eğlence ihtiyaçlarını karşılamalarına destek olmak için bir hayli çaba harcamak gerekebilir. Eğlence için illa salıncakların, tahterevallilerin bulunduğu bir oyun alanı gerekli değildir. Nerede olursanız olun oyun oynayabilirsiniz - biraz yaratıcılık yeter.
Eğlence/oyun ihtiyacınızı karşılamak için ne yapıyorsunuz? Yaptığınız şeyleri düzenli olarak mı yapıyorsunuz? Bir yerden başlamak ister misiniz?

Ben ne düşünüyorum?
Sura Hart'ın söylediğini bir kez de  öğretmenler yerine "ebeveynler", öğrenciler yerine de "çocuklarınızın" kelimelerini koyarak sesli okuyorum. Anlam kaybolmuyor, azalmıyor. Anne babaların da en az öğretmenler kadar oyuna, eğlenceye, desteğe, kendilerine ait alana ihtiyaçları var. 
Modern dünya hayatımızı kolaylaştırıyor. Evde işler çok daha hızlı, pratik yürüyor. Bununla beraber çoğu kadın artık evin dışında da aktif çalışıyor. Eskisi gibi nesiller boyu aynı köyün, mahallenin sınırları içinde yaşamıyoruz. Öğrenim için şehir dışına çıkan gençlerin büyük kısmı ailelerinin, akrabalarının yanına geri dönmüyor. Çekirdek aile sayısı hızla artıyor. Ebeveynler olarak çılgın bir tempo içinde sürükleniyoruz. Ev, iş, sorumluluklar altında kendimizi ezilmiş hissediyoruz. Hayalini kurduklarımızı erteleyip duruyoruz. Yardıma çok ihtiyacımız var ama bir yandan da uzanan yardım eline burun kıvırıyoruz çünkü okuduklarımız, öğrendiklerimiz, uygulamak istediklerimiz geleneksel olanla çatışıyor. Bu çatışmadan kaçmak için giderek daha çok yükün altına girmeyi yeğliyoruz. Annelikte ilk iki yılım böyle geçti. 
Hatırlıyorum da, Deniz'in iki yaşında gece kendi odasında, neredeyse kesintisiz uyumaya başlaması, benim için küçük çaplı bir mucize etkisi uyandırmıştı. Yeniden kitaplar okumaya başlamıştım. Ayda bir arkadaşlarımla evde buluşuyor, okuduğumuz kitap hakkında sohbet ediyorduk. Şu an yayında olmayan çok yazarlı bloğumuz için yazılar yazmaya başladığımda yitirdiğim oyun alanıma kavuştuğumu, elini bir daha bırakmamaya karar verdiğimi çok net hatırlıyorum. Çok uzun soluklu olmayan okuma kulübümüz, beni bireysel blog yolculuğuma taşıdı.
Kurmacabiyografiler, oyunsu arayışımı sürdürdüğüm en önemli mecra. O yüzden filmlerden şehirlere, kitaplardan masallara, sürdürülebilir yaşamdan şiddetsiz iletişime, söyleşilerden günlüklere geniş bir yelpazede yazılar sunuyorum burada.
Bir de fiziksel olarak oyun oynamak var. Ondan da çok zevk alıyorum. Çocuğa eşlik etmek için oynanan oyun her zaman o kadar zevk vermiyor. Bazen yorgun olduğum halde, söz verdiğim için, sözümü tutmuş olmak için, oynuyorum. İşte o zaman kendimi arkadaşlarımla oyun oynadığım zamanlarda olduğu kadar yenilenmiş ve eğlenmiş hissetmiyorum. Geçen sene, her hafta oyun ihtiyacımızı da karşılayan beden farkındalığı atölyemizi, mucizevi ve muhteşem salıları özlüyorum. Yerine haftalık bir rutin koyamasam da ayda bir gerçekleştirdiğimiz bol kahkahalı ve alıştırmalı şiddetsiz iletişim buluşmaları beni mutlu ediyor.

Denizle nasıl paylaşıyorum?
Oyun oynarken iki ben var. Biri yorgun, oyun oynama sözünü tutmak için oynayan ve o kadar da zevk almayan, oyunu bir lütuf,  hediye gibi sunan ben. Böyle zamanlarda kutu oyunlarını tercih ediyorum. Rekabetçi, kazananı olan oyunlardan uzak duruyorum. Deniz oyunu kaybettiği için üzüldüğünde canım sıkılıyor. Çünkü bu durumu düzeltmenin görevim olduğunu düşünüyorum ve  ekstra çaba harcamak istemiyorum. Öykünün ele avuca sığmayan Kerettasından aldığım tüyo sayesinde bu konu artık başımı ağrıtmıyor. Canım oynamak istemese bile ilgimi ve dikkatimi tamamen Deniz'e vermeye çalışıyorum. İnterneti kapatıyor, telefonu kendimden uzaklaştırıyorum.
İkinci benin bu tür numaralara ihtiyacı yok. O oyun oynamayı seviyor ve istiyor. Kuralların ihlal edilmesine aldırmıyor. Daha katılımcı, sürprizlere açık, kendini oyuna ve eğlenceye kaptırıyor. Yazarken olduğu gibi kendini akışa kaptırıyor. İşte Deniz bu oyuncu anneye daha çok bayılıyor.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Annemi seviyorum çünkü ...
Geçtiğimiz yıllarda kreşte anneler günü nedeniyle hazırlanan panoda yazan üç kelime... Renkli kalpli kâğıtlarda çocukların her birinin cevabı yazılı...
Deniz'in değişmeyen cevabı: "Annem benimle oyun oynuyor."

Sonrası ile ilgili ne düşünüyorum?
Hepimiz aynı durumdayız muhtemelen. Ev, iş, çocuğun bakımı, sorumluluklar arasında kendimize ayırabildiğimiz saatler çok sınırlı ve kıymetli. Kitap okumak, film izlemek, arkadaşlık etmek... Hiçbirini oluruna bırakamıyorum. Zeki, hızlı düşünen, düşüncelerini sıraya koyabilen, muhakeme eden, birlikte güldüğüm, eğlendiğim insanlar arıyorum etrafımda. İstiyorum ki sohbetler yeni kapılar açsın, peşine düşülecek yeni sorular doğursun, yeni ilgi alanlarına evrilsin, kolektif işlere dönsün. Kendimi bu konuda şanslı hissediyorum. Eve tazelenmiş, oyuncu bir anne olarak dönmek için bu alandan daha çok faydalanabilirim.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Mükemmel anne olma takıntısından kurtuluyorum. Çevremden daha çok yardım istiyorum. Onların Denizle kurduğu ilişkinin şeklini, içeriğini eskisi gibi kontrol etmeye çalışmıyorum. Tam tersi içim şükran dolu. Bu anlar sayesinde Denizle bağları kuvvetleniyor,  ben de kendime vakit ayırabiliyorum.


Eski Günlüklere aşağıdan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Anne Günlüğü 1
Şefkatli Anne Günlüğü 2
Şefkatli Anne Günlüğü 3 
Şefkatli Anne Günlüğü 4
Şefkatli Anne Günlüğü 5
Şefkatli Anne Günlüğü 6 
Şefkatli Anne Günlüğü 7
Şefkatli Anne Günlüğü 8 
Şefkatli Anne Günlüğü 9 
Şefkatli Anne Günlüğü 10